Sömürüden Çıkış
Batıyla mı, Batı’ya rağmen mi?
Ne yazık ki güce tapan insanoğlu akılsallığın etkisi ile vicdandan uzak, ırkçı Batı düşüncesinin etkisinde düşünce üretecek ve eyleme koyacaktır. Sömürge ülkelerinin aydını tarafından bağımsızlık sonrasında ülkelerinde Avrupa tarzı bir demokrasi, Avrupa tarzı bir sanayi, Avrupa'nın teknolojik gelişme temelli ilerlemeci iktisadi görüşleri ve Avrupa yaşam standartlarının uygulanması benimsenmiştir.827 O zaman, o da neyin bağımsızlığı oluyorsa…
Hatta ‘azgelişmiş’ ülkelerin aydınlarının Batı’yı kınama bile onları kendi kültürlerinden uzaklaştırma ve Batılaştırma değil, Batılılaşma olanaklarını daha hızlı sağlamamaları olmuştur.828
Doğu’da pek çok ülke kurtuluşu Batılılaşmada aramış, başka bir alternatif görememiştir. Hatta çoğu aydın için artık problem Batılı olup olmamak değil, “nasıl bir Batılı olmak”tıra dönüşmüştür yani problem esasa değil metoda ilişkin bir hal almıştır. Karakoç, bu durumu “Batı hayranlığı”nın da ötesinde bir “Batı mağdurluğu” olarak nitelemektedir.829
Batı’ya özenişin kökeninde yatan önemli ruh hali aslında Batı’nın silahıyla donanmak, Batı’nın gücüne kavuşmak, sonra da Batı etkisinden kurtulma arzusundan başka bir şey değildir. Bu bir yönüyle de Batı’ya karşı güçle ‘dur’ demenin başlangıcı olarak karşımıza çıkar. Böylece Doğunun görünüşte bir Batılılaşma sergilendiğini belirten Karakoç, gerçekteyse insanlığın Batı ile hesaplaşacağı eşit bir güç düzeyine ulaşma gayreti içerisinde olması gerektiğini düşünmektedir.830
Sömürülen dünya'yı yeni bir Avrupa’ya ya da Amerika'ya dönüştürmek istiyorsak o zaman ülkelerimizin geleceğini Batılıların ellerine teslim edebiliriz. Ne de olsa Batı ne yapacağını iyi bilir. Yok insanlık bir adım ilerlesin, Batı'nın gerçekleştirdiğinden farklı bir insanlık meydana gelsin istiyorsak o zaman bir şeyler bulmamız ve yeni birtakım şeyler keşfetmemiz gerekiyor. Batı için de, bizim için de, insanlık için de yeni bir insan tipi, yeni bir düşünce şekli geliştirmek ve yeni bir insan meydana getirmek gerekir.
Cesaire, “İstediğimiz şey, şimdiye dek güneşin altında çürüyerek kokuşmuş bir leşe dönüşen bu sömürgeci toplumun ömrünü uzatmak ise hiç değil. Yaratmamız gereken yeni bir toplumdur.”831 diyerek siyahî dünyayı Avrupa'nın adımlarını takip etmemeleri, eski yola da geri dönmemeleri, fakat hep birlikte yeni bir yön çizmeleri yönünde uyarmıştır. Yine, Fanon “Avrupa'ya özenmemeyi kafamıza koyalım. Kafa ve kol gücümüzü yeni bir yöne kanalize edelim. Avrupalının üstün gelmemesi için vasat bir insan unsuru oluşturalım. Ve bunu amaç edinelim.”832 diyerek, özenti ile özlenen insanlığa doğru bir şekilde ilerleyemeyeceğimizi belirtmektedir.
Gandhi, Batı uygarlığı tüketimi körüklüyor, bunun en doğal sonucu olarak da, yeni üretim alanları için savaşları zorunlu hale getiriyordu. Gandhi'ye göre; “Batı uygarlığına karşı Hintlilerin kendi yerel dünyası savunulamadığı sürece bağımsızlık olanaklı değildi.”833 Aslında, Gandi, kadim Hint ahlâkî geleneklerinden ilham alarak sanayi dünyasının iki temel çarkını, yani siyasal erki ve tüketim toplumunu ters yüz etmek ve Hindistan'ı kendi gelenekleriyle yoğrulmuş daha özgün bir yola sevk etmek istedi.834 Bir Kırgız sinema sanatçısının diliyle insanın tahrip edici konumundan çıkışı belki de ilerlemeyi sorgulamaktan geçecektir. “İnsanın tahrip edici tutkusunun kışkırttığı doğa, bu kez intikam aldı ve öldürdü (...) İnsanın talan etmesini engellemek ve ilerlemeyi durdurmak gerek.”835
Gandhi'nin bağımsızlık anlayışı 'İngilizsiz bir İngiliz egemenliği' olmamalıdır. “Hindistan'ı bağımlı bir ulus haline getiren İngiliz'in fiziksel mevcudiyeti değildir: Egemenlik altına alan uygarlıktır.” derken, kendi bağımsız Hindistan fikri ile sanayiye dayalı Hindistan'ı savunan kesim arasındaki ayrımı özetlemeye çalıştı.836
Mao Tse Tung örneğinde olduğu gibi, Asya diktatörlerinin bir kısmı Batı nihilizminin son büyük savaş aletini, yani Marksizm'i seçerek Ortadoğu’nun, Çin'in ve Güneydoğu Asya'nın kaderini tam olarak onların ideallerinin aksi yönünde yer alan bir mecraya doğru sürükledi. 837
Günümüzün Batı uygarlığı dışında kalan (entelektüel ya da siyasetçi) Araf insanlarının yaptıkları iş kendi özgün düşüncelerini Batılılaştırmaktan hatta Batılılaşmanın en bayağı biçimlerinden bir tutam sunmaktan ibarettir.
"Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde"
Ziya Paşa
SON SÖZ
YA DA
KISACA BATI MEDENİYETİ…
Mutluluğun elde edilmesini sağlayan fiillerin bilinmesi gerekir. İnsanın yetkinliği salt bilmeye ilişkin olanla, eyleme ilişkin olan olarak iki ana kategoriye ayrılır. Bu eylemlerin yalnızca bilinmesi ile yetinilmemelidir. Erdemli kişi, teorik ve pratik yetkinliğin ideal uyumunu temsil eder. İnsani mutluluk, teorik olanla uygulamaya dönük olanın tam bir uyum içinde eyleyebilir duruma gelmesini ve böylece sürdürebilmesini gerektirmektedir. Hayatı kolaylaştıran ve daha iyi, yaşanabilir bir hayat temin etmek için edinilen bilgiler uygulanabildiği oranda kazandığı değere de “bilginin pratik değeri” denir.838 Bilgi pratik olarak siyaset, ekonomi, ahlak ve eğitim gibi uygulama alanlarında değer kazanır. Bilginin bu değerlerini elde eden insanlar, gerçek hakim (bilge) kişilerdir.839
Ahlaksal olarak doğru olanı bilmekle birlikte onu yapmanın da en iyi şey olacağı hükmüne [yapma gücü ve kudreti olmasına] rağmen bunu gerçekleştirmede zafiyet göstermek fasıklık (akrasia)tır.
Farabi’ye göre erdemli kişi(toplum) teorik ve pratik yetkinlik gösteren kişi(toplum)dir. Bilgisiz (cahil) kişinin durumu bellidir. Bilmediği için eylemleri iyi de kötü de olabilir. Kötü (akrasia-fasık) kişi ise erdemli olmayla bilgisiz olma arasında kalmaktadır. Kötü-fasık kişi ve toplumlar, bilgisel donanım bakımından erdemli insanla örtüşür; uygulama alanında ise bilgisiz insana katılır. Farabi’ye göre, bozuk medeniyete mensup insanlar da değerler üretir, değerlere inanır ve onları tasavvur eder. Mutluluğun ve doğruluğun ne olduğunu tasarlar ve ona inanırlar. Onlar, mutluluğa ileten eyleme yönelmiş olup bunları bilir ve bunlara inanırlar. Ne var ki, bunlardan hiçbirisine sarılmayıp, arzu (heva) ve iradeleriyle bilgisiz medeniyet insanının amaçlarından herhangi birine yönelir ve bütün eylemlerini ve güçlerini bunlara göre ayarlarlar. Onların bütün eylemleri barbar insanların fiil ve ahlaki davranışları gibidir. Onlar yalnızca düşünce ve görüşlerinde bilgisiz toplumlardan ayrılırlar. Bu medeniyetlerden hiçbirisi mutluluğu asla elde edemezler.
Yeryüzü, insanın yarattığı çeşitli medeniyetlerin eserleriyle bezenmiştir. Batı aydınlanması ve o çok sözü edilen ilerleme aslında propaganda edildiğinin tersine bir medeniyet yıkıcılığının ürünüdür. Bu anlamda barbar kelimesini en çok hak edenler Batı’lılardır.840
Her medeniyet insanlara mutluluğu/kurtuluşu için sunacağı şeyler olduğunu söyler ve sunar. Medeniyetlerin olumlanması noktasında sözleri ve eylemleri arasındaki iç tutarlılığı değerlendirilme zorunluluğu vardır.
Batı medeniyeti tarihsel egemenlik sürecinde tüm insanlık adına büyük suçlar işleyen sistemler ortaya çıkardı.841 Dört asır içinde arzın boyu kadar bir mezar hazırlamaya yetenekli olduğunu ispat eden Batı uygarlığı842 fasık bir medeniyettir. Kendi yarattığı problemleri çözmekten aciz olduğunu ispat etmiş bir medeniyet, çökmüş bir medeniyettir. Kendi ilkelerini düzenbazlık ve yalancılık için kullanan bir medeniyet, ölüm döşeğindeki bir medeniyettir.843
Bazı ülkelerin askerî bakımdan işgali ve ahalisinin soyulması için hiçbir bahane bulunamıyorsa, bu halkların aşağı bir ırka mensup oldukları ve insanlık için tehlike teşkil etmekte bulundukları, binaenaleyh, onların medenîleştirilmesi ve medeniyetin nimetlerinden istifade ettirilmesi gerektiği ve bunu yapmanın da kendileri için yarı ilâhî bir hak' olduğu ilân edilmektedir.844
Geçmiş zamanlarda burjuvazi (komünist düşünce terminolojisinden kaynaklı kullanım, aslında kastettiği Batı) tarafından keşfedilen ve baştanbaşa bütün dünyaya taşman değerlerden biri "insan"dı ve onun başına neler geldiğini gördük.845 Batı gerçek bir hümanizme hiç bu kadar uzak olmamıştı, dünya ölçüsüne ulaşan hümanizme.846 Bir diğeri ise ulustu. Şu bir gerçek: ulus bir burjuva fenomenidir. Batının ırkçılığının sonucu, işte günümüz insanlığı… Kızılderililer katledildi, Müslüman dünya kurutuldu, Çin dünyası kirletildi ve iyi bir yüzyıl uğruna baştan çıkartıldı, Zenci dünyası diskalifiye edildi, kudretli sesler sonsuza kadar susturuldu, yuvalar, yurtlar çar çur edildi; bütün bu enkaz, bütün bu harabe, bir monologa indirgenmiş insanlık.847
Batı her ne kadar kendi kültür hümanizmasını dürüst, yansız, bağımsız, özge ve özgürce, bütün insanlığın refahı, mutluluğu, barışı, katılımı, paylaşımı, dostluğu için oluşturmuş gibi pazarlamışsa da, gerçekte böyle değildir. Bütün bu değerler kendi çevresine hizmet ederken kendi uygarlık çevresi dışındaki insanlar dikkate alındığında bu oluşumun motivasyonları; güdüleri; dürtüleri; niyetleri ve idealleri değildir. Batının kendisi hakkındaki bu tür pozitif, iyimser ve kendini aldatıcı değerlendirme hem kendisi ve hem de geri kalmış ülkelerin aydını tarafından yapılmaktadır.
Batı insanı, kendi kültür coğrafyasında insancıl, başka kültür insanlarına karşı da ‘hayvancıl’ yaklaşım göstermektedir.848 Conrad, olağanüstü durumlarda, uygar Londra ve "karanlığın merkezi" arasındaki ayrılıkların çabucak ortadan kalktığını ve Avrupa medeniyetinin en yüksek noktalarının hazırlık ya da geçiş aşaması olmaksızın birden en barbarca uygulamalar içine düşebileceğini anlamıştır.849 Kemal Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları”ndaki Kamil Bey, Avrupa’da gördüğü insanların Avrupa sınırları dışındaki değişen insan algılayışını özetlemektedir: “İngiltere'de tanıdığımız subaylardan hiç birisi, sömürgelerinde gördüklerime benzemiyordu. Londra'da insan olan bir Binbaşı, Hindistan'da hayvan haline gelmişti...”850 Onlara göre, insan haklarını ve insanca davranışı hak edenler sadece Batı insanıdır.
İkinci dünya savaşına girerken Özgür Dünya’yı Nazilerden kurtarmak için girdiklerini söylerken utanmazlıkları beyaz mendillerde katran olarak kendini ele verdi. Churchil 2. Dünya Savaşından sonra Hintlilerin bağımsızlık talepleri karşısında savaşa Hindistan ve diğer sömürgelerini korumak için girdiklerini açıklaması samimiyetlerinin nişanesi olarak tarihte yerini almıştır. Belki de “Özgür Dünya”dan anladıkları sadece beyaz insandı. Benzer şekilde Yahudilere yapılan zulmü savaşa katılma gerekçesi yapan ABD, kendi ülkesindeki siyah derili insanlara dönük ırk ayrımını göz ardı edebilmiştir. Amerikanın demokrasi amentüsünün Siyahlar olsun Beyazlar olsun bütün nüfusa derinlemesine işlediği düşünülüyor ve demokratik değerlerin Nazi ırkçılığı karşısında kazandığı zafer sonrasında Beyazların da kendi değerlerine saygı göstermek zorunda kalacağı sanılıyordu.851 Amerikalıların ilan edip benimsedikleri değerler ile Siyahlar karşısında takındıkları tutum arasında temel bir çelişki vardı. "Ne olması gerektiği"ni tanımlayan değerler ile "ne olduğu"na dair tutumlar arasında sürekli çatışma yaşanıyordu. "Amerikan ikilemi"in kaynağı değer anlayışı ve varolan tutumlar arasındaki çatışmadır. Bir yanda olması gerektiğine inanılan ve genel anlamda kabul görmüş değerler diğer yanda ise kişisel çıkarların, iktisadi, toplumsal, cinsel rekabetlerin, topluluğun saygınlık ve uygunluk sorunlarının, her tür hevesin, itkinin ve alışkanlığın yaşamla ilgili yaklaşıma egemen olduğu tutumlar arasındaki çatışmadır.852 Irk ayrımının kalkmasını Amerika’nın kendi değerlerine geri dönmesinin sonucu olarak düşünmek bir yanılgıdır. Modern iktisat tikelliklerin ötesindedir ve işgücünün hareketliliğini, işe almada rekabete dayanan ölçütlerin akılcı olmasını şart koşar. Irkayrımı, iktisadi yaşamın çeşitli sektörlerini tamamlayıcı hale getireceğine, onların iki kategoride çoğalmasına yol açar -bu da oldukça pahalıdır. Somut iktisadi yaşam, piyasanın akılcılığıyla tam bir uyum halinde ırkayrımını ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra bertaraf etmeye yönelmiştir. Amerika’da piyasanın akılcılığının devreye girebilmesi için 1960’lı yılların beklenmesi gerekiyordu. Çünkü dış piyasalardaki rekabet ister istemez çalışanların rekabetini gerekli kılıyordu. Şöyle düşünmek belki de yanlış olmayacaktır: Üretici toplumların özüne aykırı olan "Irkayrımcılığı, en azından sanayileşmiş Batı toplumlarında kendi yok oluşunun tohumlarını taşımaktadır." Çünkü modern toplumlar, iktisadi ve ticari alışverişin yapıldığı rekabet ortamlarıdır: Irkayrımı ise verimliliğin karşıtıdır. 853
Tarihin hiçbir medeniyet devir sürecinde medeniyetin nasıllığı, niçinliğine galebe çalmamıştır. İnsanlık, evrensel bir logos kayması yaşamamıştır. Medeniyet algılaması, hiçbir zaman bu kadar techne'nin epistemeye, nesnenin ideaya, gücün adalete galebe çalmasına teslim olmamıştır. Medeniyet, hiçbir zaman bu kadar kendine yabancılaşmamıştır.854 Dünya tarihindeki hiçbir yayılmacı güç Batı’nın başka medeniyetlere davrandığı kadar fütursuz ve saygısız davranmamıştır. Batı, tüm Dünyayı kendi medeniyet algısı içerisinde kan gölüne ve esarete mahkûm etmiştir.855 Her idealize ederek söylediği şeyi kendisiyle tenakuza düşerek yok etmiştir. Batı, tüm ürettiği değerlere ihanet etmiş yegâne medeniyettir. Batı, insanlıkta, sanatta ve hatta fikirde değer üretemeyen, ürettiği değeri yıkan acube bir medeniyettir.
Halkların kardeşliği temelinde kurulan Sovyet rejiminde ne hikmet ise, hep önemli mevkilere ve özellikle istihbarat bürolarının başına “Rus” kardeşler getirilmiştir. Nadiren bir bakan Türk ya da Tacik olursa yardımcısı mutlaka Rus olurdu.856 Endüstri tamamen Rusların elindeydi.857 Ruslara bütün kilit noktaları ellerinde bulundurmaya yarayan hakim mevkiler verilmişti.858 Nüfus oranları %10–15 gibi azınlıkta olan Rus kökenliler Komünist Partilerin yönetimlerine Türk ve Müslüman halklarını yönetmek için tayin edilmiştir. Üniversite ve akademik kadrolarda ters bir oranla % 80 Slavlar yer almıştır.859 Tüm fabrikalar “Rus” halk kardeşlerinin memleketlerinde yapılmıştır. Hatta doğal gaz vanaları bile “Rus” halk kardeşlerinin ellerine emanet edilebilmiştir. Orta Asya’daki sulama sistemi gibi basit bir şeyin kontrolü bile halkların idaresine verilmemiştir.860 Müslüman halkların yüzyıllardır aynı olan şehir isimleri bile ne ilginçtir ki Rus büyüklerinin isimlerine çevrilmiştir.861 Müslüman Orta Asya toprakları Moskova'nın bir ekonomik sömürgesi olup çıkmıştı; Sovyet ekonomik gücüne pamuk üreten maden ve başka hammaddeler çıkaran enerji kaynaklarını Moskova'nın sömürüsüne sunan bir bölge haline gelmişti. Elektrik şebekeleri, petrol boru hatları ve telefon hatlarına dek binlerce bağla Moskova’ya kenetlenmişti.
Son dönemin tek süper gücü Sam Amca ise liberalizm ve demokrasi getirme iddiasındadır. 1776 yılında ilan edilen bağımsızlık bildirisinde, kendisinin de yüzlerce kölesi olan Jefferson’un kaleme aldığı, İngiltere Kralını Afrika’dan kolonilere köle getirmekle suçladığı ve köle ticaretini lanetlediği paragraf Kongre tarafından kaldırıldı.862 Bildirideki “Bütün insanlar eşit yaratılmıştır” ifadesi ya “siyahlar hariç” gizli imlemini taşıyordu ya da siyahları insan olarak değerlendirmiyordu. Amerikan demokrasisi Siyahlar için kendi koyduğu değerlere saygı göstermekten aciz olarak iki binli yıllara ulaşmıştır.863 “Biz Birleşik Devletler Halkı” deyişinde yer alan “halk” kavramı içinde Kızılderililere, siyahlara ya da kadınlara ve hizmetkârlara yer yoktu.864 Amerika bu değerlerde samimi olmadığını ülke içindeki uygulamalarda vermiştir. Kendisi (Beyaz insan) için öngördüğü hümanist değerleri terk eden Amerikalılar, açık ve rekabete dayanan bir toplum kurduklarını öne sürüyordu, ancak kendi sınırları içinde Siyahların bu açıklıktan yararlanmalarını ve rekabete katılmalarını istemiyorlardı.865 Yine kendi sınırları dışındaki halklar için de bu değerler gereksizdi. Ne hikmet ise 90’ların başına kadar Batılı hükümetlerin müttefik ya da stratejik ortak olarak gördüğü devletlerin hemen hepsi totaliter rejimlerdir. Bu sadece ABD için ve hükümetler için de geçerli değildir. Almanya’da İran Şahı’nın öldürdüğü öğrencilere karşı Frankfurter Allgemeine Zeitung’ta Şah’a sahip çıkan yazısı kamuoyunda İran halkı için, kendilerine layık gördükleri demokrasiyi değil, totaliter bir rejimi layık gördüğü anlaşılmaktadır. Ama bunun o halkın değil, Batı’nın çıkarlarını koruyan işbirlikçilerinin iktidarını sürdürme isteği olduğu da aşikârdı.866 Bundan dolayı İran Şahı’nın iktidarını sağlama almak için henüz görünmeyen düşmana halka karşı kullanmak üzere hem ABD hem de Sovyet Rusya 1960’larda silah satmıştır.867 Amerika ve AB halen terörizme savaş açtığını söylerken bile terörist İsrail devletine destek çıkmaktan “ar”lanmamaktadır.
Konuya Derrida’nın 11 Eylül saldırılarını yorumlarken yaptığı açıklamalardan bir alıntıyı aktararak başlamak gerekir: “Bir filozof, ‘kavramayı’ ve ‘meşrulaştırmayı’ birbirinden ayırt etmek için, yeni bir kriter arayan kişi olmalıdır. Bir kişi savaşa veya teröre yol açan belli bir olaylar zincirini ya da kurumları, onları zerrece haklı çıkarmadan, hatta onları lanetleyerek ya da yeni kurumlar icat etmeye kalkışarak; tarif edebilir, kavrayabilir ve açıklayabilir. Bir kişi belli terör eylemlerini (devlet terörü olsun ya da olmasın), onları ortaya çıkaran hatta meşrulaştıran koşulları göz ardı etmeksizin, koşulsuzca lanetleyebilir.”
Batının tüm melanetine rağmen durduğumuz yerden bir koku çıkıyorsa onu da lanetleyebilmeliyiz.
Filistin ve İsrail ilişkilerinden Sudan’da uygulanan Darfur politikalarına, Kürtlere karşı güdülen (kültürel) ayrımcılık ve yanlışlıklar* ile Sivas katliamı dahil Alevilerin dini ve kültürel haklarının göz ardı edilmesi aidiyet duygusu ile değil adalet duygusu ile ele alınmalıdır. Eleştirel değerlendirilmeye tabi tutulmalıdır. Özellikle Ermeni tehciri, tarihimizin değerlendirilmesi ve yapılan yanlışlıkların gözden geçirilmesi için dikkatli bir eleştiriyi hak etmektedir. Büyük bir acı yaşayan her iki milletin kendi öz eleştirisi diğerinden karşılık beklememelidir. Aksi takdirde merhamet ve “öteki”ni anlamada ilerleyemeyiz. (Tehcir hoş olmayan bir tedbir olmasına rağmen modern devletlerde de uygulanmıştır. Sadece Osmanlı Devleti bunu uygulamış gibi bir değerlendirme yanlışlığına düşülmeden de ele alınabilmelidir). (Not 9.)
Ermenilerin isyanı ve Türk köylerini basarak katliam yapılması onlara benzer davranışları ve “zorunlu tehcir” yapmamızı haklı gösteremez. Çünkü devlet isyan edenlerle masum kişilerin arasını ayırmak ve tehcir kararını gerekli tedbirleri alarak uygulamaya koymak zorundaydı. Savaş şartları bunu sağlamasına izin vermemiştir. Ancak bu Ermenilerin sorunu değildir. Burada Osmanlı devletinin ihmali olmuştur. Bu ihmal ise büyük bir acıya yol açmıştır.
Bu tarz davranış unutmamak lazımdır ki, Rus’lar tarafından tüm Kırım, Tuna boyundaki ve Kafkas Müslüman halklarına hem Çarlık Rusya hem de Sovyet döneminde uygulanmıştır. Müslümanlar iktidarlarının hiçbir döneminde asimilasyonu amaçlamamışlardır. Kendilerinin güçlü günlerinde ulusçuluk gütmüş olsa idiler, Çin’den İspanya’ya, Rusya’dan Güney Afrika’ya kadar olan dünyanın büyük bir kısmında baştan sona Müslüman egemenliğindeki ülkelerden sürülenler, Hıristiyanlar, Budistler, Brahmanlar ve Yahudiler olacaktı. 7.-15. yüzyıl Müslümanları böyle hoşgörülü olmasa idiler, halen Müslümanlar buralarda kendi yerlerinde yurtlarında yaşamayı sürdürüyor olabilirlerdi. (Batı Avrupa’ya göre az gelişmişliğinin müsebbibi olarak gördükleri) “Tatar boyunduruğu” hatırası ve mağlubiyet duygusu hep zihinlerindeydi.868 Altın Ordu'nun yazgısı kendi başlarına da gelmesin diye Rusların izlediği yöntem, pek acımasızdı: zapt ettikleri ülkeleri Müslümanlardan arındırıyor ve onların yerine Hıristiyanları yerleştiriyorlardı.869 1783 ile 1893 yılları arasında bir milyondan fazla Kırım Tatarları Türkiye’ye ve o dönemde Osmanlılarda olan Romanya ve Bulgaristan bölgelerine yerleşmek üzere vatanlarını terk etmişlerdir.870 Ruslar bunu aynı dönemde Orta Asya Müslümanlarına karşı da uygulamışlardır.871 Bu, sırf Ruslara özgü bir politika değildi; Rusların Müslümanlara karşı harekât yürütmeleriyle aynı dönemde, örneğin, Kuzey Amerika’daki Avrupalı yerleşimciler de yerli Amerikalılara [Kızılderililere] karşı benzer bir politikanın zorlamasını uygulamakta idiler.872
Ulus-devlet anlayışının asla baş edemeyeceği bir demografik koşullara sahip Balkan uluslarının873 Osmanlıya karşı bağımsızlık mücadelesi verdikleri ve toprak kazanma savaşı dönemleri(Balkan Savaşları)’nde Müslüman, Yahudi ve karşı Hıristiyan halka tehcir, tecavüz, katliamlar ortaya çıkmıştır. Bu konuda özellikle Bulgarlar, Batılı gözlemciler tarafından ve özellikle Yunan ve Romenler tarafından zulüm, tecavüz ve katliamla suçlanmıştır.874 Yunan ayaklanması, Müslümanların [topluca] öldürülmesi ve sürülmesi niteliği ile ulusal ayaklanmalara model oluşturacak ilk örnektir.875 Bir Türk azınlığın varlığı, Osmanlıdan yana duygularla hareket eden bir odak anlamına gelecektir. Ayrıca Osmanlı için Yunanistan Türklerine yardıma gelmek bahanesi oluşturabilir. Bu Balkan milletlerinin tümünde isyan savaşlarında temel bir anlayış halinde uygulanmıştır.876 Ulusal bağımsızlığı sağlamak ve kendi içinde birlik gösteren bir ulus yaratmak uğruna, ele geçirilen bölgeleri Türk nüfusundan arındırmak politikası bağımsızlık savaşları dışında 1877–1878, 1912–1913 ve 1919–1923 savaşlarında kendini göstermiştir.877 Yaklaşık 1820–1920 arasındaki yüz yıl içinde Müslüman halklardan 5–6 milyon kişi katliama uğramış, yaklaşık 5 milyon kişi göçe zorlanmıştır878 (bugünkü rakamlarla 50–60 milyonlarla ifade edilebilir. Bu rakama Orta Asya’da kırıma uğrayan 3–4 milyon Müslüman halklar dâhil değildir.) Nerede ise hem Balkanlarda hem Kırımda hem Kafkaslarda ayrıca Orta Asya’da Müslümanlar soykırıma tabi tutulmuştur.879 Pekâlâ, bunu yapanlardan yargılanan, idam, hapis ya da sürgün cezası verilen kişi var mıdır? Sadece o da neden savaşı kaybettin diye birkaç Yunanlı asker ve siyasetçisi yargılanmıştır. Vazgeçtim, görevden el çektirilen kişi var mıdır? Maalesef olmamıştır.
Çarlık Rusya ve Bulgar, Sırp ve Yunan devletleri tehciri bir savaş taktiği olarak kullanmıştır. Bu yolla Osmanlı Ordusunun cephede rahat hareket etmesini engellemek amaçlanmıştır.880 Ayrıca aldığı topraklarda azınlık durumunda var olacak Müslüman halkın ilerideki bir savaşta Osmanlılarla birlikte hareket ederek ordunun ikmal yollarını kesebileceği ve saldırılar düzenleyebileceğini de düşünerek bu sürgünü çok acımasız şekilde büyük kırımlara yol açacak tarzda uygulamışlardır. Ermeni tehciri esnasında göçe zorlanan bir milyon iki yüz bin kişinin yarısı civarında ölüm ve kayıp olduğu iddia edilmektedir (Osmanlı Devleti bunun 300 bin civarında olduğunu kabul etmektedir). Ermenilerin isyan ve katliamı ile Osmanlı Devletinin uygulamalarını karşılaştırmak yanlışlığına düşmemek gerekir. Belki de Ermenilerin yaptıkları katliamlarda ölenlerin sayısı çok daha fazladır. Ancak burada sayıların karşılaştırılmasından ziyade meşru bir güçle aralarında isyancıların bulunduğu bir etnik topluluğun yaşadığı gerilim söz konusudur. Niteliksel olarak bir devletin elindeki gücü suçlu ve masum ayırmaksızın uygulaması ile isyan eden bir grubun silahlı-silahsız ayırımı yapmaksızın katliama girişmesi arasında farklar vardır. Sürgün sonrası geri dönemeyen Ermenilerin yaşadığı “yurtsuzluk” duygularını da göz ardı etmemek gerekir.881 Bu nedenle Osmanlı Devletinin uygulamalarında temel bir yanlışlığa düştüğünü kabul etmek zorundayız. Yine de Osmanlı Devleti en zayıf zamanında tehciri başaramadığı için bu konuda ihmali, suiistimali olan kişileri yargılayabilmiştir. Yüze yakın kişinin idamına, yine aynı miktarda kişiyi sürgün ve hapis cezalarına çarptırmıştır. Bunların içinde valiler, kaymakamlar, subaylar, erler ve halktan kişiler vardır. Türk insanı yöneticileri ve suçu olanları yargılayarak yapılan davranışın, hatanın bedelini fazlasıyla ödemiş ve ödettirmiştir. Yapılan hata için yargılama yapılarak kuru kuru özür dilemenin ötesine geçilmiştir.882 Aslında o dönemdeki acılar nedeniyle günümüzde “aydınların” özür dileme kampanyası ve ‘hepimiz suçluyuz’ anlayışı, bu gibi olaylarda iki noktadan yanlış bir tutumdur. İlki olayı aşırı soyutlayarak asıl suçluları saptamayı engellemeye ve uygulanan sistematik zulmü görmezden gelmeye yol açabilir. İkincisi ise karşı ırkçılığı tetikleyerek yapılanları yetersiz görme ve akıl-dışı eylemleri teşvik edebilir. Batılı sosyologlar, son dönemde ırkçılığı Beyazların Siyahlara yönelik önyargılarıyla ve Siyahların kurban edilmesiyle açıklamaktan vazgeçilmeli diyebilmektedir.883 Ancak Batı, kendinin dışındaki toplumlarda var olan benzer sorunları hala aynı tarzda kaşımaya devam etmekte bir beis görmemektedir.
Altı buçuk milyon kişinin soykırıma uğradığı söylenen Yahudi katliamı ve 2.Dünya savaşı suçluları Nürnberg Mahkemelerinde idama mahkûm olanların toplam 12 kişi olduğunu söylediğim zaman Osmanlı Devletinin yargılanmaya ne kadar önem verdiği anlaşılacaktır.
Şimdi Batı kendi yaptığı hangi katliamı soruşturmuş, yargılamış ve suçluları cezalandırmıştır. Aksine günümüz İsrail Devletinde olduğu gibi bu kişiler cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, mülki ve askeri yüksek görevlere gelmişlerdir.
Hırvatistan’ın bağımsızlığında ve Bosna-Hersek Cumhuriyetinin bağımsızlığında Batı farklı tavır almıştır.884 Bosna’da Sırplar tarafından 200 bin Müslüman soykırıma uğramış ya da göçe zorlanmıştır. 30 bin kadın tecavüze uğramıştır. Sırplar, kendileri kaç kişiyi yargıladı? Bırakın yargılamayı, kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne tutuklanmasını istenen suçluları bile vermemiştir. Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi bile Sırp kasaplarını soykırımdan suçsuz bulabilme erdemini (!) gösterdi. Mahkeme, soykırımın olduğunu düşünmekten kaçınmıştır.*885 Acaba buna neden katillerin ve tecavüzcülerin Hıristiyan, katledilenlerin ve tecavüze uğrayanların Müslüman olması olabilir mi?
Batı’yı insancıl, yalınkat bir evrenselcilik ideolojisine indirgemek, etnik ve kültür kıyımına götüren kültürel bir tekbenciliğin tuzaklarına düştüğünü göz ardı etmeye yolaçan bir aldatmacadır. Batı’nın özgürleştirici insan hakları yanını soyguncu kâr için mücadele yanından ayırt etmek güçtür. Her ikisi de "liberalizm" adı altında bütün çelişkileri barındıran aynı madalyonun tersi ve yüzüdürler. 886
Bu Batı, sömürgeci, ırkçı, şöven bir Batıdır.887
Cengiz Han gibi kan dökücü birisi dahi Batı’nın yaptığı kıyım ve yıkımın yanında anılmaya değer olabilir mi diye düşünmeden edemiyor, insan. 888 (not 10.)
Edimsöz edimler, olayların akışında değişiklik sağlayamıyorsa etki oluşturmada başarısız olmuştur, denir. Örneğin, “adı Ali olsun” diyerek gerçekleştirilen bir bebeğe ad verme edimi, etkisini gösteremiyor, yani o bebeğin “Ali” adıyla anılmasını sağlayamıyorsa, başarısız olmuştur.889 Amerika ve Fransız İhtilallerinin ilkelerine diğer toplumlarda oluşturduğu (bana göre olumluluğu tartışmalı hatta yıkıcı) etki nedeniyle başarılı, etkisöz edim diyebiliriz. Ancak kendi toplumları üzerinde edimsöz edimde ise “hükümsüz” olmuştur. Bundan dolayı edimsöz edim olarak başarısızdır, denir.890
Sözcelemde bulunmanın amacı edimin yerine getirilmesidir, ama genellikle, hatta hiçbir zaman, sözcelemde bulunmak, edimin yerine getirilmiş sayılması için atılması gereken tek adım olmaz. Sözcelemin üretildiği koşullar uygun olmalı ve birçok durumda da konuşan kişinin kendisinin ya da öteki kişilerin, ayrıca başka eylemlerde de bulunması zorunludur: bunlar "fiziksel" ya da "zihinsel" eylemler, hatta başka sözler sözceleme edimleri olabilir. Nitekim, bir gemiye ad vermem söz konusuysa, benim bu işle görevlendirilmiş olmam gerekir; evlenmem (Hıristiyan geleneklerine göre evlenmem) söz konusuysa, o sırada başka bir kadınla evli olmamam ya da daha önce evlenmiş olduğum karımın o sırada hayatta olmaması, aklımın başında olması, boşanmış olmam vb. zorunludur.891
Batı’nın sözlerine dil felsefesi açısından bakarsak daha iyi anlayabiliriz. Batı’nın kurguladığı ve uylaşım olduğunu iddia ettiği “insan hakları”, “demokrasi”, “ilerleme” ve “insancılık” kavramlarını kendi kurguladığı bir “oyun” olarak değerlendirmeliyiz. Bu “oyun”un “oluşturucu” ve “düzenleyici” kurallarını düzenleyen de ihlal eden de Batı’nın kendisidir. Austin ve Searle, “ciddi” ve “düz” sözcelemlerin başarı koşullarını araken Batı değerler açısından açık verdiği için midir ki, Derrida "ciddi-olmayan" sözcelemler ile "düz-olmayan" sözcelemleri “düz” ve “ciddi” sözcelemleri “yinelenebilirlik” kavramında eriterek, Batı’nın samimiyetsizliğini, ciddiyetsizliğini, değersizliğini, asalaklığını, bir söz söyler ama onu söylerken bir şey yapmaz, bir şey yapıyormuş gibi yapar olduğunu mu saklamak istemektedir? Burada Derrida’yı kendisine yakışır bir ironi ile aldığımın farkındayım.
Batı toplumu, Searle’nin “toplumsal olgular” dediği bir takım değerler oluşturmuştur. Bu kurumların varlığı Batı toplumunun uylaşımsal olarak ortaya attığı kurallara ve yine Searle’nin de katıdığı, Austin’in içtenlik koşulu dediği C koşullarına uymasını gerektirir. Pekâlâ, bu ortak kurallar nasıl oluşturulacaktır. Küreselleşen dünyada şu anda varolan kuralların, gelişmiş addedilen Batı kültürlerinin kolektif dini, tarihi geçmişinden uzak kurallar olması mümkün müdür? Burada Batı kültürü çoğulculuğu bile savunurken varolan yerleşik üst değer olarak kendi değerlerini öne çıkarmaktadır. Şayet bu değerler herkesin yararına ise burada dil felsefesinin getirdiği edimsöz edim ile etkisöz edim ayırımını dikkatle ele almalıyız. Batının, kurumlar oluştururken kendi kültürünün kazandığı mevzi ve kazanımları bırakmadan samimi olduğu düşünülemez. Batı’nın hümanist söylem, liberalizm ve yurttaşlığı öne çıkarması, kendi oluşturduğu dünya çapındaki kurumları meşrulaştırmaktadır. (Schnapper, D. Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki, s. 481.) Bu ise beraberinde elde etmiş olduğu kendi konumunu meşrulaştırmayı da beraberinde getirmektedir. Batı kazandığı mevzileri yitirmemek için şimdi bir başka kurallar ileri sürmeye başlamıştır.
Söz söylenirken birçok şeyin de haklı olarak ve hakkıyla yapılmış olması gerekir. Aksi takdirde “isabetsizlikler öğretisi” olmuş olur.892
Çetin Altan’ın yıllar öncesi bir yazısında okumuştum. Bir Afrika kabilesinde reis, kabilenin üyeleri ile iskambil kağıdı oynamaktadır. Ancak oyunun kurallarını elindeki kâğıt durumuna göre değiştirmektedir. Elinde siyah ya da kırmızı kâğıtlar varsa veya sayılar büyük ve küçük ise ona göre alan kâğıdı değiştirmektedir. Dil felsefesine göre, “oyun”un “oluşturucu” ve “düzenleyici” kurallarını kendi durumuna göre değiştirmektedir. Bu oyunun katılımcıları arasında uylaşım olmadığından bir iskambil “oyun”u değildir. Olsa olsa kabile reisinin kazanma “oyun”udur. Batı’nın oluşturduğu değer “oyun”u da bundan farklı değildir.
Son söz olarak;
Batı’nın sözcelediği sözcüklere sadece sesler olarak yaklaşmadığımızda, anlamlarını anladığımızda, ne diyorsa onu dediğini kaydederek yaklaştığımızda; söylediği şeyin üzerinde, onun yaşam öyküsüyle uyuşmazlığı nedeniyle bir olgu olarak değil sadece bir bilgi iddiası olarak yaklaşabilir ve doğru ya da yanlış bir şey olarak üzerinde dururuz.893 Batı uygarlığının eylemlerinin normatif geçerlilik iddiasının ciddiye alınması mümkün gözükmemektedir. Bundan dolayı Batı’nın değerlerden uzak yaşantısının betimleyici bir yorumunun yapılmasının daha doğru olduğu anlaşılmalıdır.894
Kitabımızda, Batının uygarlaşma ve uygarlaştırma eyleminde yanıltma ya da kendini yanıltma unsurlarını anlayarak, rasyonel bir biçimde yorumlama çabasına giriştik. Batı, kendisini izleyenlerin önünde bir aktör olarak kendisine ait değerleri, kendi öznel dünyası ile ilişki kurarak açığa vurmaktadır. Batının eylemi ile bizim yorumumuzun paylaşacağı bir yargılama zemini bulma çabasını kitap boyunca oluşturmaya çabaladık. Batının söylediği şeyleri ve argümanlarını onun düşündüğü şeyle karşılaştırarak, bir serimlemenin örtük stratejik karakterini ortaya çıkarabileceğini düşündük. Hatta bunun da ötesinde, Batı yazarları, şairleri, sanatçıları, politikacıları hatta bilim adamları aracılığı ile öznel açıdan kendini içtenlikli bir biçimde dışavurduğu gösterilmiştir. Batının nesnel açıdan (hatta bilincinde de olmadan) düşündüğünden başka şeyler söylediği gösterilerek, dizgesel olarak bozulmuş karakteri açığa çıkarılmıştır.895
Batı olması gerektiği gibi bir yer değil ya da Batı bildiğini sandığımız bir yer değil; Batı işte böyle bir yer.
Dostları ilə paylaş: |