2.5.2. Makedonya’da Ayaklanma
Avrupa’lı Jön Türkler rejimi yıkmak için tek yol devrim kararı alırken, imparatorluk
288 Minissian, 2000, s: 212
289 Akşin, 1998, s: 91
290 Kansu, 1995, s: 108
içindeki huzursuzluk kendini iyice göstermeye başladı. Ülkedeki askeri huzursuzluk sivil
itaatsizlikten daha ciddi boyutlardaydı; ittihatçı örgüt geciken maaş ödemelerinden
kaynaklanan gerilimi kullanarak erler arasında sürekli bir propaganda etkinliğine
girişmişti291. Ülkenin dört bir yanında askerler arasında huzursuzluk ve itaatsizlik had
safhaya ulaşmıştı. Ancak merkezi hükümeti asıl ciddi olarak tehdit eden gelişmeler,
Makedonya’da yaşandı. 3 Mart 1908’de İngiliz hükümeti Makedonya’daki üç vilayetin
(Kosova, Manastır ve Selanik) nasıl yönetileceğine dair bir plan sundu; söz konusu plana
göre vilayetler, görev süresi önceden belirlenmiş ve ancak Avrupa devletleri onaylarsa
görevden alınabilecek tek bir Genel Vali tarafından yönetilecekti. Genel Vali, yabancı
subaylar ve Avrupalılar’dan oluşan jandarma birlikleri ile desteklenecekti. Kamu görevlileri
de yerli hıristiyanlar arasından ve Genel Vali tarafından seçilecekti. Makedonya ile merkezi
hükümet arasındaki bağları koparmak ve bu vilayetleri özerk kılmak amacı taşıyan bu planın
öğrenilmesi üzerine İttihat ve Terakki örgütünün Paris merkezi hemen harekete geçti. 16
Mart’ta örgütün Selanik şubesinden bu bölgedeki Müslüman halk arasında propaganda
yapmasını ve planın yaygın bir şekilde protesto edilmesi için kasaba ve şehirlerde
telgrafhanelerin işgal edilerek İstanbul’daki merkezi hükümete telgraf çekilmesinin
sağlanması isteniyordu292. Raporda İngiliz tasarısı uygulandığı taktirde Makedonya’nın
bağımsız olacağını ve Arnavutluk’un da bu durumda elden çıkacağını ve de sınır İstanbul’a
dayandığından başkentin Asya’ya taşınması gerekeceği belirtiliyordu. Bütün bunları Osmanlı
Devleti’ni Avrupa devletleri arasından çıkaracak “ikinci ve hatta üçüncü derecede bir Asya
devleti” haline getireceği vurgulanıyordu293.
291 Kansu, a.g.e.
292 Kansu, 1995, s: 120
293 H.K. Bayur’un Türk İnklap Tarihi adlı kitabından aktaran, Akşin, 1998, s: 98-99
İttihatçılar Mayıs ayında İngiltere ve Rusya’nın ortaklaşa olarak Makedonya’daki tüm
çeteleri ortadan kaldırmak amacıyla Avrupalılar’dan oluşan jandarma birliklerinin kurulması
yönünde bir plan hazırladıklarını öğrendiler. Makedonya’da İngiltere ve Rusya’nın birlikte
hareket edecek olması ihtimalinin iyice kendini belli etmesi cemiyeti alarma geçirdi.
Bölgenin dış güçlerce yönetileceği anlamına gelen bu müdahale, hem imparatorluğun
bütünlüğünü tehlikeye atacak hem de ittihatçıların bölgede sürdürdüğü devrimci harekete
engel teşkil edecekti294. Bu gelişmeler üzerine Cemiyet bölgedeki faaliyetlerini
yoğunlaştırma kararı verdi. Avrupa devletlerine çeşitli nedenlerden dolayı sonuçsuz kalmaya
mahkum bu plandan vazgeçip kurtuluşu için Makedonya’yı kendi halinde bırakmaları
gerektiğine dair bir bildiri yayınlanarak tüm Avrupa hükümetlerinin temsilcilerine gönderildi.
Cemiyetin yayınladığı bildiriden yaklaşık bir hafta sonra 10 Haziran’da İngiltere Kralı VII.
Edward ve Rus Çar’ı II. Nikola Reval’de görüştü ve görüşmeden bir kaç gün sonra da
Makedonya’nın barışa kavuşması üzerine hazırlanan İngiliz-Rus ortak önerisinin ayrıntıları
diğer Avrupalı ülkelere bildirildi. Reval’de Makedonya’yı Osmanlı’dan tamamen ayırmak
yolunda bir anlaşmanın yapıldığı üzerine kuşkular üzerine ittihatçılar- acilen birşeyler
yapmanın zorunlu olduğuna karar verdiler.
1908 Devrimi’nin ateşini yakan olay, 3 Temmuz günü Kolağası Niyazi Bey’in 200
kadar asker, subay ve gönüllü ile Anayasa’nın yeniden yürürlüğe sokulmasını talep ederek
dağa çıkmasıydı. Niyazi Bey’i yola getirmek için iki taburla Mitroviçe’de Manastıra
gönderilen Kosova vilayeti komutanı General Şemsi Paşa 7 Temmuz’da Manastırdan
ayrılmak üzereyken İttihatçı bir subay tarafından öldürüldü. Niyazi Bey, çetesiyle birlikte
birer sancak merkezleri olan Dehre, İlbasan, Görive Ohri’yi ziyaret ederek Abdülhamit’e
bağlı subayları etkisiz hale getirmek ve kurtarılmış bölgelerde düzeni sağlamak için bir
Arnavut milis gücü oluşturmaya çalıştı. Görice ve Ohri’deki Arnavut komiteleri dağlarda
294 Kansu, a.g.e.
bulunan gerillalara, ayaklanmış Türk birliklerine katılmaları için çağrıda bulundu295. İttihatçı
subayların faaliyetleri sayesinde her geçen gün büyüyen ayaklanma, Abdülhamit’i adeta
kapana kıstırdı. Bölgedeki subaylara, cemiyetin etkisinde olduklarından dolayı güvenemeyen
padişah, 9 Temmuz 1908’de yayınladığı iradeyle İzmir, Ankara ve Yozgat bölgelerinde
seferberlik ilan etti296.
Bu arada Kosova’da bulunan bazı yabancılar, Firzovik’te bir eğlence düzenlemeyi
tasarlarlar. Bu eğlence hazırlıklarını Avusturya’nın bölgede askeri bir işgal yapma girişimini
örtecek bir hile olarak algılayan Arnavutlar, olayı protesto etmek için toplandılar297. 7
Temmuz’da Üsküp’teki jandarma birliğinin başı olan Galip Bey, Kosova valisi Mehmet
Şevket Paşa’dan toplantıyı dağıtmasını isteyen bir emirle Firzovik’e geldi. İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin Selanik’teki liderleri, kendisi de bir İttihatçı olan Galip Bey’den Firzovik’teki
Arnavutlar’ı, cemiyetin liberal-demokratik bir düzen isteyen bildirgelerini desteklemedikleri
için ikna etmesini istedi. Galip Bey Firzovik’e gelir gelmez Kosova vilayetinin bir çok
kasabasına telgraf ve haberci göndererek gösterinin daha büyük boyutlara taşınmasını
sağladı. Çabaları sonuç verince birkaç gün içinde Firzovik’te toplanan silahlı Arnavut sayısı
30 bine ulaştı. İttihatçı bir Arnavut olan Mehmet Necip (Draga) da buraya gelerek
Abdülhamit rejimini kötülemek ve Arnavutlar’ı da davalarına kazandırmak için elinden
geleni yaptı298. Sonunda Firzovik’teki gösteriye ittihatçı damgası vuruldu. 20 Temmuz günü
padişaha 1876 Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe koyması ve meclisi açması yönünde bir
telgraf yollandı. Cevap alınamayınca 22 Temmuz’da bir telgraf daha çekilerek halkın teskin
295 Kansu, 1995, s: 124
296 Kars, 1997, s: 56
297 Akşin, 1998, s: 105
298 Kansu, 1995, s: 126
olmadığı belirtildi. Bu durum, ordudaki isyana halk isyanı boyutları katmasının yanı sıra
isyan edenlerin de Abdülhamit’in çok güvendiği Arnavutlar’ın olması bağlamında oldukça
çarpıcıydı299.
