Haklılaştırılma Miti
İLERLEME
Şiddet kullanımının söz konusu olduğu birçok durum siyasi bir etkinlik ile birlikte var olur. Şiddet eylemi hemen her zaman bir meşrulaştırıcı ile birliktedir. 203 Şiddet bir orana ya da bir neden bağlanarak meşrulaştırılır.204 Şiddet yanlısı tutum amacın aracı aklayacağını düşünür. Ancak genelde tersi olur. Bir araç olarak şiddet amacı rehin alır. 205 Her iktidar güç kullanımı gerektirir. Her güç kullanımı da kendini meşrulaştırma ihtiyacı duyar. Bu ihtiyacı iki şekilde kendisini gösterir. Burjuvazinin ülke içinde monarşiye karşı verdiği mücadelede ve ülke dışında ise başka ülkeleri sömürgeleştirmede ‘ilerleme’ ideolojisi meşruiyet sağlayıcı bir unsurdur.206
Amerikalı aktör ve yönetmen Mel Gibson’ın Katolik ve Batı takıntılı olduğu bilinen bir gerçektir. Son yönettiği Maya uygarlığının çöküşüyle ilgili filmi “Apocalypto” (Kıyamet) ile insanlıktan bahsetmeyi kendisine ilke edinip de dünyanın her köşesinde insan kasaplığı yapan Avrupalıyı meşrulaştırılmış bir kurtarıcı olarak alkışlatmak istenilmiştir. Bu filmle, Amerika kıtasının sömürgeleştirilmesine haklılık payı verilmesi amaçlanmıştır. Halbuki Yeni Dünya’nın keşfedildiği yıllarda insan kurban etmelerinin, Aztek’lerin yok edilmesini meşrulaştırma bahanesi yapılmasına Dominik rahip Las Casas karşı çıkmıştır. 207
Filmde, ürkütücü bakışlara ve yaralı yüzlere sahip olduğu görülen Mayaların, kültürleri gereği insanları kurban ettikleri vurgulanmaktadır. Mel Gibson’ın Mayaların, bölgeye Avrupalılar gelmeden önce birbirlerine vahşice davrandıkları ve bu nedenle kurtarılmaları gerektiği yönünde ırkçı ve saldırgan bir mesaj vermek istediği çok rahat söylenebilir. Böylece seyirci bu kadar vahşi olaydan sonra son sahnede limanda beliren ‘Batı Medeniyetinin Gemisini’ vahşetin bitmesi için büyük bir istekle bekleyecektir. Bu film, sömürgeleştirmeyi haklılaştırma, meşrulaştırma, vahşi insanın medenileştirme projesi olarak gösterme çabasıdır. Batı’nın uyguladığı şiddete arkaik, irrasyonel ve törensel bir senaryo ve filmle destek çıkılıyordu.
Batı tarafından medeniyet kavramı baskı ve sömürüyü meşrulaştırmak için kullanıldı. Bu kavramın temsil ettiği değerlerin evrensel ve ilke olarak herkese ait olduğu düşünülüyordu. Sadece Avrupa insanı şimdilik bu değerlerin ayrıcalıklı konumdaki taşıyıcılarıydı. Bu düşünce dünyanın henüz medenileşmemiş kısımlarındaki topraklara tecavüzlerini meşrulaştıran bir bahane teşkil etti. Batı’nın tecavüzlerinin gerekçesini oluşturuyordu.208 Amerika ve Afrika yerlilerinin insan kurban etmeleri ve yamyamlıkları Batılılar tarafından sürekli dillendirilecekti. Hâlbuki kendi yamyamlıklarının bir örneği olan 1099 yılında Maara’nın Haçlılar tarafından alındıktan sonra yaklaşık tüm halkın katledilmesi ve yamyamlık davranışı gözlerden kaçırılmaya çalışılmaktadır.209 Bu olay Müslüman tarihçi ve vakavünisler ile Avrupa kroniklerinde çok sayıda ve uyumlu bir biçimde yer almıştır. Ne var ki, yamyamlık davranışı 19. yüzyıla kadar Avrupa tarihçilerinin eserlerinde ayrıntılı bir şekilde yer alırken 20. yüzyılda –uygarlaştırma görevi yüzünden- genelde es geçilmiştir.210
Bu yamyamlık öyküsüne 17. yüzyılda Amerika’da yeniden rastlanacaktı. 1610 yılı kışında “…dayanılmaz bir açlığın içine sürüklenince doğadaki en tiksindirici şeyleri yemek zorunda kaldılar. […] içlerinden biri göğsünde uyumakta olan karısını öldürerek parçalara ayırdı, etlerini tuzladı ve sadece başı kalana kadar her tarafını yiyip bitirdi…”211
Avrupa Yeni Dünya’nın keşfi ile ‘ilerleme’ fikrini formüle eder ve ele gelir hale getirir. Avrupa bu dönemde kendini, hem kendi için, hem de kendi yasasına maruz kalan kurbanları için daha iyi’nin ya da Conrad’ın anlatımı ile Yüce bir İyilik Gücü’nün doğal kaynağı olarak dayatmaktadır.212
Aykırı olanı aforoz etmeye alışmış Batı için derinin rengi bile ayrım için yeterlidir. O renkte aforoz etmenin nedeni yakalanmıştır. “Bir kimse sadece ruhunda değil vücudunun dış görünüşünde bile yazısı bulunan o aforozu okumadan bir vahşiye bir an olsun bakamaz.”213 Derinin rengi mitleştirmede ortaya kendisini Jacques Derrida’nın batı metafiziğini eleştirirken tanımlayacağı, bizim bir dünya haritası çıkarmak üzere kullandığımız Batı-Doğu, Uygar-Barbar gibisinden — birinci ögesinin ikincisi aleyhinde değerlendirildiği — ikili, kutupsal karşıtlıkları “beyaz mitoloji” olarak ortaya koymaktadır.214
Sömürgenin vahşi ve anlaşılmaz olduğu üzerine kurulan işgal stratejisi, bu yanıyla yayılmacı Avrupa'nın sömürgeye; “yegâne doğru olan” Avrupa tarzı yaşam ve iktisadi anlayışın yerleştirilmesi kavramı çerçevesinde oluşuyor, Avrupa kültürel hegemonyasını da işgal askerlerini taşıyan gemiler kanalıyla yaymaya çalışıyordu.215 Vicdani rahatsızlık, yaptıkları işin barbarlara üstün bir yasa dayatmak olduğuna inanmasıyla giderilmeye çalışılmıştır.216 Çünkü, Levi-Strauss gibi bazı etnologlar dışında217 Batı’lı insana göre, kültürlerin, uygarlıkların hiyerarşisi vardır.218 Batı kültürü en üstünüdür. Ağır yük meydana getiren geri kalmış ve yavaş ilerleyen kültürlerin temizlenmesi gerekir.219 Kültür hiyerarşisi olduğuna göre kölelik meşru bir girişimdir. “Önceden, sömürgecinin sömürgeleştirilen insanla ilişkisi hakkındaki temel kavrayışı medeniyle vahşinin ilişkisi biçimindeydi. Bu nedenle sömürgecilik kaba saba, hiçbir şüpheye izin vermeyen ancak sağlam ve belirgin bir hiyerarşiye dayanıyordu.”220
Batı düşüncesi aydınlanma ile doğayı, evreni, toplumu ve insanı ortak yasalar bağlamında ele almaya başladı. Aydınlanma, akıl ve bilimselliğe yaptığı aşırı vurgu ile tek bir gerçeğin olabileceğini kavramsallaştırdı. Toptancı çözümler üreten aydınlanma “refah” gibi, “şiddetten arındırılmış toplum” gibi, “ekonomik eşitlik” gibi düşünceleri idealleştirdi. Totaliter egemenliğin ortaya çıkmasına ve sürmesine neden olan şey, aydınlanmanın “refah”, “şiddetten arındırılmış toplum”, “ekonomik eşitlik” gibi total bir idealin peşinde koşmasıdır. Bu idealde bütün insanlar aynı fikirdedirler. Totalitarizm, aslında Aydınlanma’nın idealize ettiği, her şeyin şimdi nasıl olduğunu ve gelecekte nasıl olacağını kesinkes bildiğini sanmanın ürünüdür.221
Aydınlanma'nın dünyaya yönelik bireysel, özgürlükçü yaklaşımı ile akıl ve bilimselliğe yaptığı vurgunun çatışması ortaya çıktı. Akıl ve bilimselliğe yapılan vurgu, toplumu ve geleceği belirleyen bir anlayışa yol açtı. Bu ise Aydınlanmanın köklü bir reddini doğurdu.222 Akıl ve bilimselliğin dikte ettiği ‘ilerleme’ savı özgürlüğün ve bireyselliğin reddini gerektirdi. Aydınlanma’nın idealize ettiği ilerlemenin, refahın, eşitliğin sağlanması için tahakküm en son noktaya dek yüceltildi. Totaliter siyaset ve toplum modellerinin idealize edilebilmesi için Hobbes ve Machievelli tarafından siyaset felsefesi temellendirildi. İnsanın “mükemmelleştirilmesi”, doğanın tamamıyla insan denetimine girmesi, gerçeği tek bir biçimde kavranmasının mümkün olarak görüldü. Bu da aydınlanmanın total düşüncelerin altın çağı şekline döndürdü. Geleceğin daha mutlu, daha insani, daha özgür olacağı düşü, ütopyaların eşliğinde; şiddetten, farklılıklarından, özgünlüklerinden arındırılmış bireylerin oluşturduğu yeni bir toplum yaratılması çabası ile birlikte ele alındı. Bu çaba, aydınlanma aklının iddia ettiği değiştirmeyi, düzeltmeyi amaç edinir. Batı’nın aydınlanmacı entelektüellerine, kendini sömürgedeki insanların insanlığının “ilerlemesinden” sorumlu tutma şeklinde yansıdı.
Batı düşüncesi tarihin görüntüsüne ilerleyici hava verdi.223 Hegel bunu en güzel şekilde dillendirerek dünya tarihini, tezahür etmiş aklın ilerlemesi olarak görür. Tarihin her çağında bir millet "dünya-zihninin kendi gelişen kendilik-bilinci gelişmesi"ne eksiksiz etkisini sağlayan yüce göreviyle yüklüdür. Demek ki, dünya ruhuyla yüklü millet bütün çağ boyunca başattır ve diğer milletler "haklardan mahrumdur" ve "dünya tarihinde hesaba katılmaz."224 Yoldan sapmış fark ve ötekiliklerin, Bauman’ın deyimiyle “düzen ve ilerleme ordusundan şerefsizce ihraç” edilmeleri gerekiyordu.225
Çağımızın batıl itikatlar panayırında sergiye çıkan en ciddi ve en karmaşık mal ‘ilerleme’dir.226 Roger Garaudy’e göre, asıl konuşulması gereken Batı’nın bir cins intihar anlamı taşıyan efsanevi “gelişme”, “büyüme” ve “ilerleme” ideolojisidir. Bu ideoloji insanlara insanlıklarını unutturacak bir bireysellik aşılar. “Düşünceyi aşma” yani geçmişin tortusundan ve zamanın kaygısından kurtularak henüz bilinmeyen geleceğe doğru uzanmayı ve bu geleceği yaratmaya çaba harcamayı imkânsız kılar. Bu düşünce, insanları “Toplum halinde yaşama” duygusundan uzaklaştırarak aramızda yaşayan herkesin diğerlerinden sorumlu olduğunu unutturur.227 Sorumluluğu üzerine alamamayı doğurur. Bu da Bauman’ın dediği şekilde insanın zulmü görmezden gelmesi ile sonuçlanır. İlerleme ideolojisi totaliterliği ve merkezi yönetimi gerektirir. Bunu sonucu oluşturulan bürokratik mekanizmada birey kişiselliğini yitirir. İnsanın kendi eyleminin sonuçlarından giderek daha da uzaklaşması ile ahlak kişisel olmaktan çıkar. Bu ise yeni insanlık dışı davranışlara zemin hazırlar.228
İnsanların gelişmesi, Batı’nın inandığı “büyüme” ve “ilerleme” dininin muazzam insan yığınlarını hiçe sayması ile ilgili... Batı modeli “gelişme”nin tek çaresi o ülkenin tabiat ve insan zenginliğinin yağma edilmesi... Aslına bakılırsa “gelişmiş” ve “az gelişmiş” ülke yok “egemen” ve “egemenlik altına alınmış” ülke var... “Hasta” ülke, “aldatılmış” ülke var. Berikiler gelişme yüzünden hasta, diğerleri ise batıda geliştirilmiş kendi aydınları tarafından yönetilen aynı öldürücü gelişmenin hayali ile aldatılmış... Üstelik geleceklerinin, hasta ülkeleri taklit etmelerine bağlı olduğu kendilerine inandırılmış... “Bilimselliğin” bu arkaik ve öldürücü saplantısı, bir başka söyleyişle pozitif ilim ve tekniğin bütün problemleri çözebileceği, bulup çıkardığı ve çözüme bağladığı meselelerin dışında başkaca insani problemin bulunmadığı inancı ters biçimde “modernlik” olarak isimlendirilmiştir. Bu modernizmin en aptalca, en yıkıcı sloganı ise “Gelişme durdurulamaz” sözcüklerinde gizlidir.”229
Avrupa’nın kültür kavramında insani özelliklerin biçimlendirilebilirliği, tüm yerlere ve zamanlara uygulanabilir bir evrensellik inancı ve Avrupa’da biçimlendirilen idealin dünyanın öteki kesimlerinin taklit etmesi gereken insani bir yetkinliğin doruğu olduğu düşüncesi aydınından siyasetçisine, normal halkından sanatçısına, sağcısından solcusuna, bilim adamına kadar Avrupalı her insanın temel kabulü oldu.230
“Avrupalılar Afrika'yla ilgili her şeyi aşağılıyorlardı ve Fransa'da insanlar barbar ve medeni iki dünyadan söz ediyorlardı. Barbar olan dünya Afrika'ydı, medeni olan ise Avrupa. Bu yüzden birisinin bir Afrikalıya yapabileceği en iyi şey onu asimile etmekti: amaç onu siyah derili bir Fransız'a dönüştürmekti...”231 Sömürge ülkelerine ekonomik sömürü dışında, Fransa ana karasını düşmanlarına-özellikle Almanlara- karşı korumak için bir force noire [siyah (derili) güç] sağlayacak asker ülkeler gözüyle bakıldı.232
Batı her ne kadar kendi kültür hümanizmasını dürüst, yansız, bağımsız, özge ve özgürce, bütün insanlığın refahı, mutluluğu, barışı, katılımı, paylaşımı, dostluğu için oluşturmuş gibi pazarlamışsa da, gerçekte böyle değildir.233 Batı için eğitim insanları daha fazla aydınlatmaktan ziyade düzen getirmeyi amaçlayan bir girişimdi ve amacı itaati öğretmekti.234
Batı’nın sömürge anlayışını önceki fetih–işgal(İskender, Roma, Cengiz Han, Türk ve Tatar)lerle karşılaştırarak, yol açtığı olayları insani bakımdan daha katlanılır kılacak bir ihtişama büründürmek istediler.235 Doğu üzerinde çalışan her bilim adamı, her araştırmacı ve her siyasetçi isteyerek ya da istemeyerek bu tartışmaların içinde yer aldı. Büyük bir kısmı bu ideolojiye uygun argümanlar geliştirdi. Olayın daha da ilginç olan yanı Doğu'nun işgali ve sömürgeleştirilmesi, sadece emperyalist amaçlar güden çevrelerin aşırı hevesli tutumları dışında, yayılmakta olan özgürlük rüzgârlarının en önemli temsilcilerinin dahi bilerek ya da bilmeyerek bu süreci desteklemesi ile devam etti. Marx, ünlü Hindistan üzerine mektuplarında kapitalizmin sömürge ülkelerinde dolaysız olarak olumlu ekonomik gelişmeye yol açacağı varsayımında bulunmuştur.236 Marksist emperyalizm kuramı üzerine Marksist yazarlar, İngilizlerin Hindistan işgalini kendi sistematikleri çerçevesinde meşrulaştırırken, aynı zamanda bu işgalin olası sonuçları ile ilgili olarak da, Şarkiyatçı yazının diğer isimleri ile benzer sonuçlara varmaktan kurtulamadı. Marx temel kuramlarının dinamiği ile İngilizlerin Doğu'daki işgalinin toplumsal dönüşümler açısından önemli bir aşama olarak değerlendirdiği ünlü makalesinde, İngiliz işgalini ağır bir eleştiri bombardımanına tutarken, diğer yandan bu işgali, sonuçları açısından Batılılaşmaya yönelik eğilimi nedeniyle olumlamak zorunda kalmıştı. İngilizlerin Hindistan’daki sömürgeciliği var olan duruma tercih edilerek bir ileri aşama olarak değerlendirildi.237 Batı kapitalizminin her gittiği yerde eski üretim ilişkilerini yıktığı, üretici güçlerin önünü açtığı görüşü temel argüman olmuştur.238 Marx’a göre, bunun için ne tür suç işlemiş olursa olsun, bu devrimi yaratmak konusunda tarihin bilinçsiz aracıydı İngiltere. Burada Goethe’den yaptığı Timur’la ilgili alıntı ile düşüncesine haklılık getirir:
“Timur hükümdarlığı da
Tüketmemiş miydi sayısız ruhu?” 239
“İngiltere'nin Hindistan'da ikili bir görevi yerine getirmesi gerekmektedir: İlki yıkıcı bir görevdir, diğeri ise yeniden yaratmaya -Asya tipi toplumun ortadan kaldırılmasına, Asya'da Batı toplumunun maddi temellerinin atılmasına- yöneliktir.” 240 Marx bu ifadesi ile Avrupa tarzı ilerlemeci iktisadi görüşlerin tek doğru olduğu yolundaki inancı da körüklemektedir. Marx, Asya tipi toplumun ortadan kaldırılması çerçevesinde, varsaydığı Avrupa türü bir feodalizmin Asya versiyonunun ortadan kaldırılması ile kapitalist üretimin ilişkilerinin yaygınlaşarak, ücretli emeğin hâkim olacağı yeni bir toplumsal biçimlenim için koşulların hazırlanacağına inanmaktadır. Marx’ın sömürgeci istilaların “gelişmeyi geriletici” etkisine ilişkin görüşü olmasına rağmen temel görüşü, Kapitalist Üretim Tarzı’nın kapitalizm öncesi tarzları parçaladığı ve böylece tarihsel olarak ileriye dönük gelişmelerin temellerini attığı şeklindedir.241 Aslında Marx’ın geçerlilik iddiası ile argümantasyon biçimleri arasında doğrudan doğruya bağlantı yoktur. Marx, burada sorunsal bir eylemin haklı çıkarılması için başvurulan normun kendisinden kuşku duyulan ahlaksal argümantasyonlarda bir kaydırma gerçekleştirmiştir.242 Bu anlayış tarzı, Marx'ın Avrupa merkezli bir bakış açısı içinde olduğunu netleştirmektedir. “Marx'ın biçemi, toplumları vahşice dönüştürülürken cinsdaşlarımız olan şarklıların çektikleri acılardan dolayı duyduğumuz doğal nefreti, bu dönüşümlerin tarihsel zorunluluğuyla uzlaştırma güçlüğü ile karşı karşıya bırakır bizi.”243 Engels de aynı şekilde, Cezayir’in Fransa tarafından fethedilmesini, ‘uygarlığın gelişmesi için önemli ve tarihi bir olay’ şeklinde değerlendirecektir.244 Benzer şekilde Lenin’de de emperyalizmin olumlamasını görürüz.245 Lenin, işi doğudaki müstemleke milletlerin ancak Avrupa’nın hükümran milletlerinin proleterleri tarafından idare edilebileceğini söylemeye kadar vardırdı. Bununla Rusya, İngiltere ve Fransa’yı kastediyordu.246 Hâlbuki E.Fromm’un tanımladığı ve yalnız insanda var olan, yıkma-bozma isteğinden başka hiçbir amacı olmayan yaşamı yok etme isteği ise, Batı’nın tüm sömürgelerde uyguladığı zararlı saldırganlık türüdür.
Bunlara göre, Afrikalı insanın yaşamı diensefalik ve birtakım gereksinimlerin söz konusu olduğu bir yaşamdır. Bu, insanı, Afrikalının beyin zarından yoksun olduğu düşüncesini ileri sürmeye götürür. Bu da sömürge insanının ilkel olduğu kararına götürmektedir. İlkellik kendi evrim sürecinden ileri gelen toplumsal bir durumdur. Donanımları beyaz ırktan farklıydı. Yerli insan, bizimkinden farklı bir şekilde yaşama uyum sağlamıştı. Afrikalı insan zihinsel yeteneklerini çok az kullanır. Sömürge insanının içgüdüleriyle hareket etmesi, öldürmelerdeki nitelik ve çokluk, sürekli suç işleme eğilimi ve ilkelliği, bunların hiçbiri tesadüfî ve nedensiz değildir. Afrika insanının eğilimleri hem yerli insanın tembelliğini, toplumsal ve zihnî yeteneksizliğini ve hem de hayvanlardakine çok yakın bir içgüdüselliği akla getirir.247
Sömürgecinin yönetici konumundaki kişilerin genel düşünce yapısını aksettiren, bir sömürge valisinin düşüncelerini: “Bu doğal yaratıkların, bu kaba içgüdülerine körü körüne bağlı yaratıkların karşılarına acımasız ve şiddetli güçleri çıkarmak gerekir. Doğayı evcilleştirmek gerekir.” şeklinde ifade etmesi tesadüfî değildir.248 Farabi de El-Medinet’ül-Fazıla adlı eserinde bozuk şehir insanlarının insanları hayvanlar gibi değerlendirdiğini ve insanlar arası mücadeleyi oraya bağladıklarını söylemektedir.249 Disiplinize etmek, düzeltmek, yola getirmek ve barıştan yana olmak gibi sözcükler işgal altındaki bölgelerde sömürgecilerin en çok kullandıkları sözcükler olmuştur. Halen İsrail devletinde benzer ifadeler kullanılmaktadır.
Öte yandan medeniyet kavramı, Bauman’a göre, Batı’da bilgili kesimin söylemine vahşi, yerel, geleneksel kültürlerin ve yaşam tarzlarının ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir haçlı seferinin ismi olarak girmiştir.250 Avrupa'nın bakış açısına göre, farklı bütün kültürler, gelenekler ve yaşama biçimleri Avrupa'yı tehdit eder. Bundan dolayı bu tehdit edici unsurlar yok edilmelidir. Çünkü mümkün olan tek doğru kültür kendi kültürü ve medeniyetidir; diğer kültürler “geriliği ve ilkelliği” temsil ederler. Farabi’ye göre, “Cahil Şehir” tanımıyla ele aldığı şehir insanları, başka şehir insanlarının kaba olduklarını, kendilerinin ise kibar ve nazik insanlar olduklarını düşünürler.251 Batı insanında bu insan ayrımı geçici değil, temel bir üstünlük anlayışına dayanıyordu.252
ABD’yi kuranların Kızılderili ötekileri yok sayarak ve yokederek Batı’ya ilerleyişini, (telos’u kaçınılmaz olan) “kaderin kendi omuzlarına yüklediği bir görev” (manifest destiny) olarak açıklamalarına bir başka örnektir.253 Kendi kendilerine böyle bir görev atfetmeleri onların Tarihin/Aklın öznesi olarak, yani hükümran özne olarak kurgulandıklarının bir başka göstergesidir.
Batı’nın küçük bir askeri görevlisinde bunu doğrulayan ifadeleri yakalayabiliriz: “Sözleri ağzımızda gevelemenin hiçbir anlamı yok... Biz, Amerikalı Kızılderililerin kökünü kuruttuk ve sanırım çoğumuz bundan gurur duyuyoruz... ve gerekirse, gelişme ve aydınlanma yolunu tıkamak isteyen bu ikinci ırkı (sarı ırkı kastetmekte) da yok etme yönünde, vicdani engellere takılmamalıyız.”254
Benzer örnekleri Afrika'nın sömürgeleştirilme sürecinde de sıkça görülebileceği gibi, Doğu'nun yabaniliği, ahlaksızlığı, geri kalmışlığı, kendini yönetmedeki acizliği gibi temel argümanlar, Doğu eğlencelerinden, Doğu'nun mistik tarihinden, Doğu edebiyatından, Doğu sanatından, Doğu yaşam tarzından, savaşlarından, dinsel yaklaşımlarından bilinçli olarak seçilen bazı örneklerle oluşturularak, hem Batı hem de Doğu kamuoyuna bu örnekler, Doğu'nun kendisi olarak sunulmaya başlandı. “Barbar” Doğu'ya karşı Batı'nın “medeni” dünyası, sömürgeciliğin düşünsel anlamda meşru kılınmasının olanaklarını yarattı. Doğuluların yönetilmesi, uygarlığı temsil eden Batı'nın da yönetmesi, “bilimsel” keşifler ışığında ideolojik alt yapısı da sağlanmış oldu.255 Böylece Hegel’in sağladığı felsefi temelin yanında bilimsel ayak eklenmiş oldu.
Batı için eşitlik kâğıt üzerindedir. Gerçekte böyle bir şey mümkün değildir. Ancak bu üstünlük, bir sorumluluk, doğruyu bilemeyenler için yol göstericiliktir. Bu bir sömürme değildir. Bir görüp gözetme ve yönlendirme görevidir: “Bence, ırkların, insanların ve kültürlerin eşitliği sorunu ancak yasa önünde bir eşitlikten bahsettiğimizde anlamlıdır, gerçekteki eşitlikten değil.”… “çeşitli kültürler arasında hali hazırda düzey, güç ve değerler açısından farklılıklar vardır. Bu farklılıklar hakikaten bir eşitsizliğe sebep olur. Bunlar hiçbir şekilde, ırkçılıkta olduğu gibi üstün olan insanların lehine haklar açısından bir eşitsizliği haklı çıkartmaz. Aksine onlara ek görevler ve artan sorumluluklar yükler.”256 Avrupalı, sömürgeleştirdiği kişileri aslında adam ettiğini, uygarlaştırdığını, kalkındırdığını, tarihin rayına oturttuğunu savunur. Bu bir “beyaz adamın yük(ümlülüğ)ü” (white man’s burden) dür.257 Bu Batı insanı için aynı zamanda ahlaki bir yükümlülüktür.*258 ya da “Beyaz insanın sırtındaki yumurta küfesi”dir.259
Batılı aydın meşrulaştırma yetkisini ve gücünü kendisinde bulur. Çoğunluk ise tüm bunları sağlayan bilgiden yoksundur; dolayısıyla, bu bilgiyi elinde tutan azınlık tarafından yani hükmedenler tarafından aydınlatılmalı ve yönlendirilmelidir. Hükmedenlerin ellerindeki bilgiyi bilgeler, uzmanlar ve öğretmenler olarak hükmedilenlerin yararına kullandığı varsayılır.260 Şeylerin planlanıp düzenlenmesi gerektiği düşüncesi geleneksel kültürü tahrip etmiştir. Bu tahribattan doğan boşluk bilgiyle ve hukuki düzenlemelerle doldurulmuş, bu ise uzman yöneticilere, öğretmenlere ve toplum bilimcilere olan talebi doğurmuştur261
Hatta Batı, sömürge insanının düşünmeyi bile bilmediğini ileri sürülecektir. Onlara göre, “Nasıl düşünüleceğini bilen yalnız Batıydı. Batı dünyasının sınırlarının bittiği yerde ortaklık kavramının egemen olduğu, mantıktan yoksun, sakat düşüncenin ta kendisi olan o ilkel düşünce biçiminin loş krallığı başlıyordu.”262 Mısır’ı İngiliz sömürge valisi olarak çeyrek asır yöneten Cromer “Çoğu zaman, doğruluğunu kabul edebildikleri en yalın öncüllerden, en açık çıkarım yapmayı becermezler.” diyerek mantık yetisi bakımından zayıf olduklarını söyleyecektir.263
“Tabiat bir işçi ırkı yaratmıştır: harika bir el becerisi olan ve neredeyse hiçbir onur duygusu bulunmayan Çin ırkı; onları adaletle yönetin, böyle bir yönetime duydukları şükran duygusunun karşılığı olarak ve fetheden ırka yeterli bir ödenek olacak biçimde onlardan zorla vergi toplayın ve onlar tatmin olacaklardır.”… “Toprağı işleyen ırk Zencilerdir. Onlara şefkat ve merhametle davranın ve bu görevi üstlenenler de olması gerektiği gibi, efendiler ve askerler ırkı, yani Avrupa ırkıdır.”… “Bırakalım, her birimiz ne için yaratıldıysak onu yapalım ve her şey yoluna girsin.”
Yukarıdaki sözlerin sahibi Hitler ya da Rosenberg mi? Hayır, özgürlükçü Fransa’nın hümanist düşünürü Renan’dır.264 Hatta Renan, Sami ırkının insan doğasının bir alt bileşimini temsil ettiğini ilk ortaya koyanın kendisi olduğu ile övünebilecektir.265
Özgürlük, Eşitlik ve Adalet kavramını insanlığa bahşettiklerini söyleyen Fransa’nın Çin Hindi Genel Valisi M. Albert Sarraut, Ecole Coloniale'de öğrencilere nutuk atar. Ve onlara “Sözde her halkın üstünde bulunduğu topraklara sahip olma hakkı adına, yararlanılmamış kaynakların yeteneksiz insanların elinde bomboş durmasına yol açacak olan sözde kendini tecrit etme hakkı adına Avrupa'nın sömürgeci faaliyetlerine karşı çıkmanın aptalca” olduğunu öğrettiğinde kim karşı çıktı? Bildiğim kadarıyla hiç kimse.266
Peder Barde diye birisi “eğer dünya nimetleri sayısız parçalara ayrılmış olarak kalsaydı, ki sömürgecilik olmasaydı böyle olacaktı, o zaman bu durum ne Tanrı'nın rızasına ne de insan topluluğunun isteklerine cevap verecekti” diye bizi ikna ederken kim öfkelendi? Ya ondan sonra, onun din kardeşi Peder Muller diye birisi “İnsanlık, medenileşmemiş insanların yeteneksizlikleri, ihmalkârlıkları ve tembellikleriyle Tanrı'nın kendilerine bahşetmiş olduğu zenginlikleri sonsuza kadar boş bırakmalarına izin veremez, vermemelidir, onları bu zenginlikleri iyilerin hizmetine sunmaya zorlamalıdır” dediğinde kim karşı çıktı? Hiç kimse. Yani, ne bir tek kabul görmüş yazar, ne bir tek akademisyen, ne bir tek vaiz, ne bir tek hak ve iman için savaşan haçlı, ne de bir tek “insan hakları savunucusu”.267
Avrupa’nın doğu(Rusya)sunda da farklı bir söylem kullanılmaz. Çarın Şansölyesi Prens Gorchakov, Orta Asya’yı işgal eden Rusya’ya karşı eleştiren Avrupa ülkeleri hükümetlerine muhtıra gönderecektir. Yine geri kalmış milletler mitinin kullanıldığı bir yazı karşımızdadır: “Ruslar, medenî bir ülke olarak, Orta Asya'da, muayyen bir sosyal teşkilâtı olmayan, yarı vahşî, göçebe kabilelere rastlamaktadır. Tarih boyunca bu gibi vaziyetlerde, hudutların ve ticarî münasebetlerin emniyet altında tutulabilmesi için, daha medenî olanın, birlikte yaşaması müşkül olan bu gibi komşular üzerinde daima hâkimiyet kurageldiği bilinen bir gerçektir.”268 Bu sözlerle sömürgeciliklerine haklılık ve meşruiyet arayacaktır.
Daha sonra Sartre Avrupa’nın vicdanı olarak “Laf, laf ...Hürriyet, eşitlik, kardeşlik, sevgi, onur, vatanseverlik ve daha bilmem neler!”269 diyecektir.
Batı uygarlığı, kendi dışındaki tüm insanlara “barbar” demektedir.270 Bu düşünce Yunan “şehir” milliyetçiliği kavramı içinde “dışarıda” kalan herkesi “barbar” saymakta, onların köle olarak dünyaya geldiklerini ileri sürmekte ve Roma'dan kalma mülkiyet ve imparatorluk geleneklerine dayanmaktadır.271
Hatta bir kısmı beyaz insanın dışında kalanları ‘barbar’ sınıfına bile koymaz: “Barbar, neticede Romalı ve Grek gibi aynı ırktandır. O bir kuzendir. Sarı adam, siyah adam, hiçbir şekilde bizim kuzenimiz değildir. İşte burada gerçek bir fark bulunur, gerçek bir mesafe, oldukça büyük bir mesafe: yani etnik mesafe.”272 Tam bir ırkçılık karşımıza çıkar. İlk çağ insanı beyaz ise en azından kan bağı vardır, aynı ırktır. Sarı ve siyah adam isterse uzaya gitsin ‘barbar’ bile olamaz.
Sömürgeci kendisinin bu barbarlığı önleyeceğini ve bu uluslara medeniyeti öğreteceğini iddia eder.273 Bu düşüncede olanlar için Levi-Strauss, “barbar, her şeyden önce barbarlığa inanan insandır” diyerek barbarlığın varlığını kabul ettiğini vurgulamaktadır. 274 Kendisinin uyguladığı vahşetin boyutunu düşünmeden kendisi var olmadığı zaman bu barbarlık yüzünden insanların hayvanlar gibi bir birlerine vahşet uygulayacağı argümanını kullanır. Hobbes’in zulmün ve adaletsizliğin önlenmesi için tek bir hâkim güç olmalıdır, tezini Batı kendisine yontmuştur. “Biz buradan gidersek her şey yok olur ve bu yerler Ortaçağ karanlığına döner.”275 Benzer görüşleri sömürgeci İngilizler de Hindistan’da da ileri sürdüler. İngiliz Devleti'nin yıllardan beri Hindistan Halkı için kendilerinin gerekli olduğu yolundaki ideolojik yanılsatmaları oldu.276 İngilizler bağımsızlık eylemleri sırasında yapılan toplantılarda Gandhi'ye, Hindistan'daki İngiliz egemenliğinin Hint halkı için neden önemli olduğunu anlatmak dışında bir önerileri olmadı.277
Avrupalılar Afrika'yı ele geçirip sömürgeleştirmeye karar verdiklerinde bu ülkelerin ilkel ve budalaca bir barbarlık içinde olduklarını ileri sürmeye başladılar.278 Bir de üstüne üstlük, yıktıkları bu medeniyetlerin, aslında hiçbir zaman var olmadığını, insanlığa muazzam değerler hediye eden bu toplumların atalarını bir yük hayvanı ya da vahşi putperestler derecesine indirerek hep geri, hep ilkel oldukları yalanını ile tarihi istedikleri şekilde yazdılar.279 Yerli tarihini aşağılamaktan utanmadılar.280 Batı’nın “Yiğidi öldür, ama hakkını ver” sözünü bile duymadığı bir gerçektir.
Sartre, Fanon’un kitabına yazdığı ön sözde bu haklılaştırma gayretini vurgulamaktadır: “Neydi ki zaten? Yalanlardan kurulu bir ideoloji. Talanı haklı göstermek için başvurulmuş mükemmel bir araç. Yağlı ballı kelimeleri, o hayranlık uyandırıcı hassasiyeti, saldırılarımızı hoş gösterici mazeretlerden başka bir şey değildi.”281
İlginç olan hiçbir zaman hatta kendilerinden olan insanlara karşı bile idealleri noktasında değer vermemişlerdir. Amerika'nın bağımsızlık savaşına dolaylı ve dolaysız olarak üç Avrupa devleti karışmıştır. Bunlar; Fransa, İspanya ve Hollanda'dır. İşin ilginç yanı da, bu üç devletin Amerikan Bağımsızlık savaşına karışma ve bulaşmalarında sadece ve sadece kendi öz çıkarları ve İngiltere ile olan meseleleri rol oynamıştır.282 Bu üç Avrupa devleti de Amerika'nın bağımsızlığını, bir sömürge halkının sömürgeci devlete karşı yürüttüğü bağımsızlık idealinden ele almış değildir. Fransa’nın Amerikalıları desteklemekteki bütün amacı, İngiltere’den Yedi Yıl Savaşlarının intikamını almak olmuştur. 283
Bu samimiyetsizlik Batı’nın Pasifik ötesi çocuğunda da ortaya çıkacaktı. ABD bir taraftan küresel üstünlüğünü sürdürmek için çok boyutlu politikalar izlerken, ikiyüzlülük etme becerisine de sahip olması sayesinde gerçek hedefini gizlemek amacıyla ‘demokrasi’ örtü veya ambalajını kullanmaktan çekinmemektedir. 284 Genellikle müdahalelerini demokrasi ve liberalizm davasını savunma ya da yayma girişimi adıyla maskelemektedir.285 Bugün, ABD, yüzlerce yıllık zorlu sürecin meyvesi olan “Demokrasi”yi tehlikeli bir şekilde, bilinen ‘gizli’ amaçları için bir silah olarak kullanmak istemektedir. Bu silah, Ortadoğu’daki siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel yapıya yöneltilmiş ve tetiğe basılmıştır… Kukla yönetim, taşeron halklar, kaotik yapıdan beslenen radikaller, postmodern pastadan pay alma rekabeti, psikolojik savaş ve onun aracı medya, yıkım, acı ve ölüm gibi özellikler özellikle Irak cephesini yansıtan eksik sözcükler.286
Kissinger'ın güç siyasetine dayalı Westfalen sistemin ötesine geçmek konusunda yaptığı açıklamaların bulunduğu yazıda, ABD'in “özel bir sorumluluk” taşıdığını belirtmektedir. Kissinger şöyle demektedir: “Sahip olduğu güç ve bu savaşın örnek oluşturma özelliği yüzünden, sonuçları da Amerikan eylemlerinin uluslararası ortamda algılanma şeklini belirleyecektir. Irak'taki görev sadece savaşı kazanmak değil, aynı zamanda dünyanın geri kalanına da önceden saldırımızın zorunluluktan kaynaklandığını ve sadece kendi çıkarlarımızı değil, bütün dünyanın çıkarlarını koruduğumuzu kanıtlamaktır.”287
Günümüz Amerikan strateji üretiminin tamamı savunma ve güvenlik stratejilerinin uygulanmasını meşrulaştırabilecek bir tehdit fikrine dayanır. Milli güvenlik elitleri için, herkes ve her şey potansiyel bir tehdit oluşmaktadırlar. Saplantı haline gelmiş olan bu tehdit algılaması, Amerikan milli güvenlik sistemine özgü olup strateji üretiminin tam kalbinde yaşamaktadır. Bu saplantı, devlet gücünün ve onun şiddet uygulayıcı tekelinin meşrulaştırılması meselesinin temel direğidir ve dünya ile ilişkisinin gayesini tanımlar.288 Amaç Kissinger’ın dediğinin tersine, dünyanın çıkarlarını korumaya değil kendi tehdit algılarını gidermeye yöneliktir. ABD’nin ülke sınırları dışında yaklaşık olarak 300 000 bin civarında askerinin bulunması ise kendi şiddet uygulamalarını meşrulaştırma düşüncesinden ileri gelmektedir.289 Irak işgaline bahane olan, ancak bulunamayan kitlesel ve kimyasal silahların ABD’nin saplantı halindeki tehdit algısının insan hayatını hiçe sayacak tarzda uygulamalara yol açması da kötü niyetini ortaya koymaktadır.
“Her sömürgeci ulus bağrında faşist eğilimin tohumları taşır.”
Dostları ilə paylaş: |