İttihâd ve Terakki'nin fikrî yapısını iki safhada değerlendirmek mümkündür: Birinci safha, İttihâd-ı anâsır sloganı ile hürriyet, müsavat ve refah müdafii olan bir anlayıştır ki, biraz evvel bunu kısaca açıklamıştık. Buna kısaca, Namık Kemal'in anladığı manada bir Osmanlıcılık diyebiliriz. Ancak bunu becerebildiklerini söyleyemeyiz. İkinci safha ise, tam manasıyla Turancı milliyetçilik felsefesidir ki, Arap ve Kürt isyanlarına sebep olan da bu düşüncedir. 1913 yılından itibaren bu felsefe hâkim olmaya başlamıştır. Zaten bu safhada Ziya Gökalp de partinin Genel Sekreteridir166.
169. tttihâd ve Terakki mensuplarının hepsini, bu anlattığınız çerçevede kabul etmek doğru olur mu?
Hayır, olmaz. Zira İttihâd ve Terakki Cemiyeti içinde cereyan eden çeşitli görüş ve fikirlerin tamamı iki kola ayrılıyordu:
Birincisi; Maalesef, tamamen batı taklitçisi, mason, farmason ve hatta Osmanlı ve din düşmanı grubudur ki, Osmanlı Devleti'ni Avrupalı devletlere şikâyet edecek kadar alçalan ekip bunlardır. Bunların içinde Tevfik Fikret gibi tamamen dinsiz olanlar; Prens Sabahaddin gibi İngilizlerin oyuncağı haline gelecek kadar basiretsiz olanlar; Ermeni, Sırp ve Yunanlılar gibi tamamen gayr-i müslim olanlar bulunmaktadır. II. Meşrutiyet'in ilanı sırasında, Dâr'ül-Hikmet'il-İslâmiyye azası Seyyid Sa'dedin Paşa'nın Bediüzzaman'ı ikaz gayesiyle söylediği şu cümleler, bu birinci grubu çok iyi anlatmaktadır: "Kesin olarak öğrendim ki, kökü ecnebide kendisi de burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş ve demiş ki, Bu eser sahibi dünyada kaldrğı müddetçe, biz mesleğimizi yani dinsizliği bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız". İşte birinci grubun gayesi, Osmanlı Devleti'ni parçalamak ve siyâseti dinsizliğe alet etmektir.
166 Baykal, Bekir Sıtkı, "İkinci Meşrutiyeti Devri Üzerine Bazı Düşünceler", Belleten, c. XXIII, sayı 90(1959), sh. 267-285; Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, "1908 Yılında İkinci Meşrutiyetin Ne Suretle İlân Edildiğine Dair Vesikalar", Belleten, c. XX, sayı 77(1956), sh. 103-174; Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 604-613; Badıllı, Abdülkadir, Bediüzzaman Said-i Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı MI, İstanbul 1990, c. I, sh. 231 vd.
BİLİNMEYEN OSMANLI
285
İkincisi; Hamiyet, milliyet, hürriyet ve müsavatı gerçek manada müdafaa eden Ahrâr grubudur ki, sonradan Ahrâr Fırkası adı altında İttihâd ve Terakki'den ayrılmak istemişlerdir. Ahmed Rıza Bey, Enver ve Niyazi Beylerin bu manada İttihâdcı olduklarını ve ancak birinci grubun esiri olduklarını düşünüyoruz. Nitekim Midhat Paşa'nın oğlu Ali Haydar Bey, daha işin başından birinci grubun hıyanetlerini görerek cemiyetten istifa etmiştir. Bu ikinci gruba mensup olan hakiki hürriyetperverler, daha sonra Abdülhamid'e yaptıkları zulümlerden pişman olmuşlar ve kusurlarını itiraf etmişlerdir.
Maalesef, II. Meşrûtiyetin kurulmasından sonra, İttihâd ve Terakkinin içinde hâkim olan kuvvet birinci grup olmuştur. Hakiki hürriyetçiler iki defa hükümetin başına geçtikleri halde, birinciler tarafından çeşitli oyun ve entrikalarla devrilmişlerdir. İşte Mehmed Akif ve Bediüzzaman gibi İslâm âlimlerinin kendilerine nasihat ettikleri İttihâdcılar grubu, Ahrâr denilen ikinci gruptur167.
I
170. Bir asra yakındır irtica olayı denilerek hep dindar insanların üzerine yıkılan 31 Mart Hadisesi'nin iç yüzü nedir? Ne değildir?
31 Mart Vak'ası diye tarihe geçen bu olay, 14 Nisan 1909 tarihine rastlamaktadır. Tarihçiler, bu olayın, kendi zulümlerini örtmek isteyen İttihâdcıların, II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini temin etmek için, İngiliz Gizli Servisinin yardımı ile ve İngilizlerin aleti olarak tertipledikleri bir hadise olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak suç, samimi Müslümanlara yıkılsın diye, bir kısım dinî sloganlar kullanılmış ve "şerî'at elden gidiyor" diye dine ve dindarlara hücum planları hazırlanmıştır. İttihâdcılar, kendilerinin tertipledikleri bu olayı dindarları mürteciler diye suçlayarak dindarlara yıkmışlar ve maalesef kendileri gibi düşünen tarihçileri de kullanarak, bu olayı en büyük irtica olayı diye takdim etmişlerdir. Böyle bir tertibi fiiliyata dökmek için hem yeterli sebepler vardı ve hem de memleketin bazı halleri böyle bir fitne için alevlendirici özellik arz ediyordu. Şöyle ki:
Evvela, 31 Mart Vak'asının sebepleri nelerdi?
A) Bu olayın asıl sebebi, İttihâdcıların yaptıkları zulüm ve istibdaddı. İttihâdcılar, tam bir zorba kesilmişlerdi ve muhaliflerini sokaklarda öldürecek kadar azıtmışlardı. Mesela, İsmail Mahir Paşa, muhalif gazetecilerden Ahmed Samim ve Hasan Fehmi Bey İstanbul caddelerinde açıkça öldürüldü ve faili meçhuller artmaya başladı. Sultân Abdülhamid, Meşrutiyet gereği icraya karışmıyor ve sadece temsil vazifesini görüyordu. Devlete daha çok hâkim olmayı isteyen İttihâdcılar, yabancı devletler tarafından Abdülhamid'e karşı bir şeyler yapmaya zorlanıyorlardı. Onlar için tek hedef, gölgesinden dahi korktukları Sultân Abdülhamid idi. B) Osmanlı Devleti'ni yıkma planlarının yapıldığı Meclis'deki vekillerin değişmesi için, millet tam manasıyla kaynıyordu. Ermenistan ve Rum Pontus tartışmalarıyla uğraşan Meclis'teki vekillerden halk rahatsızdı. C) İcradan uzak tutularak köşesine çekilmeye mecbur edilen Sultân Abdülhamid'in yeniden devlet ve millet lehine harekete geçmesini arzu edenler vardı. Çünkü İttihâdcılar, İngilizlerin maşası gibi, onu tahttan indirmek için meşgullerdi. D) Asker
167 Kuran, Ahmed Bedevi, İnkılab Tarihi ve Jön Türkler, sh. 277; Bediüzzaman Said Nursi, Osmanlıca Emirdağ Lahikası, c. I, sh. 90, 323, 420; c. II, sh. 25; Badıllı, Abdülkadir, Tarihçe-I Hayat, c. I, sh. 228-231.
286
BİLİNMEYEN OSMANLI
BİLİNMEYEN OSMANi!
siyâsete karışmıştı. Aldığı askerî ve dinî terbiyeye aykırı işler yapmaya başlamıştı. Mesela, Selanik ve Manastır'dan İstanbul'a getirilen III. Orduya ait subayların fiyakasından halk ve diğer ordu mensupları yaka silkmeye başlamışlardı. Bununla da kalmayıp, İttihâdcılar, İstanbul'u korumakla görevli I. Orduyu tahkir ederek, III. Ordunun Selanik'teki tümeninden nigahbân-ı hürriyet ve muhâfız-ı meşrutiyet adıyla avcı taburlarını İstanbul'a sevk ettiler. E) Hasan Fehmi Bey başta olmak üzere, faili meçhul olayların artması milleti tedirgin ediyordu. F) İttihâdcılar kendilerine muhalif gördükleri subayları ve hatta askerleri kadro dışı ediyorlardı; açıkça bir tasfiye hareketi başlamıştı. Bu durum da ciddi bir gerginlik sebebiydi. G) Hürriyet adı altında her türlü ahlaksızlık serbest hale gelmişti. Açıkça şer'-i şerife aykırı işleri yapan İttihâdcılara karşı, halkta ve özellikle de sağını solundan ayıramayan Derviş Vahdeti gibi bazı dindarlarda, idareye karşı bir nefret oluşmaya başlamıştı.
Bütün bu sebeplerin bulunduğu bir ortamda, özellikle 24 Temmuz 1908-14 Nisan 1909 tarihleri arasında, her iki tarafa ait gazeteler, gerginliği arttırıcı yayınlar yapıyorlardı. Partiler, sanki bir iç savaş olacak gibi fedai yazmaya başlayan cemiyetler kurmaya başladılar. İttihâdcılar, zafer sarhoşluğuyla baskı ve zorbalıklarını daha da arttırmaya başladılar. Sınırsız hürriyet anlayışı, askerlere kadar aşılandı ve erler subaylarına itaat etmez hale geldiler. Dine ve ahlaka aykırı bazı şeyler, askerlere telkin edilmeye başlandı. Orduda itaat ve ahlak bozulmaya başlayınca, dinde hassas ama muhakeme-i akliyede eksik olan bazı nadanlar, iyilik yapıyorum zannıyla bazı fitne tohumlarını ekmeye başladılar. Hürriyetin yanlış anlaşılması ve tatbik edilmesi sonucunda, devletin idaresi cahillerin elinde kaldı ve herkes kendi başına hareket eder hale geldi. İstanbul serseri mayınlarla dolu bir hale gelmişti.
İşte İngiliz Gizli Servisinin tahrikleriyle hareket eden İttihâd ve Terakkiciler, 31 Mart 1325 günü yani 14 Nisan 1909 tarihinde, gergin durumu fırsat bilerek tertiplerini fiiliyata dökmeye karar verdiler ve III. Ordudan getirdikleri avcı taburlarına mensup neferlerin fişeğini patlattılar. Başlarında tek bir subayın dahi bulunmadığı ve sadece başçavuş ve çavuşların komuta ettiği bu erler, "Şerî'at isterüz" deyü isyan ettiler. Ayasofya ve Sultânahmed Camii önlerinde toplanan kalabalık, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile Meclis-i Meb'ûsân Reisi Ahmed Rıza Bey'in azlini ve bütün İttihâdcıların sürgün edilmelerini istiyorlardı. Yukarıda zikredilen sebeplerden dolayı, isyan eden askerlere, başta hamallar olmak üzere her çeşit insan karışmıştı.
Görünürde İttihâdcılara karşı, şerî'atı ve onun teminatı olan Abdülhamid'i kurtarmak için yapılmış bir isyandı. Ancak tamamen İttihâdcıların ve İngiliz Gizli Servisinin, Abdülhamid'i tahttan indirmek ve bu arada dindar halkı da ezerek gözdağı verilmek için yapılmış bir tertipti. Bu serseri mayın gibi isyan eden askerler, İttihâdcıların ileri gelenlerinden Ahmed Rıza Bey zannederek Adliye Nâzın Nâzım Paşa'yı ve Gazeteci Hüseyin Cahid zannıyla da Milletvekili Emir Şekib Arslan Bey'i öldürdüler. Sultân Hamid, II. Tümen Kumandanını çağırarak âsileri dağıtmasını istedi; ancak Padişah'ın talimatını dinlemeyen komutan Ordu Komutanından emir almadığını söyleyecek kadar alçalmıştı. Maalesef İttihâdcı olan ve sonradan bu haline çok pişman olan Mahmûd Muhtar Paşa ise, emir vermemekte direndi. Daha sonra isyan eden bu cahil askerlere, kendileri gibi cahil olan hamallar ve de sağını solundan fark edemeyecek kadar ahmak olan bazı dindarlar da katıldı. Zaten İttihâdcıların muhalifleri de böyle bir fırsat bekliyordu. Onlar da akıllı hareket edemediler. İş, çığırından çıkmıştı. Bediüzzaman başta
olmak üzere, bir» olduğunu ve oyuna ş ile sekiz taburu itaaü İttihâdcılar, !.?
Abdülhamid'i Mirine rağmen, ısrar* J gelen devlet ile mir.'
Fırsatı ganim:? adını verdikleri ksM etmeye başladılar :,ı Paşa Müslüman »el donyalılardı. Tanı t" neraller ve ö'zeiifti| etmeleri gerekti» î Padişah, onlara j Ordusuna < mutanı Mahmul} Paşa, b" Yunan or altın arer UmumıY hamlan, 3ı I. Orduya I itham ediMı
Kısaca 311 lan Kâmil Pis MuradveVol pasta çıkarma^ alevlendirdiler,) kurulan Dh kesimlerin i bile, 31 Marttl
171.
hal11
dairedeki tiM
"'KM,* Saltanatı, 1.11 619; ! Tarihçe-I HayRîl
BİLİNMEYEN OSMANLI
287
olmak üzere, bir kısım akıllı İslâm âlimleri, askerlere ve hamallara, bunun bir oyun olduğunu ve oyuna gelmemeleri gerektiğini ikaz ettiler. Hatta Bediüzzaman, bir nutuk ile sekiz taburu itaate getirmişti.
İttihâdcılar, İngilizlerin âleti olmuşlar ve bütün Müslümanların ümidi haline gelen Abdülhamid'i indirmekten başka gaye gütmemişlerdir. Bu olayı kendileri tertip etmelerine rağmen, ısrarla olayın bir irtica olayı olduğunu ifade etmeleri, günümüze kadar gelen devlet ile milletin arasını açmak âdetinin kötü bir başlangıcı oldu.
Fırsatı ganimet bilen İttihâdcılar, olaylar büyüyünce, Selanik'ten Hareket Ordusu adını verdikleri kuvvetleri, Padişah'ı kurtarmak gibi yalancı bir sloganla İstanbul'a sevk etmeye başladılar. Bu hareket ordusunun sadece kumandanı olan Mahmûd Şevket Paşa Müslüman ve Türk'tü. Askerlerin çoğu, yağmacı ve Müslüman katili olan Makedonyalılardı. Tam bir çapulcu ordusuydu. Olayın vahametini anlayan İstanbul'daki generaller ve özellikle I. Ordu Komutanı Nâzım Paşa, Sultân Abdülhamid'e müdahale etmeleri gerektiğini anlattılarsa da, Müslümanı Müslümana kırdırmayacağını söyleyen Padişah, onlara gerekli talimatı vermedi. I. Ordu Kumandanı Nâzım Paşa'ya, Hareket Ordusuna silah çekmemeleri için yemin bile ettirdi. 25 Nisan'da Hareket Ordusu Komutanı Mahmûd Şevket Paşa İstanbul'a girdi ve hâkim oldu. Sıkıyönetim ilan eden Paşa, bir kısmı tamamen masum olan binlerce insanı idam ettirdi. Hareket ordusu, Yunan ordusu gibi davrandı ve Yıldız Sarayı'nı yağmaladı. Kütüphane dışında Padişah'ın altın arabasını bile parçalayıp götürdüler. Daha sonra da 27 Nisan 1909'da Meclis-i Umumi'yi toplayarak Abdülhamid'i hal' kararını silah zoruyla çıkardılar. En önemli ithamları, 31 Mart Vak'asını tertip etmekle suçlamak idi. Halbuki bu tamamen yalandı. I. Orduya talimat vermemekte direnen Padişah, Müslümanı Müslümana kırdırmakla itham ediliyordu.
Kısaca 31 Mart Olayı, İttihâdcıların tertipledikleri bir fitneydi; ancak muhalifleri o-lan Kâmil Paşa-zâde Said Paşa, İsmail Kemal Bey, muhalif gazetecilerden Mizancı Murad ve Volkan Gazetesi baş yazarı Derviş Vahdeti gibi bazı safdiller de durumdan pasta çıkarmak uğruna ateşe kürekle gittiler ve fitne ateşini söndürmek yerine daha da alevlendirdiler. Neticede düşmanlar kâr etti; devlet, millet ve din zarar etti. Çünkü kurulan Divan-ı Harb-i Örfî çok masumları idam sehpalarında sallandırdı. Din düşmanı kesimlerin eline de tam bir irtica sermayesi verilmiş oldu. Bediüzzaman gibi allâmeler bile, 31 Mart Olayı ile suçlandılar; ama beraat ettiler168.
171. Bediüzzaman Said Nursi gibi İslâm âlimlerinin de Sultân Abdülhamid'e muhalif olduğu ve hatta hal' fetvasını hazırladıkları iddia edilmektedir. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Abdülhamid'in hal' fetvasını kim vermiştir?
Bu iddia sahipleri, Bediüzzaman ve Mehmed Akif gibi İslâm âlimlerinin meşru dairedeki hürriyet ve meşrutiyeti istemeleri ile Abdülhamid düşmanlığını birbirine karış-
168 Kuran, Ahmed Bedevi, İnkılab Tarihi ve Jön Türkler, sh. 276 vd.; Osman Nuri, Abdülhamid-i Sâni ve Devr-i Saltanatı, c. I, sh. 111; Danişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. II; Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 616-619; Bediüzzaman Said Nursi, Âsâr-ı Bedî'iyye, sh. 309, 316-317, 324, 395-396, 441; Mektûbât, sh. 429; Badıllı, Tarihçe-I Hayat, I, sh. 235-260.
288
BİLİNMEYEN OSMANLI
BİLİNMEYEN OSMANLİ
tırmışlardır. Elbette ki o dönemin çok mühim simaları, özellikle Hafiyye Teşkilâtının son zamanlardaki baskı idaresini tenkid etmişler ve Abdülhamid'in kurduğu hükümetlerin, bazan istibdâd denebilecek faaliyetlerini tenkid eylemişlerdir. Ancak Abdülhamid'in de devletin devamını sağlamak için yürüttüğü şahsî idare sistemini, her yönüyle meclis-i şûra esaslarına uygundur demek mümkün değildir.
Özellikle Bediüzzaman ile ilgili iddialara gelince, Bediüzzaman-Abdülhamid münasebetlerini kısaca özetlemekte yarar vardır:
1907'de İstanbul'a gelen Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilanından evvel söylediği bir nutkunda, Sultân Abdülhamid'i, "Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberi" diye vasıflandırmaktadır. 1909 Mart'ında kaleme aldığı bir makalede ise, ona şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
"Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdülaziz gibi sarf et. Ta ki, bi'atın manası gerçekleşsin. Meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız'ı da mahbûb-ı kulûb eyle. Zebaniler gibi hafiyeler yerine rahmet melekleri olan âlimlerle doldur; Yıldız'ı Dârül-Fünûn gibi yap".
Bediüzzaman'a göre, Abdülhamid zamanında yapılan bütün istibdâdlar onun şahsına verilmemelidir. Maalesef İttihâdcılar bunu yapmıştır. Zira o şefkatli bir sultândır. Başka bir eserinde de, Abdülhamid'in şahsî idaresini anlatırken, "Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdâd" ifadesini kullanmaktadır. Namık Kemal'in Abdülhamid'i tenkit ettiği Hürriyet kasidesini değerlendiren Bediüzzaman, 1930'lu yılların idaresini kasdederek, meseleyi bütün yönleriyle gözler önüne sermektedir: "Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın yani Abdülhamid'in yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün;
Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyyetten.".
1952 yılında bazı kimseler, Bediüzzaman'ın sanki İttihâdcıları destekleyerek Sultân Abdülhamid'e muhalif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lahika Mektubunda aynen şunları ifade etmektedir:
"1) Bir adamın kusuru ile başkası mes'ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid'in hükümetlerinin hataları ona verilemez. 2) Bediüzzaman, II. Meşrutiyetin başında, hürriyet-i şer'iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhaliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idaresi için de, "mecburî, cüz'î ve hafif istibdâd", İttihâdcıların zulmü için ise, "pek şiddetli külli istibdâd" tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhurdur: "Eğer meşrûtiyet, İttihâdcıların istibdadından ibaret ise ve şerî'ata muhalif hareket demek ise, bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciyim." 3) Hürriyet, İslâmi terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdada dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur. 4) Abdülhamid'in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halifesi olması, Şark Vilâyetlerini Hamidiye Alayları ve İslâm Kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm'ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayında manevi şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir veli olduğunu açıkça ifade etmiştir. S) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyan eylemiştir.".
O halde başta Bediüzzaman ve Mehmed Akif olmak üzere, büyük İslâm âlimlerinin Abdülhamid'e muhalif oldukları ve hatta aleyhindeki hal' fetvasını hazırladıkları şeklindeki iddialar doğru değildir. Fetvayı zamanın Fetva Emini Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcıların kuklası haline gelen Şeyhülislâm Mehmed Zıyâaddin Efendi imzalamıştır. Bu fetvadaki hal' gerekçeleri tamamen iftiradır. Zira Sultân Abdülhamid'in 31 Mart Vak'asına sebep olduğu zikredilmiştir ki, tamamen yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Dini kitapları yaktırdığı iddia edilmiştir ki, tam bir iftiradır; zira en çok dini kitap onun zamanında basılmıştır. Devlet hazinesini israf ettiği söylenmek-
tedir ki, Abdiilhamldq Zâ\irr\ o\ö\%sA<ö malumudur169.
XXXV- OSMANLI DEVlf] II. MEŞRÛTİYETİNtlM<
devri (inimi
172. Sı/tâ* M
jnühİB clııi
Halk ar Abdülmecid'i! gelen 3. Of Dehası itto Arapça vef Terakkine muştur, tehdid i ahlak ki, Tr Mahmul İttihat dönerr İttıhâo sad şa'nın Harbine tığını anla
BİLİNMEYEN OSMANLI
289
tedir ki, Abdülhamid gibi dindar bir Padişaha bunu isnad etmeye şeytan bile yaklaşmaz. Zâlim olduğu ileri sürülmüştür ki, iktidarı boyunca idam cezasını uygulamadığı herkesin malumudur169.
XXXV- OSMANLI DEVLETİ'NİN YIKILMAYA BAŞLAMASI,
II. MEŞRÛTİYETİN İLANI VE SULTÂN V. MEHMED REŞÂD
DEVRİ (İTTİHAD VE TERAKKİ İKTİDARLARI)
172. Sultân V. Mehmed Reşâd Hân'ın şahsiyeti, ailesi ve zamanındaki mühim olaylar hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Halk arasında Sultân Reşâd olarak meşhur olan V. Mehmed Reşâd hân, Sultân Abdülmecid'in Çırağan Sarayında 1844 yılında Gül-cemâl Kadınefendi'den dünyaya gelen 3. Oğludur. 27 Nisan 1909 tarihinde 65 yaşında Osmanlı tahtına oturmuştur. Dehası itibariyle Abdülhamid ile kıyaslamak mümkün değilse de, İslâm kültürüne vâkıf, Arapça ve Farsça'yı iyi bilen hattat, Mevlevi ve şâir bir padişahdır. Maalesef, İttihâd ve Terakkinin meşru ve gayr-i meşru her isteklerine boyun eğerek padişahlığını doldurmuştur. İttihâdcılar, herkesi 31 Mart mürettibliği ve irtica ile suçlamaya başlamışlar, tehdid ile Tal'at Bey'i Dâhiliye nâzın yapmışlardır. Roma Büyükelçisi olan ve tam bir ahlaksız diye vasıflandırılan İbrahim Hakkı Bey, zorla sadrazamlığa getirilmiştir. Tabii ki, Trablusgarb'ın elden çıkmasına da sebep olmuştur. Hareket Ordusu Kumandanı Mahmûd Şevket Paşa ise, harbiye nâzın olarak kabinede yerini almıştır. Sonradan, İttihâdcılar için "beyinsiz mahluklar" diyerek can verecektir. Kısaca Sultân Reşâd döneminde iktidar, tamamen Tal'at, Enver ve Cemal Paşa üçlüsünün elindedir. İttihâdcıların zorbalığı ile, Kavalalı Hanedanından Mehmed Said Hâlim Paşa sonradan sadrazamlığa getirilmiştir. Hiç bir vasfı olmadığı halde, kurallar çiğnenerek Tal'at Pa-şa'nın sadrazamlığa getirilmesi de bu döneme rastlamaktadır. Son olarak, I. Cihan Harbine Osmanlı Devleti'nin girmesini dahi, Padişaha haber vermeden bu üçlünün yaptığını ifade edersek, Osmanlı Devleti'nin bu dönemde içine düştüğü çukuru daha iyi anlayabiliriz. Kısaca Osmanlı Devleti'nin bu kadar kötü eller tarafından idare edildiği başka bir dönemi mevcut değildir. Maalesef, İttihâdcıların Şeyhülislâmlarından Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi'nin de farmason olduğu açıkça ifade edilmektedir.
Bu kadro iş başına gelince, dış güçler Osmanlı Devleti vatandaşlarını tahrike başladılar. Suriye'de Dürziler, Yemen'de Zeydîler ve Balkanlarda Arnavudlar isyan ettiler. İttihada politikanın iflas ettiğini gören Sultân Reşâd, yanına sadrazam ve diğer devlet erkânı ile Bediüzzaman gibi âlimleri de alarak, Rumeli Seyahatine çıktı. Mahmûd Şevket Paşa'nın büyük kuvvetlerle ve silahla susturamadığı isyanı, 100.000 Arnavud ile Kosova Meydanında namaz kılarak teskin ettirdi (Haziran 1911).
İttihâdcılar kendilerine yakın olan Trablusgarb Valisi Recep Paşa'yı İstanbul'a da-
169 Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 618-619; Büyük Türkiye Tarihi, c. VII, sh. 231-233 (Bu konuyu bütün ayrıntılarıyla bu eserlerde bulmak mümkündür); Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, "II. Sultân Abdülhamid'in Hal'i ve Ölümüne Dair Bazı Vesikalar, sh. 705-748; Badıllı, Tarihçe-I Hayat, c. I, sh. 176-184; Bediüzzaman Said Nursi, Âsâr-ı Bedi'iyye, sh. 312, 376, 361, 364, 408, 462; Müntehab Dosya, sh. 56 (Badıllı'dan naklen); Muvaffak Benil-Merce, Es-Sultân Abdül-Hamld, Kuveyt 1984, sh. 410 (Bütün kitap, Abdülhamid ile ilgilidir). ; ¦
290
BİLİNMEYEN OSMANLI
BİLİNMEYEN OSM»'
vet ederek Harbiye Nâzın yaptılar ve Abdülhamid'in Libya'yı korumak üzere bulundurduğu tümeni, hatalı bir kararla Yemen'e sevk ettiler. Bunu fırsat bilen İtalya, Ittihâdcıiarın adamı ve kendisinin de ajanı olan Emanuel Karaso'yu kullanarak Libya'yı işgal etmek üzere harb ilan etti. Ekim 1911'de İtalyanlar Trablus ve Bingazi'yi işgal ettiler. Ancak Abdülhamid'in burada kurduğu milis teşkilâtı olan Senûsîler ve Kuloğulları sayesinde, Mussolini zamanına kadar Libya'yı tam olarak teslim alamadı. İtalyanlar daha sonra Mayıs 1912'de Akdeniz Adalarının merkezi olan Rodos'u işgal etti. Bu mağlubiyetlerin faturasının İttihâdcı Hakkı Paşa'ya kesilmemesi için İttihâd ve Terakki Partisi, Padişah'a Meclis'i fesh ettirdi ve Hakkı Paşa'yı Londra'ya gönderdi. Ittihâdcıiarın tahriki ile Osmanlı ordusundaki subaylar, ittihâdcı ve halaskar diye ikiye ayrıldılar; çeteler kurarak birbiriyle boğuşmaya başladılar. Bu rezaletin neticesinde Ekim 1912 Lozan Muahedesi ile İtalya Harbine son verildi ve Libya İtalya'ya bırakıldı. 12 Ada ve Rodos Osmanlıya iade edildi.
II. Abdülhamid'in ittihâd-ı İslâm siyâsetini anlamayan Ittihâdcıiarın Hakkı Paşa Hükümeti, ittihâd-ı anâsır diyerek, meşhur Temmuz 1910 tarihli Kiliseler ve Mektepler Kanununu çıkardı. Böylece asırlardır, aralarındaki rekabetle birbirlerine düşen Bulgar, Sırp ve Yunan azınlıklar arasında hakemlik yapılmış ve düşman birleştirilmiş oldu. Bununla da kalınmayarak Rumeli'deki yetişmiş 120 tabur terhis edildi ve yerine acemiler gönderildi. İttihâdcılar bunu yaparken, azınlıklar Rusya ve diğer devletlerin yardımıyla ağır silahlar satın alıyordu; bundan Selanik'te oturan II. Abdülhamid haberdar oluyor; ama ittihâdcıların kulakları kapalı kalıyordu. Rusya ile anlaşan Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan Ekim 1912'de arka arkaya Osmanlı Devleti'ne karşı harb ilan ettiler ve Osmanlı Devleti'ni perişan eden Balkan Harbi başladı. Böyle nazik bir dönemde Osmanlı Hâriciye Nâzın Ermeni Gabriel Noradungiyan Efendi idi. Sonradan Osmanlı Devleti'ne hıyanet etti. Osmanlı Devleti'nin elinde Şark Ordusu denilen 5 kolordu dışında askeri olmadığı gibi, Arnavudlar da, Büyük Arnavutluk hayaliye gayr-i müslim çetelerle birlikte hareket ediyorlardı. Aralarında ittihâdcı ve halaskar diye ikiye bölünen Şark Ordusu, Bulgaristan kuvvetleri karşısında mağlup olarak Kasım 1912'de Çatalca'ya kadar geriledi. Garb Ordusu da Sırplara karşı mağlup olmuştu. Yunanlılar meşhur Preveze'yi aldılar ve 6 Kasım 1912'de Selanik Yunanlılara Tahsin Paşa tarafından teslim edildi. İttihâd ve Terakki'ye göre mehd-i hürriyet olan Selanik, kendi siyâsetleri neticesinde Yunanlılara teslim edilmiş ve orada ikamet eden II. Abdülhamid, göz yaşları içinde İstanbul Beylerbeyi Sarayı'na nakledilmişti. Mart 1913'de Edirne açlıktan dolayı Bulgarlara ve Yanya da Yunanlılara teslim edildi. Abdülhamid'in hal' meselesindeki heyette bulunan Arnavud Es'ad Toptanı Paşa, devlete hıyanet ederek komutan Hasan Rıza Paşa'yı öldürüp İşkodra'ya el koydu. Osmanlı Devleti aleyhinde Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar ve Arnavudlar ittifak etmişlerdi. Arnavudları bu isyana iten sebeplerin başında Ittihâdcıiarın dine aykırı hareketleri geliyordu.
Dostları ilə paylaş: |