Abdülhamit tüm çabalarına rağmen Rumeli’deki isyanı bastıramadı. 23 Temmuz
günü Manastır’da İttihat ve Terakki Cemiyeti meşrutiyeti ilan etti. Kolağası Niyazi Bey,
şehrin tüm memur ve asker takımının, ayaklanmayı bastırmak için İzmir’den sevk edilen
taburların ve onbinlerce Hıristiyan ve Müslüman halkının oluşturduğu kalabalığa seslenirken
yeni bir anayasal düzen içinde özgürlük ve kardeşliğin hayata geçirilmiş olduğunu müjdeledi.
Mollalar dua etti; İttihatçı örgütün temsilcileri ile şehrin Rum Metropoliti konuşmalar yaptı
ve tören top atışlarıyla sona erdi300. Aynı gün içinde Cemiyet, Rumeli’nin bir çok
merkezinde meşrutiyet ilan etti ve İstanbul’a çekilen bir çok telgrafla padişahın da buna
uyması istendi. Durumun böyle olacağını anlayan Abdülhamit 21-22 Temmuz gecesi
görevdeki sadrazamı azlederek yerine Avlonyalı Feriz Paşa’yı atadı. Kamil Paşa’yı da Devlet
Bakanlığına atayan Abdülhamit böylece liberal ve İngilizler’e yakın olarak tanınan iki paşayı
göreve getirmiş oldu. Saraya çekilen sayısız telgraf karşısında bürokratlar bir türlü nihai
kararı veremeyince, Abdülhamit tüm sorumluluğu üzerine aldı ve 23-24 Temmuz gecesi
gayet renksiz şekilde, sanki sıradan resmi bir ilan yaparmış gibi Meşrutiyeti ilan ettirdi301.
Ilan, üç satırlık Meclis-i Mebusan’ın açılacağını bildiren resmi tebliğ ile yapılmıştı. Başka bir
açıklamanın yapılmamış olması ve halkın Balkanlar’da olup biteni tam olarak bilmemesi
ilanın kuşkuyla karşılanmasına neden oldu. Gazeteci Ahmet Emin Yalman o günü şöyle
anlatıyor:
299 Akşin, a.g.e.
300 Kansu, 1995, s: 132
301 Akşin, 1995, s: 106-107
“İlk çekingen nümayişler, sokaklardan askeri kıtalar geçerken askeri
alkışlamak ve ‘Padişahım çok yaşa’ diye bağırmak hududunu geçemedi…
Öğle saatine kadar olup bitenler, birbirine çok güveni olanların tebliğin ne
demek olduğuna dair kafa kafaya verip yorumlara girişmelerinden ibaret
kaldı… Biz gazeteciler ecnebi gazeteleri gördüğümüz için Genç Türk
hareketinin yurdun bazı yerlerinde köprü başları kurduğunun ve kazanların
kaynamaya başladığının farkındaydık. 1906 ve 1907 Erzurum’da kopan
isyanlar hakkında Times gazetesinde çıkan bir makale serisini dikkatle
okumuş, yazılanları arkadaşlarıma bildirmiştim. Niyazi Bey’in Resne’de
kıtasiyle beraber dağa kalktığına dair de Neve Freie Presse gazetesinde
haberler geçmişti. Zaten Sabah gazetesinde çalışanlar arasında İttihat
Terakki Teşkilatı’nda vazife almış kimseler vardı… bu sebeple işin içinde
Saray’ın bir oyunu filanı olmadığını, istibdatın artık aciz hale düştüğünü,
silahlı kuvvetler tarafından desteklenen Genç Türk cephesinin duruma
hakim olduğunu biliyorduk…”302.
Anadolu’daki halk, Makedonya’da olan bitenin dışında kaldığı için Meşrutiyet ilanını
en başta kuşkuyla karşılamış olsa da daha sonra olayın mahiyetini anlayarak sokaklara
dökülmüş ve istibdat rejiminin sonunun gelmiş olmasını sevinç içinde kutladı. Balkanlar’da
tüm din ve unsurların kutlamalara birlikte katıldığı görüntülere buralarda da rastladı. Halk,
başlarında bazı okullu generallerin önderliğinde Yıldız’a, Babıali’ye ya da başka resmi
kurumlara giderek içeridekileri pencereye çağırıyor, meşrutiyete bağlılık sözleri vermeye
zorluyordu. 26 Temmuz’da Yıldız’a giden kalabalık 50 bin kişiyi bulurken, yine aynı gün
302 Ahmet Emin Yalman’ın “Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 1888-1918” (İstanbul, 1970) adlı kitabından
aktaran, Emiroğlu, K., Anadolu’da Devrim Günleri (II. Meşrutiyet’in İlanı), Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s:
21
Beyazıt’ta 10 bin kişinin katıldığı bir miting düzenlenmişti303. Bu tür gösterilerin önünü
almak amacıyla 27 ve 28 Temmuz’da Abdülhamit’in meşrutiyetçiliğini açıklayan ve devlet
işlerinin yürütülebilmesi için halkın işine dönmesini isteyen resmi ilanlar çıktı. 28
Temmuz’da Şeyhülislam, Abdülhamit adına ittihatçı örgütün temsilcilerini çağırıp, padişahın
Kanun-i Esasi’yi tamamıyla uygulamaya sokacağına dair yemin ettiğini bildirdi. Buna
karşılık olarak Rıza Tevfik, örgüt adına gösterilere son verildiğini açıkladı. Buna rağmen
gösteriler devam etti. İttihatçılar, kendi çabalarıyla gerçekleşen meşrutiyet rejimi için
padişaha teşekkür edilmesinden rahatsız oldular. Edirne’de “Padişahım Çok Yaşa!)
yazılarıyla karşılanan 3. Ordu subayları bu yazıları indirtip oradaki askerlere meşrutiyetin
nasıl ilan edildiğini anlatmaya kalkışınca, askerlerin buna tepki göstermesi, örgüttekilere
Abdülhamit’e karşı davranışlarında dikkatli olmaları gerektiğini hatırlattı304. Bunun yanı sıra
Rumeli dışında kalan yerlerde kendini meşrutiyeti asıl ilan eden olarak kamuoyunda padişahı
sunması bir çok kişiyi aldattı305.
2.5.3. Devrim Sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyasal Yaşam
23 Temmuz’u izleyen bir kaç ay içinde tam anlamıyla özgürlük günleri yaşandı.
Sansür gevşetildi, Abdülhamit döneminde gizli faaliyet gösteren örgütler yüzeye çıkarak
sevinç gösterilerine katıldılar ve özellikle Rumeli eyaleti başta olmak üzere birçok yerde,
işçiler grev hareketlerine giriştiler306. Ancak bu durum uzun süremedi. Herşeyden önce,
303 Akşin, 1998, s: 116
304 Akşin, a.g.e.
305 Zurcher, 1994, s: 98
306 Meşrutiyet’in ilanından sonra ciddi bir grev dalgası söz konusuydu. Maaş arttırımı talep eden işçi grevlerinin
sayısı altı ay içinde yüzü geçti.
ittihatçı örgütün idareyi eline alarak yönetimi fiilen kendinin götürmek istememesi oldukça
çarpıcıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti devrimci bir örgüttü ve eylemlerini iktidarı yıkmak
güdüsüyle sürdürmüştü. Ancak çoğunluğu gericilerin oluşturduğu ve asıl ruhunu da bu
gençlikten alan örgüt, iktidar alaşağı edildiğinde ne yapacağına dair fazla bir hazırlık
yapmışa benzemiyordu. Osmanlı gibi geleneksel toplumda gençlerin başa geçmesi
yaırganacağından hareketle kendilerine güvenemediklerinden, meşrutiyet ilanından sonra
idareyi ele almadılar. Zaman zaman Talat, Cavit gibi örgüt mensupları bakanlık görevine
gelebilmiş olsalar da 1913’e dek sadrazamlardan hiçbiri örgütün üyesi değildi. Ancak başa
geçen hükümetlere yapacakları yönünde talimat verebildiklerinden dolayı iktidarın dışına
atılmış da değillerdi. İttihatçılar 1913’e dek tam iktidardan farklı olarak bir denetleme iktidarı
şeklinde yönetimde yer almışlardı307.
Meşrutiyet’in ilanını izleyen süreçte devrimi yapanların yeni düzeni nasıl
biçimlendirecekleri yönünde kısmen bocalamalarının bir nedeni de, istibdatı yıkmak için bir
araya gelmiş güçlerden oluşan Jön Türkler’in kendi içinde de bölünmüşlükleriydi. Sayısız
fraksiyon içermesine rağmen Jön Türk hareketindeki bölünmeler iki grupta toplanabilir:
Liberaller ve İttihatçılar308. Liberaller, Osmanlı toplumunun üst tabakasına dahil, eğitimli,
Batılılaşmış ve genellikle de Fransız kültürüne adapte olmuş kişilerdi. Kendileriyle aynı
toplumsal gruba mensup yüksek bürokratların denetiminde bir anayasal monarşiden
yanaydılar. İdeoloji olarak Osmanlıcılığı benimseyen bu kişiler, imparatorluğun tüm etnik ve
dini cemaatlerinin devlete sadakat ölçeğinde bütünleştirilmesi ve bu haliyle imparatorluğun
Batı Avrupa’nın hakimiyetindeki dünya sisteminin içinde yer almasını arzuluyordu.
İttihatçılar ise alt-orta sınıf olarak betimlenecek bir toplumsal kesimden geliyorlardı. Saray
ve Babıali’nin himaye ilişkileri içinde kendilerinin yükselmesini engelleyen yozlaşmış
307 Akşin, 1996, s: 46
308 Ahmad,1995, s: 54
düzene karşı oldukça tepkiliydiler. Kendilerinin doğrudan yönetimini tutucu toplumun
hoşgörmeyeceğinin farkında olan bu kişiler, ayrıca Avrupa elçilikleriyle uğraşma ibi bir işin
de altından kalkamayacaklarının da bilincindeydiler309. İttihatçılar, hakim sosyo-politik
düzenin kendilerinin aleyhine nitelik arzettiğini anlayarak sahnenin gerisinde kalmaya karar
verdiler.
Meşrutiyet’in ilanından sonra aynı yılın Kasım-Aralık aylarında Meclis-i Mebusan’ı
oluşturmak için seçimler düzenlendi. devrimden önce sadece Rumeli vilayetlerinde güçlü
yerel örgütlenmeler gerçekleştirebilmiş olan İT, şimdi imparatorluğun geri kalan kısmında da
aynı örgütsel gücü kurmaya çalıştı. Genel olarak öğretmen, avukat, doktor gibi profesyonel
meslek gruplarına, Müslüman tüccarlara ve büyük toprak sahiplerine çekici gelen cemiyet,
toplumun ilerici liberal-demokratik keismlerine hitap ediyordu310. Ittihatçı komitenin
tamamına yakın kısmı Müslüman ve büyük ölçüde de Türk olmasına rağmen, azınlıkların
desteğini alabilmek için fazlasıyla çaba gösterdi. Seçimlerde ittihatçılara rakip olacak tek
parti, Eylül ayında Prens Sabahattin tarafından kurulan Osmanlı Ahrar Fırkası’ydı. Ancak
bunlar ülke çapında ciddi bir örgütlenme kurabilmeyi başaramadı. Seçimler, İttihat ve
Terakki Partisi’nin tartışmasız zaferiyle sonuçlandı. Ancak meclisteki ittihatçı nüfusu dolaylı
olarak kendini hissettirebildi. Bu duruma yol açan en büyük sebep, Rumeli dışında sağlam
bir örgütlenmesi olmayan Parti’nin imparatorluğun bir çok yerinde seçimlerde yörenin ileri
gelenlerine bağımlı kalması ve onların etkisiyle seçilecek adayları belirlemiş olmasıydı.
İttihatçılar, meclisteki parti gruplarını çok da benimsemiş değillerdi. Devrim’den sonra
İttihatçı hareket, cemiyet ve parti olarak ikili bir yapı gösterdi. Asıl olan cemiyetti; parti,
yalnızca mebusan meclisindeki partili millet vekilleriydi. 1912’ye dek bu vekillerin çoğu
etiketli ittihatçılar olduğu için cemiyet partiyi kendinden uzak tuttu. Örneğin, cemiyetin genel
309 Ahmad, a.g.e.
310 Zurcher, 1994, s: 99
kongresine partiden sadece üç kişi katılabiliyordu311. Devrimden sonra bile basına ve
kamuoyuna kapalı olarak düzenlenen bu kongreler, örgütün gizli kalma ilkesini
sürdürdüğünün işaretiydi. Kamuoyunun bu gizliliği tuhaf karşılayacağı düşünülmüş olsa
gerek ki cemiyet, üyeleri olan Enver ve Niyazi’yi “kahraman-ı hürriyet” olarak halka sundu
ve heryere kişilerin resimleri asılaraktan cemiyet kendini görünür kıldı312.
Seçimlerdeki İttihatçı zaferi sarayın gücünü kırdı, ancak tamamen yok edemedi.
Babıali’nin ileri gelen bürokratları bir kez daha bağımsız siyasal güce sahip kişilikler olarak
ortama hakim oldular. Cemiyet ise sahnenin gerisinde kalarak meclisteki çoğunluğu
sayesinde hükümeti kontrol etti. Süregiden bu ilişkilere darbe, 1909 yılının Nisan ayında
geldi. Türk tarihine “31 Mart Vak’ası” olarak geçen olay, karşı devrim niteliğini
taşımaktaydı. 6 Nisan 1909 gecesi muhalif niteliğiyle öne çıkan Serbesti gazetesinin baş
yazarı Hasan Fehmi’nin suikast sonucu öldürülmesi gündeme bomba gibi düştü. Muhalefet,
suikasti İttihatçılar’a mal ederken, cemiyet kendini savunmak için fazla bir çaba
göstermeyince cinayet adeta üzerlerinde kaldı313. 13 Nisan 1909’da İstanbul garnizonundaki
ayaklanmayla huzursuzluk en üst boyuta sürüklendi. Ayaklanmaya softalar olarak bilinen,
garnizon saflarına sızmış az sayıda reaksiyoner dinci önderlik ediyordu. Bunlar Müslüman
dini yasası olan Şeriat’in yerine anayasanın geçirildiğini iddia ederek şeriatın geri
getirilmesini talep ettiler. Dini sembolleri amaçlarına malzeme ederek 1908’deki iktidar
değişikliğine tepki gösteren bu kişiler halktan da destek gördü. Muhalifler İttihatçı komiteyi
üretim dışına atmak için o kadar hevesliydiler ki Adana’da bir Ermeni katliamı
örgütlemekten dahi çekinmediler. Amaçları bir İngiliz-Fransız donanmasını Hıristiyanlar
311 Akşin, 1996, s: 55
312 Akşin, a.g.e.
313 Akşin, 1996, s: 55
lehine müdahaleye kışkırtaraktan İttihatçı komiteyi yıkıma uğratmaktı314. Olayların
başlangıcına tam olarak kimin sebep olduğu üzerine tam bir görüş birliği sağlanamamıştır315,
ancak fatura Abdülhamit’e kesildi. Selanik’te kurulan, başında III. Ordu komutanı Mahmut
Şevket Paşa’nın bulunduğu Hareket Ordusu, İstanbul’u işgal ederek ayaklanmayı bastırdı. 27
Nisan günü ise Şeyhülislam’ın verdiği fetvaya dayandırılarak Abdülhamit tahttan indirildi,
yerine iktidar için pek hırsı olmayan, uyumlu bir kişilik V. Mehmet tahta geçirildi. 33 yıl gibi
uzun bir süre iktidarda kalan Abdülhamit’in saltanatı sona erdirilirken kendisinin İstanbul’da
ikameti de zararlı görülerek Selanik’e sürüldü. Daha önce Abdülhamit’in zararlı görüp
Selanik’e sürdüğü subayların bir gün gelip kendisini aynı sebeple oraya sürmesi tarihin civesi
olsa gerek.
Anayasal hükümet, Devrim’i izleyen ilk beş yılda siyasal iktidar için verilen sürekli
bir mücadele içinde iş görmeye çalıştı. Devrim, imparatorluğun siyasi modernleşmesi
açısından dev bir adımdı, ancak onun bütünlüğünü korumasını sağlayacak mekanizmalar
üretebilmiş olmaktan uzaktı. İttihatçılar devrime dek azınlıklardan oldukça ilgi gördü;
Arnavut, Ermeni ve Yahudiler’in kurduğu muhalif örgütler Jön Türkler’e destek verdiler,
ancak Rum asıllı Osmanlı vatandaşları için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir.
Osmanlıcılık ideolojisi her biri ekonomik, siyasal ve kültürel yönden birbirleriyle oldukça
farklılaşmış halkları bir hanedana bağlamak için oldukça zayıf kalıyordu. Ne Rumlar ne de
Ermeniler Osmanlı Devleti’ni kendi çıkarlarının temsilcisi olarak görmedikleri, 1908 sonra
da oldukça açıktı. Kapitülasyon ve millet sistemi içindeki geleneksel haklarını savunmak için
314 Ahmad, 1995, s: 58
315 Sina Akşin, ayaklanmayı kimin çıkarmış olabileceği üzerine üç ihtimali tartışmaya açmıştır. Buna göre,
ayaklanmanın sonunda iktidarını perçinlediğine göre İttihatçılar, ortaya çıkan iktidar boşluğundan yararlanması
münasebetiyle II. Abdülhamit ya da devrimden sonra kurulan düzende aradığını bulamayan Prens Sabahattin bu
olayın mihrakları olabilirdi. Yazar, ayaklanmanın Prens Sabahattin tarafından çıkarılmış olmasının daha
mümkün olduğunu belirtmiştir, bkz. Akşin, 1996, s: 49-50
yeni rejime karşı kararlı mücadelelerinde hiç bir sapma yaşanmadı. İttihatçılar’ın kurmaya
çalıştıkları merkeziyetçi devlete açıkça karşı koymaya çalıştılar. Rumlar’ın çoğu kendilerini
İstanbul’dan çok Atina’ya bağlı hissederken, Ermeniler’in İstanbul’da ikamet eden bir kısmı
İttihatçıları ve yeni rejimi destekledi, ancak genel olarak Ermeni toplumu Osmanlı’daki yeni
dönüşümlere karşı direndi316. Bunların tersine, Osmanlı Yahudiler’i geleneksel, kapitalizm
öncesi sosyo- ekonomik yapının ayrılmaz bir parçası olarak kaldı. Onlar, kapitülasyon
rejiminden herhangi bir yarar sağlayamıyorlardı ve bu yüzden de Müslüman kesimle
zıtlaşmadan Selanik’ten Bağdat’a kadar tüm Yahudi topluluğu İttihatçılara tam destek
vermişlerdir317. Aslında Türkler dışındaki Müslüman halklar da İttihatçılar’ın anladığı
anlamda bir Osmanlı ulusu olarak bu bütünün bir parçası olmak istemeyecek denli düşünsel
bilinçlenmeye ulaşmışlardı. Ne Arnavutlar ne de Araplar geleceklerini Osmanlı çatısı altında
aramadılar. İronik olarak aslında İttihatçılar’ın büyük bir kısmı da Osmanlıcılık ideolojisine
imparatorluğun yıkılmasını engelleyici bir işlev görmesi mahiyetinde benimsemişlerdi, içten
içe Türkçülük fikriyatına dahil kişilerdi; ancak bunu açığa vurmaları hiç de uygun
olmayacağından Kurtuluş Savaşı’na dek içlerinde gizli tuttular. 1912 yıllarının sonlarında
Yunan, Sırp ve Bulgarlar’ın ortak bir girişimi olarak Osmanlı’ya karşı başlatılan Balkan
Savaşı devlet için tam bir bozgun oldu. Osmanlı’nın en eski başkentlerinden biri olan Edirne
dahi elden çıkarak imparatorluk Asya’ya hapsedildi. İttihatçı hareketi desteklemiş olan
Arnavutlar’ın da bağımsızlık mücadelesi verip imparatorluktan kopmaları ayrıca kayda
değerdir. Muzafferler kazanımlarını pay etmekte birbirlerine düşünce bu şehir geri alınmış
olsa da yeni rejimin imparatorluğu güçlendiremediği açıkça ortaya çıktı.
I. Balkan Savaşı esnasında Edirne’nin kuşatılması üzerine İttihatçılar Babıali’yi
yürüyerek buranın genel bir taarruz harekatıyla geri alınmasını talep ettiler. “Babıali Baskını”
316 Ahmad, 1980, s: 331
317 Ahmad, a.g.e.
olarak bilinen bu eylem, görevdeki sadrazamın zorla istifa ettirilmesiyle sonuçlandı. Edirne
geri alındıktan sonra Babıali Baskını’nın kahramanı Enver haklı konuma geçti ve cemiyet
içindeki konumunu güçlendirdi. Bu olaydan sonra İttihatçılar tam olarak iktidara geçtiler.
Ancak kafalarındaki imparatorluğu eski düzenden kurtarıp Avrupa denetiminden bağımsız
kılma ideallerini uygulamaya koyacak zemin I.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla oluştu. Bu
zamana dek siyasal alanda süregelen modernleşme çabaları, 1 Ekim 1914’te İttihatçılar’ın tek
taraflı olarak kapitülasyonları kaldırmasıyla ekonomik alana da sıçradı. Kapitülasyonların
kaldırılması İttihatçıların temel hedefleri olan ulusal ekonomi ve ulusal burjuvazinin
yaratılması için hareket özgürlüğü sağlandı. Milliyetçi aydınlar ve eylemci bürokratlar,
serbest dış ticaretin, iktisadi bağımlılığın ve komprador burjuvazinin doktrini olarak
gördükleri liberalizme karşı saldırıya geçerek Listçi bir milli ekonomi politikasına
bağlandılar. Bu görüşe göre milli bilincin kazanılmasına ve ekonomik hedeflerin
gerçekleştirilmesine yukarıdan yani devlet tarafından katkıda bulunmak gerekiyordu;
bireylerin girişimciliği devletin açmış olduğu yol sayesinde gelişecekti318. Bu çerçevede
hareket eden İttihatçı yönetim işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen kanunlar çıkardı; köylülere,
toprak beylerinin haklarına tecavüz etmeyecek şekilde toprak dağıtıldı ve kredi verildi; ve
genel olarak ülkenin ekonomik gelişimi yönünde önlemler alındı.
1908-1922 dönemindeki ekonomik gelişmeleri belirleyen unsurlar, kapitalist bir
devletin kurumsallaşması doğrultusundaki yasal düzenlemeler, sanayileşme ve
şirketleşmenin teşviki, ekonomik bağımsızlık yönünde çabalar ve savaş ekonomisi
yöntemlerinin kullanımı şeklindeki politikalardı319. Meşrutiyetin ilanını takiben yoğunlaşan
grev hareketlerini dizginlemek için sendikalaşmayı yasaklayarak grev hakkını kısan 1909
tarihli“Tatil-i Eşgal Kanunu”, yeni iktidarın işverenlerden yana olacağının işaretiydi.
318 Keyder, 1999, s: 89
319 BORATAV, K., Türkiye İktisat Tarihi, 1908-1985, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1988, s: 20
“Teşvik-i Sanayi” kanunu da yine bu yönde bir adımdı. Ancak İttihatçılar da öncelleri gibi
sanayileşememe sorunsalının devletin hükümranlık haklarının ve kapitülasyonların
engellemelerinden ibaret görmüş, emperyalizmin dayattığı bağımlılık mekanizmalarının
varlığı yeterince kavrayamamıştır320. Toprak sahiplerinin köylü üzerindeki denetimlerini
arttıran yasalar çıkarılması köylülerin devletten yabancılaşmaları sonucunu doğurdu.
Verimliliği ve üretimi arttırmak yerine köylünün sömürülmesi, özellikle I. Dünya Savaşı
esnasında servet biriktirmenin başlıca kaynağı haline geldi. Savaş döneminde Müslüman iş
adamlarının kar etmesi için en çabuk ve kolay başarı getirecek olan alan ticaretti. Savaş
ekonomisi de bu yönde karları mümkün kılarak Müslüman burjuvazinin sermaye birikimine
katkıda bulundu. Savaş sonunda Türk ve yabancı gözlemciler Türkler’in hakimiyetinde bir
ulusal ekonominin oluştuğunu, burjuvazi niteliğinde bir sınıfın da doğduğunu kaydetmeye
başladılar321.
İttihatçılar için I. Dünya Savaşı ekonomik alanda hareket serbestliği sağlarken, siyasal
alanda tam bir yıkıma hazırlık oldu. Almanya’yı savaş partneri seçen İttihatçılar onunla
birlikte yenilgiyi kucakladılar. Ermeniler’in savaş sırasındaki sadakatsiz tutumlarını bertaraf
etmek için girişilen techir uygulaması ve bu sırada ölen bir çok insan İttihatçıların alnına kara
leke olarak yapıştı. Savaş sırasında askeri alanda Enver Paşa ve siyasi alanda Talat Paşa’nın
çevresinde gelişen İttihatçı diktatörlüğü ülkede büyük yaralar açacak sonuçlar üretti. 1908’de
devleti kurtarmak için ayaklanarak iktidarı alan örgüt, aynı devletin kendi yönetimlerini tam
olarak kurdukları anda yıkılışa sürüklenmiş olması fazlasıyla anlamlıydı. İttihatçılar
herşeyden önce idealistlerdi. Ancak kibirleri ve uzlaşmaz tavırlarıyla realitelerle başa çıkmak
için de bir o kadar güçsüzlerdi.
320 Boratav, a.g.e.
321 Ahmad, 1995, s: 67
Dostları ilə paylaş: |