3 nolu alt komisyon tutanaklari iÇİndekiler



Yüklə 4,73 Mb.
səhifə4/72
tarix28.07.2018
ölçüsü4,73 Mb.
#61445
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   72

  • Ben hayırlı olsun diyorum ve değerli sivil toplum örgütüne, herhâlde Hocam Serap Hanım mı artık ilk sözü…

  • TESEV ANASAYA KOMİSYONU ÜYESİ PROF. DR. SERAP YAZICI – Ayşe Hanım…

  • AHMET İYİMİYA (Ankara) – Ayşe Hanım, isminizi lütfedin.

  • Buyurun.

  • TESEV YÖNETİM KOORDİNATÖRÜ AYŞE ÜSTÜNEL YIRCALI – Ayşe Yırcalı benim ismim, TESEV’de çalışıyorum.

  • AHMET İYİMİYA (Ankara) – Kayıtlara geçiyor. Efendim, tutanaklar gizlidir, kayıtlara geçiyor.

  • TESEV YÖNETİM KOORDİNATÖRÜ AYŞE ÜSTÜNEL YIRCALI – Evet anladım.

  • Biz de Anayasa Uzlaşma Komisyonuna teşekkür ediyoruz davetiniz için ve çok da memnun olduk ayrıca böyle bir sürecin başladığına. Ben çok kısa TESEV Anayasa Komisyonu hakkında bilgi verip hemen sözü Serap Hoca’ya vereceğim.

  • TESEV’in Anayasa Komisyonu Aralık 2010’da kuruldu ve Nisan 2011’e kadar toplam 12 toplantı gerçekleştirdi. Bu toplantılarda raporda göreceğiniz konu başlıkları detaylıca tartışıldı komisyon üyeleri tarafından.

  • Komisyonumuzda Hasan Cemal, Ümit Cizre, Mustafa Erdoğan, Cengiz Güleç, Etyen Mahçupyan, Ergun Özbudun, Can Paker, Tosun Terzioğlu, Serap Yazıcı ve Mehmet Salih Yıldırım üye olarak görev aldılar.

  • Biz bu komisyonu kurarken Türkiye toplumunun çeşitli kesimlerinden ve çeşitli meslek gruplarından bir seçim yapmayı aslında arzu etmiştik. Toplantılar sonunda bu önünüzdeki rapor kaleme alındı. Mustafa Erdoğan ve Serap Yazıcı raporu kaleme aldılar ve raporda bütün komisyon üyelerinin mutabakatı vardı.

  • Biz TESEV olarak raporu Nisan 2011’de kamuoyuna duyurduk çeşitli toplantılarla ve basın toplantılarıyla ve sonrasında da rapor Türkiye genelinde duyuruldu.

  • Serap Yazıcı, raporun raportörlerinden, yazarlarından biri olarak raporu size en iyi sunabilecek kişi komisyon arasında.

  • Etyen Bey de komisyonda yer aldığı için ikisi devam edecekler.

  • AHMET İYİMİYA (Ankara) – Serap Hanım… Anayasa yazını, bu isim zikredilmeksizin daima noksan kalır. Bizim Anayasa’mıza özellikle çıkış garantileri gibi demokratikleşme sürecinde veya demokratikleşme kavramsalında bu terimi kazandıran değerli bilim adamıdır. Yakından tanıyoruz, eserlerini okuyoruz.

  • Buyursunlar Hocam.

  • TESEV ANASAYA KOMİSYONU ÜYESİ PROF. DR. SERAP YAZICI – Çok teşekkür ederim.

  • Anayasa Uzlaşma Komisyonunun değerli üyeleri, ben de öncelikle sizleri selamlayarak ve davetinizden dolayı hem TESEV adına hem şahsım adına teşekkürlerimi sunarak başlamak istiyorum.

  • Aslında, tabii raporumuzdaki ana temalar oldukça detaylı ama sizlerin de sabırlarını zorlamadan ancak bunu ana çizgileriyle aktarmaya çalışacağım. Ümit ederim ki yeterince verimli bir sunuş olabilir.

  • Biz aslında çeşitli başlıklar hâlinde bu raporu ele aldık ama ben sunuşumu, yöntem, felsefe, başlangıç ve genel hükümler ve ardından yasama, yürütme ve yargı ilişkileri, asker-sivil ilişkileri biçiminde size aktaracağım.

  • Aslında yöntemle ilgili biz çeşitli olasılıkları raporumuzda tartıştık ve neticede ulaştığımız sonuç, Türkiye Büyük Millet Meclisinin Türkiye'nin yeni anayasasını yapmaya muktedir olduğu biçimindeydi. Bugün Türkiye böyle bir noktaya ulaştığı için artık yöntemle ilgili düşüncelerimizin gerekçelerini ayrıntısıyla aktarmayı gereksiz buluyorum ve bu vesileyle de sizlere hem sabırlar hem kolaylıklar diliyorum. İnşallah, Türkiye'nin yeni anayasasını yapabilirsiniz, yapabiliriz.

  • Bir anayasanın elbette içeriği kadar dayandığı felsefenin de çok önemli olduğunu kabul etmek gerekir çünkü içeriğinde yer alan hükümleri belirleyecek olan Anayasa’nın felsefesinin ne olduğu meselesidir. Bu açıdan baktığımız zaman 1982 Anayasası’nın temel felsefesini belki birkaç kavramla özetlememiz mümkün olabilir.

  • 1982 Anayasası, devlet odaklı bir felsefeye sahiptir. Bu Anayasa yasakçıdır, otoriterdir, aynı zamanda vesayetçidir ve milliyetçidir. Dolayısıyla, tabii üzülerek şunu ifade etmek gerekir ki 1982 Anayasası’nın felsefesiyle ilgili övücü bir kavram bulmaya olanak yoktur. Nitekim, otuz yıldan beri Türkiye'nin, yeni bir anayasa yapma ihtiyacını vurguluyor olması da Anayasa’nın temel felsefesinden kaynaklanmaktadır çünkü bu felsefeye bağlı olarak belirlenmiş olan hükümler, Türkiye'nin sorunlarının çözümünde kolaylaştırıcı değil, aksine, güçleştirici bir zemin yaratmıştır. Bu bakımdan, eğer kronikleşen sorunlarımızı çözebilmeyi hedefliyorsak yeni anayasanın temel felsefesinin 1982 Anayasası’nın felsefesinden gerçek bir kopuşu sergilemesi gerekir.

  • Dolayısıyla, yeni anayasa, anayasacılığın da mantığına uygun bir biçimde birey odaklı olmalıdır. Gerçekten dünya anayasacılık tarihine baktığımız zaman, anayasaların hazırlanma nedeni, devlet otoritesini birey karşısında korumak değil, tam aksine, devletin güçlü ve üstün otoritesi karşısında güçsüz konumda olan bireyi ve özgürlüklerini korumak üzere gerçekleşmiştir.

  • Dolayısıyla, 1982 Anayasası aslında anayasacılığın mantığını tersine çevirmiştir. Bugün Türkiye yeni anayasayla “anayasacılık” kavramına uygun bir anayasa yapabilmelidir, birey odaklı olmalıdır, bireyin özgürlüklerini ve haklarını devlet otoritesi karşısında koruyabilmelidir.

  • Tabii, böyle bir yaklaşım anayasada başka özelliklerin de mevcut olmasını gerektirir. Yeni anayasa resmî bir ideolojiye yer vermemelidir, ne zımnen ne de sarahaten çünkü bu hürriyetler bakımından sınırlayıcı, devlet otoritesinin kullanımı bakımından ise keyfî bir zemin hazırlayan bir özelliktir.

