1905 rus devriMİ İle 1908 JÖn türk devriMİ’Nİn karşilaştirmali incelemesi



Yüklə 1,45 Mb.
səhifə8/14
tarix17.01.2019
ölçüsü1,45 Mb.
#97604
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   14

2.3.3. Osmanlı’da İşçi Sınıfının Doğuşu

Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat dönemi sonrasında girdiği liberal ekonomik

süreç çerçevesinde modern ortamda ilk sınai işletmelerinin kurulması, ülkede bir işçi

sınıfının doğuş koşullarını hazırladı. 1908 devrimine dek toplumsal yapı içinde belli belirsiz,

çok küçük bir sayısal orana ulaşabilen işçi sınıfı en fazla Balkanlar bölgesinde yoğunluk

göstermekle birlikte, Anadolu ve Arap vilayetlerinde de varlığı hissedilir boyuta ulaşmıştı.

Osmanlı işçi sınıfı her biri ayrı mantığa göre iş gören, birbirinden kesin çizgilerle ayrılan,

hatta taban tabana zıt değerlere ve tarihçeye sahip iki farklı kesime bölünmüştü: ekonominin

216 Bu yönde bir yorum için bkz. Göçek, 1999, s:176-189

217 Keyder, 1999., s: 44

modern sektöründe istihdam edilenler ile geleneksel zanaat sektöründe iş görenler. Modern

sanayi kesiminde çalışan işçiler sınıf bilincine sahip bir görünüm arz ederken kapitalist sektör

dışında küçük atölye ve evlerde çalışan geleneksel sanayi işçileri ise hem sınıf bilinci hem de

bağımsız sınıfsal örgütlenmelerden habersiz çalışma hayatlarını sürdürmüşlerdir218.

19.yüzyılda piyasaya dolan yabancı sanayi ürünleriyle yarışabilmek için açılan modern

işletmeler nitelikli işçi ihtiyaçlarını zanaatkar kesimden karşılamıştır ve bunun sonucunda

ortaya geleneksel değerlere sahip bir işgücü çıkmıştır219.

1908 yılı itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan sanayi işçilerinin sayısının

200-250 bin sayıları civarında olduğu tahmin edilmektedir220. Gelişmiş Batı ülkeleriyle

karşılaştırıldığında oldukça düşük olan nüfus içindeki sayısal oranlarının yanı sıra etnik

işbölümü temelinde fabrikalar içinde konumlanmış olmaları da işçilerin sınıfsal bilince

ulaşmalarının yolunu tıkayan önemli bir engeldi221. Osmanlı İmparatorluğu içindeki işçilerin

aralarında herhangi bir organik bağdan söz etmek güçtür; etnik ve lokal bağlamda örgütlenen

işçiler genellikle birbirlerinden bağımsız gündemlere sahiptiler. Bu işçi kitlesi arasında Türk

unsurunun oldukça zayıf olması da dikkate değer bir diğer olgudur. İstatistiki verilere göre,

20.yüzyılın başlarında 1587 işletmenin ancak 60’ı fabrikaydı ve buraların çoğu yabancı

uyruklar ya da yerel azınlıkların elinde bulunuyordu; söz konusu işletmelerde çalışan

218 VATTER, S., “Şam’ın Militan Tekstil Dokumacıları: Ücretli Zanaatkarlar ve Osmanlı İşçi Hareketleri, 1850-

1914”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler, 1839-1990, içinde, der: D. Quartaert&E. J. Zürcher,

İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s: 56

219 Vatter, a.g.e.

220 KARAKIŞLA, Y.S., “Osmanlı Sanayi İşçisi Sınıfının Doğuşu, 1839-1923”, Osmanlı’dan Cumhuriyet



Türkiye’sine İşçiler, 1839-1950, içinde, der: D. Quataert&E.J.Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s: 51

221 AHMAD, F, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemlerinde Milliyetçilik ve Sosyalizm Üzerine

Düşünceler”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, içinde, der: M.Tuncay & E.J. Zurcher,

İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 16

işçilerin çoğunluğu da Türk asıllı değildi222. Sınai üretimde yoğunlaşma bakımından en öne

çıkan Osmanlı şehri Selanik’ti. Şehir, güçlü imalat sektörü sayesinde ve toplam şehir

nüfusunun tahminen %17’sini kapsayan sanayi işçisi kitlesiyle imparatorluk içinde eşi

benzeri olmayan bir sanayileşme örneği sergilemiştir223.

