NOTLAR
Önsözde de belirttiğim gibi konu bütünlüğünün dağılmasını engellemek için ana konuda geçen bazı soru işareti oluşturabileceğini ya da bizim yanlış anlaşılmamıza yol açabileceğini düşündüğüm konuları ek olarak burada işledim. Okuyucu bunları mutlaka gözden geçirmelidir. Her birinin öneme haiz olduğu ve geniş bir araştırmaya konu teşkil edecek kadar orijinal olduğu görülecektir.
Not 1: "Medeniyet sözcüğünü, düz bir çizgiyi, üçgeni veya bir kimyasal elementi tanımlarmış gibi, basit ve kesin bir biçimde tanımlayabilmek güzel olurdu. Maalesef sosyal bilimlerin sözcük dağarcığı böylesi tanımlara pek az izin verir." (Aktaran; Şener Aktürk. Braudel’den Elias’a ve Huntington’a “Medeniyet” Kavramının Kullanımları. Doğu Batı Dergisi, yıl: 10, Sayı: 41. s.147–175.)
"Medeniyet kelime anlamı olarak şehirleşmek, şehir hayatını benimsemek anlamına gelir; teknik anlamda kültürün maddî ve teknik unsurlarını ifade eden bir terimdir."
"Arapça 'şehir' demek olan Medine kelimesinden türetilen 'medeniyet', Batı dillerindeki 'civilisation'a karşılık olmak üzere, XIX. yüzyıldan itibaren dilimizde kullanılmaktadır. Daha önce Osmanlı yazarlarının insanlığın maddî ve manevî bakımdan yüksek refah dönemlerini anlatmak için 'medeniyet' anlamında imar, ümran ve ma'mur kelimelerini kullanmayı tercih ettikleri görülür. 1890'lardan itibaren 'medeniyet' bugünkü teknik özellikleri de ifade eden bir terim olarak dilimize yerleşmiş, 1940'lardan sonra ise yerine 'uygarlık' kelimesi teklif edilmiştir. Günümüzde her iki kelime birlikte kullanılmaktadır.” (Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları, İstanbul 1991, Cilt:2, s. 415.)
Aslında medeniyet (batı dillerindeki civilisation teriminin karşılığı Medine ve umran terimleri) barbarlık, bedevilik, şehir dışında yaşamak anlamında kullanılmıştır. Medeniyet kültürel bir varlıktır. (Samuel P.Huntington, Medeniyetler Çatışması, s.24.) Medeniyet kavramı on sekizinci yüzyıl Fransız düşünürlerince “barbarlık” kavramının karşıtı olarak geliştirilmiştir. Medeni toplum ilkel toplumdan farklıdır; çünkü medeni toplum yerleşmiş, kentli ve okur-yazar bir toplumdur. Medeni olmak iyi; medeni olmamak ise kötü bir şeydir. Medeniyet kavramı toplumları değerlendirmede bir standart sağlamaktadır. (Samuel P.Huntington, Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları, s.46–47.)
Amerika'nın Eski Yerli Uygarlıkları doğal çevrenin kaynaklarını tepeden tırnağa tarayarak, kendi yiyecek, zehir ve ilaçları için çeşitli bitki türlerini hatta bazı zehirli maddeleri temel gıda maddesine veya diğerlerini uyarıcı ya da uyuşturucuya dönüştürdüler. Dokumacılık, seramik ve değerli metal işçiliği gibi zanaatlarını doruk noktasına vardırdılar. İşte bu insanlar, birikimsel tarihin dünyadaki en şaşırtıcı gösterilerinden birini başarmışlardır. Bu müthiş eserin değerini anlamak için, Eski Dünya uygarlıklarına katkısını ölçmek yeterlidir. En başta, kuşkusuz çeşitli kullanımlarıyla Batı kültürünün dört temel direğini oluşturan patates, kauçuk, tütün ve koka (modern anestezinin temeli) üretimini başardılar. Aritmetiğin ve dolaylı olarak modem matematiğin temeli olan sıfır, Hintli bilginlerin bulmasından -ki Avrupa'ya da Araplar aracılığıyla gelmiştir- en az beş yüz yıl önce Mayalar tarafından biliniyor ve kullanılıyordu. Kullandıkları takvimin, aynı devirde Eski Dünya'da kullanılandan daha doğru olması belki de bu nedenledir. İnka’ların siyasal düzeni daha eşitlikçi ve insanı olduğu kabul edilecektir. İnka uygarlığı Avrupa'nın yaşadığı aynı tip olayları yüzyıllarca önce yaşıyor ve çok daha modern formüller kullanıyordu. Ok zehiri konusuna son zamanlarda yeniden uyanan ilgi, Amerikalı yerlilerin dünyanın diğer bölgelerinde kullanılmayan -birçok bitkisel maddeye uygulanan bilimsel bilgilerinin, gerektiğinde daha hâlâ birçok katkılar sağlayabileceğini göstermektedir. (Levi-Strauss, Irk, tarih ve Kültür, s36.) (Attali, 1492. s.198.)
Her kültürün özgünlüğü, yaklaşık tüm insanlar için aynı olan sorunları kendine özgü yöntemlerle çözmesinden, değerlerine kendine özgü görünümler kazandırmasından kaynaklanır. Çünkü istisnasız tüm insanlar bir dile, teknik becerilere, sanata, bilimsel türden bilgilere, dinsel inançlara, toplumsal, ekonomik ve siyasal örgütlenmeye sahiptirler. Ancak bu değişik öğelerin ölçüsü her kültürde asla aynı değildir. (Levi-Strauss, Irk, tarih ve Kültür, s. 42.)
İnsanlığın keşif ve bilimsel buluşlarında kendisinden binlerce yıl öncesine göre katlamalı bir artış vardır. Aynı zamanda insanlarda geçmiş keşifleri can sıkıcı bulma, basitleştirme ve tesadüflere bağlamayla birlikte günümüzde bulunan aletlerin, teknolojinin büyük bir düşünce, tasarım ile emek sonucu elde edildiği anlayışı vardır. Bu beraberinde insanlarda uygarlığın son birkaç yüzyıl için geçerli olduğu gibi bir yanılsamaya yol açmaktadır. Aslında sanıldığı gibi yontma taştan bir alet ya da topraktan çömlek elde edilmesi rastlantıyla açıklanacak kadar kolay değildir. Burada tasarlama, isteme, arama ve deneme birleşimleri hep birlikte devreye girer. (Levi-Strauss, Irk, tarih ve Kültür, s. 46–47.)
Batı uygarlığı kendisini üstün görmesine rağmen bu daha çok şiddet aleti üreticisi olarak daha kusursuz olmasından kaynaklanmaktadır. Bir uygarlık üstünlüğünden çok yıkıcı şiddet uygulamada eriştiği gelişmişlik rol oynamaktadır. (Engels, Friedrich, Tarihte Şiddetin Rolü, s. 173–174)
Not 2. Edimsel sözcelemin gerçekleşmesi
Dilsel davranış nasıl bir davranıştır? Bu soru ile edimsel sözcelemi tarrtışmaya başlayabiliriz. Bir tümcenin anlamı o tümce sözcelenirken yerine getirilen edimin başarı koşullarında aranmalıdır. Söylediğimiz anda yaptığımız ya da yapmakta olduğumuz şeye edimsöz deriz. Edim her şeyden önce bir insan tarafından meydana getirilen bir değişikliktir. Bir insanın meydana getirebileceği her değişikliğin edim olamaması, meydana getirebildiğimiz değişiklikler arasında edimlerimizi belirleyebilmemize olanak sağlayacak bir ölçüt gerektirmektedir. (Denkel, Arda. Düşünceler ve Gerekçeler, s. 587.) Eylemlerimiz gibi sözlerimiz de dünyada bir takım şeyler meydana getirmekte, bir şeylere varlık kazandırmaktadır. Austin, dilin yoktan var etme gücünü uylaşım kavramı ile açıklamaktadır. Bir sözcenin anlamı onun kullanım koşullarını özelleştiren kurallar tarafından belirlenmiştir ve konuşmak, daima "kurallara göre edimde bulunmak"tır. Söz edimini bir başka insan etkinliğinden, örneğin balık tutmaktan ayıran şey, balık tutma durumunda [herhangi bir] uylaşım bulunmamasıdır; hâlbuki söz edimlerinde bir şeyler uylaşımlar aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. (Rossi, J.G. Analitik Felsefe, s. 69.)
Uylaşımlar, edimsöz edimlerinin kendilerini yaratan, gerçekleşmesini olanaklı kılan dilin kurallarıdır. Austin’e göre, bir şey söylerken aynı anda bir şey yapmak, belli bir uylaşımsal işlemi uygulamaya sokmakla mümkündür. (Austin, J.L. Söylemek ve Yapmak, s. 26.) Austin kendileri aracılığıyla birtakım edimlerin gerçekleştirildiği ifadeleri “edimsel sözcelem” olarak adlandırmaktadır.
Austin, “her edimsel (performative) bir gerçekleştirme (performance) midir?” sorusunu sorar ve bazı koşulları yerine getiremeyen edimsel sözcelemlerin “başarısız” olduğunu belirtmektedir.
Örneğin, ertesi gün yapılacak ad verme ve denize indirme töreni için kızakta bekleyen bir gemi hayal edelim. Gecenin geç bir saatinde bu gemiye yaklaşıp elindeki şarap şişesini geminin gövdesine fırlatarak “Bu gemiye Başkomutan Stalin adını veriyorum” diye seslenen bir ayyaşın sözcelemi, ad verme edimi için gereken koşullar yerine getirilmiş olmadığından “başarısız” bir edimsel sözcelemdir.
Austin “söz edimleri (speech acts)” adını verdiği bu edimlerin üç düzeyi arasında ayrım yapmaktadır:
“Herhangi bir şey söyleme edimi” olarak tanımladığı edime; “düzsöz edimi (locutionary act)”, bir şey söylerken gerçekleştirilen edime “edim söz edimi (illocutionary act)”, bir şey söyleme yoluyla gerçekleştirilen edime ise “etkisöz edimi (perlocutionary act)” adını vermektedir. Austin’in öğrencisi olan Searle, düzsöz edimi yerine “sözceleme” ve “önerme” edimlerini koymuş: Austin’in iki ana grupta topladığı altı yerindelik koşulunu „“önerme içeriği koşulu”, “hazırlayıcı koşul”, “içtenlik koşulu” ve “temel koşul” dediği dört koşula indirgemiştir. (Austin, J.L. Söylemek ve Yapmak, s. 24.) Paul Ricoeur, söz edimleri ile eylemler arasında bir koşutluk olduğunu ileri sürer. (Austin, J.L. Age. s. 25.)
Örneğin birisinin Hayvanat bahçesinden kaçan aslan şehirde dehşet saçıyor.”dediğini varsayalım.
Mümkün bir önerme olarak sözcelem bir düzsöz edimidir. Sözcelem, önermenin doğru değeri aldığı durumda bir haber bülteni sunucusu tarafından canlı yayında, şehirde yaşayanları uyarmak için sözcelendiğinde bir edimsöz edimi değerini taşır. Bu sözcelemi aracılığıyla sunucu ahaliyi gerçekten uyarabileceği gibi, onların paniğe kapılmasına, şehri terk etmelerine, vb. durumlara neden olabilir. Bu tür sonuçlar doğurduğunda sözcelem bir etkisöz edimidir.
-
Austin, bir edimsel sözcelemin gerçekleşmiş olması için sağlaması gereken koşulları "başarı ölçütleri (felicitous conditions)" adı altında serimlemektedir.
Bu altı ölçüt şunlardır:
-
(A.l) Ortada, belirli bir uylaşımsal etkisi olan, kabul edilmiş belirli bir uylaşımsal izlek bulunmalıdır.
-
(A.2) Koşullar ve kişiler, izlek için uygun koşullar ve kişiler olmalıdır.
-
(B.l) Prosedüre katılan kişiler, bunu doğru bir biçimde yerine getirmelidir.
-
(B.2) Prosedüre katılanlar, bunu eksiksiz bir biçimde yerine getirmelidir.
-
(C.l) Katılanlar, izlekin gerektirdiği duygu, düşünce ve niyetlere sahip kişiler olmalıdır.
-
(C.2) Katılanlar, niyetli oldukları şeyi, sonuçta gerçekleştirilmelidir.
-
Bu altı kuraldan birine (ya da daha fazlasına) aykırı davranıldığında, edimsel sözcelem başarısız olmaktadır.
Bildirimler ile edimsel sözcelemler arasındaki şu ilişkileri, Austin'e göre özel bir dikkatle incelemek gerekmektedir:
-
i) “Özür dilerim” edimsel sözcelemi başarılı olduğunda, özür dilediğime ilişkin bildirim doğrudur.
-
ii) “Özür dilerim” edimsel sözceleminin başarılı olması için belirli koşulların yerine getirilmiş olduğu bildirimi (A.l) ve (A.2) doğru olmalıdır.
-
iii) "Özür dilerim” edimsel sözceleminin başarılı olması için diğer koşulların da yerine getirilmiş olduğu bildirimi (C.l) doğru olmalıdır.
(Altınörs, Atakan. Anlam Doğrulama ve Edimsellik, Alfa Yayınları. İstanbul, 2001.)
Austin, düzsöz edimlerinin "imlemi"nden, edimsöz edimlerinin "değeri"nden ve etkisöz edimlerinin "etkisi"nden söz eder. Edimsöz edimiyle etkisöz edimi arasındaki ayırım, temel olarak, etkisöz edimi uylaşımsal olmadığı halde, edimsöz ediminin daima uylaşımsal olmasına dayanır. (Rossi, J.G. Analitik Felsefe, s. 66.)
Edimi, herkesçe paylaşılan uylaşımsal bir işlemi kullanıma sokarak yerine getirirken doğal olmayan keyfi işlem olarak yaparız. Doğal olaylar, bilinçli insan etkinliğine bağlı değildir. İnsanlar arasında keyfi, doğal olmayan uylaşımsal olgular “kurumsal olgular” olarak adlandırılır. “Bay X’in Bayan Y ile evlenmesi”, “X takımın Y takımını 3–2 yenmesi” “evlilik” ve “futbol” gibi doğal olmayan, kurallarının keyfi ve uylaşımla alındığı kurumların varlığına bağlı edimlerdir. (Austin, J.L. Söylemek ve Yapmak, s. 27.) Bu sözcelemler, “evlilik” ve “futbol” kurumları olmadan anlam taşımaz. Bu kurumları da ortadan kaldırdığımızda geriye anlamlandıramadığımız yalnızca birtakım insanlar ve onların yaptıkları birtakım fiziksel hareketler kalır. (Austin, J.L. Age. s. 27.)
Not 3. Modern toplumumuzda çatışmanın dolayısıyla baskının ana kaynağı olarak dinin yerini başka uyuşmazlıklar almış olsa da, “hoşgörü” kavramı hâlâ egemen bir dinin başka dinlerin varlığını kabul ettiğini göstermek amacıyla kullanılmaktadır. Hoşgörü, doğal, akla dayanan ve evrensel bir davranış değildir; bir başka deyişle varlığı veri alınamaz, bilinçli olarak amaçlanması ve temel toplumsal değerler arasına katılması gerekir.(Coşar, F.M. Din savaşları, s. 12.) Hoşgörüde üst-ast ilişkisi şeklinde ikili bir hiyerarşi söz konusudur. Hoşgörmek, kabullenmek demek değildir, kendinden saymak da değildir. Hoşgörü iyidir dendiğinde yine yaygın bir yanılma söz konusudur. Herkese ve herşeye karşı hoşgörülü olmak- savunma mekanizmasını etkisiz hale getirir. Siyasi alanda da, din alanında olduğu gibi, hoşgörünün sınırlarının saptanması girişimleri ebedi ve ezeli bir sorun olarak kendini göstermiştir, ister devlet-yurttaş arasında, ister kilise-inananlar arasında, ister devlet-kilise arasında, hoşgörüde sınır öğesi her zaman hayati bir önem taşımıştır. Avrupa’da insanların belli aralarla birbirlerini boğazlamaktan kurtarmak adına, hoşgörü iyi bir şey olduğu için değil işlevsel olduğu için yapılmıştır. Russell’ın dediği gibi, hoşgörü yılgınlıktan doğmuştur. (Coşar, F.M. Din savaşları, s. 18–19.) Bu hoşgörü anlayışı aslında entelektüel düzeyde kabul görmemiştir. Herder, Fichte ve Hegel gibi düşünürler bunun diğer milletlerle karışmaya sonuçta da milletin suniliğine yol açacağını ileri sürmüşlerdir. Herder iddiasını ispat için Osmanlı İmpatorluğunun çeşitli milletleri barındırmasını bir eksiklik olarak değerlendirebilme cüretinde bulunmuştur. (Kedourie, E. Avrupa’da Milliyetçilik, s. 52.) Aksine Osmanlı İmparatorluğu, çağdaş devletlerin pek azının kabiliyet gösterdiği üzere, içtimai bünyenin sağlamlığını muhafaza, insanların sadakatini temin ve asırlar boyu yaşama kudreti gösterdi. (Kedourie, E. Avrupa’da Milliyetçilik, s. 71.) Bizim burada yapacağımız soruşturma ise tek bir soruyla sınırlıdır: iktidarda olan İslâm diğer dinlere karşı nasıl davranmıştır? (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 17.)
Belli bir zamana kadar başkalarına saldırmayı düşünecek kadar güçlü olmayan bir grup, bir andan itibaren içinde meydana gelen bazı değişmeler sonunda böyle bir güce eriştiğini hissetmekte, bu da onu başka gurupları egemenliği altına almaya itmektedir. (Arslan, A. İbn-i Haldun, s. 119) Biz ancak insanların davranışlarını fazilet alışverişinde gözleriz. O zaman etik olup olmadıklarına karar veririz. Toplumlardan soyutlanan ve “iktidarla imtihan” olmayan gettolaşan Yahudilik ve manastırlaşan Hıristiyanlık, Hinduizm ve Budizm gibi dinleri erdem noktasında değerlendirmemiz yanlıştır. Ancak onların “iktidarla imtihanları” sosyolojik ve tarihi açıdan ele alındığında erdem noktasında çok büyük kayıp yaşadıklarını göstermiştir.
Hindistan’da 1948 yılında başlayan Hinduların iktidarı bu din mensuplarının “iktidarla imtihanı” olmuştur. Ancak bu konuda Gandhi’nin yücelttiği o hoş görü ve pasifizm görülmemiştir. Defalarca Müslümanlara saldırılmıştır. Kur’an-ı Kerimde var olan çok az sayıdaki mükatele ayetleri öne sürülerek Müslümanlara uygulanan şiddet meşrulaştırılmak istenmektedir. Hindistan Başbakanı Vajpayee “Kur’an sadece kâfirleri katletmekten bahsediyor…” demekteydi. Ancak Türk-Müslüman yönetiminde Hindu mitolojisindeki var olan/mündemiç şiddet unsurları bahane edilmemiştir. Hitler’in Nazilerin malum simgesi gamalı haçı (swastika) Hint mitolojisinden aldığı unutulmamalıdır. Hindistan’ın kuruluşunda Müslümanlar, sanılanın aksine Hindu mitolojisindeki var olan/mündemiç şiddet unsurlarının bir gün toplu bir Müslüman holocaust'una dönüşüvereceğinden çekinmekteydi. Müslümanların bu karamsarlıkları, 1920’li yıllarda ve Hindistan kurulduktan sonra yaşadıkları olaylar ve "hard" Hinduizmin 1980 sonrası gelişimi göz önüne alınırsa, hiç de haksız gözükmemektedir. (Öke, M.K. Din-Ordu Gerilimi, Küresel Toplumda Dışlanan Demokrasi, s. 264–8)
İslam doğal dinlerin en demokratiğidir; hiç bir ruhban takımı, aracılık, yönetici ya da hiyerarşisi yoktur. (Sloane, William M. Bir Tarih laboratuarı, Balkanlar, s.25). İslâm bakış açısına bağlı olarak hoşgörülüydü denebilir. Müslümanlar Kur’an ayetlerinin yorumuyla Yahudilere ve Hıristiyanlara uyguladıkları hoşgörüyü daha da genişleterek önce Irak’taki Sabiilere ve Pers İmparatorluğundaki Zerdüştilere daha sonra da Hindistan'daki Hindular ve diğer gruplara yaygınlaştırmıştır. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 31) Hoşgörü beraberinde zulüm gören din mensuplarının İslam ülkelerine mülteci olması sonucunu doğurmuştur. 1492 yılında İspanya'dan kovulup Türkiye'ye sığınan Museviler iyi bilinmektedir ama bunlar tek örnek değildi. Kiliselerin baskısı yüzünden ülkelerinden kaçan muhalif Hıristiyan mülteciler de Osmanlı topraklarına sığınmışlardı. (Lewis, B. Ortadoğu; İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, s.163.) Kendi iç işlerinde zımmiler (diğer din mensupları) normal olarak bir ölçüde özerkliğe sahiptiler; kendi şeflerine ve hâkimlerine bağlıydılar ve en azından ailevi, kişisel ve dinsel konularda kendi kanunlarına göre yaşıyorlardı. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 39) Osmanlılar'ın Avrupa’daki egemenlikleri son bulduğunda, yüzyıllardan beri yönetimleri altında olan Hıristiyan milletler kültürleri, dinleri ve dil-hatta bazı kurumlarıyla ayaktaydılar ve ayrı ulusal kimlikle-devam ettirmeye hazırdılar. Öte yandan, İspanya'da Mağribi [Kuzey Afrikalı Müslüman] ve Balkanlar'da Türk egemenlikleri son bulduğunda, oralarda kalan Müslümanlar için aynı durum söz konusu olmamıştır. Osmanlı egemenliğinden yalnızca Avrupalı mülteciler yararlanmıyordu, fethedilmiş ülkelerdeki köylülerin de durumları düzeliyordu. Osmanlı imparatorluk hükümeti, düzensizlik ve çatışma olan yerlerde güvenliği ve birliği sağlıyordu. (Lewis, B. Ortadoğu; İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, s.163.)
İslâm'da Papalık, Konsiller, Kilise gibi öğretisel konularda, doğmalarla ilgili tartışmalarda “doğru kanı”nın ne olduğunu belirleme yetkisine sahip kurumların olmadığıdır. Bu tür kurumların olmayışı sözünü ettiğimiz tartışmalı noktalarda “dogmatik” öğelerin her akıl ve bilgi sahibi Müslüman tarafından kendi kişisel yetenek ve anlayışına göre yorumlanması imkânını verecektir. (Bir İslam Felsefesi Var mıdır? Felsefe Yazıları-Yazko–2.Kitap–1982, s.28–57.) Bu da beraberinde bireysel davranışlarda insani yaklaşımları arttırmıştır.
Müslüman toplumlardaki azınlıklar, Ortaçağ Avrupa’sındaki Hıristiyan olmayanlardan ya da sapkın Hıristiyanlardan pek çok bakımdan daha rahattı. Türkiye'de dünyanın aynı büyüklükteki tüm toprak parçalarında olduğundan çok daha fazla inanç, tarikat, cemaat ve din, meslek ve davranışta çok daha geniş bir hoşgörü bulunmaktadır. (Sloane, William M. Bir Tarih laboratuarı, Balkanlar, s.25). Dünyanın bir başka yerinde Hindistan’da da benzer şekilde Hindular, Müslüman-Türk hâkimiyetinde, o dönemde herhangi bir dini azınlığın diyelim Avrupa'da sahip olduğu hakların ötesinde imtiyazları haizdiler. Aynen Osmanlı 'daki Müslüman olmayan unsurlar gibi... (Öke, M.K. Din-Ordu Gerilimi, Küresel Toplumda Dışlanan Demokrasi, s. 233-234.) Hoşgörüyü zulmün olmaması diye tanımlarsak, bu konuda Osmanlı’nın 19. yüz yılın sonlarına dek mükemmel bir sicile sahip olduğu söylenebilir. (Lewis, B. Babil’den Dragamonlara, s.197) Fakat yasal ve toplumsal bakımlardan aşağı bir statü altında bulunuyorlardı; ya da bugünkü dille ikinci sınıf yurttaştılar.
Bu bir eşitlik örüntüsü değil, bir grubun egemen olduğu ve diğer grupların genelde hiyerarşik olarak sıralandıkları bir örüntüydü. Bu düzen eşitliği kabul etmese bile, bir arada barışçı bir biçimde yaşamaya olanak tanımaktaydı. Bir grup egemen olabilirdi, ama kural olarak diğer grupları baskı altına almaz ya da onları soğurmaya çalışmazdı. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 30)
Bugün bu ifadede kınayıcı bir anlam gizlidir ve bu aynı toplumda egemen bir grubun öteki gruplara karşı yürüttüğü ayrımcılığın kabul edilemez olduğunu gösteren bir deyimdir. Ama bu deyişi daha yakından incelemek gerekir. Bu tür bir hoşgörü bugün bile Avrupa’da yenidir. İki dünya savaşı arasındaki dönemde çeşitli ülkelerde vatandaşlıktan çıkarılan (Osmanlı Ermenileri dâhil) milyonlarca Avrupalı olduğunu bilmek bu konuda bize bir fikir verecektir. (Arendt, H. Totalitarizmin Kaynakları 2 (Emperyalizm), s. 263–276.) Günümüzde eşitlerden oluşan siyasal bir topluluk yaratmak isteği makes bulmamıştır. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 542.) Birçok ülkede, toplumun bütün üyeleri, ilkesel olarak aynı haklardan yararlanıyorlar. Ancak pek az ülke, bütün yurttaşların eşitliği ilkesini toplumsal uygulamalara yansıtıyor. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 246.) Yurttaşlık ilkesi uygulamada başarısızlığa uğramıştır. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 530, 541.) Günümüzde bile vatandaşlık hakları tam olarak güvenceye alınmamıştır. Kalkıp eskinin Osmanlı İmparatorluğu’nda var mıydı yok muydu diye aranmak pek makul olmaz. (Lewis, B. Babil’den Dragamonlara, s.197) (Lewis, B. Ortadoğu; İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, s.266–270). Son yüzyılda bile ulus devletin doğuştan yurttaşları, yurttaşlığa kabul edilmiş, haklarını doğumla değil hukuk yoluyla kazanarak, ulustan değil devletten almış kişileri ekseriyetle küçük görmüştür. (Arendt, H. Totalitarizmin Kaynakları 2 (Emperyalizm), s 195.) İkinci sınıf yurttaşlık, ikinci sınıf da olsa yine de bir tür yurttaşlıktır. Hepsini olmasa da bazı hakları içerir ve bu da elbette hiç bir hakka sahip olmamaktan daha iyidir. Anayasalarda yer alan bütün parlak ilkelere rağmen, bugün azınlıkların, hatta yeri geldiğinde çoğunlukların da gerçek uygarlık hakları ya da insan hakları olmadığı pek çok devlete nazaran, ikinci sınıf yurttaşlık kuşkusuz yeğlenebilir bir durumdur. Egemen grup karşısında aşağı olsa bile, yasanın güvence altına aldığı, geleneğin benimsediği ye halkın onayladığı, tanınmış bir statü hiç de küçümsenecek bir şey değildir. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 76)
Günümüzdeki Batı ülkelerinde demokrasiye rağmen ırksal (Beyaz insan) düzenin sürdüğü toplumsal sistem göz ardı edilmemelidir. (Schnapper. D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 530.) Yurttaşlık ilkesi, birbirinden farklı ve eşitsiz bireylere eşit hukuksal ve siyasal haklar ve görevler vermeye dayanır. (Schnapper. D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 528.) Güncel uygulamalara bakıldığında ise ilan edilmiş değerler ile gerçeklikler arasında uyumsuzluk vardır. (Schnapper. D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 526.) Toplumda fiili eşitsizlikler yaşanmaktadır. (Schnapper. D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 553.) Siyasal uluslar halinde bir araya gelmiş tarihsel ortaklaşmalar arasındaki kaçınılmaz gerilimler hayal kırıklığı oluşturmuştur. Bazı sosyologlar bu konuda Müslüman dünyanın yüzyıllardır başardığı noktaya ancak gelebilmişlerdir. Yeni bir toplumsal bütünleşme biçimi üstünde düşünülebilir mi: Artık, bireylerin en azından siyasette homojenleşmesini sağlayacak bir projeye dayanmayan, ancak bireylerin kültür çeşitliliğinin kurumsal bakımdan tanınmasına yol açacak bir bütünleşme? Eşitsiz yurttaşlığa denk düşmeyen farkçı bir yurttaşlık oluşturulabilir mi? Fark ile eşitlik arasındaki çelişkiden kaçınılabilir mi? Tikel aidiyetlerin siyasal ve hukuksal olarak kabul edildiği koşullarda, bunların billurlaşmasından ya da durağanlaşmasından nasıl kaçınılabilir? Dolayısıyla, tikelliklerin kamu tarafından kabul edilmesinin, sonsuz bir talep sürecine yol açmaması ve toplumsal parçalanmayla sonuçlanmaması için ne yapmak gerekir? (Schnapper. D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 531.)
ABD’nin iç savaş sonrası yasa ile köleliği kaldırması, hem kuzey hem de güney eyaletlerindeki halk tarafından onaylanmamıştır. Beraberinde eyaletlerde kölelik ve sömürü kalkarken farklı nedenlerle ırkçılık gelişmiştir. Irk ilişkilerine dayanan sistemin yerleştiği bir toplumda siyasal ve yasal eşitliğin ilan edilmesi yeterli olmamıştır. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 319, 356, 470.) İlginçtir ki, köleliğin kalkması için mücadele başlatan kuzey eyaletlerinde zencilerin alt sınıf beyaz işçilerle rekabet sorunu ırkçılığı bu eyaletlerde de tırmandırmıştır. (bkz. Timur Kuran, Yalanla Yaşamak, tercih çarpıtmasının toplumsal sonuçları. Özellikle s. 177–199 ve 279–304.) ABD’inde 1870’de Anayasada yapılan diğer bir değişiklikle bütün Birleşik Devletler vatandaşlarına ırk ve renk ayırımı yapılmaksızın oy verme hakkı tanındı. Bununla birlikte Güney devletleri, siyah insana karşı olan tutumunda değişiklik yapmayarak keyfi davranmaya devam etti. Yasa tarafından siyah insana oy hakkı verilmiş olmasına karşın, Güneyde bu hakkın kullanılması neredeyse imkânsızdı. Bunun nedeni ise siyahların seçmen kütüklerine kayıtlarının yapılmaması idi. Siyahların sadece %5’i kayıt yaptırmayı başarabilmişti. Sonuçta, 1970’li yıllara kadar hemen hemen siyahların tamamının oy kullanmasına izin verilmedi. Kongre tarafından 1875’de kabul edilen Civil Rights Act ile bu anayasal düzenlemenin hayata geçirildiğini görüyoruz. Bu yasaya göre “otellerde, lokantalarda, denizde ve karadaki kamuya açık yerlerde, tiyatrolarda ve diğer genel kullanıma sunulmuş yerlerde” ırka dayalı bir ayrımcılık yapılması yasaklanıyordu. Ancak Anayasa ve söz konusu yasayla getirilen bu düzenlemelerin tam anlamıyla uygulanması uzun yıllar boyunca mümkün olmadı. Bunun başlıca nedeni, Yüksek Mahkemenin, yasal boşluklardan yararlanılarak, çeşitli maskeler altında ırk ayrımcılığının yapıldığı uygulamalara ve yasama faaliyetlerine destek vermesiydi. Yüksek Mahkeme, daha da ileri giderek, aradaki eşitliği sözde gözeterek beyazlar ve siyahlar için ayrımcılığı öngören “eşit ama ayrı kuralı” üzerinde temellenen eyalet yasalarını anayasaya uygun bulmaya başladı. Yüksek Mahkeme ırkçılığın hem hukuksal temelini atıyor hem de ayrımcılığı ve eşitsizliği uygulanabilir hale getiriyordu. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 272.) Bu kuralın “yasaya karşı hile” olduğunu Yüksek Mahkeme yargıçlarından Harlan, Plessy v. Ferguson kararına yazdığı karşı oy yazısında açıkça ortaya koyuyordu. Yargıç Harlan’a göre, bu kural sadece yurttaşların eşitliği ilkesine değil, aynı zamanda kişi özgürlüğüne de aykırıdır. Burada beyazların siyahlara ayrılan yerlere girmesinin yasaklanması amacı değil, fakat tam tersine, siyahların beyazlara ayrılan bölümlere girmesini engelleme amacı takip edilmektedir. Ayrıca ırkçılığın şiddet içeren yüzü de 1889–1919 yılları arasında yaklaşık 3 bin siyah insan KKK üyeleri tarafından öldürülmesi olarak kendini gösterdi. (Ruhi, E.M. http:///www.akader.info/KHUKA)
Bugün tüm dünya’da insanlara eşitlik tanıdığını iddia edecek kimse yoktur. Teorikte ve kâğıt üzerinde eşitlik gösterilebilir. Günümüzde de hukuki ve siyasi eşitlik ilkesiyle ekonomik ve toplumsal düzeyde yaşanan eşitsizliklerin ortadan kalkması sağlanamamaktadır. Beyannameler yayınlanabilir, ancak Batı dahil hiçbir ülkede bugün insanlara pratikte ayrım yapılmadığı söylenemez. Batı ülkelerinde on milyonlarca yasadışı göçmen ile aynı ulustan olmadıklarından sivil haklardan tam anlamıyla yararlanamayan on milyonlarca yasal göçmen bulunmaktadır. Batı’da ayrıca kendi ülkelerinde tam statü yurttaş (kağıt üzerinde s.k.) olarak yaşayıp komşuları ile aynı sivil haklardan yararlandırılmayan on milyonlarca kişi vardır. Sivil haklar tek başına herkes için eşitliği sağlamanın yolu olamaz (Baumann, G. Çokkültürlülük Bilmecesi, s.18). Bir başka ülkeden göçenlere ayırım normal diyenler Osmanlı döneminde göç edenlerin özellikle 1850’li yıllardan önce gelenlerin yerleştirilmesi ve geçimlerinin sağlanması cihetine gidilmiş olmasına dikkat etmelidir. Bugün Batı’nın gelişmiş ülkeleri ekonomik gücüne rağmen bu yaklaşımı göstermemektedir. Günümüzde iyi niyet vardır. Ancak bunun nasıl sağlanacağı ve pratiğe nasıl yansıtılacağı bilinmiyor. Osmanlı Devletinin kendi tebaasına yaklaşımında eksiklikler bulunsa da halen Batı’da bu düzeyde bir yaklaşım yoktur.
1843 yılında Ortadoğu ülkelerine seyahat eden Gerard de Nerval'in ifadeleri bu durumu çok güzel ortaya koymaktadır: "Dört millet bir arada yaşıyor ve birbirinden nefret etmiyorlar. Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler aynı toprakta yaşayan insan olarak birbirlerine gösterdikleri tahammül ve hoşgörüyü bizde çeşitli vilayet ve partilere mensup insanlar arasında göremeyiz..." (Gerard de Nerval, Muhteşem İstanbul, (Yayınlayan: R. Özdek), İstanbul 1974, s.16 Aktaran; Sakin, O. Osmanlı’da Etnik Yapı ve 1914 nüfusu, 36.)
Müslüman tolumlarda Batı’da şimdi bile görülmeyen başka bir ırktaki ya da dindeki kişinin en yüksek makamlara geldiği görülmüştür. Bu siyah derili, sarı benizli, Hintli olabilir. Müslüman olan ancak hakim milletten olmayan bir unsurun mensubu hemen her zaman yüksek görevler almıştır. Hatta tercih unsuru bile olmuştur. Başvezir görevine getirilenlerin büyük bir kısmı muhtedi (İslam’a dönmüş) olsa da nadir bir kısmı Hıristiyan, Nasturi, Süryani, Yahudi, Budist olup inancını ve yaşantısını devam ettiren kişilerdir. Gerek ilk zamanlarda gerekse sonraki dönemlerde Müslüman egemenliği altında üzerinde büyük güç ve nüfuz sahibi bir kaç zımmi olmuştur. Ama daha çok sayıda zımmi devlet bürokrasisinin orta ve alt düzeylerinde hizmet vermişlerdir. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 41) Siyah bir insanın bir üniversite rektörü hatta siyahların üniversitesinde rektör olabilmek bile ancak 1947’de mümkün olmuştur. (ondan önce, yalnızca Beyazlar bu konuma ulaşabiliyorlardı. 1960’lara kadar Beyaz üniversitelerde yalnızca konuk sıfatları ile ders verebildiler.) (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 312, 313.) Amerika Birleşik Devlet’lerinde Obama’nın başkan olması hâkim kültür ve inanca mensup olduğu için halen İslam dünyasındaki önceki pratikler seviyesinde olduğu değerlendirmesini hak edip etmediği değerlendirilmelidir. Siyahlar aynı kültürü paylaşmalarına rağmen Amerika toplumu içindeki varlıklarını ancak alt toplum olarak devam ettirmektedirler. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 337.)
Hıristiyanlar geri aldıkları İspanya'da bırakın devlette yönetici yapmayı Müslüman ve Yahudileri sürgün, din değiştirmek ya da ölüm arasında seçim yapmak mecburiyetinde bırakmışlardır. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 18. Gerard Delanty Avrupa'nın İcadı Fikir, Kimlik, Gerçeklik, s. 66.) bu olay avrupa’da saf kan öğretisinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu öğreti, sonraki çağlarda ortaya çıkan Avrupa ırkçılığını ve etnik temizlenmeyi meşrulaştırmak için bir öz oluşturmuştur. Camilerin yıkılması, kütüphanelerin yakılması ve 15. yüzyılın sonlarında kurulan sorgulama kurumları Batı uygarlığının bir Hıristiyan çoğunluk olarak homojenleşmesini sağlamıştır. (Gerard Delanty Avrupa'nın İcadı Fikir, Kimlik, Gerçeklik, s. 67.)
İslam devletlerindeki hoşgörü ve ayrımcılığı, kendisinden önceki Roma ve Sasani İmparatorluğu ve kendi döneminin devletleri Çarlık Rusya, Britanya Krallığı ve Amerika Birleşik Devletleri ile günümüzde yapılan uygulamalarla da karıştırmak yanlıştır. Bir kısım yazarlar bu hoş görünün sadece çok uluslu devlet uygulaması olduğunu iddia etmektedirler. (Michael Walzer. Hoşgörü Üzerine, s.29–34.) Hiçbir Müslüman devlet işgal ettiği yerlerdeki insanların kültürlerine, dillerine ve dinlerine yasak getirmemiştir. Siyaseten bile kavimler arasında ayrı bir işlem uygulamamıştır. İngiltere Hindistan’ı işgal ettiğinde Müslüman halkın konuştuğu Farsça ve Urducayı yasaklarken Hinduca’nın kullanılmasını teşvik etmiştir. (Öke, M.K. Din-Ordu Gerilimi, Küresel Toplumda Dışlanan Demokrasi, s. 235.) Sadece daha iyi yönetebilme siyaseti gütme dediğimiz uygulamaya yönelmiştir. İslam toplumları bunu kişilerin hakları olarak görme eğiliminde olmuştur. Ancak İslam Ülkelerindeki son yüzyıl haricinde küçük emirlik, beylik ve devletleri dahi kendi tebaalarına ayırımcılık ve zulüm uygulanmadığının örnekleri ile doludur. Yahudi ve Hıristiyan hatta Budistlerden şimdiki bakanlık görevi eş değerde vezirlik makamına getirilen yüzlerce örneği büyük ve küçük olmaksızın İslam devletlerinde bulunmaktadır. Her din mensubunun kendi inanç ilkelerine göre yaşamasına izin verilmiştir. Bu dini bir görev olarak alınmıştır. Yine de istisna olarak bazı dönemlerde zulümler ve katliamlar görülmüştür. Bazı sosyologlar da azınlıklara yapılan kötü muamelenin nüfuslarıyla ters orantılı olduğunu iddia etmişlerdir. Azınlık grubunun sayısal zayıflığının, ona zulmetmeyi teşvik edecek düzeyde olması gerekir. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 137.) Bu ise Müslüman toplumlar için iddia edilemez.
Hıristiyan dünyası için bir karşılaştırma ölçütü olarak İspanyol Engizisyonunu ya da Alman ölüm kamplarını alacak olursak, her toplumun Hıristiyan dünyasından çok daha hoşgörülü olduğunu kanıtlamak işten bile değildir. İslâm tarihinde Auschwitz gibi bir örnek hiçbir zaman olmamıştır. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 16) Hıristiyanlar ele geçirdikleri topraklarda başka bir din mensubuna hatta kendi mezheplerinden başkasına yaşam hakkı tanımamışlardır. Bunun sonucunda Yahudilerin dışında bir azınlık kalmamıştır. Hıristiyanlığın Yahudileri çoğu zaman ve çoğu yerde, tümüyle Hıristiyan bir ortamın Hıristiyan olmayan tek azınlığını oluşturmaktaydılar. Oysa İslâm egemenliği altındaki Yahudiler, sayısız dini azınlıktan sadece biriydi; üstelik en önemlisi de değildi. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 10) yeni zamanlara kadar, Hıristiyan Avrupa hoşgörüyü ne ödüllendirmiş ne de hayata geçirmiştir. Başkalarının hoşgörüden yoksun olmalarını da pek umursamamıştır. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 11)
Son dönem hariç gayrimüslimler, Müslüman toplumlarda Avrupa'da Yahudilerin başına geldiği gibi, yerleşim ya da meslek kısıtlamalarına maruz kalmadılar. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 18) Çoğu üniversitede 60–70 yıl öncesine kadar Batı dünyasının hemen hiç bir yerinde Yahudilere yerleşik kadro bile verilmiyordu. Siyasi görev verilmezdi. Freud’un daha 1900 yıllarının başında bakan olma isteğine rağmen bunun Yahudiler için imkânsız olduğunu öğrendiğinde yaşadığı hayal kırıklığı tipik bir örnektir.
İslâm genellikle, eşitlikçi bir din olarak betimlenmiştir. Pek çok bakımdan gerçekten de öyledir. İslâm’ın 7. yüzyılda Arabistan'a gelmesiyle birlikte yol açtığı değişikliklere bakacak olursak; dahası ortaçağlardaki Müslüman dünyasını doğusunda yer alan Hindistan'daki kast sistemi ile veya batısındaki Hıristiyan Avrupa'nın pekiştirilmiş aristokratik ayrıcalıkları ile karşılaştırırsak, İslâm gerçekten de eşitlikçi bir toplumda eşitlikçi bir din gibi görünmektedir. İlkesel düzeyde ve hukuken ne kastı ne de aristokrasiyi kabul eder. İnsan doğası gereği her iki eğilim de zaman zaman kendilerini göstermemiş değildir, ama bu İslâm'ın bir parçası olarak değil, İslâm'a rağmen gerçekleşmiş ve eşitlikten bu ayrılmalar gerek gelenekçiler gerekse radikaller tarafından İslâm dışı ya da İslâm karşıtı icatlar olarak mahkûm edilmiştir. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 18).
Egemenlik altındaki gruplardan egemen gruba geçiş, katı toplumsal engellerle yasaklanmıştır. Bu engeller, bir tür kast düzeni oluşturarak bireylerin, gruplardan birine aidiyeti doğuştan başlatır ve diğerine geçmelerine izin vermez. Batı kast sistemi için Hindistan’ı ve Hinduizmi acımasız şekilde yargılarken kendisinin fiili uygulamalarını gözden kaçırabileceğini sanmaktadır. Din değiştirmek bile, Yahudileri Hıristiyanlara dönüştürmeye yetmedi. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 523.) Hıristiyanlığa geçen Yahudi veya bir başka dinin mensubu ayrımcılığa tabi tutulmuştur. Hatta kendisi Hıristiyan olsa ancak anne ve babasından birisi ya da atalarından birisi Yahudi ise ayrımcılıktan kurtulamamıştır. Daha 60’lı yıllara kadar, ABD’de, ebeveyninden biri siyah olan bireyler, Beyazlardan ayırt edilmeleri imkânsız da olsa toplumsal bakımdan Siyahlarla aynı konumda görülüyorlardı. Kişilerin etnik grup değiştirmek için haklı sebepleri olsa da uygulamada bu geçiş imkânsızdı. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 247.) Tersine İslam dünyasında eski Müslümanlar ile yeni dönmeler arasında görülen farklılıklar, her toplumda rastlanan bir grubun ötekini küçümsemesi sınırının ötesine geçememiştir. Yeni Müslüman olan ancak hakim milletten olmayan bir unsurun mensubu hemen her zaman yüksek görevler almıştır. Bazen tercih sebebi bile olmuştur. Bu ise doğuştan Müslümanları mevcut düzeni eleştiri ve kötüleme noktasına götürmüştür.
Yahudilere -ya da herhangi başka bir gruba- karşı Hıristiyan dünyadaki antisemitizm türünden köklü bir düşmanlık hissinin varlığına ilişkin hemen hiç bir ize rastlanmamaktadır. Ancak olumsuz tutumların varlığı da su götürmez bir gerçektir. Bu tutumlar kısmen egemen bir grubun bağlı gruplara karşı hissettiği “normal” duygulardı -ve layıkıyla incelendiğinde her toplumda buna benzer tutumlar görmek olasıdır-; Ortaçağ’da kişilerin giyimleri üzerindeki kısıtlamalar herkese tatbik ediliyordu. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 48) Bu kıyafet konusunda dönem dönem ayrımcılığı gösterir tarzda uygulamalar olmuştur.
İslam Peygamberi Hz. Muhammed’e hakaret etmeden onun peygamber olmadığını ileri sürmek cezalandırılmamıştır. Şeyhülislam Ebussud, kâfirin “inançsızlığının gereğini” söylediği için, yani Muhammed'in nübüvvetini reddetti diye suçlu tutulamayacağını belirtir. Bu çekincelere rağmen peygambere hakarette bulunan bir zımminin ölüm cezasına çarptırılması gerekir, çünkü “biz ona bunun için zimmet vermedik” (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 52) demiştir.
İslâm egemenliğinin ilk yüzyıllarında zor kullanarak din değiştirtmeye yönelik hemen hiç bir girişime rastlanmaz; İslâm inancının yayılması daha ziyade ikna ve teşvik gibi yöntemlerle gerçekleştirilmişti. Haçlı seferleri gibi geç bir tarihte bile gayrimüslimler hala nüfusun çoğunluğunu oluşturmaktaydı. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 27) Yaklaşık İslam ordularının ele geçirmesinden 6 asır sonrasında bile diğer din mensuplarının çoğunluk olduğunu, İspanya’da Katolik krallığın bir kaç on yıl gibi kısa bir sürede bir tek Müslüman ve Yahudi kalmamasını sağlayıcı tutumları vicdanlarda bir sızı bırakır mı bilmiyorum. Müslüman coğrafyasında 1900 yılları başlarına kadar % 25 civarında bir nüfus başka dinlere mensuptu. Yine Osmanlı hâkimiyetinde 1914’teki Hıristiyan nüfus, bugün Ortadoğu dediğimiz bölgede nüfusun % 24’ünü oluşturuyordu. Halen en az 1500 yıldır Müslümanların hâkimiyetinde olan Mısır’da nüfus’un %9’u Kıpti(Hıristiyanlık mezhebi)’dir. (Ömer Turan. Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta; Ortadoğu. Acar Matbaacılık A.Ş. İstanbul, 2003) Ortadoğu Osmanlıların yönetimindeyken Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar görece barış içinde bir arada yaşıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batılı devletler Ortadoğu’yu işgal edince Hıristiyan cemaatlerle ittifak kurarak bu cemaatleri Yahudi ve Müslüman komşuları ile karşı karşıya getirdiler. [Sennott, C.M. Hıristiyanlık ve Kelam Beden Oldu, (Daniel Schorr'un giriş yazısı ile David Fromkın, Zahı Hawass, Yossi Kleın Halevi, Sandra Mackey, Charles M. Sennott, Milton Viorst ve Andrew Wheatcroft. Başlangıçtan Bugüne Ortadoğu'da Tarih Ve İnanç (National Geographic) Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık Ve Tic. A.Ş. İstanbul, 2003. s.212–213.)]
Halkın gayri Müslimlere yönelik saldırılarında kendini duyuran bir başka konu da, düşmanla, yani İslâm’ın düşmanlarıyla ilişki suçlamasıdır. Müslümanlar tarafından istilacıların doğal müttefiki olarak görülmüşlerdir. (Maalouf, Amin. Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, s. 41.) Bu konuda ilk büyük örnek, Orta Doğu ülkelerindeki bazı Hıristiyan, toplulukların kendilerini Haçlılarla özdeşleştirdikleri Haçlı Seferleri zamanında ortaya çıkmış ve Haçlılar gittikten sonra, bu topluluklardan sadakasızlıklarının acısı çıkartılmıştır. Yahudiler elbette bu durumdan doğrudan etkilenmediler. Haçlılara karşı herhangi bir sevgileri söz konusu değildi, tam tersine. Ama zaman zaman onlar da bu tepkilerden nasiplerine düşeni aldılar; Müslüman bir devletin din kardeşleri ile giriştiği bir savaşta -bir ölçüde haklı olarak- güvenilmez uyruklar diye görülen gayri Müslimlere karşı duyulan genel kızgınlıktan onlar da etkilenmiştir.
Başka ve daha dikkat çekici bir örnek de Moğol istilası sırasında yaşanmıştır. Haçlılar yalnızca Suriye ve Filistin kıyılarında ufak tefek devletler kurmayı başarmışlardı; Moğollar ise İslâm'ın ana yurdunu fethettiler, egemenliklerini kurdular ve halifeliği ortadan kaldırdılar. Dolayısıyla Peygamberin günlerinden bu yana, ilk kez İslâm'ın büyük merkezlerinde bir gayrimüslimin üstünlüğü gerçekleşmiş oluyordu. Moğol yöneticiler yerli halktan ve Müslüman olmayan, ama ülkeyi ve çok sayıda dili bilen Hıristiyan ve Yahudileri yararlı birer araç olarak gördüler ve bazılarını yüksek görevlere getirdiler. Zamanla Moğollar İslâm'ı kabul edip İslâm dünyasının parçası haline geldiklerindeyse Hıristiyanlarla Yahudiler pagan fatihlerle geçmişte kurdukları yakınlığın bedelini ödemek zorunda kaldılar. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s.68)
Daha yakın zamanlara ait ve bazı açılardan benzer bir örnek de Avrupalı imparatorlukların İslâm ülkelerindeki rolleri ile ilgilidir. Özellikle 1876 yılından sonra Balkanlarda Bulgar, Yunan, Sırp azınlık mensupları, Hıristiyanlar ve daha az ölçüde de Yahudiler, yabancı imparatorluk yetkililerine çeşitli biçimlerde yardımcı olmuşlardır. Kafkaslarda ise özellikle Ermeni azınlığından bazıları Rus Çarlığı himayesinde bağımsız Ermenistan hayali ile birlikte hareket etmiştir. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler) Rus ordusuna hoş geldin töreni düzenleyen Ermeniler, Ruslar giderken kendileri de yığınsal göçlerle onları izlediler. (mcCarthy, Sürgün ve Ölüm, s.26.) Bazı azınlık üyeleri, özellikle de üst sınıflardaki gayrimüslimler kendilerini Avrupalı emperyal güçlerle özdeşleştirmiş, dillerini, kültürlerini benimsemiş, hatta yurttaşları bile olmuşlardır. İmparatorluklar sona erip de Avrupa sahnesinden çekildiklerinde kalanlara yine ödeyecekleri bir hesap bıraktılar.
Baskılarla ilgili olarak yaptığımız bu tipolojiye son bir madde daha eklenmesi gerekiyor, o da şudur: Müslümanların zımmilere özellikle Yahudiliğe karşı düşmanlıkları dışardan kimseler tarafından kışkırtılmıştır. Hıristiyan uyruklar Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Yahudi topluluklarına karşı, özellikle Hıristiyan Avrupa antisemitizminin standart temalarından bazılarını kullanmıştır. Daha yakın zamanlarda ise Orta Doğu ülkeleri antisemitik dünya önderlerinin başlıca hedefi olmuş; hatta aralarında bu görevi kendilerine gaye edinenler bile çıkmıştır. Antisemitizm İslam’ın anlayışına tamamen zıt olmasına rağmen Müslümanlar bir başka dinin ve uygarlığın kendisine yaptığı buyurganlığın altında kalmıştır. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 69) Bu düşmanlık 70 yıldır, Yahudilerin İngilizlerin himayesi ile Filistin’e yerleştirilmesi sonrası başlamıştır. Önce sahip olunan topraklar için, sonrasında ırk düşüncesiyle devam eden bu mücadele din kavgasına dönüşmüştür. Aslında bu din savaşından çok bir kültür savaşıdır. (Baumann, G. Çokkültürlülük Bilmecesi, s.11–48) Belki toprak savaşı demek daha da doğrudur.
İslam coğrafyasında, hem doğudan Moğol, kuzeyden Rus, batıdan Avrupa, güneyden Hint saldırısına uğraması sonucunda hoşgörüsüzlüğe daha geniş bir alan açan, hatta onu ödüllendiren bir zemin ortaya çıktı. Çok önemli olduğu kesin bir başka etken de, Sünni İslâm’ın bu yüzyıllarda Hıristiyanlığa, Şiiliğe ve Moğollara karşı üç cephede birden yürüttüğü mücadeleydi. 11.-14. yüz yıllar arasında Hıristiyan ve Müslümanlar arasında İspanya, Sicilya ve Suriye Filistin'de iki yüzyılı aşkın bir zaman devam eden sert mücadeleler oldu. Hıristiyan yöneticilerin ispanya, Suriye ve Filistin gibi fethettikleri ya da geri aldıkları ülkelerde yaşayan Müslümanlara karşı gösterdiği korkunç hoşgörüsüzlük örnekleri bütün bunlar, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki ilişkilerin kötüleşmesine ve tutumların sertleşmesine yol açtı.
Gerek batıda gerekse doğuda, Müslüman Asya ile Afrika'nın büyük bölümünü bir süre için Hıristiyan egemenliği altına sokan yeni bir emperyal karşı-saldırı Hıristiyan Avrupa'dan doğmuştur. Hıristiyan zımmilerin Hıristiyan düşmana en azından bir yakınlık duydukları kuşkusu, her zaman var olmuştur ve bu kuşku zaman zaman sağlam temellere dayanmıyor da değildir. Yahudiler ise bu türden bir şüpheye maruz kalmamışlardı, hatta –örneğin 15. ve 16.’ yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nda olduğunda gibi Yahudileri duyarlı makamlara getirmek gibi bariz bir eğilimin varlığından söz edilebilir. (Lewis, B. İslam Dünyasında Yahudiler, s. 75)
Bernard Lewis, Müslümanların hoşgörülerinin ve başka dindeki insanlara davranışının Müslümanlar tarafından idealize edildiği, bunun aşırı bir tutum olduğunu ileri sürmektedir. Pekâlâ, kendisi bugün hangi Batı toplumunda bir başka din mensubu veya bir diğer etnik topluluğa Müslüman toplumların yüz elli yıl öncesine kadar uyguladıkları şekilde davranıldığını iddia edebilir?
Bugün elimizde temelde farklılık gösteren üç eşitlik mantığı bulunmaktadır. Biri bireyselci ancak yasal açıdan uygulanabilir sivil haklar, diğeri etnik kimlik, üçüncüsü ise dinsel eşitliktir.
Müslüman toplumlardaki dini azınlıkların yönetimlerden dışlanması söz konusu olmamasına rağmen yer yer ve dönem dönem bu görüntüyü verecek ayrımcılığa tabi tutulmuşlardır. Bazen dışlanma ile karşılaşmışlardır. Bu konuda Müslüman toplumların kendilerine yönelik eleştirel tutum takınmamaları ise asıl eksikliktir. Batı’da günümüzde bile devam eden bazı toplumsal kesimlerle (zenci, Kızılderili, hatta özgürce Amerikaya gelmiş antil kökenli) Avrupa’dan göç etmiş kişiler aynı toplumsal kaderi paylaşmıyorlar. Demokratik toplumlarda “alt-insan” olarak görülenler, pek çok kez yurttaşlık haklarından ve görevlerinden dışlandılar. (Schnapper. D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 524) Modern toplumlar oluşturdukları başkalaştırmayı-ötekileştirmeyi alt-insanlık tanımıyla doğrulamaya çalışmaktadırlar. Günümüzde Batı ülkelerinde on milyonlarca yasadışı göçmen ile aynı ulustan olmadıklarından sivil haklardan tam anlamıyla yararlanamayan on milyonlarca yasal göçmen bulunmaktadır. Bunun dışında bu göçmenlere yönelik olarak giderek artan bir düşmanlık toplumda yer bulurken siyasal destekte edinmektedir. (Öke, M.K. Din-Ordu Gerilimi, Küresel Toplumda Dışlanan Demokrasi, s. 8) Modern-Ulus devletler, yurttaşlar ile yurttaş olamadan sıradan kişi olarak kalan göçmenleri bir birinden ayrı tutmaktadır. Aslında yurttaşlık ve ulus devlet kavramı yurttaş olmayanların dışlanmasının meşrulaştırma aracıdır. (Schnapper. D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 483) Yurttaşlık ilkesi, birbirinden farklı ve eşitsiz bireylere eşit hukuksal ve siyasal haklar ve görevler vermeye dayanır. (Schnapper. D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 528.) İlan edilmiş değerler ile gerçeklikler arasında uyumsuzluk vardır. (Schnapper. D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 526.) Bunların dışında, bir de kendi Batı ülkelerinde tam statü yurttaş olarak yaşayıp komşuları ile aynı sivil haklardan yararlandırılmayan on milyonlarca kişi vardır. Avrupa devletlerinde yasadışı göçmenler ve yasal statülü ama başka uluslardan olanlar, Amerika'da ise yasadışı göçmenler ve uzun süredir oturma iznine sahip ama eşit muamele görmeyen yurttaşlar sivil haklardan yararlanamaz. Tarih ve hukuk alanında farklar büyüktür ama temel sorun her yerde aynı gibi görünmektedir. Sivil haklar tek başına herkes için eşitliği sağlamanın yolu olamaz. İşte bu yüzden, önce Amerika'da, kısa süre sonrasında ise Avrupa'da tatminsiz yurttaşlar topluluk haklarını icat etmeye itildiler. Topluluk hakları, çizdikleri sınırlarla sivil haklardan farklılık gösterir. Sorun artık eşit haklar için mücadelede ulusal yurttaşlığa sahip olmaktan çıkmıştır. Aksine bu mantığa göre, eşitlik mücadelesi belirli bir grup kimliğine dayanır. Bu kimlik iki ana ölçüte, etnisite veya dine dayanabilir. Tarihsel topluluğu etnik grubun özel bir hali olarak görmek de yanlıştır. Bir grubun tarihsel topluluk oluşturma nedeni ve kimlik iddiaları hem ulusal hem de dinseldir. Somut tarihsel topluluklar, etnik ve dinsel özelliklerini iç içe tutarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 69, 70.)
Bireysel açıdan özgürlük bugün insan hakları açısından çok önem kazanmıştır. Özellikle Fransa’nın yaklaşımı bu konuda dini ve etnik özgürleşmeden çok bireysel özgürleştirmeden yanadır. Bu yaklaşım ise hakiki bir demokrasi için yetersiz kalıyordu; çünkü insanların kendi saygınlıklarını yalnızca soyut yurttaşlar olarak değil, aynı zamanda somut bireyler olarak, yani tekil bir tarihin ve bir kültürün taşıyıcıları olarak yaşama gereksinimlerini dikkate almıyordu. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 533.) Kişinin iki kimliği vardır. Bunlar kişinin sadece kendisine ait olan bireysel kimliği ve ait olduğu grup ya da etnik kimliğidir. (Çevik, A. Politik Psikoloji, s. 67.) Kimliğin oluşmasında kökenden çok tarihsel süreçler yer almaktadır. (Çevik, A. Politik Psikoloji, s. 53.) İnsan, varlığına anlam kazandıran, kültürünün kamu yaşamında tanınmasını istemektedir. İnsan, yalnızca kendi topluluğu içinde kendini gerçekleştirebilirdi. “Tanıma, insanlara yönelik bir nezaket kuralı değildir yalnızca, insana özgü yaşamsal bir gereksinimdir. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s536.) Vatandaşlığın bir diğer boyutu, azınlıkların kendilerini bizzat kendi kimlikleriyle tanımlayabilecekleri ve baskın ideolojinin parametreleriyle tanımlanmaktan kurtulacakları bir alanın yaratılması işlevini de taşımasıdır. (Gerard Delanty Avrupa'nın İcadı Fikir, Kimlik, Gerçeklik, s. 205) vatandaşlığın bu boyutunu Avrupa-Batı uygarlığı hiçbir zaman sağlayamadığı gibi bugün de sağlayacak düşünce yapısında değildir.
Her ne kadar Baumann din ve etnisiteyi bir bavul olarak değerlendirmekte ve taşınılabilir olarak görmektedir. Ancak Yahudilerin asimilasyondan korunma biçimlerinin din ve etnisiteyi birlikte kullanması olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. (Baumann, G. s. 59–82) Yahudiler, yüzyıllar boyu bir yandan kendi özgül kimlikleri muhafaza ederken diğer yandan da bulunduğu ülkenin yaşamına bütünüyle katılıyordu. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 325.) Osmanlı Devletinde kendi otantik özelliklerini muhafaza edebilmişlerdir. Milletin üyesi olan Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler, kendi geleneklerini sürdürmeyi ve kendi aralarındaki çatışmaları halletmeyi sağlayan bu durumu kabul ediyorlardı. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 528.) Kişi asimile olmak istiyorsa hiçbir baskı buna engel olamamıştır. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 535.) Çünkü asimile eden güç her zaman asimilasyona direnen taraftan daha kuvvetlidir. Bir insanı asimilasyondan ne koruyacaktır? Asimilasyon insani bir durum ise bunu savunan niye şimdiki kimliği ile arzı endam etmektedir?
İslam’ın kılıçla, Hıristiyanlığın sevgiyle yayıldığı gibi bir anlayışı verilmeye çalışılmıştır. Ancak İslam’ın ilk savaşları bir ruhsat ve savunma savaşı olduğu göz ardı edilmesi ile bu kanı oluşturulmuştur. Buna rağmen Peygamber dönemindeki bu savaşlarda belki iki küçük kabile arasında cereyan ettiğinde bile olabilecek bir insan kaybı yaşanmıştır. Bu peygamber’in siyasi ve diplomatik davranışına bağlı olduğu gibi insanların tebliğ ile dine davetinin esas olmasından kaynaklanır. Peygamberimizin Kureyş’le çok sayıda gazve (Medine’ye saldırıyı önlemek ve keşif amaçlı çıkılan seriye [küçük grup] ile yapılan savaşlar) üç savaş ve Mekke’nin fethi, Huneyn savaşında toplam 600 kişi (bunların yaklaşık 300’ü Müslümanlardan, 300’den biraz fazlası müşriklerden) civarında insan ölmüştür. (Yahudilerin iki kez isyanı sırasında ise Tevrat kanunlarının tatbiki ya da Peygamberimizin hükmü ile Yahudilerden eli silah tutan 300 civarında erkek öldürülmüştür.) Bu olaylarda her iki tarafın toplam kaybı rakam olarak 1018’i geçmemektedir (En-nedvi, ebu’l-Hasan. Müslümanların Çöküşüyle Dünya Neler Kaybetti, s.329). Hele bu rakamlar, Muhammed Hamidullaha göre daha da azdır. Peygamber döneminde, bir kısmında bizzat başında kendisinin bulunduğu, sadece Bedir, Uhud, Mustalik, Hendek, Hayber, Mu’ta, Huneyn ve Taif Kuşatması’da çatışmanın olduğu toplam 30 civarında sefer ve gazvelere çıkılmıştır. Bu savaşlar esnasında 216 düşmanların, 139 kişi de Müslümanların kaybı olmuştur. (Hamidullah M. Hz. Peygamberin Savaşları, s.14.)
Buradaki yanılgı, insanların İslam’dan önce hiç savaş yapmamış ve savaşla din yayılması ilk kez İslam ile başlamış gibi yaklaşımdır. İnsanların Batı uygarlığının yaptıklarına karşı diğer uygarlık mensuplarının özellikle Müslümanların davranışını sorgulamak isteği normaldir. Medeniyetlerin teorik ve pratik uygulamaları karşılaştırıldığında Batı uygarlığı vahşette istisnası olamayacak kadar berbattır.
İslâm savaş realitesini göz ardı etmez. Çünkü savaşın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Savaş bazen arzu edilmese de kaçınılmaz olur. Tarihsel açıdan baktığımızda da zaten hiçbir dönemde evrensel barışın gerçekleşebileceği yolunda somut bir gelişme de söz konusu olamamıştır. Hz. Âdem’in çocukları arasında başlayan kavga ortamı insanlık tarihi boyunca devam etmektedir. İfade etmesi her ne kadar zor olsa da, tarihsel akış içerisinde her dönemde 'savaş', adeta kaçınılmaz bir realite olarak kendini kabul ettirmiştir. (HAS, K. Dinler Arası Diyalog Bağlamında 'Savaş' Fenomeni; İslâmiyet Örneği. s.256–272. )
Öncelikle İslam teorik olarak savaş dışında insanların öldürülmesine izin vermez. Ancak İslam tarihinde nadirde olsa savaş esnasında konjoktürel sebeplerden kaynaklanan birbiriyle çelişir görünüm söz konusu olmuştur. İnsanlar arasındaki mücadelenin kaçınılmaz bir olgu oluşu tarihsel bir gerçektir. İşte bu nedenle bütün dönemlerde olduğu gibi 'savaş' çağımızın da en önemli fenomenlerinden biridir. (Bu ayrı bir tartışma konusudur. Konrad Lorenz’in çeşitli çalışmalarına ve Erich Fromm’un İnsanda Yıkıcılığın Kökenleri adlı eserine bakılabilir.)
Şiddetten uzak olduğu iddia edilen Hıristiyanlığın, İslam dünyasının son 3 yüzyıldır hem dış hem de iç sıkışmışlığını yaşamadığı halde şiddetle iç içeliği daha fazladır. 1960’lardan sonra Güney Amerika’da 1980 sonrasında özellikle Güney Afrika’da olmak üzere Afrika kıtasında şiddetle iç içe oluşu inkar edilemez. Buna “diktatörlük… tahammül sınırlarını aşar, diyalog uzlaşma ve anlayış kanalları kapatırsa; o zaman kilise da şiddete dayalı başkaldırı meşru hakkını kullanır.” diyerek meşrulaştırmaya kalkışmaktadır. (Öke, M.K. Din-Ordu Gerilimi, Küresel Toplumda Dışlanan Demokrasi, s. 67-87, 117-146.)
Dostları ilə paylaş: |