  • Öte yandan anayasa, bütün etnik gruplar karşısında tamamen tarafsız bir içeriğe ve felsefeye sahip olmalıdır. Herhangi bir etnik grubu yüceleştiren ifadeler zımnen de olsa öteki etnik grupların dışlanması anlamına gelecektir. Elbette bu daha sarih olarak ortaya çıktığında asimilasyon anlamı taşıyacaktır ki 1982 Anayasası’nın yaptığı da böyle bir asimilasyondur.

  • Benzer şekilde yeni anayasanın dinler ve inanç grupları karşısında da tam bir tarafsızlık kimliğiyle ortaya çıkması icap etmektedir. Din ve vicdan hürriyeti, kişilerin en değerli hürriyetleri arasında yer alır ve 18’inci yüzyıldan bu yana da bütün anayasaların en önemli hükümleri arasında yer almaktadır. O nedenle, laikliğin evrensel anlamına uygun bir anayasa düzeni yaratabilmek için yeni anayasanın dinler karşısında da tam bir tarafsızlık içinde olması gerekir. Tabii, bu bağlamda inançsızlığın da bir inanç sistemi olduğunu, dolayısıyla, inançsız gruplara karşı da tarafsızlığın geliştirilmesi gerektiğini vurgulamak icap etmektedir.

  • Öte yandan, 1982 Anayasası vesayetçi bir mantığa sahiptir. Bu mantık bir yandan hukuk devletinin gelişmesini önlemiştir, bir yandan özgürlüklerin sınırlanmasında keyfî bir ortam hazırlamıştır, diğer taraftan da temsilî demokrasinin tecelli etmesini önlemiştir. Bütün bu hususları dikkate aldığımızda, bu Anayasa’yla oluşturulmuş olan tüm askerî ve sivil vesayet kuruluşlarının tasfiye edilmesi, hukuk devleti ilkesine uygun temsilî demokrasinin ve çoğulcu demokrasinin icaplarına uygun bir anayasa düzeni kurulması gerekmektedir.

  • Anayasa’nın genel hükümlerine ve Başlangıç’ına değinecek olursak, 1982 Anayasası döneminde karşı karşıya olduğumuz problemlerin önemli bir kısmının bu Anayasa’nın, üstelik çok da kötü bir Türkçeyle yazılan Başlangıç bölümünden kaynaklandığını kabul etmek gerekir. Başlangıç bölümü ideolojik ve milliyetçi bir içeriğe sahiptir ve bu yapısıyla da sorunların ağırlaşmasına sebep olmuştur.

  • Üstelik, Anayasa’mızda Başlangıç bölümünün metne dâhil olduğu yolunda bir hüküm vardır. Bu hüküm, başta anayasa yargısı olmak üzere yargı kuruluşlarının yerindelik denetimi yapmalarına neden olmuştur ve bugüne kadar kapatılan siyasi partilerin kapatma kararlarında Başlangıç bölümüne atıflar verildiği görülmektedir.

  • Bu yüzden bizim önerimiz, çok kısa ve yalın bir Başlangıç bölümünün olması şeklinde ve demokratik anayasaların Başlangıç bölümüne uygun olarak bu bölümde sadece demokrasinin, insan haklarının, hukuk devletinin, çoğulculuğun vurgulandığı birtakım kavramlara yer verilmesi biçiminde ve tabii, mutlaka bu Başlangıç bölümünün de metne dâhil olmadığı yolunda bir hükme de yer verilmesi gerekir ki “Yerindelik denetimi” gibi sorunlar bir kez daha karşımıza çıkmasın.

  • Anayasa’nın yerel hükümlerine değinecek olursak, 1’inci maddede, bugün olduğu gibi devlet şeklinin cumhuriyet olduğu hükme bağlanmalıdır ancak bu hükümde cumhuriyetin demokratik bir cumhuriyet olacağı da açık biçimde tasrih edilmelidir.

  • Öte yandan, değişmezlik yasağı sadece bu 1’inci maddeyle sınırlı tutulmalıdır, diğer maddelere şamil kılınmamalıdır.

  • 2’nci maddede, bugün olduğu gibi gene cumhuriyetin niteliklerini belirleyen bir hüküm yer almalıdır ve bu hükümde de gene, devletin insan onuruna bağlılığı, insan haklarına bağlılığı, çoğulcu demokrasiye bağlılığı, hukuk devletine bağlılığı ve din ve vicdan hürriyetinin garantisi olarak laikliğe bağlılığı ifade edilmeli, aynı zamanda cumhuriyetin her tür ayrımcılığı reddettiği yönünde de sarih bir ifade yer almalıdır.

  • Gene anayasanın sistematiği çerçevesinde gidecek olursak, bildiğiniz gibi, Anayasa’mızda egemenlik yetkisinin millete ait olduğu yönünde bir hüküm yer almaktadır. Aslında bu, anayasacılık geleneğimizde hep tekrarlanan bir ifade biçimidir. Elbette, 18’inci yüzyıl bakımından düşünecek olursak, klasik egemenlik anlayışı ve devlet iktidarının “Egemenlik” kavramıyla ilişkilendirilmesi, o dönemler bakımından belki isabetli ve yenilik doğurucu bir eğilimdir ama bugün içinde bulunduğumuz şartları değerlendirdiğimiz zaman bunun demode bir kavram olduğunu kabul etmek gerekir. Üstelik, anayasacılık geleneğimizde ve özellikle bürokratik geleneğimizde egemenlik kavramından yola çıkarak devlet otoritesinin keyfî bir biçimde kullanıldığı görülmektedir çünkü bu kavram devlete sınırsız bir yetki tanıdığı biçiminde algılanmaktadır. Devlet otoritesinin hukuk kurallarıyla sınırlanabilmesi için, devlet iktidarının halktan kaynaklandığı yönünde bir ifade tercih edilmelidir ki demokratik anayasalarda da bu yönde bir eğilim vardır.

  • Ancak bu bağlamda, devlet iktidarının Türkiye'nin üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütler bünyesinde akdedilen uluslararası anlaşmalarla ve ulus üstü organlar bünyesinde akdedilecek olan anlaşmalarla sınırlı olduğu yolunda bir hükme de yer verilmelidir. Böyle bir hüküm, devlet iktidarının insan haklarına bağlılığı, hukuk devletine ve temsilî demokrasiye bağlılığının garantisi olabilecektir.

  • Temel haklar ve hürriyetler bölümüne gelince: Her şeyden önce bu bölümde de 1982 Anayasası’nın anlayışının tam tersine bir eğilim hâkim olmalıdır. Sizlerin de yakından bildiği gibi 1982 Anayasası sisteminde özgürlüklerin tanınıp korunması istisna, bunların sınırlanmaları asıl kural olmuştur. Bu nedenle de anayasal düzenimiz, bugüne kadar yapılan bütün kısmi değişikliklere rağmen yasakçı bir ruha sahiptir.

  • Bu nedenle, yeni anayasada bu formül tersine çevrilmeli ve insan haklarının asıl kural olduğu, bu hakların korunmasının asıl prensip olduğu, bunların sınırlanmasının ise istisna olduğu yolunda bir zihniyet hâkim olmalıdır.

  • Bu bağlamda anayasada, bugünkü Anayasa’mızda olduğu gibi hak ve özgürlüklerin “ödev ve sorumluluk” kavramlarıyla sınırlı olduğu yolunda herhangi bir hüküm yer almamalıdır. Zaten böyle bir anlayış otoriter anayasa düzenlerine özgüdür. Demokratik anayasa düzenlerinde hakların “ödev ve sorumluluk” kavramıyla sınırlandığı görülmemektedir.

  • Öte yandan yeni anayasada hak ve özgürlüklerin genel bir hükümle, genel bir sınırlama rejimine tabi olması yönünde herhangi bir tercih yer almamalıdır. Bu nedenle, bütün hak ve özgürlüklerin hangi sebeplerle sınırlanabileceği, kendilerini düzenleyen münferit maddelerde hükme bağlanmalıdır ve bu noktada da anayasa yapıcıları siz değerli milletvekillerimiz için Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar ölçü olarak düşünülmelidir.

  • Öte yandan, Türkiye'nin anayasacılık geleneğinde temel hak ve hürriyetlerin aşırı olarak sınırlanmasında rolü olan bir başka kavram, temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılması yasağıdır. Aslında, bildiğiniz gibi bu yasak, İkinci Dünya Savaşı sonrasının anayasacılık hareketleriyle ortaya çıkmış ve uluslararası anlaşma metinlerinde de ifadesini bulmuştur.

  • Demokratik anayasalar bakımından ve uluslararası metinler bakımından temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılması yasağı, aslında hürriyetler bakımından bir güvence oluşturmaktadır ancak ülkemizin anayasacılık geleneğinde, özellikle 1982 Anayasası sisteminde kötüye kullanma yasağı öylesine kötü formülleştirilmiştir ki bu yasak hürriyetler için bir güvence olmamıştır, tam aksine, yeni sınırlamaların zeminini hazırlamış, kanun koyucuya keyfî yasaklar ihdas edebilmesi için bir ortam yaratmıştır.

  • Dolayısıyla, böyle bir maddeye yer verildiği takdirde, kötüye kullanılma yasağının evrensel anlamına uygun bir formülasyon düşünülmelidir. Hürriyetlerin yok edilmesi neticesini doğuran fiiller, maddi âlemde tezahür eden fiiller için bu yasak getirilmelidir. Bugün olduğu gibi, niyetlerin cezalandırılabileceği otoriter sistemlere özgü bir mantık izlenmemelidir. Burada da gene Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 17’nci maddesi bizlere yol gösterici olabilir diye düşünmekteyiz.

  • Elbette yeni anayasa bakımından temel hak ve hürriyetlerle ilgili birkaç hususa münferiden işaret etmek gerekir. Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı çok özgül ve derin problemler nedeniyle bütün hürriyetler kıymetlidir ama özellikle ben burada bir ikisine vurguda bulunmak istiyorum. Bunlardan biri, anayasal vatandaşlıkla ilgili düzenleme. Bildiğiniz gibi, Anayasa’mızın vatandaşlık hakkını düzenleyen hükmü, hem Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî adını yanlış kullanmaktadır hem de bu maddede etnik bir asimilasyon anlamını çağrıştıran bir ifade yer almaktadır. Dolayısıyla, yeni anayasamızda hem devletimizin resmî adı doğru olarak kullanılmalı hem de vatandaşlığın temel bir hak olduğu özel surette vurgulanmalı ve bu hak, dinî, mezhepsel ve etnik herhangi bir ayrımcılığa sebep olmayacak tarzda herkese eşit olarak tanınmalıdır. Öyle sanıyorum ki böyle bir formülasyon Türkiye'nin en temel meselelerinden olan Kürt sorununun demokratik yöntemlerle çözümüne de önemli bir katkı sağlayacaktır.

  • Benzer şekilde Türkiye bakımından önemli sorunun boyutlarından biri din-devlet ilişkileridir. Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti devletinin en temel ilkesi laiklik ilkesi olarak vurgulansa da bu ilke, ne yazık ki evrensel anlamına paralel bir biçimde anlaşılmamakta ve Anayasa hükümleri de bu evrensel anlamla bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla, din-devlet ilişkilerini düzenleyen hükümlerde toplumun sekülarizasyonuna yol açacak biçimde, toplum mühendisliğine yol açacak biçimde ifadelere yer verilmemelidir.

  • Öte yandan, din ve vicdan hürriyeti üzerindeki kısıtlamaları ortadan kaldıracak formüller düzenlenmelidir. Mevcut Anayasa’mızın ilk ve ortaöğretim kurumlarında din ve ahlak derslerini zorunlu kılan hükümleri terk edilmeli, din kültürü ve ahlak dersleriyle ilgili bir seçimlik ders ilkesi vurgulanmalı ve bu seçimlik ders bağlamında da aslında öğrencilere, bütün dinlerle ilgili olarak tamamen tarafsız, felsefi ve sosyolojik nitelikte bir eğitim verilmelidir ve tabii, bu ders, anlamlı bir seçimlik paketi içinde sunulmalı, öğrencilere ve ailelerine tercih yapma imkânı sunulabilmelidir.

  • Elbette böyle bir dersin müfredatı, çocuklarına din eğitimi vermek isteyen ailelerin ihtiyaçlarını karşılamayabilir. Dolayısıyla, bu bağlamda bu tür tercihi olan ailelere de fırsat tanımak gerekecektir. Bu yüzden, din eğitimiyle ilgili özel kurumların bu fonksiyonu yerine getirebilmesini sağlayacak hükümlere yer verilmelidir.

  • Tabii, böyle bir düzenleme hemen akıllara bazı sıkıntıları getirmektedir. Bu tür dersleri veren kurumlar Millî Eğitim Bakanlığı tarafından etkin bir biçimde denetlenmelidir, özellikle din eğitimi aracılığıyla gençlerin zihninde kin ve nefret ifadelerini çağrıştıracak, ayrımcılık duygularını derinleştirecek herhangi bir müfredat izlenmemeli, herhangi bir dinin tamamen objektif olarak eğitimi verilebilmelidir.

  • Anayasanın bütün düzenlemelerinde elbette hak ve özgürlüklerin en önemli garantisi olan hukuk devletinin evrensel anlamı dikkate alınmalıdır. Bu nedenle, yeni anayasa hukuk devletinin bütün mekanizmalarını eksiksiz olarak içermelidir.

  • Bildiğiniz gibi hukuk devleti, devlet iktidarının keyfî olarak tezahür etmesini engellemekte, devlet otoritesini hukuk kurallarıyla sınırlamaktadır.

  • Elbette, hukuk devletine uygun bir anayasa düzeninin kurulabilmesi için bütün kamu gücü kullanılarak yapılan işlemlerin ayrımsız bir biçimde hukuka uygunluk yönünden yargı denetimine tabi olması gerekir. Bu bakımdan, yeni anayasada, yargı bağışıklığı tanınan kamu işlemlerine yer verilmemelidir.

  • Tabii, yargının böylesine geniş bir yetkiye sahip olması da beraberinde bazı sıkıntıları doğurabilecektir. Hukuk devletinin anlamına uygun bir yargı düzeni kurmak gerekir. Eğer yargıdan muradımız devlet otoritesinin keyfî kullanılmasını önlemekse, bu otoriteyi hukuk kurallarıyla sınırlamaksa yargının tarafsız ve bağımsız bir biçimde örgütlenmesini sağlayacak mekanizmalara da yer verilmesi gerekir.

  • Ve burada, Türkiye’deki yanlış bir algının da terk edilmesi gerektiği kanısındayız. Bir hukuk devleti için asıl olan yargının tarafsızlığıdır, bağımsızlığı değildir. Bağımsızlık, tarafsızlığın teminatlarından biridir ve tarafsız bir yargı düzeninin kurulabilmesi için yargıya hem kurumsal bağımsızlığın sunulması hem de bireysel bağımsızlığın sunulması gerekir.

  • Aslında, 1961 ve 1982 anayasaları kurumsal bağımsızlıkla ilgili etkin hükümlere yer vermektedir. 1982 Anayasası’nın 138’inci maddesi, mahkemelerin ve hâkimlerin görevlerinde bağımsız olduklarını, Anayasa’ya, kanunlara, hukuka ve vicdani kanaatlerine göre karar vereceklerini, hiç kimse veya bir organın mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceğini açık olarak hükme bağlamaktadır ancak uygulamada, maalesef üzüntüyle müşahede ettiğimiz bir husus vardır. Askerî ve sivil bütün bürokratik aktörler, yargıya intikal eden uyuşmazlıklarla ilgili olarak yargının kurumsal bağımsızlığını zedeleyecek söylemlere yer verebilmektedir. Dolayısıyla, bunun anayasa mühendisliğiyle aşılabilecek bir sorun olmadığını düşünmekteyiz. Hukuk fakültelerinde görülen eğitim programlarından başlamak suretiyle uzun vadeli politikaların bu problemi çözecek biçimde yeniden dizayn edilmesi gerektiği kanısındayız.

  • Elbette, yargının kendisinden beklenen fonksiyonu yerine getirebilmesi için yargı mensuplarının bireysel bağımsızlığa da sahip olabilmeleri gerekir. Bireysel bağımsızlık, hâkim ve savcıların Anayasa ve kanunlardan kaynaklanan görevlerini yerine getirirlerken özlük haklarıyla ilgili herhangi bir endişeye sürüklenmemelerinin teminatının sunulmasıdır. Bunu sağlayacak en etkin mekanizmalardan biri de yargı mensuplarının özlük hakları konusunda karar verecek organlara özerklik sağlamaktır ki özerkliğin ne şekilde sağlanacağı Türkiye'nin de üyesi bulunduğu uluslararası kuruluşların raporlarında mevcuttur. Bu raporlarda yargı konseylerinin karma bir üye kompozisyonuna sahip olması, yargıçlık mesleğinden gelen üyelerin yargının tümünü temsil edebilmeleri ve kendi eşitleri tarafından seçilebilmeleri, ayrıca, yargının tümüne ve bu konseye demokratik meşruiyet sunabilmek amacıyla yargı konseyi üyelerinin bir kısmının parlamentolar tarafından ancak nitelikli çoğunlukla seçilmesi gerektiği vurgulanmıştır.

  • Öte yandan, yargı konseylerinin kararları da hem etkin bir itiraz denetimine hem de bir yargı denetimine konu olabilmelidir. Bu bakımdan, 2010’da yapılan anayasa değişikliğinin aslında Türkiye'nin üyesi bulunduğu bu uluslararası kuruluşların raporlarına uygun bir modeli yarattığını düşünüyoruz ancak bazı eksikler vardır şu anki model bakımından. Bugünkü Anayasa’mızın Cumhurbaşkanına tanımış olduğu üye seçme yetkisinin yeni anayasada Parlamentoya tanınması gerekmektedir. Bu aynı zamanda yetkileri sınırlanmış bir Cumhurbaşkanının yaratılabilmesinde de önemli bir faktör olacaktır.

  • Elbette yeni anayasa düzeninde hukuk devletiyle ilgili olarak önemli kurumlardan biri de Anayasa Mahkemesi olacaktır. Anayasa mahkemeleri bakımından gördükleri özel fonksiyon nedeniyle gördükleri en önemli husus, bu mahkemelerin demokratik meşruiyete sahip olabilmeleridir. Bu nedenle, yeni anayasa düzeninde Anayasa Mahkemesi üyelerinin önemli bir kısmının Parlamento tarafından nitelikli çoğunluk kuralıyla seçilebilmesi gerekir.

  • Ayrıca, bugün olduğu gibi Anayasa Mahkemesi bir genel kurul ve daireler biçiminde örgütlenebilir ancak özellikle siyasi partilerin kapatılması davaları ve kanunların Anayasa’ya uygunluk denetimi genel kurulda görüşülmelidir ve siyasi partilerin kapatılması davasında üçte 2 gibi nitelikli çoğunluk kuralına uyulması gerekmektedir.

  • Türkiye'nin anayasa yargısı bakımından önemli sorunlarından biri, bu Mahkemenin yerindelik denetimi yapmasıdır. Bu bakımdan, yeni anayasada özellikle Anayasa Mahkemesinin şekil denetimi yapmak gerekçesiyle anayasa değişiklikleri üzerinde esas denetimi yapmasını önleyen sarih bir hükme yer verilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

  • Öte yandan, Türkiye'nin anayasa düzeninin önemli sorun boyutlarından birinin siyasi partilerin kapatılmasında izlenen yöntem olduğu hepimizin malumu. Bugüne kadar 19 siyasi partinin kapatılması, tek başına bu problemin derinliğini kanıtlamaya yeterli. Bu bakımdan, siyasi partilerin örgütlenme ve ifade hürriyetlerine, gene Türkiye'nin üyesi bulunduğu uluslararası kuruluşların kriterlerine uygun sınırlar getirilmelidir ve parti kapatma nedenleri sayıca sınırlanmalıdır ancak şiddet çağrısında bulunan, şiddete başvuran partiler ve aynı zamanda toplumda nefret ve bölücülük söylemini kullanan partilerin kapatılması yöntemi izlenmelidir.

  • Kapatma davaları bakımından içerik kadar usulün de önemli olduğunu unutmamak gerekir. Kapatma davasına yer veren, parti yasaklarına yer veren ülkelerde bu davaları açma yetkisinin halka hesap verir organlara ait olduğu görülmektedir. Tipik örneği Almanya ve İspanya’dır. Bu nedenle, yeni anayasada bu hususa mutlaka özen gösterilmelidir.

  • Bizim önerimiz, kapatma davasının, Türkiye Büyük Millet Meclisinin Anayasa Komisyonunun ve İnsan Hakları Komisyonunun birleşik toplantısında üyelerinin üçte 2’sinin çoğunluğu ile açılmasına imkân verilmesi, bu kararı takiben de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının eğer kapatma davası açmaya gerek görürse davayı açması, aksi hâlde, açmama yetkisine de sahip olabilmesi biçimindedir ve üçte 2 çoğunlukla Anayasa Mahkemesi kararlarını verebilmelidir.

  • Nihayet, son hususa değinecek olursam, Türkiye’de demokrasinin gelişmesini önleyen en önemli faktörlerden birinin asker-sivil ilişkileri olduğu muhakkaktır. Asker-sivil ilişkilerinin demokratik modelinde askerî otorite, seçilmiş sivil organların iradesine tabidir. Oysa Türkiye’de model bunun tam tersine dönmüştür. Seçilmiş sivil organlar askerî otoritenin iradesine tabidir.

  • Burada en önemli faktör, 1961 Anayasası’ndan bu yana askerî otoriteye tanınmış olan anayasal ayrıcalıklardır. Bunların tümüyle tasfiyesi gerekir. Bu bağlamda, Millî Güvenlik Kurulu yeniden tasarlanmalı, kanunen düzenlenmeli ve 1924 Anayasası döneminde olduğu gibi sadece savunma hizmetleriyle sınırlı Millî Savunma Üst Kurulu biçiminde yeniden tasarlanmalıdır ve bu organda Başbakan başkanlık yapmalıdır, askerî otoriteyi temsilen Genelkurmay Başkanı yer almalıdır. Hangi bakanların yer alacağı ise kanun koyucunun iradesine terk edilmelidir.

  • Öte yandan, askerî otoritenin millî savunma hizmetleriyle sınırlanan bir yetki alanına sahip olabilmesi için, içeride, ülkenin içinde ortaya çıkan, güvenliği tehdit eden problemlerde tamamen sivil kuruluşlar, İçişleri Bakanlığı emniyet teşkilatı ve ihtiyaç hâlinde jandarma yetkili olmalıdır, askerî kurumlar bu alanda yetkili olmamalılardır.

    Yüklə 4,73 Mb.

    Dostları ilə paylaş:
  • 1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   72




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

    gir | qeydiyyatdan keç
        Ana səhifə


    yükləyin