Osmanlı İmparatorluğu’nda modern anlamda ilk işçi hareketleri ülkeye yeni yeni

girmeye başlayan Batı teknolojisi ve makinalarına tepki olarak bu makinaları tahrip etme

çerçevesinde gelişmiştir; 1839’da Slevne’de bir fabrikada kadın işçiler kendilerini

yerlerinden edeceği korkusuyla makinalara isyan ederken, 1851’de Samakof’ta kadın tekstil

işçileri aynı şekilde bir tekstil tarağını kırma girişiminde bulunmuşlardır224. İmparatorluk

içindeki ilk grev hareketine, 1872 yılında Beyoğlu telgraf işçileri tarafından girişilmiş olduğu

ileri sürülse de225, daha önce 1963’te Zonguldak kömür madenindeki işçiler greve

gitmişlerdir226. 1908 öncesindeki grevleri ücret konusuna odaklanan, ekonomik nedenli

hareketlerdi; ancak bunun yanı sıra iş saatlerinin kısaltılması için de greve giden işçiler

vardı227. 1908 devrimi öncesinde imparatorlukta çalışma hayatını ya da işyeri koşullarını

düzenleyen kanunların olmaması da bu grevlerin oluşumuna zemin hazırlamıştır.

222 YALIMOV, İ., “1876-1923 Döneminde Türkiye’de Bulgar Azınlığı ve Sosyalist Hareketin Gelişmesi”,



Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, içinde, der: M. Tuncay&E.J. Zurcher, İstanbul,

İletişim Yayınları, 2000, s: 134

223 QUATAERT, D., “Selanik’te İşçiler, 1850-1912”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1839-

1950, içinde, der: D. Quataert&E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s: 28

224 Her iki olayı da Oya Sencer’in Türkiye’de İşçi Sınıfı (1969-İstanbul) kitabından aktaran, Karakışla, 1988, s:

28

225 Oya Sencer (1969)’in saptamasını, aktaran, Karakışla, 1988, s: 30



226 Anon’un (İlk İşçi Hareketleri, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, IV. Cilt, İstanbul, 1989)

verdiği bilgiyi aktaran Karakışla, a.g.e., s: 30

227 Karakışla, a.g.e.

1908 öncesi itibariyle henüz işçilerin sınıfsal bilinci oluşmasa da hak talepleri için

genelde fabrika sınırlarına sıkışan grev hareketlerine kalkışmaları bu kişilerin modern işçi

sınıfı potansiyeline bir ölçüde sahip olduklarına işaret eder. Ancak işçilerde yaygın bir

sosyalist bilincin oluşacağı koşullar için, imparatorluk henüz çok erken bir sanayileşme

safhasındadır. Görece az sayıdaki alan işçi nüfusu genelde zanaat sektöründe istihdam

edildiğinden dolayı bunlar kendilerini sınıflarından çok çalıştıkları işkollarıyla özdeşleştirme

tutumu içindeydiler228. Tüm bu olumsuzluklar imparatorluğu özellikle 19.yüzyılın son

yıllarında yayılma gösteren, sosyalist düşüncelerin girmesini engelleyemedi. İmparatorluğun

Batı kısmında, azınlık grupları arasında yayılan sosyalizm, milliyetçilikle el ele gitmiştir.

Ermeni kurtuluş hareketinde Taşnak Partisi ile birlikte başı çeken Hınçak Partisi kurulduğu

1887 yılından beri Marksist olduklarını savunmaktaydılar. Bunun yanı sıra Makedonya’nın

bağımsızlığı ve sonrasında Bulgaristan’a katılmasını sağlamak için kurulan IMRO

(Makedonya İç Devrimci Örgütü) içinde önemli roller üstlendiler. 1905 yılında örgütten

kendisini ayıran bu grup Bulgar Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ni kurmuşlardı. Bunun yanı

sıra Selanik’te üyelerini çoğunlukla Yahudilerin oluşturduğu bir işçi federasyonu

kurulmuştur.

2.4. Dönüşen Osmanlı Aydını ve Jön Türk İdeolojisinin Doğuşu

19. yüzyıl, Osmanlı düşünce tarihi açısından sözcüğün tam anlamıyla dönüm

noktasıdır. Osmanlı Devleti yüzyıllardır sürdürdüğü gelenekçi çizgisini kırıp Batı’ya

yönelirken, yeni gidişat etkisini düşünsel hayatta dolaysız şekilde hissettirdi. III. Selim

döneminden itibaren yurtdışında daimi elçiliklerin açılmaya başlaması ve II. Mahmut

döneminden başlayarak gönderilen öğrenciler, imparatorlukta Avrupa’yı tanıyan ve Osmanlı

ülkesiyle Batı arasındaki gelişmişlik uçurumunu yakından görme fırsatı bulmuş kişileri

228 Ahmad, 2000, s: 16

vücuda getirdi. Batı’yla doğrudan temasa geçmiş kişilerin çekirdek kadrosunu oluşturduğu

Tanzimat bürokratları, iktidarı ele alır almaz toplumsal mühendislik olarak da

nitelendirilebilecek bir Batılaşma projesini uygulamaya koydu. Gelenekselle çatışmadan

yanlarına ek olarak adapte edilen Batı tarzı kurumlar, tam bir düalite şeklinde seyredecek

şekilde yapılanacak olan Osmanlı modernitesine hız verdi. Bu ikilik siyasi ve toplumsal

hayata damgasını vururken Batı’yla geleneksel arasında sıkışan bir aydın kesiminde

doğuşuna zemin hazırladı.

Avrupa kültür hayatında devrim yapan matbaanın Osmanlı ülkesine icat edilişinden

279 yıl sonra 1729’da girebilmiş olması ve varlığına fazla gerek duyulmamış olması

muhtemeldir ki229, açıldıktan 13 yıl sonra sadece 17 kitap basıldıktan sonra kapanması

Osmanlı’da canlı bir popüler kültür olmadığını işaret eder. Eğitimin, millet olarak tanımlanan

dini cemaatlerin ruhani kurumlarının elinde olduğu bir ortamda özellikle Müslüman

tabakanın ne denli Batı’daki kültürel ve bilimsel gelişmelerden tecrit olmuş şekilde yetişmiş

olabileceği kolaylıkla tahmin edilebilir. Osmanlı’nın klasik döneminden çıkıp kurumlarının

sistematik bir yozlaşmaya gittiği 17. ve 18. yüzyıllarda ulema tabakasındaki bağnazlık,

Müslümanların kültürel hayatını felç edecek seviyeye ulaşmıştı. Lale Devri’nde başlayıp 18.

yüzyıl boyunca süren reformlar da zayıf hareketler olarak kalmış ve hakim düzen yoluna

devam etmişti. Tanzimat ise bir kopuştur çünkü Batılılaşmaya ve modernleşmeye doğru

atılmış kesin bir adımdır.

Tanzimat hareketinin en büyük başarılarından biri, kendi insanını yani “Tanzimat

aydını”nı yaratabilmiş olmasıdır. Modern basın organlarıyla ilk kez Tanzimat Dönemi’nde

tanışan imparatorluk, özellikle gazeteler yoluyla kamuoyu denen olguyla da eşzamanlı olarak

tanışmış oldu. 1831 yılında kurulan Takvim-i Vekayi, devletin resmi gazetesi olarak Osmanlı

basın tarihinin başlangıcı olurken, 1843 yılında William Churchill adında bir İngiliz

229 Akşin;1996, s: 15

tarafından çıkarılmaya başlanan Ceride-i Havasi yarı özel bir nitelikte yayın hayatına girdi.

Osmanlı’da gazeteciliğin asıl başlangıcı olarak kabul edilen Tercüman-ı Ahval ilk özel

gazete olarak 1860 yılında İbrahim Şinasi ve Agah Efendi tarafından kuruldu. 1862’de de

Tasvir-i Efkar adında haftada iki kez yayınlanan gazetenin kurulmasında da rol oynayan

Şinasi, hem çağdaşlığa mantıksal, tutarlı ve yansız bakışıyla öne çıkarken dilin kullanımında

yaptığı yeniliklerle aydın ve kitleler arasındaki iletişim kurulmasının yolunun açılmasına

katkıda bulunmuştur230. Batı’nın temsili kurumlarını Osmanlı Devleti’nin de adapte etmesini

isteyen Şinasi, bu görüşünü Ziya Paşa’nın Rüyası adlı eserinde şöyle savunmaktadır:

“…Bir kere Avrupa kıt’asının üzerindeki devletlere nazar buyurunuz. Rusya



devletinden başka yerde hiç hükûmet-i müstebide kaldı mı? O dahi tedric ile

sair Avrupa devletlerindeki nizamâtı taklid etmeye uğraşmıyor mu? Fransa,

Avusturya imparatorlarının, İtalya ve Prusya krallarının ve İngiltere

Kraliçesi’nin azamet ve şevketleri Rusya’da noksan mıdır? Madem ki

Avrupa’nın efkâr-ı umumiyesi seyl-ül-arz gibi bu cihete akmakda ve Napoli

ve İspanya devletlerinin muhafaza-i istikbâl içün uğradıkları tahavvülât ve

izmihlâtat meydandadır ve madem ki Devlet-i Aliyye dahi Avrupa

devletlerinden madûddur. Bütün âleme muhalif olarak bizim bu halde

bekâmıza imkan olmaz…”231

1860’larda Tercüman-ı Ahval’in yanında kurulan Muhbir, Vatan ve Ayniyye-i Vatan

gibi yeni siyasal gazetelerle basın daha da çeşitlenerek zenginleşti. Ancak basında hükümeti

eleştiren yazıların çoğalması, gazete mensuplarına hapis, para, gazete kapatma gibi cezaları

230 Karpat, 1964, s: 259

231 Şinasi’nin Ziya Paşa’nın Rüyannamesi adlı eserinden alıntıyı aktaran, HANİOĞLU, M.Ş., Bir Siyasal Örgüt



Olarak “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük”, 1889-1902, İstanbul, İletişim Yayınları, s:

27-28


öngören 1864 tarihli Matbuat Kanununnun çıkarılmasını beraberinde getirdi. Ali Paşa

hükümeti zamanında basına uygulanan baskılar ve sansür ülkenin basına hayatını felç etti.

Matbuat kanununun yayınlanmasından 1 yıl sonra İttihad-ı Hamiyet (ya da Meslek) adında

gizli bir örgüt kuruldu. Hükümet karşıtı altı genç tarafından kurulan bu örgütün

kurucularından biri de Şinasi Avrupa’ya kaçtıktan sonra Tasfir-i Efkar’ın editörlüğünü yapan

Namık Kemal’di. Bu kişileri bir araya getiren ortak neden Ali ve Fuat Paşaların politikalarına

karşı olmalarıydı; iktidardaki bu kişilerin, Büyük Devletler’e yaklaşımlarını fazla tavizkar

buluyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği ve bütünlüğünün yeteri kadar

korunamadığından dolayı devletin dağılmaya doğru yaklaştığını düşünüyorlardı232. Çözümü,

halka siyasal haklar tanımakta bulan bu kişiler, böylece gayri-müslim halkın Osmanlı

Devleti’nden ayrılmak istemeyeceğini ve bunun sonucu Büyük Devletler’in azınlıklar adına

devlet işlerine müdahale edecek tabanlarının kalmayacağını düşünüyorlardı. Böyle bir

düzende halkın hem Tanzimat’ın getirdiği yeniliklerden faydalanacağını hem de kendi

siyasal kaderlerini kendilerinin tayin edeceğini savunarak bu şekilde Tanzimat

bürokratlarının da baskılarının sona ereceğine inanmaktaydılar233.

1867 yılında Paris’te sürgün olan Mustafa Fazıl Paşa, ülkesindeki meşrutiyetçi akımı

desteklediğini göstermek için Fransızca yazdığı bazı mektupları yayınladı. Bunlardan birinde

kendisinin “Genç Türkiye Partisi”nin temsilcisi olduğu yolunda bir ibare vardı: Yakıştırma

Avrupa’da tutulunca, daha önce kurulmuş olan örgütü Paris’te tekrar dirilten Namık Kemal,

Ziya Paşa ve Ali Suavi yeni örgüte “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” ismini benimsediler234. Bu

tarihten sonra Osmanlı’daki özgürlükçü ve meşrutiyetçi akımlar, Fransızca’dan adaptasyonla

232 Akşin, 1998, s: 22

233 Akşin, a.g.e

234 Akşin, 1998, s: 23

“Jeune Turc (Genç Türk)” olarak adlandırılmaya başlandı.

Ali Paşa’nın ölümünün ardından yeni sadrazamın genel af ççıkarmasından yararlanan

bazı cemiyet üyeleri ülkeye geri döndüler, ancak kısa sürede iktidarın basına karşı tutumunda

çok da fazla birşeyin değişmediğini gördüler. Dönenlerin arasında Namık Kemal 1872’de

İbret gazetesini kurdu, ancak gazete 3 kez tatil edildiği gibi Namık Kemal’de defalarca

sürgün yedi. Bu kapatmalardan birinin sebebi Namık Kemal’in şaheseri olan “Vatan yahut

Silistre” adındaki oyundu. Basit şekilde vatanseverlik temasını işleyen oyun, sergilendiği

daha ilk gecede seyircilerde büyük bir duygu hezeyanına yol açmış ve hem tiyatro içinde

hem de sokaklardaki insanlar Namık Kemal lehinde gösteriler yaptı. İktidarın tepkisine yol

açan oyun sonrası yazar, yine sürgüne gönderildi.

Namık Kemal’in düşünsel bağlamda yapmaya çalıştığı, Fransızlar’ın Aydınlaması

geleneğinin demokratik-liberal görüşlerini İslam’a harmanlayarak bir sentez yaratmaktı. Bu

çabasında özellikle Kuran’da geçen”meşveret” yani danışma kavramına başvurarak

parlamenter yönetimin İslamla çelişmediğini ortaya koymaya yani parlamentoyu

meşrulaştırmaya çalışıyordu. John Locke’la benzer şekilde doğa haklarını ilahi temele

dayandıran Namık Kemal, toplum sözleşmesini kabul ediyor ancak zorba bir iktidara isyanı

meşru saymıyordu235. O da diğer Genç Osmanlılar’ın çoğu gibi devleti amaçları ve çıkarları

açısından tüm toplumsal yapıyla bir tutarken, model aldıkları Batı dünyasında devlet-toplum

ilişkisinin asıl ilişki tarzını kavrayabilmiş değildi236. Aydınlar Avrupa medeniyetinin yetenek

ve yaratıcılık sayesinde yaratıldığını düşünürken toplumsal güçlerin etkisini gözden

kaçırıyorlardı. Batı kurumlarını kendi bürokratik geçmişlerinin ışığında algılamaya

çalışmaları da bir diğer handikaptı.

235 AKŞİN, “Düşünce ve Bilim Tarihi (1839-1908)”, Türkiye Tarihi, III. Cilt, içinde, der: S. Akşin, Ankara,

Cem Yayınevi, 1988, s: 324

236 Karpat, 1964, s: 261

Tanzimat’la başlayan laikliği Osmanlı kurumlarına yayma süreci, etkisini Osmanlı

düşünürlerinde gösterdi. Ancak, diğer İslam ülkelerinin modernleşme tarihlerinde de sık sık

görülen Batı-İslam düalitesi bu yüzyılın hem Osmanlı bürokratını hem de aydınını etkisi

altına aldı. Osmanlıcılık fikri çerçevesinde Namık Kemal tüm unsurları Osmanlı Devleti

altında bütünleştirecek bir ulusçuluk yönünde tavrını koyarken Türkçülük ve İslamcılık

unsurlarını da düşüncesine eklemlendirmekteydi. Nüfus ve yetenek sahibi olması açısından

Türkler’in Osmanlı Devleti’nde öne çıkan unsur olduğunu savunan yazar, Türkler’in

arkalarına aldıkları zengin geçmişlerinin ve Batı’ya yakın coğrafi konumlarının yardımıyla

tüm diğer Asyalı toplumları da uyandırabileceğini düşünüyordu237. Yeni Osmanlılar’ın öne

çıkan isimlerinden biri olan Ali Suavi de Türkler’in yüksek niteliklere sahip bir ırk olduğunu

veİslam uygarlığına en büyük katkıların Türkler tarafından yapıldığını ileri sürdü. Suavi,

Namık Kemal gibi hukukun temelinin ilahi olduğunu kabul ederek demokrasi düşüncesini

İslam’la temellendirmeye çalıştı, ancak Namık Kemal’den ileri giderek zorba iktidara isyan

etme fikrini İslami bir takım gerekçelerle meşrulaştırarak savunabilmiştir238. Yeni

Osmanlılar’ın Osmanlı politik kültürüne en büyük katkıları “Vatan” kavramı ile tüm dini,

etnik ve yerel aidiyetlerin önüne geçen tüm ulusu bir noktada birleştiren üst kimlik yaratma

çabalarıydı. Daha önce etnik ya da dinsel çerçevede kendine sadakat ve aidiyet şekilleri

geliştirmiş olan Osmanlı toplumunda tüm alt kimlikleri kendinde toplayan “vatan bağlılık”

ve “vatan sevgisi” kavramları ile formüle edilen bu üst kimlik, Osmanlıcılık düşüncesinin de

pratiğe geçirilmesini amaçlayan dev bir adımdı. Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”

oyunundaki kahraman “İslam Bey” vatanı “bir çok insanı besleyen ya da herkesin haklarını

237 Akşin, a.g.e.

238 Akşin, 1988, s: 326

ve canını koruyan bir anne”239 olarak görmekteydi. Namık Kemal, “vatan” temasını öne

çıkararak bunu milliyetçi bir ideolojiyle harmanlaması Batı’daki ideolojik, kavramsal

çerçeveyle paralel bir çizgideydi; o sadece İslami değerlerle Hristiyan değerleri yer

değiştirmişti.

Yeni Osmanlılar’ın ulusçu ve meşrutiyetçi fikirleri ve Fransız Aydınlanm düşününü

Osmanlı koşullarına adapte etme çabaları, ülkenin 1876-77 arasındaki meşruti rejim

deneyinde de etkili oldu. Bu kişilerin devrimci, ulusçu ve liberal eksende oluşturmaya

çalıştıkları ideoloji, 1908 devrimini örgütleyen İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup genç

kuşağın ideolojik gelişiminde etkisi büyük oldu. Ancak, ülkeye “pozitivist” düşünceyi ithal

eden Ahmet Rıza, “bireycilik” kavramına vurgu ile toplumsal dönüşümü öne çıkaran Prens

Sabahattin ve Pan İslamist Mehmet Murat ikinci Jön Türk dalgasını harekete geçiren kişiler

olarak hem ideolojik hizmetleri hem de örgütsel faaliyetleriyle İttihatçılığın gerçek fikir

adamları oldular. Entellektüel etkinlikleri II. Abdülhamit’in istibdat rejimiyle eş zamanda –ki

bu Ahmet Rıza ve Sabahat için daha çok geçerlidir- Avrupa’daki sosyo-politik ve düşünsel

hayatının da nabzını tuttular.

Fransa’ya ziraat öğrenimi için giden Ahmet Rıza yurda döndükten sonra çeşitli

memuriyet görevlerini üstlendi. Memuriyetleri esnasında Fransa ve ülkesi arasındaki hem

materyal hem de zihinsel gelişmişlik uçurumundan fazlasıyla etkilenerek Fransa’ya geri

döndü ve orada geri kalmış halkların geriliklerini incelemeye koyuldu. Bu incelemeleri

esnasında Fransada’ki pozitivist çevrelerle yakın temasa geçen Ahmet Rıza, metafiziği

reddederek bilimin üstünlüğüne dayanan ve toplum olaylarının bilimle açıklanabileceğini

savunan bu akımın saflarına dahil oldu. Ünlü sosyolog Auguste Comte’um kurduğu

pozitivizm bilimselliğe aşırı vurgusuyla ilerici bir görünüş arz etse de toplumsal olayları

açıklarken tutucu bir tutum göstererek kendi tespit ettikleri toplum yasaları çerçevesinde

239 Namık Kemal’in Vatan yahut Silistre oyunundan alıntı yapan, Karpat, 1972, s: 266

toplumsal ilerlemenin düzen içinde gelişebileceğini ve bu durumda devrime gerek olmadığını

öne çıkarıyordu. “Düzen” ve “ilerleme” unsurlarının öne çıktıı pozitivist düşünce aynı

zamanda dini az çok dışlayan bir perspektife sahipti. Pozitivizm Hristiyanlıkla doğrudan

ilişkisinin olmaması da akımı Ahmet Rıza için cazip kılmıştır240. Bunun yanı sıra

pozitivizmin devrim düşüncesini reddetmesi, dağılma potansiyeli yüksek olan Osmanlı

Devleti için uygun bir durum arz ediyordu. Ayrıca pozitivizmin uzmanları yani seçkinleri

topluma yön verecek kişiler olarak öne çıkarması hem Ahmet Rıza’nın sınıfsal konumuna

hem de bu çerçevedeki “tepeden inmeci” tavırlarına oldukça uygundu241. Ahmet Rıza’nın

ithal etmiş olduğu pozitivist düşünce elitist yönetime meyilli ittihatçi subayları etkilemekle

kalmamış, Cumhuriyet Devri Türk yöneticilerini de fazlasıyla cezbetmiştir.

Kafkasya’dan göçen ve Rus jimnazında eğitim alan Mehmet Murat 1873’te

Moskova’ya üniversite öğrenimi görmeye gönderilirken kaçarak İstanbul’a geldi242.

Abdülhamit zamanında yükselerek tanınmış bir yazar ve Mülkiye’de profesör olan Mehmet

Murat 1866’da çıkarmaya başladığı haftalık “Mizan” gazetesinden dolayı “Mizancı Murat”

olarak tanınır. Murat, liberal ve meşrutiyetçi bir profesör olmakla birlikte onu asıl

ilgilendiren konu, Abdülhamit’in halifeliği etrafında tüm İslam dünyasının birleştirilmesi ve

meşveret usulünün uygulanmasıyla birlikte tüm Müslümanların ortak kanunu olan şeriat

altında büyük bir Müslüman Meşrutiyet rejiminin kurulmasıydı243. Gezetesinde padişaha

övgüler yağdırıp, eleştirilerini sadece hükümete yönelten Murat, buna rağmen 1890’da

Mizan’ın kapatılmasına engel olamadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle de sınırlı şekilde de

240 Akşin, 1988,- s: 333

241 Akşin, 1988, s: 333

242 Berkes, 1973, s: 348

243 Berkes, a.g.e.

olsa temasa geçmiş olan Murat, belki de bundan dolayı Abdülhamit’ten yeterince yüz

bulamadı244 ve Fransa’ya giderek oradaki Osmanlı aydınlarına katıldı. Ancak Ahmet Rıza ve

çevresinden pek yüz bulamadı. Murat, padişahın mutlak otoritesini şeriatın meşveret ilkesi

bağlamında kısıtlamak ve imparatorluktaki milletler arasında karşılıklı güven yaratmak

doğrultusunda gerçekleştirilecek reformlar önerdi. Ahmet Rıza dürüst bir yönetim kurularak

eğitimin ve bilimsel hayatın geliştirilmesini sağlamak düşüncesini öne çıkarırken Murat,

şeriatı uygulayacak bir Pan-İslam devletinin kurulmasını amaçlamaktaydı. Bu iki kişinin

temsil ettiği gruplar çatışmaya girince Ahmet Rıza grubu onun islamcılığıyla alay etmeye o

da bu grubu dinsizlikle suçlamaya başladı245. Murat daha sonra Kahire’ye geçerek Mizan’I

orada çıkarmaya başladı.

Hanedana mensup bir kişinin oğlu olan Sabahattin, padişahla itilafa düşen babasının

Avrupa’ya kaçması, onun yurtdışındaki muhalif aydın çevresine dahil olmasını sağladı.

Avrupa’da kendisine prestij kazandırır diye isminin önüne “prens” ünvanını getiren

Sabahattin’in Paris’e gelmesi oradaki aydınlar arasında yeni ayrılıklara yol açtı. Sabahattin

pozitivist Ahmet Rıza’nın aksine rakip Le Play okuluyla bağlantı kurdu. Hem pozitivizm

hem de Le Play okulu o zamanlarda bilimsel nitelikteki iki sosyoloji akımları olmaktan çok,

ideolojik temelli akımlardı; her ikisi de Fransız Devrimi’nin düşünceliğine tepki niteliği

taşıyorlardı246. Le Play’cilerden Edmond Demolins’in “Anglo Saksonların Üstünlüğü Neden

İleri Geliyor” adlı eseri Sabahattin’in görüşleri üzerinde büyük etki yaptı. Demolins bu

kitabında toplumları, “communautaire” ve “particulariste” olarak ikiye ayırıyordu; ilk

kategorideki toplumlarda aile, kabile, klan ya da devlet gibi toplumsal zümreler öne çıkarak

244 Akşin, 1998, s: 44

245 Berkes, 1973, s: 349

246 Berkes, a.g.e.

bireyin kişisel iradesine kendi dışında yön veriyorken; ikinci kategoride bireyin belirleyiciliği

öne çıkarak toplumsal zümreler bireyler etrafında şekilleniyordu. Birinci kategoriyi Doğu

toplumları temsil ederken, ikinci kategori için en iyi örnek Anglo-Sakson toplumsal

yapısıydı. Bu görüş çerçevesinde Sabahattin Osmanlı toplumunun birinci kategoriye dahil,

kişisel girişimi ezen bir yapıya sahip olduğu sonucunu çıkarmıştı. İmparatorluğun geri

kalmışlığını sosyolojik temellere vurgu yaparak açıklamaya girişmesi Sabahattin’i diğer

Osmanlı aydınlarından farklı bir noktaya sürüklüyordu. Ancak Sabahattin’in toplumun bireye

dayanması gerektiğini açıkladığı şu satırlarda dahi Kuran’dan alıntılarla meşruiyet araması

diğer aydınlarla ortak bir çizgiye kendisini çeker:

Kur’an-ı Kerim’de ‘Ey iman edenler! Sizler kendinizi düzeltmeye

bakın! (Maide/105)’ ve İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur.

(Necm/39)’ mübarek ayetleriyle kesin olarak varlığına işaret edilen

Teşebbüs-i Şahsi’ye gelince, bu ‘bir toplumu meydana getiren fertlerden



her birinin hangi cemiyette olursa olsun yaşamak için ailesi, akrabası ve

hükümetine dayanacak yerde doğrudan doğruya kendine güvenmesi,

başarısını kendi teşebbüsünde aramasıdır’”247.

Osmanlı Devleti’ndeki aşırı merkezi idare yapısıyla özel girişimin ilerlemesinin

imkanı olmayacağını savunan Sabahattain’in, Yemen’le Selanik gibi birbirleriyle ilgisiz iki

halkın bulunduğu bölgelerin aynı merkezden aynı zihniyetle yönetilmesini eleştirmesi248 de

oldukça çarpıcıdır. Sabahattin’in asıl davası Abdülhamit’i devirmekten öte bu doğulu

toplumsal yapı ve Doğulu zihniyetten kurtularak Batı toplumlar yönünde dönüşümüdür.

247 PRENS SABAHATTİN, Görüşlerim, Der: Ahmet Zeki İzgöer, İstanbul, Buruc Yayınları, 1999,

s: 41


248 Sabahattin, 1999, s: 39

Bu üç hizibin dışında biri olan Rusya göçmeni Yusuf Akçura, ilhamını pozitivizm ya

da Le Play’cilikten değil Science Politiquw okulunda ders aldığı Albert Sorel, Emily Boutmy

ve Funck Brentano gibi tarih, ekonomi ve milliyetler sorunlarıyla ilgilenen profesörlerden

alıyordu249. Rus Çarlığı’ndan göçen Kazan’lı bir Tatar olan Akçura panislavist politikalardan

ve milliyetçilik davalarını güden halklardan oldukça etkilenmişti. Kazan’da islamiyeti

çağdaşlaştırmak için bir çok girişimde bulunmuş olmasının yanı sıra aydınlarla halkı

yakınlaştırmak için dilin sadeleştirilmesi üzerine çalışmalar yapmıştı. Bu ortamda yetişen en

çok etkilendiği düşünür, Müslüman-Türk halklarının kültür ve eğitim yoluyla birleşmesini ve

bunun laik bir temel üzerinden yapılmasını savunan İsmail Gaprisnki idi250. Akçura,

Osmanlı’nın birliğinin çözülme halinde bulunduğunu ve içindeki milletlerin ulusal

amaçlarına odaklanmış olduğunun farkındaydı. Ermeni, Rum ve Arnavutlar’daki milliyetçi

kıpırdanmaları diğer Osmanlı aydınlarına göre daha akılcı değerlendirebilen Akçura, bu

ayrılıkçılara açıkça hak verecek cesareti kendinde bulamadığından ses çıkaramıyordu.

Sürgündeki yazarlar arasında, reform sorununun yalnız yönetim sistemini değiştirecek değil

tüm toplumu kapsayacak bir devrim sorunu olduğunu gören tek kişi Akçura olmuştur251.

1904’te çıkan “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı yazısında İslam birliği, Osmanlı birliği ve Türk

birliği olarak ayırdığı bu üç politikayı üstü kapalı biçimde tartışmaya açan yazar, Osmanlı

milletinin yaratılmasının imkansızlığına dikkat çekerken, İslam birliğinin de Müslümanların

çoğunlukla Büyük Devletler’in kolonileri altında yazdıklarından dolayı buna büyük tepki

göstereceklerini savunmuştur. Bu çağ__________da dinlerin toplumsal alandan kişisel alana kaydıklarını

ve artık siyasette, ırkların rol oynadığını belirterek252 pan-Türkist bir siyasete göz kırpmıştır.

249 Berkes, 1973, s: 352

250 Akşin, 1988, s: 338

251 Berkes, 1973, s: 353

252 Akşin, 1988, s: 339

Açıkça Turancılığı savunamayan Akçura bu fikriyatı aydınların dikkatine sunmuştur. Bunu

yaparken de Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüğü ayrı politikalar olarak işlemiş olması ve

Türkçülüğü ayrı bir siyaset olarak işlemesi oldukça kaydadeğerdir253.

1860’larda Tanzimat bürokratlarının tekelci yönetimlerinin vücuda getirdiği muhalif

Osmanlı aydın tabakası yurtdışında edindikleri siyasal fikirleri Osmanlı koşullarına

uygulama çabalarıyla ülkenin düşün hayatına Batılı tarzda bir açılım getirdiler. Jön

Türkler’in muhalefete geçişleri temelde siyasal olmayıp bir zihniyet sorunuydu. Siyasal

alandaki yazılar, genelde çağdışı görülen rejimden şikayetler ya da Fransız İhtilali’nin

insanlığın önünde açtığı yeni ufuklara işaret ederek Osmanlı’da da böyle bir değişikliğin

olmasının gereğinden bahislerle doluydu254. Ülkedeki baskıcı rejim karşısında kabuklarına

çekilmek ya da konformist yaklaşımla düzende tutunmak yerine yurtdışında kurdukları basın

organlarıyla muhalefetlerini açık açık direnmeleri oldukça anlamlıdır. Fransız Aydınlanma

geleneğini İslami değerlerle uzlaştırmaya çalışan bu aydınlar, merutiyet istemlerini de

İslamdaki meşveret ve şura kavramına atıfta bulunarak savunmuşlardı. Fransız İhtilali’nden

sonra Osmanlı’daki unsurların millet sistemi içinde tasnif edilmesinin kullanışlılığını yitirdiği

noktada vatan kavramı çerçevesinde bir üst-kimlik yaratmaya çalışmış ve ancak anayasal bir

rejim çerçevesinde modern anlamda vatandaş yaratılarak mevcut kötü gidişin önlenebileceği

savunulmuştur. Eğitim, toplumu çağdaş şekilde dönüşümü için yegane çözüm olarak öne

çıkarılması tüm Osmanlı aydın kesiminde ortak yaklaşımdır. Osmanlı aydınları, II.

Abdülhamit’in istibdat rejimi çerçevesinde başkentte fazla tutunamamış ve bir çok kişi

eyaletlerde ve yurtdışında faaliyetlerini sürdürmüştür. Bu muhalif aydınların ve bunlardan

etkilenen genç subayların yön verdiği İttihat ve Terakki Cemiyeti daha çağdaş bir siyasal

rejim için eyleme geçerek düşüncelere pratik uygulama alanı açmıştır.

253 Akşin, a.g.e.

254 Hanioğlu, a.g.e., s: 626

2.5. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kuruluşu ve 1908 Devrimi’nin

Örgütlenme Aşamaları


Yüklə 1,45 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   14




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin