Asıl+ Kendi Gerçekliğinin Üstünü Örtmek ya da Fasıklık Cilt 1



Yüklə 1,31 Mb.
səhifə11/17
tarix06.03.2018
ölçüsü1,31 Mb.
#44364
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   17
    Bu səhifədəki naviqasiya:
  • Not 5 .
Not 4. Uygulamada her zaman olmasa bile, erken dönem Amerikan politikası teoride daima Aydın­lanma prensiplerini benimsemiştir. On sekizinci yüzyılın sonlarındaki Amerikan devlet adamları, tıpkı günümüzdeki Avrupalı devlet adamları gibi, ticaretin erdemlerini ulus­lararası gelişim için gerekli görmüş, uluslararası kanunla­rı ve uluslararası görüşleri kaba güce tercih etmiştir. Genç ABD, Kuzey Amerika kıtasında yaşa­yan daha zayıf halklara karşı gücü elinde tutuyordu ama konu Avrupalı devlerle başa çıkmaya geldiğinde, kaba güçten diplomasiye dönüş yapıyor, on sekizinci -ve on dokuzuncu- yüzyıl Avrupa imparatorluklarının güç poli­tikalarına lanetler yağdırıyordu. Ama zayıf olduklarını bilecek kadar gerçekçiydiler ve gerek bilinç gerekse bilinçaltı seviyede, dünyada istediklerini elde edebilmek için zayıfların kurallarıyla oynuyorlardı. Güç politikalarını aşağılıyor, savaştan ve askeri güçten hoşlanmadıklarını ifade ediyorlardı. (Kagan, R. Cennet ve Güç, s.18.)

Ancak ABD kendi özerkliğiyle ilgili olarak son derece kıskanç davranırken kendi tarihinin geri kalan bölümün­de, özellikle son yüzyılda diğer ulusların özerkliğine pek fazla saygı duymamıştır. Gerekli olduğunu düşündüğü her yerde ve her durumda müdahale etme hakkını ken­dinde görmüştür; Latin Amerika'dan Karayipler'e, Kuzey Afrika'dan Orta Doğu'ya, Güney Pasifik'ten Doğu As­ya'ya ve son olarak yirminci yüzyılda Avrupa'ya kadar. (Kagan, R. Cennet ve Güç, s.67) Son 10 yılda da Müslüman coğrafyasına pis elini uzatmaktan kaçınmamıştır.

ABD ülkelerin davranışlarını düzenlemede daima uluslararası kanunlara başvuruyor, Büyük Britanya ve Fransa’yı dizginlemek konusunda başka şansları olmadığını biliyorlardı. Uluslararası kanunlarda şu fikirlerin geçtiğinin farkındaydılar: "Güç ya da zayıflık... hiçbir şey ifade etmez. Bir cüce, bir dev kadar bütün bir adamdır; küçük bir cumhuriyet, en güçlü krallık kadar özerklik sahibidir.” son on yıllarda, güç denge­sinin belirgin bir şekilde değişmiş olmasıydı.

Günümüzde gücü eline geçiren ABD ulusla­rarası meselelerde tek yanlılığı giderek daha fazla vurgulamaktadır. Birleşmiş Milletler gibi uluslararası ku­rumlarla çalışmak, ortak amaçlar peşinde koşmak için diğer uluslarla işbirliği yapmak konusunda giderek da­ha az hevesli olurken, uluslararası kanunlara giderek daha şüpheci yaklaşmakta, gerekli ve hatta kendileri için yararlı gördükleri durumlarda uluslararası kanunla­rın dışına çıkmaktan çekinmemektedir. ((Kagan, R. Cennet ve Güç, s.13.)

Buna 11 Eylül saldırılarını ve Cumhuriyetçi Parti iktidarını bahane olarak ileri süren ayrıca ABD’nin yaptıklarında haklılık payı olduğunu söyleyen yazarlar vardır. Eski Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fisher, ABD’nin özgürlük ve demokrasi eksenli çok taraflı yaklaşımından vazgeçmesinin 11 Eylül terörist saldırılarından önce başladığını vurgulamaktadır. Soğuk Savaş sonrasında ABD uluslararası sistemin kurallarını artık bir engel olarak algılamaya başlamıştı. Özellikle ABD’li muhafazakârlar, bu engellerin aşılması gerektiğini bildiriyorlardı. Bu nedenle bu sisteme saldırılar başlatılmıştır. (Silinir, M. ABD gücünün geleceği, s.107.) Ancak Demokrat Partili başkan Clinton da baba ve oğul Bush yönetim dönemlerinin arasında aynı tutumu gösterdiği gözlerden uzak tutulmaya çalışılmaktadır.

Avrupa ise günümüzde Hobbesian güç politikasını eleştirmektedir. Yeni ve ideal olduğunu ileri sürdüğü ilişkiye ve iletişime dayalı uluslararası siyaseti savunmaktadır. Son yüz­yılda ve daha fazlasında kendilerine böylesine acı ve yıkım getiren güç politikalarını reddetmişlerdir. (Kagan, R. Cennet ve Güç, s.71.)

ABD’nin bu güç politikaları Avrupa'nın yeni ideallerine bir saldırı, bu ideallerin evrensel geçerliliğinin reddedilişidir; ve bu açıdan on sekizinci ya da on dokuzuncu yüzyıllar­da Avrupa monarşilerinin Amerikan cumhuriyetçi ideallerine yönelik saldırılarından bir farkı yoktur.

Avrupalıların asıl korkusu insanlığın göreceği zarar, İdeallerine yönelik saldırı ve ABD’nin onları kontrol etmeye kal­kışması değil, ABD üzerindeki kendi kont­rollerini kaybetmek ve dolayısıyla dünya meselelerini yönlendirme becerisinden yoksun kalmaktır. (Kagan, R. Cennet ve Güç, s.147)

Javier Solana'nın dediği gibi, “Birçoğumuz bir kutuda­ki 'araçlar' olmaktan çok, 'müttefik' ya da 'ortak' olarak anılmak isteriz. Eğer Birleşik Devletler bir kez daha ken­dini Avrupalı müttefiklerine bağlamayı düşünecekse, Av­rupalılar da buna karşılık olarak ihtiyacı olan destek ve yasallığı sunacaktır.” Irak savaşından önce Solana şöyle diyordu: “Dostlarına müttefik gibi davranırsan, onlar da müttefik gibi davranırlar. Liderliğini onaylar ve destekler­ler.” (Aktaran; Kagan, R. Cennet ve Güç, s.180. Solana, "The Future of Transatlantic Relations: Reinvention or Re­form?" Progressive Governance, 10 Temmuz 2003.) Bugün yasallık krizi aslında sadece ideallere bağlılık ve kanunların prensipleri veya BM Güvenlik Konseyi'nin mutlak otoritesi değildir. Aynı zamanda Atlantik Okyanusu'nun iki tarafındaki güçlerin etki mücadelesidir. Bu, Avrupa'nın tek kutuplu duruma verdiği tepkidir. (Kagan, R. Cennet ve Güç, s.180)
Not 5. Kölelik, Batı dünyasında acımasızca uygulanmıştır. Teorik olarak Hıristiyanlığın köleliğe karşı olduğu ileri sürülse de Hıristiyan toplumlar kölelik ve ıkçılıkta kötü bir sınav vermiştir. İslam’da karşılıklı savaş durumu hariç köle edinilmez. Hür insan köle edilemez. Her doğan kişi hürdür. (En-nedvi, ebu’l-Hasan. Müslümanların Çöküşüyle Dünya Neler Kaybetti, s.75). (Muhammed Kutup, İslamın Etrafındaki Şüpheler. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler. Bernard Levis, Ortadoğu’da Irk ve Kölelik)

Afrika'da uygarlıkların sonunu getiren köle ticareti, aslında Avrupalıların Afrikalı yerli kabilelere dayattığı bir sistem değildi. Önceden beri Afrika toplumlarında kö­leler kullanılıyordu. Arap tüccarlarının köle satın almak için Afrika'ya geldiği de önceden beri biliniyordu. Bu­nunla birlikte bu ticaret küçük bir azınlığı kapsıyordu. Sa­vaşlar nedeniyle elde edilen tutsaklar, sarayların köle ih­tiyaçlarını karşılamaya yetiyordu. İşgücü sıkıntısı başladığında Avrupalılar bu kurumdan yararlanmaya çalış­tı. Bu nedenle başlangıçtaki küçük bir azınlığı kapsayan kölecilik, tüm Afrika toplumunu yok olma aşamasına geti­ren bir dünya ticaretine dönüştü.

Kölecilik olgusunu Avrupalılar açısından bu derece önemli kılan ve kölelerin Yeni Dünya diye tanımlanan Amerika kıtasına taşınmasını sağlayan gelişme, plantasyon tarımı ve özellikle de şeker plantasyonları ile yakından ilgi­liydi. Karlılığın yüksek olması Avrupalıları Afrikalı kölelerin çalıştıracağı şeker kamışı plantasyonları (ve başka plantasyonlar) kur­maya yöneltti. Şeker kamışı Yeni Dünya'nın kıyılarındaki adalara ulaştığında, köle ticareti de büyümeye başladı. Bir ton şeker başına 1 köle ölmektedir. (Attali, J. 1492, s. 282.) 1480'li yıllarda bile Avrupalılar, köle ticaretini önemli bir gelir kaynağı olarak değerlendiriyordu. Ancak Yeni Dünya yerleşime açıldığında bu ticaret görülmemiş boyutlara ulaştı. Amerika Kıtası'nın keşfedilmesi ve yerleşime açılma­sıyla, Amerikanın yerli halkını yok eden sömürgeciler, işgücü sıkıntısı çekmeye başladıklarında akıllarına gelen tek yol köle ticaretini sürdürmek oldu.

“1486–1641 yılları arasında, sadece Angola'dan 1.389.000 köle getirilmişti. 1580 ile 1680 arasındaki yüzyıl içinde, Angola ve Mozambik'ten Brezilya'ya bir milyondan fazla köle taşındı. 1783–1793 arasındaki on yıllık süre içinde, zenci taşıyan Liverpool limanının gemileri, Yeni Dünya'ya üç yüz binden fazla köle getirdiler.”

Thomas Paine’in “Amerika’daki Afrikalı Köleler” başlıklı denemesinde bu durum şu şekilde ifade edilmektedir: “Aşağılık ve insanlık dışı yöntemlerle, söylendiğine göre, İngilizler yıllık olarak yüz bin kişiyi köleleştirmişlerdir; bunların da otuz bininin ilk yıl içinde barbarca muamele sonucu öldüğü sanılmaktadır…” (Ruhi, E.M. http:///www.akader.info/KHUKA)

Köle ticaretinin ve köle emeğini kullanmanın yarat­tığı olanaklar tüm Avrupalı güçleri bu alanda var olmaya zorluyordu. Ancak İngilizler kısa sürede hem plantas­yon tarımında, hem de köle ticaretinde rakiplerinin önü­ne geçmeyi başardı. 17. yüzyıldan sonra Afrikalı köle ticareti korkunç boyutlara ulaştı. “Yüzölçümü yalnızca 430 kilometre kare olan Barba­dos'a, 1701'den 1810'a kadar 252.000 Afrikalı köle ge­tirildi. 1655'te İngilizlerce istila edilen Jamaika da aynı 'ekonomik gelişme' kalıbını izledi; aynı 109 yıllık dö­nemde buraya getirilen köle sayısı 662.400'dü.” Kısa sürede rakamlar öylesine arttı ki; yolda ölenler, ka­çarken vurulanlar da sayıya eklendiğinde köle ticareti, de­vam ettiği yaklaşık 350 yıl boyunca Afrika'daki sağlıklı tüm kadın ve erkeklerin kaderi haline geldi. Güçlü, kuv­vetli hiçbir Afrikalı, köle olmaktan kurtulamadı. Kölelik esnasında Afrika’nın insan kaybını 10 milyon ile başlatıp 200 milyona kadar çıkarılan rakamlar vardır.(Roger Garaudy, İslamın Va’adettikleri, Tarık Aygün Efendiliğin Reddi) (Bugünkü nüfus rakamlarına oranlandığında bu 100 milyon ile 2 milyar rakam olarak değerlendirilebilir.) Köle emeğine dayalı muazzam üretim, Avrupa'nın temel iktisadi yapısını da şekillen­dirmekte gecikmedi. Sömürgelerin yağmasından elde edilen gelir bir yana konursa, Avrupa'da 1500'lü yıllar­dan sonra belirleyici eğilim; köle kullanımı nedeniyle üretimden ticarete ve toplumsal ilişkilere dek, her alan­da kapitalist sistemin yeniden organize olmasıydı. Marx, köleliğin yarattığı değişimi şöyle ifade ediyordu:

“Doğrudan kölelik, makineler, krediler vb. kadar bu­günkü endüstrimizin temel direğidir. Kölelik olma­dan pamuk olmazdı, pamuk olmadan da modern en­düstri olmazdı. Sömürgelere değerini kölelik kazan­dırmıştır; sömürgeler dünya ticaretini yaratmıştır; dünya ticareti ise geniş ölçekli makine endüstrisinin zorunlu koşuludur. Zenci köle trafiği başlamadan ön­ce, sömürgeler Eski dünyaya yalnızca birkaç ürün sağ­lıyordu ve dünyanın çehresini gözle görülür biçimde değiştiremiyorlardı. Bu nedenle, kölelik, en yüksek öneme sahip bir ekonomik kategoridir.” (Aygün T. Efendiliğin Reddi, s. 160–166, 342–345)

Komünist düşüncenin diğer duayeni Engels’e göre de tüm ekonomik, siyasal ve düşünsel evrimimizin ön koşulu olarak, köleliğin zorun olduğunu unutmamalıyız. Kölelik olmasaydı, çağcıl sosyalizm de olmazdı. (Engels, Friedrich, Tarihte Şiddetin Rolü, s. 183)

Hz.Ömer’in valilerine yazdığı mektup bu konuyu daha da açıklayacaktır: “Müslümanlar kâfirlere ganimet gözüyle bakmamalı, aranızda [köle olarak] paylaşmamalısınız... Şayet onlardan kelle vergisi alırsanız üzerlerinde hiçbir hak ya da iddianız kalmaz… Onlara kelle vergisi koyun ve köle etmeyin ve Müslümanların onlara eziyet etmelerine veya zarar vermelerine veya caiz görü­len ölçü dışında mülklerini tüketmelerine izin vermeyin, ama onları soktuğunuz durumu adaletle ve imanla kolla­yın; bütün yapmanız gereken budur.” (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 43) Lewis, B. Ortadoğu; İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, s.262-268.)

Avrupa’nın köleliğini köleliğin binlerce yıldır uygulandığını ileri sürerek mazur gösterme gayretkeşliği iki yönden hatalıdır. Kapitalist anlayışın getirdiği sınırsız kar çılgınlığı ve ırkçı nefreti kullanarak renginden dolayı köleyi insan statüsünden daha aşağı gören anlayış ile insanlık dışı muameleye tabi tutma farkını göz ardı etme vardır.(Zinn, H. Öteki Amerika 1. s. 47.)



Not. 6 Batı ‘da 1800 yılların başına kadar felsefe Uzakdoğu, Mezopotamya, Mısır ve Yunan ile başlatılırdı. Yunan paralı askerleri ve tüccarları tüccarla­rı Ortadoğu'nun çeşitli yerlerini keşfederek, bu yabancı diyar­lardan Yunan bilim adamlarının ve filozoflarının giderek artan entelektüel ilgilerini çekecek bilgiler getirmişlerdi. (Lewis, B. Ortadoğu; İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, s. 37.) Hatta Montesquieu daha 1700 yıllarının ortasında Avrupa felsefesinin eşdeğeri olarak Şark bilgeliğini koyar. O güne kadar insanlığı yaşadığı gelişmeleri diğer ırklar tarafından başlatıldığı ancak mükemmelliğe Avrupa’da ulaşıldığı iddia ediliyordu. Önceleri bu gelişme çizgisi Mısır’dan Fenikelilere oradan da Yunanlılara uzatılıyordu. Ancak bir müddet sonra bu çizgi Mısır’ı devreden çıkararak Fenikeliler’den başlatılacaktı. 1800 yıllarında Çin, Hind, Pers ve Mısır etkisinden sonra Fenikeliler’de kenara itilecekti. (Martin Bernal, Kara Atena, s.291–295, Spengler, Oswald. Batının Çöküşü, s.29. Gerard Delanty Avrupa'nın İcadı Fikir, Kimlik, Gerçeklik, S.26, 28) Alman filozof ve tarihçi Karl Jaspers, MÖ 600 ile 300 arasın­daki yılları, birbirleriyle ilişkileri olmayan, birbirlerinden uzak ülkelerde yaşayan halkların entelektüel ve manevi gelişimleri açısından "mihver dönemi" olarak nitelendirmiştir. Bu dönem, İran'da, Zerdüşt'ün ve önemli havarilerinin; İsrail'de, peygam­berlerin; eski Yunan'da, filozofların; Hindistan'da, Buda'nın; Çin'de, Konfüçyüs'un ve Lao-Tse'in birbirlerini tanımadan yaşadıkları yıllardır. Hindistan'dan gelen Budist misyonerlerin, Ortadoğu'da birtakım etkinliklerde bulunmuş oldukları sanılmaktaysa da, bu konuda çok az bilgi vardır; çok az etkileri­nin olduğu anlaşılmaktadır. (Lewis, B. Ortadoğu; İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, s. 37.) Aslında Platon’un Phaidon diyalogu bu etkilenmenin varlığını hissettirmektedir. Daha sonra Avrupalı felsefe tarihçileri ve özellikle germenler tarafından oluşturulan yeni felsefe tasavvuru, kendi köklerini Antik Yunan’da bulmaya başladı. (Yılmaz, A. Doğu’nun Talan ve İnkarı, s. 39) Böylece son yüzyılda Antik çağlardan günümüze uzanan felsefî faaliyet, Batı felsefesi adıyla adlandırılır oldu. Felsefe yapmanın tek bir tarzı hatta tek bir batılı tarzı olduğu gibi bir paradigma oluşturuldu. Batı tarzı felsefenin ayırıcı özelliği, rasyonel delillendirme ve sistemli akıl yürütmedir. Aklın egemenliği­nin eleştirisi bile bu araçlarla yapılmak durumundadır. Böylece “doğuda (Batıdaki türden bir) felsefe yoktur” anlayışı zımnen veya alenen dile getirilmektedir. Bu paradigmaya esir olmadan felsefeyi insan topluluklarının kültürlerinin billurlarmış bir biçimi olarak ele almamız gerekmektedir. Farklı kültür­lerin farklı felsefe yapma tarzları olabileceği kabul edilmelidir. Her topluluğun kendine özgü bir felsefe yapma yolu­ olabileceği kabul edildiğinde insanlığın kullanımına sunabileceği farklı felsefi ürünler karşımıza çıkacaktır. Batılıların anladığı manada din doğu’da gözlenmez. Din ve felsefe iç içedir. Batılıların bu tutumu anlamakta biraz güçlük çekmeleri, başkaları­nı kendilerini ölçü alıp yargılamaktan, kendi kafaların­daki şeyleri onlarda da görmek istemekten kurtulamamalarındandır; isterler ki Doğulular da onlar gibi düşünsün. Başka düşünce tarzları olabileceğini akılla­rına bile getiremezler. (Rene Guenon, Doğu ve Batı, s.37, 137–8). Benzer şekilde uygarlık tanımlamalarında da Batılılar, Rönesans’la beraber, ken­dilerini eski Greko-Romen medeniyetin kesinkes mi­rasçıları ve devam ettiricileri gibi görmeğe ve geri kalan her şeyi sistematik olarak bilmezlikten gelmeğe veya bilmek istememeğe başlamış, bunu bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Batılılar, insanlığı Yunanlılarla başlatır, Romalılarla devam ettirir ve sonra, Ortaçağ'a tekabül eden dönemi bir uyku dönemi olarak görür. Bunun temelinde beyaz ırkçılık yatar. (Rene Guenon, Doğu ve Batı, s. 28, 137) Ayrıca bakınız; Martin Bernal, Kara Atena, (çev. Özcan Buze), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2003. John M.Hodson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökleri. YKY, İstanbul, 2007. Arslan, Ahmet. İslam Felsefesi Üzerine, Vadi Yayınları, Ankara, 1999 ve Arslan, Ahmet. Bir İslam Felsefesi Var mıdır? Felsefe Yazıları-Yazko–2.Kitap–1982, s.28–57. ve Arslan, Ahmet. Yunan tarzında felsefe veya saf felsefe geleneği, Felsefe 2002, TÜSİAD Yayınları, İstanbul 2002, s. 265–277. Bulaç Ali. Din-Felsefe Vahiy-Akıl İlişkisi, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995. s. 13–73. Farabi. Mutluluğun Kazanılması, (çev. Arslan, Ahmet), Vadi Yayınları, İstanbul, 1999. Çevirenin önsözünde Ahmet Arslan, s.13- 14. Farabi, İdeal Devlet (el-Medinetü’l Fazıla). (Çev. Ahmet Arslan), Vadi Yayınları. Ankara, 1997. Önsöz, s.16. Gerard Delanty Avrupa'nın İcadı Fikir, Kimlik, Gerçeklik, S. 134.

Spengler’e göre ise Mısır için M.Ö. 3000 yıllarından ve hatta daha öncesinden, çoğu kralların isimlerine ve kesin saltanat tarihlerine sahibiz. Yine Spengler’e göre Solon öncesi Yunanistan’dan bize hiçbir şey kalmamıştır. (Spengler, Oswald. Batının Çöküşü, s. 24-25.)

Varlığın açılımı (gizli kökene ulaşma ve böylece yeni bir gelecek yönünde dönüştürme) ile ilgili bu tür bir felsefi uğraş, felsefenin tarihsel olarak Yunanlarla olan başlangıcının, düşüncenin başlangıçlarından sadece biri olduğunun ve belki de düşüncenin kökenini tek taraflı ve çarpıtılmış bir şekilde ifşa et­tiğinin farkında olmalıdır. (Otto Pöggeler, Doğu-Batı Diyalogu: Heidegger ve Lao-Tzu. Doğu Batı Dergisi, Yıl: 10, Sayı: 41. s.16.)

Emmanuel Levinas (1906–1995), Musevi cemaatin çok küçük yaşlarından itibaren çocuklarına İbranice'yi ve Ahd-i Atik'i öğretmeye başladıkları Litvanya'da doğdu. Le­vinas, gençliğinde gördüğü sinagog eğitimi boyunca Talmud'un diyalektiğiyle de belli bir ölçüde tanışmıştır. Fransa'da 1940 yılların sonundan itibaren Talmud yorumculuğu yapmıştır. İslam felsefesinin var olup olmadığını tartışanların bu cümleden yaklaşım denemesi doğru olacaktır.

Walter Benjamin, bir Marksist olarak görülmesine rağmen aslında hayatı boyunca teolojik sorularla boğuşmuştur. Teolojiden bir hayli esinlenen, politik açıdan istikrarsız olan ve Mesihçi özlemleri olan bir düşünürdür. Bir Yahudi fakihini andırır biçimde tinsel olana bağlılığın ve mistisizmin etkisinde yazılar yazmıştır. (Lilla Mark, ilkesiz Deha, 77–85) “Dünyevi alana terk edilmiş bir teolog olan” Benjamin’in kendi kaleminden kutsal kitap etkisi altında kalışı:

“Hiçbir zaman için, teolojik bir bağlam dışında, yani Tevrat'ın her pa­sajında bulunan kırk dokuz anlam seviyesine ilişkin Talmud doktri­ninin dışına taşacak biçimde araştırma yapma ve düşünme yetisine sahip olamadım. Yani, benim deneyimime göre, en basmakalıp ko­münist beylik söz bile, sadece tek bir anlama sahip olan çağdaş bur­juva derinliğinden daha çok anlam katmanı barındırmaktadır.” (Lilla Mark, ilkesiz Deha, s.95) şeklinde dile getirilir.



Not. 7 Nasrettin Hocaya bir gün “Hoca bak kuş” diye leyleği gösteriyorlar. Hoca kuşun ne olduğunu biliyor ama leyleği bilmiyor. Gösterenler “kuş” diye ısrar edince eline makası alıp leyleğin kendi bildiği “kuş”a denk gelmeyip öteki kalan upuzun gagasını, upuzun bacaklarını vb, keserek “Hah, şimdi kuşa benzedi” diyor. Bu öyküyü böylesi indirgeyici ameliyat gerektiren bilme biçimlerinin içerdiği “epistemik şiddeti” resimlemekte yararlı buluyorum.

“Prokrustes yatağı” diye klasik Yunan mitolojisinin Prokrustes öyküsünü anmaktayım. Prokrustes tutsak edip soyduklarını, hadi konuk ettiklerini diyelim, yatağına yatırdığında yatağa uysunlar diye yatağın dışına taşan kısımlarını — örneğin, ayaklarını, başlarını — kesermiş ya da yatağa kısa geliyorlarsa onları yatağın boyutlarına uyana kadar “uzatırmış”. Bu da bir tür “Nasreddin Hoca’nın kuş hikayesi” dersem performatif olarak da yapılanı örneklemiş olurum. İngilizcede bu tür şiddete dayalı indirgemeleri anlatan bir deyim olarak (Procrustean bed) halen kullanılmaktadır.

(İlter, T. Modernizm, Postmodernizm, Postkolonyalizm: Ben-Öteki İlişkileri ve Etnosantrizm.)

Not 8. Çin İmparatoru Ch'ien Lung'un 18. yüzyılda İngiltere’nin talebi olmasına rağmen ilişkiye girmeme konusundaki ileri görüşlülüğü İngiltere’nin üstün askeri gücü karşısında 50–60 yıl içinde anlamsızlaşacaktı. Önsezi onu “görülmemiş ya da ustaca yapılmış” İngiliz mallarını almaktan korudu; İngiliz tüccarla­rının sunduğu alışveriş mallarından biri de afyondu. Çünkü imparatorluk alışverişi engelleyince, barbarlar tahmin edile­meyen askerî üstünlüklerini kullanarak, denizden top atışla­rıyla İngilizlerin yararına bir ticaretin zorla başlamasını sağ­ladılar. 19. yüzyıl ortalarına kadar İngiltere, Çin'den yılda ortalama 4 mil­yon gümüş tael çay satın alıyordu. Buna karşın Çin'e satabildiği yünlü, pamuklu dokuma ve metal nesnelerden edindiği gelir, çay için ödediği­nin ancak 1/6’sı kadardı. Çin karşısında giderek artan dış ticaret açığını kapatmak için, İngiltere çok kazançlı olan kaçak afyon ticaretini ele al­maya başlamıştır. Kısa sürede de Çin'den aldığı çay ve ipek karşılığında, ticaret açığını kaçak afyon trafiğiyle dengelemeyi başardı. Örneğin 1837 de Çin'e soktuğu 39 000 kutu (1 kutu 133 libre ya da 50 kg) kaçak afyon karşılığında 25.2 milyon gümüş dolar kazanç sağlamıştı. Oysa bundan 37 yıl önce, 1800 de Çin'e kaçak sokabildiği afyon trafiği, ancak 2000 kutu idi. 1821 de bu miktar 5000 kutuya, 1831 de de 10000 kutuya yükseldi. (Ölçen, A.N. Karl Marx ve İngiliz Emperyalizmi (XIX. yüzyıl Çin'de ve Osmanlıda İngiliz emperyalizminin iki yüzü), s. 16.)

Hıristiyanlığın bezirgâncılığını ve uygarlığın ticaretini yapan İngiliz hükümetinin çirkin çelişkileri burada bütün çirkinliği ile yüzeye vuruyordu. İmparatorluğun niteliğini, kaçak afyon ticaretine tam olarak yabancıymış gibi gösteriyor ve onun yasadışılığını anlaşmalara sokuyor ama, Hindistan'daki niteliğinde ise, afyon ekimi için Bengal'a baskı uygulu­yor, bu ülkenin üretken kaynaklarına büyük zarar veriyor ve Hind çiftçisini haşhaş tarımına zorluyor ve öte yandan çiftçilerden bir başka guruba da bu amaçla avans ödemesi yapıyor ve uyuşturucu tekelini elinde tutmaya çalışıyor. Casuslardan oluşan bir ordu aracılığıyla, tekelin etki alanını bü­yültmenin yolların arıyor, tüketicinin zevkine uygun paketleme teknikle­riyle Kalküta'ya göndererek orada satışa sunuyor ve devlet görevlileri eliyle spekülatörlere devrederek uyuşturucu maddelerin kaçakçıların eli­ne geçmesini sağlıyor. Kalküta'da kutusu 250 Rupee'ye mal olan afyon orada 1200-1600 Rupee'ye satılıyor. Aynı İngiliz hükümeti bir imparatorluğu zehirleme bahasına da olsa tacir ve gemicilerle hesap görmeye sı­ra gelince edindiği kârdan yine de hoşnut kalmıyor. Hindistan’da İngiliz Hükümetinin maliyesi, Çin'le yaptığı afyon tica­retini değil, tersine bu ticaretin yasal olmayan niteliğine bağlıydı. Çin Hü­kümeti, afyon ticaretini ve haşhaş ekimini hoşgörüyle yasallaştırmış ol­saydı, İngiliz-Hind Hazinesi bundan çok ciddi biçimde zarar görürdü. Zehrin serbest ticaretini açıkça önerirken, gizlice de onun hazırlanması te­kelini koruyor. Zaten nerede İngiltere'nin serbest ticaret ilkesine bakacak olursanız, orada özgürlüğün temelinde tekelciliğin yattığını görürsünüz. K. Marx, 1858 yılında yazdığı bir makalesinde, "Nerede İngiltere'nin serbest ticaret ilkesine bakarsanız, orada özgürlüğün temelinde tekelciliğin yattığını görürsünüz" sözleri tarihsel bir olguyu dile getirmektedir. (Ölçen, A.N. Karl Marx ve İngiliz Emperyalizmi (XIX. yüzyıl Çin'de ve Osmanlıda İngiliz emperyalizminin iki yüzü), s.93)



Bu uluslararası suçu işleyenler, Batılılardı. Esrar kullanmanın en zararlı yolu olan afyon içme has­talığı Çin'e ilk kez Java'daki Almanlar tarafından sokuldu. Afyon içme alışkanlığı Çin'de bütün dünyadan (örne­ğin, dünya afyon üretiminin ve Çin'e giren afyonun temel kaynağı olan İngiliz-Hind'inde olduğundan) daha yaygın bir duruma gelmiştir. Hindistan'daki İngiliz hükümeti, 1773 yılında sömürgelerdeki afyon satımının ve 1797 yılında da üretiminin tekelini eline geçirmiştir. 1800 tarihinde Çin hükümeti Çin'de haşhaş ekimini ya da dışarıdan satın alınmasını yasakladı. 1830 tarihine kadar Hindistan'daki İngiliz hükümetinin politikası gerek içerde, gerekse dışarıda afyon tüketimini, fi­yatları yüksek tutarak azaltmak olmuştur. 1830'dan sonra tam tersi bir politikayla fiyatları azaltıp afyon tüketimini arttıra­rak çok kâr elde etme yoluna gittiler “Bu Çin'e kaçırılan af­yon miktarının ve İngiliz hükümetinin kârlarını iki katma çı­kardı. 1907 yılma kadar Hindistan'daki İngiliz hükümeti, Hin­distan'dan Çin'e yapılan afyon ihracatına bir ambargo koy­arak kârını azaltmaya istekli görünmüyordu. (Hindistan'da­ki İngiliz hükümetinin yıllık afyon kazancı 1820–1843 yılların­da 1.000.000 pound iken, 1910–1911 yıllarında 7.000.000 pounda yükseldi.) Çin'e afyon ithalinin yasak olduğu 1800–1858 yılları ara­sında, kaçak ticaretin aslan payı İngiliz gemileri tarafından alınmaktaydı. Britanya Krallığı'ndaki İngiliz hükümeti bu kaçakçılığı İngiliz yurttaşları için hiçbir zaman yasa dışı saymadı. Batılılar haklı olarak yasal ticaret haklarının sınırlandı­rıldığından bu utanç verici, ahlâksız yollara başvurmak zo­runda olduklarını açıkladılar. Çinliler haklı olarak, (a) Batılı tüccarın Çin'e girişleriyle birlikte afyon kaçakçılığı belâsının çok büyük oranlarda Çin'e yerleştiğinden (1836 yılında Çin'e kaçak olarak giren af­yon miktarı, yasal olarak Çin'den ihraç edilen çay ve ipek miktarını geçmişti.) (b) Canton limanındaki İngiliz ve Batılı denizcilerin sarhoş, kavgacı ve cani olmalarından yakındılar. 1839'da sarhoş İngiliz (belki de Amerikalı) denizcilerin Çin halkı üzerine rasgele yaptığı saldırı sonucu ölen Lin Weihi'nin katilinin teslim edilmesi yönündeki Çin isteklerine karşı olarak çatışmalar çıktı. 1842'de İngiliz hükümeti Çin'i antlaşma içinde bir liman açmaya zorladı. Fakat Çin hükümeti afyon ticaretini yasallaştırmayacaktı. 1858 yılında Çin hükümeti, İngiliz hükümetinin baskısıyla, savaştan yenik çıktı­ğı ve 58 yıldır afyon kaçakçılığını önleyemediği için, Çin'e afyon ithalini yasal duruma getirdi. (Toynbee, Uygarlık Yargılanıyor )
No 9. Japonya 7 Aralık sabahında, Pearl Harbor limanındaki ABD’nin Büyük Okyanus Filosuna uçaklarla saldırıya geçti. Saldırı haberi kısa bir sürede yayılarak tüm ülkede ulusal dayanışmayı körüklemişti. Kongre gecikmeden 8 Aralık’ta Japonya’ya savaş ilan etti. Birkaç gün sonrasında ise Almanya ve İtalya ABD’ye savaş ilan edecekti. Pearl Harbor saldırısı ve savaş ilanlarından sonra, ilgi çekici bir gelişme ya da sonuç ise, Uzak Doğuluların ABD’ye karşı casusluk faaliyetleri korkusunun yayılması sonucu, yaklaşık 120.000 Japon- Amerikalılar evlerinden alınarak toplama kamplarında göz altında toplatılarak, eziyet verici uygulamalarla karşı karşıya kalmışlardır. Sözü geçen Japon-Amerikalılar hakkında casusluk yaptıklarına dair hiçbir delil bulunamamasına rağmen bu üzücü olayların yaşanması önlenememiştir. Bu tür olaylar göstermektedir ki ani kriz anlarında devletler de kamuoyu gibi irrasyonel algı düzeneklerinin etkisinde kalabiliyorlar. (Silinir, Murat. ABD gücünün geleceği, Atılım üniversitesi Sosyal bilimler enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek lisans tezi, Ankara, 2007.)

Avrupa’da daha yakın tarihte 1930-1947 ve 1990-200 yıllar arasında azınlıkların yaşadığı bazı ülkeler azınlıklarını göç ettirmenin yollarını düşünmüşlerdir. (Arendt, H. Totalitarizmin Kaynakları 2 (Emperyalizm), s. 292)


Not 10: Cengiz Han’ın Katliamları

Moğol atlılarının adımlarını takip eden uğursuz ölüm makinesi etraflı bir şekilde tarif edilemez. Milletleri baştan aşağı ölüm kâbusuna atan kasaplık, Avru­palılar, Müslümanlar ve Çinliler tarafından yazılan genel Moğol tarihlerinde tasvir edilmiştir. Kiev'in imhası gibi, Bizans kaleleri gibi katliama uğrayan yerlerde ihtiyarlar öldürdüler. Genç kadınların ırz­larına geçildi, çocukları hırpaladılar ve bütün bunlar kıtlık ve veba dolayısıyla daha müthiş bir hâl aldı. Çürüyen cesetlerden çıkan koku, öyle korkunç ve tahammül edilemez hâldeydi ki Moğollar bile “Mubalig” dedikleri bu dehşet diyarına uğramıyorlardı. Tarihi inceleyenleri, insan ırklarının bu emsalsiz imhası korkutur. Moğolların Cengiz Han sebebiyle medeniyete vurdukları darbe “Cambridge Ortaçağ Tarihi” tarihçileri tarafından çok güzel özetlenmiştir:”İnsan hayatına hiç bir kıymet vermemekle beraber, kor­kunç genişlikteki çölleri, dağlardan ve denizlerden engelleri, ik­limin zorluğunu, açlığın ve vebanın tahribatını kahretmeye muktedirdiler. Hiçbir tehlike onları korkutamazdı, hiç bir kale onlara karşı koyamazdı, merhamet dileyen hiç bir feryat yürek­lerine etki etmezdi. Biz tarihte yeni bir devletin, ya bir çıkmaza girmesi veya sonuna kadar uzayıp gitmesi muhtemel birçok facialara bir darbede son vermiş bir kuvvetin karşısında bulunu­yoruz.” Cengiz Han medeniyete öyle büyük bir darbe indirmişti ki, gerçekten de dünyanın yarısında her şeyin yeni baştan yapılması gerekmiştir. Cengiz Han, kendisine ve milletine faydalı gördüklerini alıkoyar, ne işe yarayacağını bilmediği geriye kalanı imha ederdi. Doğduğu memleketten uzaklaşıp yabancı medeniyetlerine girdikçe, bu imha daha kapsamlı bir hâl aldı. İnsan hayat ve eserlerinin bu emsalsiz imhasında en büyük zararı da İslam medeniyeti görmüştür. (Harold, Lamb, Cengiz Han, s. 169–174.)




Yüklə 1,31 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin