BEYEFENDİ’NİN HOŞUNA GİTMEYECEK KARARLARI VERENİN AKIBETİ
Geçen yılın Nisan ayında İstanbul adliyesi hakimleri Metin Özçelik ve Mustafa Başer Silivri’de tutuklu bulunan Hidayet Karaca ve bazı polisleri tahliye ettiği için tutuklanıp Silivri’ye gönderildiler. Halbuki o güne kadar verdiği karardan dolayı bir yargıcın apar topar tutuklanması görülmüş değildi.
O sıralar yargı mensubu bir dostumu ziyarete gittiğimde bunun görevdeki hakim ve savcılara gözdağı vermek, iktidarın hoşuna gitmeyecek kararlar verenlerin akıbetinin hapis olacağını göstermek için yapıldığını anlatmıştı.
Yine o dönemde bir hakim, havuz medyasının çakma amiral gemisinin avukatının kendisine gelerek ‘bu dosya beyefendinin önüne gidecek, kararınızı ona göre verin’ diyerek tehdit ettiğini söylemişti. O hakimin şimdi tutuklu olduğunu söylemeye gerek var mı!
15 Temmuz’dan hemen sonra 3456 hakim ve savcı meslekten ihraç edildi, bunların 2400’ü de tutuklandı. Tutuklananlar arasında 2 bin 250 hakim ve savcı, 102 Yargıtay, 41 Danıştay, 2 Anayasa Mahkemesi ve 5 HSYK üyesi bulunuyor.
Havuz gazetesi yazarını bile isyan ettiren şu hadise o günlerde yaşanmış: Yargı mensubu karı-koca sorguya alınır, tutuklanmazlar. Tekrar alınınca ikisi de tutuklanır. Tutuklama kararını veren hakime hanım bayan meslektaşının boynuna sarılarak güvenlik kameraları karşısında hıçkıra hıçkıra ağlar, “ne olur beni affet bunu yapmaya mecburum kurban sen misin ben miyim hakkını helal et” der. Çünkü tutuklama kararını vermese kendisinin tutuklanacağına inanmaktadır! Ve bu şekilde yüzlerce örnek var.
HAKİM VE SAVCILARIN TUTUKLANMASININ HUKUKİ KARŞILIĞI VAR MI?
Hakim ve savcıların Cumhuriyet Başsavcılıklarınca FETÖ/PDY silahlı terör örgütüne üye oldukları iddiasıyla soruşturulup tutuklanmaları veya meslekten ihraç edilmeleri, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu ile Anayasa’ya aykırıdır.
Hakim ve savcılar hakkında TCK’nın 314/2. maddesinde yer alan silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan soruşturmalar yapılmaktadır. Ve bu soruşturmalar hakim ve savcıların bu suçu görev sırasında ve görevinden dolayı işledikleri varsayımıyla herhangi bir izin prosedürü uygulanmamaktadır. Halbuki Anayasanın 159/9. maddesi hakim ve savcılar için görevleri sırasında ve görevlerinden dolayı işledikleri suçlarda soruşturma yetkisini HSYK ilgili Dairesine ve HSYK Başkanına verilmiştir. Anayasa hükmü hakim ve savcıların görevlerinden dolayı ve görevleri sırasında suç işleyip, işlemediklerini doğrudan soruşturma yetkisini Cumhuriyet Başsavcılıklarına vermemişken, savcılıkların hakim ve savcıların görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında suç işledikleri iddiasıyla CMK’nın 161/8. maddesine göre başlattıkları tüm soruşturmalar Anayasaya aykırıdır.
Aynı şekilde bu soruşturmalar, Hâkimler ve Savcılar Kanununun 88. maddesine de aykırıdır. Çünkü darbe girişiminin bastırılmasında sonra ve darbe ile ilgili olmadıkları ve suçüstü hali bulunmadığı bilinmesine rağmen soruşturma başlatılmıştır.
Tüm bu aykırılıklara rağmen neden 3456 hakim savcı hakkında soruşturma başlatılmış ve meslekten ihraç edilmişlerdir.
Peki, iktidar neden bu hukuksuzlukları yapıyor?
-
Planlanan ve istenilen sayıda muhaliflerin tutuklanmalarını sağlamak, bu şekilde toplumda var olan/oluşturulan tutuklanıyorsa suçludur algısından faydalanmak, Anayasaya göre OHAL’de dahi korunması gereken masumiyet karinesini yok etmek, topluma korku salmak.
-
Soruşturmaları kendi atadıkları ve tamamen kontrollerinde bulunan kolluk kuvvetleri, savcılar ve sulh ceza hakimleriyle yaparak, gizli yürütülmesi gereken bir kısım soruşturma bilgilerini ve ifadeleri kamuoyuna sızdırarak, kamuoyunu yanlış yönlendirerek toplumun desteğini almak.
-
Hakim ve savcılara gözdağı vermek ve korkutmak. Tutuklama kararları vermeyen hakim savcıların açığa alınmaları veya FETÖ/PDY örgütü soruşturmalarında iddianameyi iade eden ağır ceza heyeti hakkında soruşturma başlatılması, bunu doğruluyor. Ve itirafçıların olduğu söylenip 1000 kişinin durumunun incelendiği açıklanarak, korku devam ettiriliyor. Herkes sindirildi. Korku yargıçların ruhunu esir aldı.
-
HSYK seçimleri sırasında Adalet Bakanlığı tarafından kurdurulan ve desteklenen Yargıda Birlik Platformuna üye olan hakim ve savcıların bu soruşturmalarda görevlendirilerek, tüm soruşturma işlemlerinin hükümetin kontrolünde yürütülmesinin sağlanması, soruşturmaya tabi tutulan ve ihraç edilen hakim ve savcıların ise iktidara tabi olmayacak, bağımsız vicdani kanaatlerine göre karar vereceği için muhalif görülen yargıçlardan oluşması, bazılarının kapatılan YARSAV derneğine üye olanlardan olmaları diğer hakim savcılara gözdağı verilip, susturulmak istenmiştir. Bir süre sonra yargı sisteminde bağımsız vicdani kanaatine göre karar verecek yargıç kalmaması amaçlanmaktadır.
…
[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[
Türkiye’de hukuk, demokrasi ve insan hakları bittiği için tüm devlet mekanizması artık ispiyon, fişleme ve ihbarla çalışıyor. Atamalar, terfiler birilerinin şahsi referanslarına göre yapılıyor. Soruşturma ve kovuşturmalardaki kanıtlar, hukuki verilerden değil kimliği belirsiz itirafçıların kendini kurtarmak için ürettiği yalanlardan oluşuyor.
Erdoğan “Eğer sizler gelip bildiklerini anlatmayacak olursanız kusura bakmayın; alır sizi de aynen o cezaevlerine tıkarız” demişti. Adalet bakanı şimdi bu projenin peşinde. Tüm savunma avukatlarını hapse attıktan sonra Cemaate çağrı yapıyor: “Avukatlarınıza danışın, etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanın.”
Önce “hapishanede yer açacağız” gibi hukuk tarihinde görülmemiş bir gerekçeyle 40 bin suçluyu tahliye ettiler. Onların yerine saçma sapan delilleri bahane edip 50 bin masum insanı hapse attılar. Bankada hesap açma, sendikaya üye olma, telefonuna program indirme, 1 dolar taşıma vb. gibi akla ziyan delillerle…
Yüzlerce hâkim bu içi boş kararların altına imza attı. HSYK Başkan vekili “ByLock bizim en güçlü delilimiz. ByLock’un örgüt elemanları dışında başkaları tarafından kullanılabilen bir program olmadığı net” diyerek anlattığı Bylock delili paçavraya döndü. 600 bin telefona indirildiği, 15 Temmuz darbe girişiminden 7 ay önce kullanımdan kalktığı ortaya çıktı.
Yani bu hukuksuzluklara imza atanların güvendiği dağlara kar yağdı. Ufukta hesap verme görününce…
SARAY YARGIÇLARINA KORUMA ZIRHI VE ETKİN PİŞMANLIK
On binlerce insana hiçbir hukuki değeri olmayan safsatalarla tutuklama veren yargıçlar ve onların siyasi patronlarının şimdi iki çaresi kaldı:
1-KORUMA ZIRHI
12 Eylül darbecileri ilerde başlarına bir iş gelmesin diye anayasaya “haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz” maddesi koymuştu.
Şimdinin sivil darbecileri aynı yola başvurdu. Ve önceki gün kanun hükmünde kararnameye aynen şunu yazdılar: “Bu kanun kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz.”
Darbeci zihniyet değişmiyor. Fakat yarın bir gün hukuk geri geldiğinde Saray’ın kanun hükmünde kararnameleri tarihin çöplüğüne atıldığında bu hukuk cinayetlerini işleyenlerin durumu ne olur bilinmez.
Veya KHK’leri kendi yazdırıp kendi imzalayan Cumhurbaşkanı’nın 4 yıllık diploması olmadığı ortaya çıktığında altını imzaladığı binlerce evrakın “butlan” ve “yokluk”la malul olduğu ortaya çıkınca neler olur bilinmez.
2- ETKİN PİŞMANLIK
On binlerce kadın ve erkeği hiçbir maddi delil olmadan tutuklayanların güvendikleri yegâne delil çökünce bu insanları hapiste tutmanın izah edilir yanı kalmadı. Şimdi tutukluları suçlayacak muhbirlere ihtiyaçları var. Çoğu AKP bakanı gibi Türkçe özürlü olan Bekir Bozdağ niyetini ‘anlatım bozukluğu’ eşliğinde şöyle ifade ediyor: “Bazılar belki ceza almaktan kurtulacak, bazıları da çok çok ceza alma imkânına sahip olacaktır.”
Yani elde delil yok. Birileri ihbar ederse “çok çok” ceza verecekler.
Cezanın kaynağı “ispiyon ve ihbar”. Evrensel hukukta karşılığı olmayan arayışlar peşindeler. Ellerinde delil yok. ‘Bankada hesap açmak’ diyorlar dünya kendilerine gülüyor, ‘1 dolar şifre’ dediler âleme rezil oldular. ByLock dediler. Çöktü. Suç içeren tek bir ByLock haberleşme verisi ortaya koyamadılar.
Şimdi insanlara korku salıp, ‘hapse atarız’ diye yalan attırarak delil üretmeye kalkıyorlar.
Kendileri suça battıkları gibi muhbirler üreterek onlara suç işletecekler. Oluşturdukları korku ikliminde ruh sağlığı yerinde olmayanlarla, psikolojik sorunları olanlarla on binlerce tutuklu masuma suç isnat edecekler.
BAŞARIRLAR MI?
Kendilerini yaktıkları gibi muhbirlerin de başını yakacaklar. Bazı insanlar estirilen psikolojik terör sebebiyle ‘hapse atılırım’ korkusuyla çevresini ihbar edecek. ‘Kendimi kurtarayım bari’ diye listeler üretecek. Ama hukuk bir gün geri geldiğinde olan, hem hukuksuz kararları verenlere hem de Bozdağ’ın gazına gelip ‘etkin pişmanlık’ adı altında ‘atfı çürmlere’ girenlere olacak. Haklarında davalar açılacak. Ağır tazminat cezalarına mahkûm olacaklar.
BEKİR BOZDAĞ ACİLEN ‘ETKİN PİŞMANLIK’A BAŞVURMALI
Bence bu yasadan ilk faydalanması gereken kişi Bekir Bozdağ. Neden mi?
Kendisi geçenlerde hizmet hareketine karşı önlem almaya 2010’da başladıklarını söylemişti. Ama önlem aldıkları tarihten 1 yıl sonra meclis kürsüsünde şu sözleri söylemiş: “Fetullah Gülen bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymettir. Seversiniz, sevmezsiniz ama değerli bir insandır, bilge bir insandır. Bu ülkenin milli ve manevi değerlerine bağlı nesillerin yetişmesi için hizmet yapıyor. Her şeyi de açık, devletin denetimi, gözetimi altında açık, her şeyi gözünün önünde…”
Daha sonraki yıllarda hep Hizmet hareketine destek olmuş. Mesela Irmak TV’nin açılışına katılmış ve orada şunları demiş:
“Okullar nasıl yararlı insanlar yetiştirmede hizmet ediyorsa, Irmak TV de sınırların ötesine akmalı, hakikati oradaki insanların gönüllerine akıtmalı. Kur’an ve sünnetten akan ve oradan müminlerin gönüllerine, evlerine akan böylesi bir ırmakla bütün evlerin içi şenlenecektir. Mutlaka Arapça, İngilizce ve başka dillerde yayın yaparak dünya televizyonuna dönüşmeli.”
Şimdi böyle düşünen hemen herkes hapiste.
Ne olur ne olmaz üç gün sonra ulusalcı bir savcı kalkıp kendisini karga tulumba hapse tıkmadan Bekir Bozdağ derhal ‘etkin pişmanlığa’ başvurmalı.
Orada şunları dese kendini kurtarabilir:
“Sayın hâkimim valla billa biz bunlarla mücadeleye 2010’da başladık. O günkü sözlerim takiyye idi. Yani yüzlerine gülüyordum ama münafıklık yapıyordum. İnanmayın övgü sözlerime, ne olur yalvarırım beni içeri atmayın! İşte size cemaate destek olanların kırmızı listesi:
Tayyip Erdoğan’ın Bank Asya’da hesabı yoktu ama bankanın açılışında en öndeydi. Sonra aleni olarak ‘Ne istediler de vermedim’ demişti.
Abdullah Gül yurt dışı Türk okullara referans olmuştu.
Bülent Arınç “Bütün bu siyasi hayatımı 50 ile çarpsanız, bu çocuklar için yapılan hizmetin yanında sıfır derecede kalır” demişti.
Melih Gökçek okul yeri vermişti…”
Bekir Bozdağ böyle 100-200 isim verirse kesin kurtulur. Ama hâkim dönüp şunu da diyebilir: “Tamam Bekir, seni affediyorum ama senin o gün mü yoksa bugün mü takiyye yaptığına dair şüphelerim var.”
[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[
ERDOĞAN’IN SİSTEMATİK İŞKENCELERİ TARİHİN HÜKMÜNÜ BEKLİYOR [AKİF UMUT AVAZ]
Despot Erdoğan liderliğinde kendisini ahlak ve insaftan soyutlamış bir İslamofaşist dikta rejimi altında inim inim inleyen Türkye’nin her köşesinden sistematik işkence feryatları geliyor. Erdoğan Dikta Rejimi, Hizmet Hareketi’ne karşı giriştiği “sosyal soykırım”ı tartışmalı darbe sonrası yaygın şekilde uygulanan sistematik işkencelerle ve intihar süsü verilmiş gözaltındaki infazlarla fiziki soykırım aşamasına taşımış görünüyor.
Bu sistematik işkenceleri emreden ve uygulayan insanlığını yitirmiş zalimler kadar bu feryatlara kulak tıkayan, ses çıkarmayıp “dilsiz şeytanlar” olmayı yeğleyenler de mutlaka tarih önünde mahkum olacak. Buyrun tarihin hükmüne havale edeceğimiz yorumsuz notlarımızı hep birlikte okuyalım.
1987’de Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Komite’yi kuran UNCAT Sözleşmesi’nin 1. maddesine göre işkence, bir kimseye karşı, kendisinden itiraf almak veya üçüncü kişi hakkında bilgi edinmek, kendisinin veya üçüncü kişinin yaptığı veya yaptığından kuşkulanılan bir eylem nedeniyle cezalandırmak veya kendisini veya üçüncü kişiyi korkutmak veya zorlamak amacıyla veya ayrımcılığa dayanan herhangi bir sebeple, bir kamu görevlisi veya resmî sıfatla hareket eden bir başka kişi tarafından veya bu görevlinin veya kişinin teşviki veya rızası veya muvafakatiyle işlenen ve işlendiği kimseye fiziksel veya ruhsal olarak ağır acı veya ıstırap veren herhangi bir eylemdir.
(24 Temmuz günü polis Antalya’da öğretmen Eyüp Birinci ve kayınpederini gözaltına alır) “… Sonunda bir savcı, avukata (öğretmen Eyüp) Birinci’nin hastaneye götürüldüğünü söyledi… Birinci’nin eşi çeşitli hastaneleri aramaya başladı ve nihayet kocasının izini buldu. Ancak hastaneye gittiğinde polis, eşiyle konuşmasına izin vermedi. Tekrar görmeye gittiği savcı ise bu kez eşinin karın ağrısıyla hastaneye yatırıldığını söyledi. Birinci’nin eşi hastaneye geri döndü. ‘Eşimin odasına daldım. Etrafta kimse yoktu. Ona ne olduğunu sordum. Bana polisin kendisini fena dövdüğünü ve o yüzden bağırsaklarının zarar gördüğünü, ameliyat edildiğini söyledi. Ayrıca pantolonunun da yırtıldığını söyleyerek yeni bir tane istedi…’”
Resmî bir BM belgesi olan 1999 tarihli “İstanbul Protokolü”, işkencenin ve sonuçlarının belgelenmesine dair uluslararası yönergeleri barındırır.
“Ertesi gün eşi doktora Birinci’nin durumunu sordu. Doktor… bağırsaklarından 10 santimetre aldıklarını anlattı. …Başhekim aileye daha fazla bilgi verilemeyeceğini ve hiçbir tıbbi belgenin gösterilmeyeceğini söyledi. Birinci’nin eşi, kocasının daha önce hiçbir sağlık sorunu yaşamadığını kaydetti.”
(Eyüp Birinci savcılık ifadesinde:) “Gözlerim bağlı idi… ‘Bildiklerini anlat, Antalya’da ne işin var’ diyerek çırılçıplak soydular… Gözaltına alan, ismini bilmediğim, komiser olduğunu düşündüğüm yüzüme gözüme tokatla vurmaya başladı… Ayaklarımın altına, karnıma vurarak, sonrasında hayalarımı sıkarak ‘seni hadım ederim’ şeklinde sözler söyleyerek işkenceye devam ettiler. Yüzüstü yatırıp sağ kolumu ve sol kolumu geri çevirerek, polis memuru bana bu şekilde işkence yaptı. Sonrasında sırt üstü döndürüp ayaklarımı ıslatıp copla vurmaya başladılar. Sonra her iki koluma da copla vurdular. Boynumu ıslatıp copla boynuma da vurdu… Hatta copu ağzıma sokup ağzımda çevirdi… Sonrasında kaldırıp yumrukla vurmaya başladı. Her vurduktan sonra dik dur diyerek karnıma dakikalarca vurdu. İlk doktor muayenesinin gözaltına alındığı gün karakolda yapıldığını ve doktorun dövüldüğüne dair kanıtları ’basit, ciddi değil’ diyerek görmezden geldiğini söyledi…”
İşkence, bugüne kadar itiraf almak amacıyla en fazla kullanılan şiddet içerikli bir sorgulama yöntemidir. İşkence ayrıca bir baskı yöntemi olarak veya tehdit olarak algılanan toplulukları kontrol altına alma aracı olarak da kullanılmıştır.
“Avukat müvekkilini ilk kez, gözaltına alındıktan altı gün sonra, Vatan Caddesi’ndeki İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde gördüğünde sol omuzunda berelenme, yüzünde yara ve izler, bileklerinde kelepçe izleri gördüğünü söyledi. Müvekkilinin kendisine polisin üç kez gözlerini bağladığını ve alıkonulan başkalarıyla birlikte üst katlardan birine çıkarıldığını anlattığını aktardı. Burada, polis memurları onları Gülen Hareketi’ne mensup olmakla suçlamış. Suçlamaları reddettiklerinde ise polis önce hakaret etmeye, ardından vurmaya ve tekmelemeye başlıyormuş. Müvekkili avukata, kendilerine ve eşlerine tecavüzle tehdit edildiklerini de söylemiş.”
10 Aralık 1948’de BM, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni kabul etti. Bu bildirgenin beşinci maddesi şöyle der: “Hiç kimse işkenceye maruz bırakılmamalı, kimseye zalimce, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele edilmemelidir.”
“Avukat müvekkilinin duruşma sırasında, ilk gözaltına alındığı spor salonunda polisin kendisini ittiğini ve vurduğunu, bu yüzden kollarında ve vücudunda çizikler oluştuğunu anlattığını aktardı. Başındaki izler ve morluklar ise, başını yere vurduklarında oluşmuş… Hakimin kararını açıklamadan önce verdiği arada, kötü muameleyle ilgili şikâyette bulunduğu esnada salona giren bir kıdemli polis memurunun yanına geldiğini anlatan avukat, polisin kendisine ‘senin de gözaltına alınmanı sağlamak çok kolay’ diyerek tehdit ettiğini söyledi.”
“Darbe girişiminden birkaç gün sonra yüksek rütbeli bir subaya adli yardım için atanan bir avukat, müvekkilini Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde ilk gördüğünde alnında ve boynunda yara ve izler, kollarında sıyrıklar, kelepçeden kaynaklanan morluklar ve ayaklarının üstünde sıyrık ve morluklar olduğunu söyledi. Ayrıca bacağındaki yaranın da adeta bir parça et kopmuş gibi gözüktüğünü belirtti.”
BM’in İşkenceye Karşı Konvansiyonu’na göre, bu konvansiyonu imzalayan devletler hiç kimseye cezalandırmak, itiraf ya da bilgi almak, onlara ya da üçüncü şahıslara baskı yapmak amacıyla kasten acı ve ıstırap çektirmeyeceğine söz verir.
“Adli tıp uzmanının incelediği ikinci vaka Gülen hareketiyle bağlantısı olduğu şüphesiyle gözaltına alınan bir işadamıydı. İlk iki muayenede herhangi bir yaralanma izi yoktu. Ancak üçüncü muayenede adli tıp uzmanı işadamının sırtında morluklar gördü. Uzman ‘Morlukların sert zeminde yatmaktan kaynaklandığını söyledi, ama morlukların sebebinin bu olmasına imkân yoktu. Birisi sırtına künt bir cisimle vurmuştu’ dedi.”
“Arkasında birkaç polis ayakta duruyordu. O da masanın önündeki bir sandalyede oturuyordu. Konuşması için normalde kelepçe olarak kullandıkları plastik bantlarla kırbaçlar gibi vurmaya başladılar; yumruklarıyla da başına ve vücudunun üst kısmına vurdular. Elleri kelepçeli olduğundan kendini korumak için hiçbir şey yapamıyordu. Bir aşamadan sonra artık sırtımı döndüm. Ona kaç kez vurduklarını bilmiyorum. Daha fazla bakamadım. Durdurmak için yapabileceğim bir şey olmadığını biliyordum. En sonunda ifade verdi… Avukat, normalde bu koşullar altında ifade tutanağını imzalamayı reddedeceğini ya da tutanağa koşullarla ilgili bir not ekleyeceğini, ama bu kez ikisini de yapamayacak kadar korktuğunu söyledi.”
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, işkenceyi çok ciddi bir insan hakları ihlali olarak görür. 3. ve 4. Cenevre Konvansiyonu’nu imzalayan devletler, silahlı çatışma durumlarında bile insanlara düşman kampın sivillerine ve savaş esirlerine işkence yapmayacağını beyan eder.
“(Sırtının alt tarafında büyük morluk olan) subay kötü muameleye ilişkin şikâyetini avukatın da hazır bulunduğu sorgu sırasında bir polis memuruna da tekrarladı. Ancak polis memuru iddiayı dikkate almayarak bu yaraları darbe gecesi kavga sırasında almış olabileceğini söyledi. Avukat, ifade tutanağında müvekkilinin kötü muamele iddialarına yer verilmediğini, kendisinin de tutanağa bununla ilgili bir not düşemeyecek kadar korktuğunu söyledi.”
Üçüncü (CSIII) ve Dördüncü (CSIV) Cenevre Sözleşmeleri’nin 3. maddelerinde şöyle denilmektedir: “Uluslararası olmayan silahlı çatışmalarda silahlarını bırakan silahlı kuvvetler mensupları da dahil olmak üzere, husumette etkin bir şekilde rol almayan kişilere… bütün hallerde insanca muamele edilecektir ve hiçbir şekilde kişiye ve yaşama karşı şiddet, özellikle de her tür cinayet, sakatlama, zalimane muamele ve işkence veya kişisel onura karşı hakaret, özellikle de aşağılayıcı ve küçümseyici davranış olmamalıdır.
“(Avukat Gülhan) Kaya, müvekkillerinin anlatımlarını aktararak, polisin onları soyunmaya zorladığını, kavurucu güneş altında saatlerce tuttuğunu, ağır dayak atıp copla tecavüz etmekle tehdit ettiğini anlattı. Ayrıca testislerini de sıkmışlar. Gözaltındaki müvekkillerinin anlattıklarını aktaran Kaya, bir polisin müvekkillerine … oradan canlı çıkamayacaklarını, çünkü artık polisin onları 30 gün boyunca tutmaya hakkı olduğunu söylediklerini kaydetti… Kaya, müvekkillerinin karınlarında, sırtlarında ve omuzlarında morluklar, yüzlerinin yan taraflarında ise çizikler gördüğünü anlattı. Birinin tek omuzunda yanık izine benzeyen bir iz de gördüğünü belirtti.”
CSIV’ın 32. maddesi şöyle der: Korunmuş kişiler cinayet, işkence, fiziksel cezalandırma, sakatlama, tıbbî ve bilimsel deneylere… ayrıca ister sivillerce ister askerî yetkililerce uygulansın diğer herhangi bir zulüm aracına karşı korunma hakkına sahiptirler.
“Avukat, müvekkilinin anlattıklarını şöyle aktardı: polis ilk önce arkadaşını gözaltına almış ve işkence yaparak kendisini ihbar etmesini sağlamış. Polis müvekkilini karakola getirdikten sonra, yoğun olarak dövmüşler. Karısını karakola getirip tecavüz etmekle tehdit edince, suçlamaları kabul etmeye karar vermiş. Polis, kendisinin önünde itirafı kayıt altına alması için farklı bir adli yardım avukatını getirmiş. Ancak müvekkili bu koşullarda ifade vermeyi reddedince polis bir kez daha karısına tecavüz edeceği tehdidinde bulunmuş ve müvekkili sonunda suçlamaları kabul etmiş. Sağlık raporunu avukat görmese de, kendisi gören müvekkili avukata, doktorun kendisini karakolda muayene ettiğini ama raporda iyi olduğunu yazdığını söylemiş.”
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. Maddesi de “Hiç kimse işkenceye, insanlıkdışı veya onur kırıcı muamele veya cezaya maruz bırakılamaz” der.
“Beni avukat görüşü diye 3 gün boyunca her gün sorguya götürdüler (İstanbul-Vatan’da). Üzerimdeki kıyafetleri indirip ve yırtarak cinsel organlarımızı sıkma, darp etme, iğrenç yönelimlerde bulunarak, tehditler savurdular. “Anneni buraya getirdim konuşmazsan gözünün önünde ona tecavüz edeceğim” dediler. Kafama bir torba geçirip ellerimi arkadan bağlayıp kafamı yere, duvara vura vura beni domalık dedikleri bir pozisyona getirerek “yok mu buna tecavüz edecek babayiğit” diye bağırıp gülüyorlardı. Vücudumun her yerini darp içinde bıraktılar…. İşlemediğim bir suçu, hayatımda görmediğim tanımadığım birini tanıtmak için “tanıyacaksın yoksa sana daha çok şey yapacağız” gibi hakaret ve tekmelerle üstüme geliyorlardı. Sonra “7-8 kişiyi mahkemeye getirtir, üstüne ifade verdiririm, bir daha dışarıyı göremezsin; eğer suçu kabul edip isim vermezsen hayatını kaydırırız” dediler. Darp raporları aldığım hergün beni bir kez daha darp ediyorlardı… ‘Sen istediğin kadar rapor al, bize sökmez, herşey bizim elimizde’ dediler.”
Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, işkence ve zalimane, insanlıkdışı ve onur kırıcı muamele ve cezayı açıkça yasaklamıştır.
“Adli tıp uzmanı… Polis bu kişiyi 36 saat boyunca elleri arkadan bağlı, alnı yere değecek şeklide eğilmiş halde dizleri üstünde oturtmuş. Ne zaman hareket etmeye kalkışsa polis sırtına ve başına kemerle vuruyormuş… Adli tıp uzmanı ‘Vücudunda morarmamış yer yoktu ve zorlayıcı poziyonda tutulduğu için ‘donmuş omuz’ hastalığından şikâyetçiydi’ dedi.”
BM’nin Mahpusların Islahı İçin Asgari Standart Kuralları, disiplin cezası olarak bedensel ceza, karanlık bir hücrede bırakarak cezalandırma ve bütün zalimane, insanlıkdışı ya da onur kırıcı cezaların bütünüyle yasaklandığını belirtmektedir.
“Müvekkili avukatına gözaltı merkezine bir doktorun geldiğini, ama kendisine yalnızca birkaç soru sormakla yetinip herhangi bir muayene yapmadığını anlatmış… ‘hasta kötü muameleden yakındı’ diye not düşmek dışında hiçbir yarasını kayıt altına almamış. Sonrasında polis telefonuyla raporun bir fotoğrafını çekip birine göndermiş. Müvekkili avukata, karakola döndüklerinde polisin doğrudan yanına götürdüğünü kıdemli bir polisin kendisine vurmaya başladığını ve doktora kötü muameleden şikâyet ettiği için cezalandırdığını söylediğini aktarmış… Müvekkillerinden birinin, içerideki bir adamın kolunun kırık olmasına rağmen çok korktuğu için doktora görünmek isteyemediğini anlattığını aktardı. Avukat ’Çok korkuyorlar. Artık hukuk filan kalmadı’ dedi.”
UNCAT’ın 2. maddesi der ki: “Her bir taraf devlet, kendi egemenliği altındaki topraklarda işkenceyi önlemek için etkili yasal, idarî, yargısal veya diğer tedbirleri alır. Her ne olursa olsun, savaş durumu, savaş tehdidi, iç siyasal huzursuzluk veya diğer olağanüstü hal gibi herhangi bir istisnaî durum işkenceyi haklı göstermek için ileri sürülemez. Bir amirin veya bir kamu makamının verdiği bir emir işkenceyi haklı göstermek için ileri sürülemez.
-
Muhtarlar Toplantısı’nda konuşan Erdoğan: “Son zamanlarda bir mağduriyet edebiyatıdır gidiyor. Şu anda tutuklu olanlar mağdurmuş… Kim ki bunlarla ilgili FETÖ terör örgütünün mensupları sebebiyle mağduriyet edebiyatı yapıyorsa kusura bakmasınlar, ihanet içindedir… Karısına kocasına evladına sahip olma, sonra içeri girince benim evladım mağdur. Himmet toplantılarında bunca parayı toplayacaksın sonra benim evladım mağdur…”
UNCAT’ın 16. maddesi der ki: Her bir taraf devlet, kendi egemenliği altındaki bir ülkede, birinci maddede tanımlanan işkenceye varmayan diğer zalimane, insanlık dışı veya onur kırıcı muamele veya ceza edimlerinin bir kamu görevlisi ve resmî sıfatla hareket eden bir diğer kimse tarafından veya bu kimsenin teşvîki veya rızası veya muvafakati ile işlenmesini önlemeyi taahhüt eder.
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş: “FETÖ mağdurları, böyle bir şey yok. FETÖ mağdurları kavramı bizzati FETÖ’nün algı operasyonunun aracıdır. Bu memlekette FETÖ’nün mağdur etmeye kalkıştığı 79 milyon milletimiz var. Dolayısıyla bu tabiri kullanmayalım… Kimse bizden bu konuda merhamet beklemesin. FETÖ ile mücadele yufka yüreklilikle yapılacak bir şey değildir. Öyle bir noktaya iş getirilmek isteniyor ki, ‘efendim ona dokunmayın, berikine dokunmayın!” Eee kime dokunacağız?”
İşkencenin ve İnsanlık Dışı veya Aşağılayıcı Davranışların veya Cezalandırmaların Önlenmesine Yönelik Avrupa Sözleşmesi’nin 1. maddesi, sözleşmeyle aynı isimle anılan komiteyi (EPT), özgürlüğünden mahrum edilmiş kişilere karşı muameleleri incelemek ve işkence ya da aşağılayıcı davranış veya cezalandırılmalardan korunmaları amacıyla ziyaretlerde ve inecelemelerde bulunmakla görevlendirmiştir.
EPT ve diğer yerel ve uluslararası insan hakları kuruluşlarının inceleme yapmasını engelleyen Adalet Bakanı Bekir Bozdağ: “Türkiye’de kötü muamele ve işkence kime yapılmış kardeşim, isim yok. Kim yapmış, isim yok. Hangi ceza veya tutukevinde yapılmış, adres yok, ne zaman yapılmış, yok. Hem bunları söylemiyorlar, hem de Türkiye’yi suçluyorlar.”
—
Not: Yazıda alıntı yapılan sistematik işkence vakalarını “Açık Çek –Türkiye’de Darbe Girişimi Sonrası İşkenceye Karşı Koruma Tedbirlerinin Askıya Alınması” ( https://www.hrw.org/sites/default/files/report_pdf/turkey1016turkish_web.pdf ) başlıklı raporunda biraraya getirerek tarihin yargısına emanet eden İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne (HRW) teşekkürü bir borç bilirim.
[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[
SAVCI VE HAKİMLER SUÇ İŞLİYOR, HAMİLE KADIN TUTUKLANAMAZ [ALİ MİRZA YAZAR]
15 Temmuz darbe girişiminin ardından AKP iktidarının Gülen cemaatine yönelik başlattığı kitlesel kıyımda kanunlar görmezden geliniyor.
Hamile veya emzikli çocuğu olan kadınların gözaltına alındığı, tutuklandığı hatta işkenceye varan muamelelere maruz kaldıkları, şüpheli yakınlarının beyanlarıyla kamuoyuna yansıyor. Gazeteci Tuğba Tekerek başta olmak üzere tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen birçok kişinin bu yöndeki demeçleri de zaman zaman medyada haber oluyor.
Yaşanan bu dram örnekleri, hamile veya bebeği olan annelerin gözaltına alınması ya da tutuklanmasının hukuki karşılığı var mı? sorusunu gündeme getirdi.
Konuya ilişkin görüşlerine başvurduğumuz hukukçuların birleştiği nokta şu: ‘Ceza yasalarında bu husus açık bir şekilde düzenlemiş. Hamile ya da altı aydan küçük bebeği olan kadınların tutuklanması iç hukuka göre mümkün değildir.’
Hukukçular, 5275 sayılı Ceza İnfaz Kanununun 16’ya 4. Maddesine dikkat çekiyor:
“Hapis cezasının infazı, gebe olan veya doğurduğu tarihten itibaren altı ay geçmemiş bulunan kadınlar hakkında geri bırakılır. Çocuk ölmüş veya anasından başka birine verilmiş olursa, doğumdan itibaren iki ay geçince ceza infaz olunur.”
Bu kanunun 116. Maddesi de bu durum “tutuklular hakkında da uygulanır’’ şeklinde kesin hüküm içeriyor. Ancak tüm bu bağlayıcı kanunlara rağmen, gözaltı kararı veren, tutuklamaya sevk eden hâkimler göz göre göre suç işlemeye devam ediyor.
Dostları ilə paylaş: |