İşte bu yüzdendir ki, Şefâat yani yardım ancak kişinin fıtratı o işe elveriyorsa geçerli olabilir!. Fıtratı meydana getiren Fâtır isminin özelliği dahi, kişin Rabbi olan ve rubûbiyet boyutunu oluşturan kendi yapısındaki esmâ mertebesinde yer almaktadır!
“İNSAN’IN HAKİKATİ”;
EVRENİN HAKİKATİ İLE
AYNI ÖZDEN GELMESİNE
RAĞMEN İNSAN,
BEYNİNDE GEREKLİ AÇILIM
KOMBİNASYONLARININ
OLUŞMASI İÇİN KORUNMA
TEDBİRLERİNE MUHTAÇTIR
İslâm “Din”inin açıkladığı vahdet gerçeğini taklit yollu kabullenip dayandığı “sistem”i fark edemeyenler, işin bu faslında hep şu yanılgıya düşmektedirler...
“Mâdem ki ötemde bir tanrı yok; Allah adıyla işaret edilen benim ve tüm varlığın özündeki hakikat denilen ilim ve kudret sıfatlarıyla tanımlanan bir “ÖZ”dür, bu takdirde artık benim tapınacağım bir öte varlıktan söz edilemez!. Öyle ise, benim ne namaz ne oruç ne hac ne zikir ne de sair ibadetlerime gerek yoktur. Bu idrâka geldikten sonra bunlara ihtiyaç kalmaz!.”
Bu fikir tümüyle çok büyük bir yanılgıdır!.. Öylesine pahalı faturasıyla karşılaşılacak bir yanılgı ki, sonuçlarını kimse tahmin edemez!.
Bu konuyu “KENDİNİ TANI” isimli kitabımızda yazmıştık kısmen, ama o kitabı okumamış olanlar için bir kere daha kısaca özetleyelim...
İnsanın hakikati ile evrenin hakikati aynı asıldan aynı özden meydana gelmiştir ama... “İnsan” ismiyle, varlıktaki herhangi bir mahlûktan ayrılması insanın bileşimi itibariyledir!
Yani, atom boyutu itibariyle insan, o boyuttaki tüm varlıklarla bileşik tekil bir varlık olarak yaşamasına rağmen; bedenselliği ve bilincinin varolduğu boyut itibariyle, tüm varlıklardan bağımsız olarak kendi dünyasının (beden ve bilincinin) şartları içinde yaşamaktadır... Yani insan, bir alt katmandaki atom boyutunun algılamalarıyla, atom boyutunun şartlarına göre değil; moleküler yapısının şartlarına göre değil; hücresel beden boyutunun şartlarına göre ve bu boyutun oluşturduğu bilince bağlı olarak oluşan bilinciyle yaşamını sürdürmektedir.
Demek ki, bir alt asla göre dahi gerçek olan tekillik, üst katmanın yaşamına yön vermemekte; her katmanın kendi oluşum şartlarına göre yaşam geçerli olmaktadır.
Bunun sonucu nedir?
Bunun sonucu şudur:
Kişi, vahdet itibariyle, aslının Tekil Hakikat olduğunu ne kadar idrak etmiş, hissetmiş ve yaşar olursa olsun; sonuçta, yaşamı beden boyutunun şartlarına göre sürmektedir.
Biraz daha açık misal vereyim...
Bedeninin aslı moleküler katmandır!. Moleküler katmanın için ise, ne açlık ve susuzluk söz konusudur ne de hastalık veya kuvvetsizlik!.. Sen şimdi, benim aslım hücresel beden boyutuma GÖRE moleküler boyutum veya katmanımdır, diyerek yemeden içmeden durabiliyor, hastalanınca ilaç veya serum, vitamin almadan ayakta kalabiliyor musun?
Hücresel katmanının aslı olan moleküler katmanının gerçeklerine rağmen, nasıl sen yaşamına beden yani hücresel katmanına göre yön vermek ve şartlar oluşturmak zorunda isen...
Aynı şekilde, “hakikat” dediğin evrensel özünün ne olduğunu ne ölçüde idrâk etmiş olursan ol, yine de beden boyutunun ve geleceğin olan ruh boyutunun şartlarına göre de yaşamına yön vermek zorundasın!.
İşte İslâm “Din”i gereği olarak sana bildirilmiş olan ibadet kelimesiyle tanımlanan çalışmalar, ötende bir tanrıya tapınmak amacıyla değil; özündeki hakikate ermek; bu arada da kendi özündeki sayısız kuvveleri beyninden açığa çıkarıp ruh bedenine yüklemek üzere sana teklif edilmiştir. Yapacağın korunma duaları beyninde üretilen bir tür dalgalarla çevrende korunma kalkanı oluşturmak amacına dönüktür!. Koruyucu meleklerin, özündeki melekî boyuttan bu çalışmalarla zâhirine çıkmakta ve seni korumaktadır. Evrende tek canlı türü insan değildir!. Korunmaya muhtaçsın! Bunu anla artık!.
Sen bu çalışmaları yapmazsan, bu çalışmaların oluşacağı beyninde gerekli açılım kombinasyonları oluşmaz; oluşmayan bu kombinasyonlardan üretilecek nur veya enerji ruhuna yüklenmez; böylece, bedenin terk edilerek ölümün tadılmasından sonra zorunlu olarak muhtaç olacağın kuvvelerden de kendini mahrum bırakmış olursun!. Artık o şartlarda, bu enerjiyi elde edebileceğin fizik beyni de bulamayacağın için, ebeden bu yoksunluğun azap ve ızdırabını çekersin! Kendi kendini cehenneme atmış olursun!
Allah asla kullarına azap etmez!. Herkes elleriyle ortaya koyduklarının sonuçlarını yaşar!.
Bu gerçeği iyi kavrayalım lütfen...
İNANMAYARAK DA YAPSAN,
YARATIŞ SİSTEMİ GEREĞİ
NETİCESİNE ULAŞIRSIN
“Hasbiyallahu lâ ilâhe illâ Hû, aleyhi tevekkeltu ve Huve rabbül arşıl azıym.”
“Allah’a güvendim (bana yeter) tanrı yoktur O vardır, ki ben de O’na bağlanıp işimi ona bıraktım; O arşın aziym rabbidir.”
Başınız haksız yere derde girdiği zaman bu âyet-i günde beşyüz veya bin kere okumaya devam ederseniz, inşâallah kısa zamanda selâmete çıkarsınız.
Bu âyetteki duâyı ilk okuyan İbrahim Nebidir.
İbrahim aleyhisselâm Nemrud tarafından yakalattırılıp, mancınıkla ateş dağının içine fırlatıldığı zaman, havadayken Cebrâil isimli melek gelir ve sorar.
-Yâ İbrahim senin için ne yapmamı istersin?
İbrahim aleyhisselâm cevap verir:
-Allah’a güvendim. O bana yeter. Tanrı yoktur O vardır! Ben O’na bağlanıp, işimi ona bıraktım. Ki O arş’ın azîm rabbıdır.
İşte İbrahim aleyhisselâmın bu şekildeki ifadesinden sonra mûcize olur; ve İbrahim aleyhisselâm yavaş bir şekilde ateşin içine düşer fakat onu ateş yakmaz. Çünkü, Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığı üzere "ateş soğumuş ve selâmet verici olmuştur" İbrahim Nebi için, Allah emri ile.
İşte, böyle bir mûcizenin meydana gelmesine vesile olan anlayış ve ifade vardır bu duada.
Bakın bu duâ için ne buyuruyor Rasûlullah salla’lâhu aleyhi ve sellem efendimiz bizlere:
-Kim sabah kalktığında ve geceye girdiğinde “Allah’a güvendim o bana yeter, Tanrı yoktur, arş’ın azîm rabbi olan O vardır” derse; bunu ister sıdk ile söylesin ister YALANDAN (inanmıyarak) söylesin, yedi defa söylediğinde Allah ona kâfi gelir.’ Ebû Davud.
Dikkat edin!
Bu hadîs-i şerîfte çok önemli bir hususa işaret ediliyor! Allah’ın SİSTEM’ine! "Allah’ın düzeninde asla değişiklik olmaz" âyetiyle de vurgulanan SİSTEME.
Siz belli duaları veya zikirleri yaptığınız zaman, inansanız da, inanmasanız da, o yapılan çalışma, ilgili mekânizmayı, sistemi harekete geçirir ve mutlaka semeresini verir; demiştik.
İşte bu hadîs-i şerîf, söylediklerimizin açık-seçik ispatıdır. "Kişi ister SIDK ile ister yalandan yâni inanmayarak" yaptığında denmesi bunun apaçık göstergesidir.
Bu sebeple diyoruz ki, siz inanmasanız dahi bu zikirlere veya duâlara bir süre devam edin, söylenildiği sistem üzere. Elbette neticesine ulaşacaksınız.
Allah bize bunun mânâsına ermeyi ve bu duayı edebilmeyi nasîb etmiş olsun.
“RAHMAN’IN TÂLİMİ”YLE
RUBUBİYET BOYUTUNUZUN
“SİZ” OLARAK AÇIĞA
ÇIKARDIĞI NİMETLERİ
NASIL YALANLARSINIZ?
“Sünnetullah”ı “OKU”r!..
Görür gözü, işitir kulağı, konuşur dili, O olur!.
Beşer ise asla O’nu göremez!.
Allah Rasûlüne bakıp, “sen de bizim gibi çarşı-pazar dolaşan birisin” dedikleri gibi...
Müşrikler ancak “yetim Muhammed’i” görebilir!... Allah Rasûlünü asla!!!
Bu öyle bir yaratılış nimetidir ki...
“Fe Bİ-eyyi alâi RABİKÜMÂ tükezzibân!”
(Ey görünmez varlıklar ve insanlar!) Varlığınızı meydana getiren Rububiyet boyutunuzun “siz” olarak açığa çıkardığı nimetleri nasıl yalan sayarsınız? (Rahman Suresi’nde 31 defa tekrarlanan bir uyarı!)
Buna ancak hakikat ehli tasdik ve şehadet edebilir!.
“Kur’ân OKU”mak işte bu boyutta olur hakikatiyle!.
Ateizmin getirisi ve bilimin başlangıcı kabul edilen Darwinci görüş "tanrı" anlayışını yıkarken; "peki öyle ise sistem ve düzeni oluşturan yaratıcı zeka nedir?" sorusunu da beraberinde getirmiştir. Klasik "tanrı" anlayışı ise bunu cevaplayamamış; sonunda "akıllı tasarım" görüşüne ulaşılmıştır! Çünkü düşünen beyinler tanrı olmayan "evrensel yaratıcı akıl" aramaktaydılar son bilimsel gelişmeler ışığında.
Bilimsel gelişmeleri takip eden batılı aydınlar gökte bir tanrı ve gökten gönderilmiş-inmiş (semavi) din olamayacağı gerçeğini gördükten sonra, Ateizmi kabullenmişlerdir. Ne var ki, bu da yaşanılan evrensel gerçekleri çözmeye yetmemiş, bu defa insanlar "Evrensel YARATICI ZEKA" bulunması zorunlu gerçeğinden hareketle bu görüşe ulaşmışlardır...
Bu görüş, Allah Rasûlü Muhamed aleyhisselamın açıkladığı "ALLAH" ismiyle bildirip târif ettiği olayın kapısıdır!
İnsanlık, bugünkü müslümanlık anlayışının ötesinde, gerçek İSLAM DİNİ'ni tanıma hareketini başlatmıştır!
Fatır’ın farkına varılmasını sağlayan bu görüşün sonu, Zâtı ıtıbariyle mutlak gayb olan ismi "ALLAH" olanın keşfedilip kabul edilmesine kadar uzanacaktır..
Bu da, görünmez, bilinmez "MÜCEDDİD-YENİLEYİCİ"nin dünya üzerindeki işlevini yıllardır yerine getirmesi dolayısıyladır kanaâtindeyim.
Zirâ bu gerçekleri fark eden aydınların artık ateist olarak kalması imkânsızdır!
Fark edilen gerçek kapısı tüm insanlığa hayırlı olsun!
Bu da, “Allah hidâyetinin”, yani gerçeği görmenin, değerlendirmenin bir başka ifadesidir!.
“SULBÜNDEN OLABİLİR AMA
O SENİN AİLENDEN
DEĞİLDİR!”
“Rabbi inniy euzü bike en eseleke ma leyseliy bihi ilmün ve illâ tağfirliy ve terhamniy ekün minel hâsıriyn.”
Anlamı:
Rabbim sana sığınırım neticesi hakkında kesin bilgim olmayan bir konuda ısrarla senden bir şey istemekten. Böyle bir hatam dolayısıyla beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen hüsrana uğramışlardan olurum.
Bilgi:
Nuh aleyhi’s-selâm kavmini uyarmış, ama kendisini dinlememişlerdi. O da aldığı emri ilâhî üzerine bir gemi yaptı ve hayvanlardan birer çift ile yakınlarını gemiye davet etti. Ne çare ki oğlu ona inanmamış ve gemiye de binmemişti.
Tufan başladıktan sonra, seller üzerinde gemi yüzerken, dalgaların arasında boğulmak üzere olan oğlunu gördü ve onun kurtulması için ısrarla rabbine dua etti. Ama ne çare ki duasına icabet gelmiyordu.
“(Sulbünden olabilir ama) O senin ailenden değildir!. Yaptıkları sâlih olmayan işlerdir. Gerçeğini bilemediğin şey için bana ısrarla dua etme. Câhillerden olmaman için seni uyarıyorum." (11-46)
İşte bu uyarıdan sonra Nuh aleyhi’s-selâm, yukarıda metnini verdiğimiz özrü, bağışlanmayı ihtiva eden duayı yaptı.
Bize, burada büyük ders vardır!. Bir çok akrabamız veya daha yakınımız, ailemizden kişiler vardır ki, gerçeği örtmekte, inkârda, tanrı kabulünde inad edip dururlar. Oysa onlarla her ne kadar kan bağımız varsa da, ölümötesi yaşam içinde hiç bir yakınlığımız mevcût değildir. Bu sebepten de onlar hakkında ısrar etmemiz, ya da onları zorlamamız abestir. Bize düşen sadece onların hidâyet bulması için rabbimize dua edip, gerisini O’na bırakmaktır.
Muhakkak ki Allah’ın takdiri yerine gelecektir!.
NE GENETİĞİN EVRENSEL
DUYGUSUZLUĞUNDAN
HABERİMİZ VAR…
NE DE GENETİĞİN EVRENSEL
BOYUTLARDAKİ YAPISINI
DÜZENLEMİŞ OLAN
EVRENSEL TEK ŞUURDAN!
Lûtfen bakmayın bize sakın, gökteki göksüzler, yerdeki yersizler!
Değerlendirme yapmayın bizler hakkında!…
Değmeyiz!
Biz, kendi minik dünyamızda, küçük mutluluklarla ya da üzüntülerle yaşamımızı kâh cennet kâh da cehennem eden; evrendeki yerinden ruhunun bile haberi olmayan kozalarımızın imparatorlarıyız!!!
Tek yaptığımız, kendi cehalet karamızla önümüze gelene kara sürerek, onun seviyemize düştüğünü sanmaktır!
Kafamızda yarattığımız tanrımızla çok mutluyuz biz, zaman zaman onu beğenmesek, eleştirsek de!
Çöle sosyal düzen kuralları getirdiğini sandığımız peygamber(?), ona gökten inen bir melek ve nihayet gökteki tanrımız ile geçinip gidiyoruz işte!
Ne genetiğin evrensel duygusuz hükümranlığından haberimiz var; ne de genetiğin evrensel boyutlardaki yapısını düzenlemiş olan evrensel tek şuurdan!
Kozamdaki ben, gökteki dev pençe eli olan tanrım; sahip olduklarım(!?), ve onları yitirmekten dolayı yangınlarım, cehennemim!
Ha, bir de, tabiatıma uygun ele geçirdiklerimden dolayı hayâlimde yaşadığım cennetim!
Sakın arkanıza dönüp bize bakmayın yarınlardakiler; gökteki göksüzler; yerdeki yersizler!… Zamansız ve Mekânsızın ahlâkıyla ahlâklanmış olarak varlığı devam edenler!
GENETİK VERİ TABANININ
TASAVVUFTAKİ ÖNEMİ
(Soru: Ehlullah aynı zamanda zâhirde Rasûlullah'ın sülbünden gelenler midir?)
Zâhiren çoğunluğu öyledir; ama istisnalar da vardır...
Esasen ancak o genetik taban o kemâlâtı getiriyor...
Genetik veri tabanı, velâyette yüksek kemâlâtlar için çok önemli...
BEYİN HÜCRELERİNİN
PROGRAMLANMASINDA
“ALLAH İSİMLERİ”NİN ZİKRİNİN
ÖNEMİ
Bkz. B / Beyin- Z / Zikir
GENETİK ARINMA
SORU: Hz. Rasül’deki üç aşamalı gerçekleşen genetik arınma, ”Ferdiyet sahipleri”nin her biri için gerçekleşiyor mu?.
CEVAP: Evet!. Hepsi için geçerli; ancak, hepsinde aynı derece olmaz. Kemâlâtına göre arınmaları da farklı olacaktır!.
“İNSAN”…
VE “İNSANSI”
“İnsansı”lar şartlanma yollu ezberler gelen verileri ve doğruluklarını sorgulamazlar evrensel sistem içinde… Ölüm ötesi kavramları genellikle gelişmemiştir… Vahşi tabiatlıdırlar en gelişmiş toplum içinde ve o görüntüde olsalar dahi… Bazen müslüman bazen ateist olurlar, ama iç dünyalarında insanlara hükmetme, eziyet etme, işkence etme duygusu hiç kaybolmaz. “Müslüman” görünürler ama “iman”la alâkaları yoktur; hayâllerindeki kendi varettikleri tanrılarına tapınırlar. Tanrıları uğruna da insanlara yapmadıklarını bırakmazlar!.
Bir kısmı da yoğun şartlanmalı eğitim altında beyni yıkanarak yetişir… Düşünme ve sorgulamadan mahrum olarak, “İnsan” olmayı anlamazlar. Yasakçı zihniyete sahip faşist anlayışla yetişirler. Herkesi hükümleri altına alıp, herkesi kendileri gibi yaşatmak için her yola başvururlar!. Fikir tartışmasına asla giremezler, çünkü ezberlediklerini tartışabilecek zihinsel derinlikleri yoktur!. Yaşam, dünyadan ve bedensellikten ibarettir onlar için.
“İnsansı”ların dünyasında en belirgin özellik, “ZORLAMACI” ve “HÜKMETMECİ” olmalarıdır…
Yaşamı boyunca cennetliklerin amelini işleyip; ölüme bir karış kala cehennemliklerin amelini ortaya koyup o hâl üzere ölenler de bu “insansı”lardır işte.
Bir mümine ‘’kâfir’’ diyenin kendisi kâfir olur ve bu hâl üzere ölürse imansız olarak ölmüş olur.
“İslâm”ı anlamış ve “Allah” adıyla işaret edilene iman etmiş olanlar, tasavvuf dünyasında görülen kemâl ehli zâtların “HOŞGÖRÜSÜ” ile yaşarlar ve asla dayatmacı olmazlar. Çünkü onlar “insan”dır.
DEĞİŞİK GENETİK
ÖZELLİKLERE
SAHİP (İNSANSI VE İNSAN
NESLİNDEN GELENLERİN
YAPTIĞI BİRLEŞMELER
DOLAYISIYLA) İKİ YÖNLÜ,
HUSUSİYETLER ORTAYA
KOYAN SAYISIZ NESİLLER VARDIR
"İnsansı"lar, tekâmül etmiş türlerinin en gelişmişleri olarak, en iyi şekilde dünyayı yaşamak için, ellerinden ne geliyorsa yaşamak üzere hiç çekinmeden kan döküp, fesat çıkartarak yaşamlarına devam etmektedirler günümüzde de!
Onlarda ölümötesi yaşam kavramı ve buna dayalı olarak o yaşama hazırlanma gibi bir kaygıları hiç yoktur. Genlerindeki, beyinlerindeki özelliklerin sonucu olarak doğal, içgüdüsel yaşam şartlarıyla ömürlerini sürdürürler..
Öte yandan "insan"lar da öncelikle karşısındakini düşünen, maddeötesini, ölümötesini, varlığının hakikatını düşünen bir yapıya sahiptirler yine genlerinden gelen bir komutla!
Bir de bu iki nesilden gelenlerin yaptığı birleşmeler dolayısıyla değişik genetik özelliklere sahip olup, iki yönlü hususiyetler ortaya koyan hadsiz hesapsız nesiller vardır.
ÂDEM
GEÇİRDİĞİ MUTASYON NESLİNE
İNTİKAL ETTİĞİ İÇİNDİR Kİ
“HALİFE” ÖZELLİĞİNİ KAZANMIŞTIR
İster İnsan-ı Kâmil, ister birimsel mânâda insan olsun hepsi de ilâhî isimlerin zuhûr mahalli olarak vücud sahibidirler; ki dolayısıyla, Allah onlardan daha câmi mânâda hiç bir varlıkta zuhûr etmemiştir!.
Âdem’in Âdem olması ve Allah'ın yeryüzündeki halife olma özelliğini kazanması ancak beynin aldığı melekî etkilerle mutasyon geçirmesi ve ondan sonra da bu mutasyonun genetik olarak nesline geçmesi dolayısıyladır...
İLK “İNSAN”… ÂDEM
VE NESLİ OLAN, “ÂDEM EVLÂDI”…
"İnsan", yani "Adem", yani ilk "insan"dır!
"Adem evlâdı" ise kendisindeki "Hilâfeti" sezen, hisseden, anlayan, idrâk eden ve bunun gereğini yaşayabilendir!
"Yeryüzündeki halife" kimdir?..
Âdem nesli!
"İnsansı"lar değil; yalnızca Âdem ve Havva`dan gelen nesil olan "insan"lar!
EVRİMLE GELEN NESİL,
“İNSANSI”,
ÂDEM’DEN GELEN NESİL İSE
“İNSAN” ADINI ALIR!
Evrimle gelen nesil “insansı”, Adem’den gelen nesil ise “insan” adını alır, demiştik geçmiş kitaplarımızda ve bunun izahını yapmıştık gene onlarda…
Allah’ın bir topluma rahmet ve merhametinin alâmeti ve işareti odur ki, onları derinden yönetenler, “insan” sınıfındandır…
Allah’ın bir topluma gazap ve Celâlinin alâmet ve işareti de odur ki, onları derinden yönetenler, “insansı” sınıfındandırlar!
Toplumlar, hâl diliyle, hâllerine göre yöneticilerini talep ederler ve Allah da onların bu taleplerine icâbet eder!.
ÂDEM’İN
“HİLAFET GÖREVİ” İÇİN
SEÇİLMESİNİN SEBEBİ,
KENDİSİNDE
MEYDANA GETİRİLEN
“İNSANÎ MÂN”DIR.
(“ALLAH SURETİ”-HALİFE ÖZELLİĞİDİR)
"İnsansı"lar türünden olan "bedeni" yönünden değil; kendisinde meydana getirilen "İNSANÎ" mânâ yâni "Halife" özelliği ile ilk "insan" olmaktadır Adem! Bize açılan gerçeğe göre…
İnsan, "Halife" olarak yeryüzünde mevcuttur!
Ancak, bu "Hilâfet" görevine lâyık olan, kendisinde mevcut olan bu "Hilâfetin" mânâsını anlayıp, idrâk edip, yaşayabilen zâtlar kimler?..
Elbetteki bu konu, üzerinde çok önemle durulması gereken bir konu.
"Allah, Adem`i yer yüzünde bir halife olarak meydana getirdi."
Kur'ân `dan evvel gelmiş olan kitaplardan Tevrat`ta da Tekvin bahsinde şu hususa değinilir. "Allah, kendi sûretinde Adam`ı yaptı."
Adem`den Tevrat`ta "Adam" şeklinde bahsedilir... Keza, İncil`de de...
Bununla birlikte, Buhari`de, Müslim`de, İbn-i Hanbel`de bu konuda bir açıklama vardır. Hazreti Rasulullah Aleyhisselâm şöyle buyuruyor:
"Allah, Adem`i kendi sûreti üzere yarattı."
"Allah sûreti üzere meydana getirilen", Adem`in var oluşunun gayesi, bu Âyet-i Kerime’de açıklandığı üzere, "yeryüzünde Halife" olmasıdır...
"Halife" olması, Adem`in, Allah sûreti üzere yaratılması ile ancak mümkündür ki, biraz önce bahsolunan Rasûl açıklamasında da buna;
"Allah Adem`i kendi sûreti üzere meydana getirdi"
şeklinde işaret edilmiştir.
"Allah sûreti üzere..."
diye ifade edilen tanımlamadan ne anlayacağız?...
Biliyoruz ki, Allah, şekilden, maddeden, sûretten münezzehtir!. Bu sûretin, ne olduğu hakkında çok tafsilatlı bir izahı, "Özün Seyri" isimli bölümde bulacaksınız.
Burada bahsedilen "sûret" Cenâb-ı Hakk`ın Esmâ-i ilâhisi ile meydana getirilmiş olan "İNSANÎ mânâ"dır.
Adem`in, "Allah`ın sûreti üzere var olması" demek, "İlâhi isimlerin mânâları ile varlığı var olması" demektir.
Yani, Adem, "Allah`ın isimlerinin mânâlarını ortaya koymakla "Hilâfet" görevine seçilmiş", o görev için meydana getirilmiş demektir.
Nitekim, Nur Sûresi`nin 55. âyetinde de:
"Allah, sizden, inanıp iyi işler yapanlara kendilerini yeryüzünde Halife yapacağını vaadetti"
denilmektedir...
En`âm sûresi`nin 155. âyetini şöyle açıklamaktadır:
"O, sizi, yeryüzünün halifeleri yaptı."
ÂDEM (HÜCRESEL BEDEN)
BELLİ BİR KIVAMA GELİNCE
ALLAH ONA
“RUHUNDAN ÜFLEMİŞ)
BÖYLECE BİR MUTASYON
GEÇİRMİŞTİ
Bizim müşahedemize göre..
"Yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı varlıklar" ifâdesi meleklerin o an için yeryüzündeki "insansı"ları ve onların yaşantılarını tesbit etmelerinden ileri geliyordu. Çünkü o sıralar yeryüzünde ilk "insan" varolmamıştı ve yalnızca "insansı"lar yaşamaktaydı!
Dikkat edilirse, Kur`ân-ı Kerîm’de Âdem`in ilk insan türünden bir varlık olduğuna dâir hiç bir âyet yoktur! Kurân‘daki bu açıklama "yeryüzünde Halife meydana getirileceği" yolundadır.
O devirde yeryüzünde bir tekâmül sürecinden geçerek bugünkü "insan"a son derece benzeyen; fakat zihnî fonksiyonlar yönünden düşünce, muhakeme gibi insanî vasıflardan yoksun; "homo-saphien" olarak adlandırılan, insan bedeninde hayvanlığı yaşayan topluluklar vardı.. Ki biz bunlara "insansı" demekteyiz.
Bunlar kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı verebiliyorlar; kan döküp, fesat çıkarıyorlardı! Yaşamları yalnızca hayvansal düzeyde olup, yeme-içme, çiftleşme, olabildiğince her şeye sahip olma gibi son derece sınırlı bir şekilde devam ediyordu.
Ve elbette o zaman yeryüzünde en bilinçli varlıklar olan "CİN"ler de bunlar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı.
Melekler de kendi kapasiteleri ve gördükleri örnekler kadarıyla, "Halife" olacak "insan"ı, o ana kadar yaşayagelmekte olan "insansı"lar gibi değerlendirerek; onu "Yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı bir varlık olarak" zannetmişlerdi!
Oysa, "Âdem" ismiyle işaret edilen "şekillenmiş çamur" yani "hücresel beden" sahibi varlığa, yani, "insansı"ya, belli bir kıvama -sevveytu- geldikten sonra Allah "ruhundan üfle"miş; böylece o, bir "mutasyon" geçirmişti! Bundan sonra da "insansı"lar arasında da ilk "insan" olmuştu Hazreti Adem!
Dostları ilə paylaş: |