Aime Cesaire
VAHŞET(BATI)’İN MEDENİYETİ
Amerikalı aktör ve yönetmen Mel Gibson’ın yönettiği Maya uygarlığının çöküşüyle ilgili filmi “Apocalypto” (Kıyamet)da, insanlıktan bahsetmeyi kendisine ilke edinip de dünyanın her bir köşesinde insan kasaplığı yapan Avrupalıyı bir kurtarıcı olarak alkışlatmayı ve sömürgeleştirilmeye haklılık payı verilmesini amaçlandığından bahsetmiştim.
Filmde, Mayaların, bölgeye Avrupalılar gelmeden önce birbirlerine vahşice davrandıkları ve bu nedenle kurtarılmaları gerektiği yönünde ırkçı ve saldırgan bir mesaj vermek istediği çok rahat söylenebilir. Sömürgeleştirmeyi haklılaştırma, meşrulaştırma, Amerikan yerlilerinin vahşi insan olduğu iddiası üzerinden sağlanmak istenir.
Aksine sömürgeleştirmeyi başlatan ilk ağızdan, Amerikan yerlilerinin (Cohımbus 'un Seyir Defterinden) şiddeti bilmedikleri ve şiddetten uzak oldukları anlatılmaktadır:
Yerlilerin silahları yoktu. “Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Keskin demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafına tutunca ellerini kestiler.” … “Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar, ne de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyor, biribirlerini öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silahları yok. Öylesine ürkek ve yumuşaklar ki, yüz tanesini çil yavrusu gibi dağıtmak için bizden bir tek kişi yeterli.” “Son derece sade, dürüst ve aşırı düzeyde eli-açık insanlar. Herhangi birinden, sahip olduğu herhangi bir şey istenince, hemen veriyorlar. Başkalarına olan sevgileri, kendi özlerine olandan çok daha fazla.”499
O dönemde yaşayan ve denemeler’ini kaleme alan Montaigne da benzer ifadeler kullanarak Batı medeniyetinin doğalı bozduğunu, doğal olanı vahşi, barbar olarak sınıflandırdığını belirtmektedir:
“Bana anlatıldığına göre, bu insanlar arasında ilkel ya da barbar denilecek bir şey yokmuş, ama herkes alışık olmadığı şeylere barbar diyormuş. Gerçekte, öyle anlaşılıyor ki, kendi ülkemizin görüşlerinin ve âdetlerinin dışında başka bir gerçeklik ölçüsüne ve akla sahip değiliz. Kendi ülkemizde biz her zaman en iyi dini, en iyi hükümeti ve her şeyin en iyisini ve tam kullanımını buluruz. Doğada kendi başına yetişen meyvelere biz nasıl vahşi diyorsak, bu insanlar da aynı anlamda "vahşi"dir. Oysa gerçekte, vahşi dediklerimizi biz kendi sanatımızla değiştiriyor, saptırıyoruz. Gerçekte daha canlı ve güçlü olanları, daha yararlı bulduklarımızı, biz kendi çürümüş beğenilerimize uydurmak için sadece bozuyoruz.”500 (...) Bunca şehir dibinden yıkılıyor, bunca milletin kökü kurutuluyor, milyonlarca insan kılıçtan geçiriliyor. Dünyanın en zengin, en güzel ülkesinin altı üstüne getiriliyor, niçin? İnciler, biberler alıp satacağız diye.(...) Bir insanı canlı canlı yemek, ölüsünü yemekten daha barbarcadır.”501
Cesaire, Victor Schoelcher'in “Esclavage et colonisation”a yazdığı önsözde şöyle der:
“Onların alıp götürdüğü adamlar evler inşa etmesini, imparatorluklar yönetmesini, şehirler kurmasını, toprağı ekip biçmesini, madencilik yapmasını, pamuk dokumasını, çelik yapmasını biliyorlardı. Onların dinleri ülkenin kurucusuyla kurulan mistik bağlantılara dayanan kendi güzelliğine sahipti. Birlik, şefkat ve yaşa saygı üzerine inşa edilmiş gelenekleri memnuniyet vericiydi. Zorlama yoktur, yalnız karşılıklı yardımlaşma, yaşama neşesi, özgürce kabullenilmiş disiplin. Düzen-Samimilik- Şiir ve Özgürlük”502
Fanon da Afrika insanının gelişmişliğinden söz ederken ilkel, yarım bir adam olmadığını ve iki bin yıl önce bile altın ve gümüş içinde çalışan bir ırka ait olduğunu söyler.503
‘Eski dünya’nın fatihleri tarafından yok edilmeden önce kentleri ve tapınaklarıyla, mimarisi ve matematik bilimi ile 'yenidünya', habersiz olduğu Avrupa uygarlığından ve onu geride olmasına karşın, bir uygarlık merkeziydi. Dış müdahale, kendi iç dinamiği ile gelişen toplumsal evrimleşmeyi durdurdu, yok etti.504 Otuz bin kişinin yaşadığı sanılan büyük bir Kızılderili metropolünün kenarında mezar olarak topraktan yapılmış çok büyük tepele ve dini tören yerleri inşa edilmişti. Mısır’daki Büyük Piramit’ten daha büyük bir dikdörtgen tabanı olan en büyük tepenin yüksekliği yaklaşık 25 metre idi.505 Komünal bir yaşantı sürüyorlardı. Batılı kurumlara ve iktidar aygıtlarına ihtiyaç duymadan sorunlarını çözebiliyorlardı. Evsiz ve yoksul kişi yoktu.506 Batı, iddia ettiğinin aksine nüfusu bazen Avrupa’dan bile yoğun olan, insanlararası ilişkilerin daha eşitlikçi olduğu ve karmaşık bir kültürün görüldüğü bir dünyaya gelmişdi.507
“Son derece sade, dürüst ve aşırı düzeyde eli-açık insanlar. Herhangi birinden, sahip olduğu herhangi bir şey istenince, hemen veriyorlar. Başkalarına olan sevgileri, kendi özlerine olandan çok daha fazla.” Ama bu övgüleri sıralayan Columbus, günlüğün bir yerinde de şöyle diyor: “Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin, hepsine kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.” Evet... Columbus, Kızılderilileri böyle değerlendiriyordu. Onun gözünde yerliler konuksever evsahipleri değil, “her istediğimizi yaptırabileceğimiz hizmetkârlar” idi.508 Batı’ya karşı konukseverlikte işe yaramamıştı. Batılı insan bunu bile değerlendirecek ferasetten yoksundu. Yerlilerin kabul edici davranışlarının bedeli şiddet ve kanla ödendi. 1609-1610 yılı şiddetli kışında açlıkla karşı karşıya kalan İngiliz göçmenleri Kızılderili kabilelerine kaçarak sığındılar. Yazın İngiliz valisi bu kaçakların geri gönderilmemesini sorun olarak görüp Kızılderili katliamına girişti.509
Columbus, bazı yerlilerde küçük altın süs eşyaları görünce, adada çok miktarda altın bulunduğunu sandı. Her yerliye, belirli süreler içinde belirli miktarda altın bulup getirmeyi emretti. Bu buyruğa uymayanların elleri kesiliyor ve kan kaybından ölmeleri için terk ediliyordu.510
Columbus'un yaşam öyküsünü yazan ve onun bir hayranı olan Samuel Eliot Morison, bu gerçekleri doğruluyor. “Bu korkunç yöntemi her kim düşündü ise, altın toplamanın tek yolu olarak uygulanmasından Columbus'un kendisi sorumludur,” diye yazıyor. Ve devam ediyor: “Kızılderililerden bazıları, canlarını kurtarmak için dağlara kaçtılar, fakat av köpeklerinin yardımıyla izlenip yakalandılar. Yakalanamayanlar, açlıktan ve hastalıktan ölüp gittiler. Zavallılardan binlercesi, çektikleri acıları sona erdirmek için Manyok otu zehiri içerek intihar ettiler.”511 “Colombus tarafından başlatılan ve kendisinden sonrakiler tarafından da sürdürülen acımasız politikalar tam bir jenositle sonuçlandı.512
Las Casas, 1494–1508 arasındaki 10–15 yıllık bir sürede savaşlarda, kölelikte ve madenlerde üç milyondan fazla kişi yok olduğunu yazacaktı.513 Amerika’nın keşfinden yüzyıl sonra 20 milyon* civarında yerli yok edilmişti.514
J.Paul Sartre, Franz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri adlı kitabına yazdığı önsözde Batının iç yüzünü çok güzel aktarmadadır: “Sömürgeci (Batılı çok medeni) ülke bazı yerli krallara maaş ödemekte; diğer yandan da baştan sona kokuşmuş bir yerli orta sınıf oluşturarak ülkeyi bölmekte ve yönetmektedir. Başka yerlerde ise ikili bir oyun oynamıştır: hem sömürgeye yeni sakinler getirilmiş, hem de istismara başvurulmuştur. Böylelikle Avrupa bölünmeleri ve karşıt grupları çoğaltmış; sınıflar, hatta bazen ırk kökenli önyargılar oluşturmuş ve akla gelen her çareye başvurarak sömürge toplumların katmanlaşmasını temin ve teşvik etmiştir. Fanon'un gizlediği bir şey yoktur. Bizimle savaşmak için, önce sömürge kendisine karşı bir savaş vermelidir. Bir başka deyişle bu iki mücadele iç içedir.” Kendi aralarında savaşmaları bir şekilde sağlanmış olmakta ve böylece biz olmadığımızda bunlar bir birlerini yerler diyerek hem küstahlığa devam etmekte hem de sömürmelerine bahane üretebilmektedir.515 Bu kin tohumlarını kendileri ektiğini “gözlerden saklayabileceklerini” sanmaktadırlar. Ruanda’da olanları saklamak isteseler de bu Batı’nın o iğrenç yüzünü açığa çıkaran son olaydır.
Sovyet Rusya da benzer şekilde Orta Asya’daki Müslüman Türk unsurlar arasında dil farklılaşması sağlayarak bölünmelere ve katmanlaşmalara yol açmıştır.516 Bu topluluklar arasında bölünmeleri ve karşıt grupları çoğaltmış; sınıflar, hatta bazen ırk kökenli önyargılar oluşturmuş ve akla gelen her çareye başvurarak bu toplumların katmanlaşmasını temin ve teşvik etmiştir. Bunu halkların kardeşliği adına değil kendi sömürü politikasını kolaylaştırmak için yapmıştır. Sovyetler Birliği döneminde de Çarlık Rusya’sında olduğu gibi hem Hıristiyan kökenli yeni sakinler getirilmiş, hem de yönetimde bu insanlar etkin kılınmıştır.517 Türkistan’a Rus göçmeni göndermek meselesi, Bolşevikler çağında henüz Rusya sömürgecilik tarihinde misli görülmeyen bir hızla ilerledi.518 Bolşevikler kendi hâkimiyetlerinin ilk beş yılında, çarın 50 yılda yerleştirdiği kadar Rus göçmeni getirebildiler. Şimalî Türkistan (Kazakistan) da ise bu göç ve yerleştirme siyaseti, eşi görülmemiş bir şekilde tatbik edildi.519 Bolşevik hükümetinin 1926 yılında yaptığı toprak reformu Rus göçmenleri için yerli ahalinin elinden toprak koparmaktan ibaret kaldı. Kazak komünistlerin yerli halk için gösterdiği gayret şovenizm olarak suçlanılacaktı. 520
Cesaire “Söylev”i yazdığında ne Marksizm hakkında kafası karışıktı ne de Marksist gibiymişçesine rol yapıyordu. Kitapta sömürgeciliği Marksist bir dille burjuvaya atfediyordu. Onun görüşü sanki Batı uygarlığı kötülüğü yapan unsur değil, onun kötülüğünün temelinde yer alan burjuvadır. Cesaire’in “Yüzeysel olarak Fransız olduğumuz doğru, Fransız alışkanlıkların izlerine sahibiz; Kartezyen felsefe tarafından, Fransız retoriği tarafından damgalanmış durumdayız.” dediği gibi kartezyen düşünce burada da karşımıza çıkar.
Belli bir grup ya da halk çektiği acıları, yaşadığı hayal kırıklıkları, yoksunluk ve zorlukları başkasının üstüne atma davranışına yönelir.521 Bazı Katolik, Protestan ya da Ortodoks Hıristiyanların ‘şeytan’ Zerdüştlerin ‘Ehrimen’ ya da Yahudilerin ‘günah keçisi’ olarak içlerinden ayırarak tüm sorumluluğu verdikleri kötü yanlarını suçlamaları da buna benzemektedir. Hâlbuki yapılanlardan istisnasız tüm toplum sorumludur. İşte bu sorumluluk duygusunu en iyi dile getiren kişi J.P. Sartre’dır.
Fanon’un kitabına yazdığı önsözde Sartre, Avrupa’da yaşayan insanların sömürge ülkelerde yapılan cinayet ve katliamlara sessiz kalmasını eleştirmekte. “Yapılanları tasvip etmediklerini söylemektedir. Ama siz diyeceksiniz ki hem sömürgeci ülkede yaşıyoruz hem de onun ifratlarını hoş karşılamıyoruz. Bu doğru. Siz gidipte sömürge ülkeye yerleşip kalmıyorsunuz. Ama bu sizi daha hayırlı yapmaz. Çünkü önden gidenler sizdendiler; onları denizaşırı ülkelere siz gönderdiniz ve onlar sizi zengin ettiler. Kalkıp diyorsunuz ki, “Biz onlara şöyle dedik: Eğer çok kan dökerseniz sizi inkâr ederiz.” Ama bu şuna benzer: Bir devlet kalkıp yurt dışına bir sürü kışkırtıcı ajan ve casus gönderiyor, sonra da yakalananı inkâr ediyor. O denli hürriyetçi ve o denli insancıl olan sizler, kültüre artık ancak yapmacık olabilecek bir derecede hayranlık duyan sizler, bir yanda da kalkıp sömürgelerimiz olduğunu ve bu sömürgelerde insanların sizin adınıza katledildiklerini güya unutmuş gibi görünüyorsunuz.”522
Arendt’e göre, emperyalizme karşı yarım gönülle yapılan muhalefetin trajedisi, dürüst unsurların da bir dünya (sömürü s.k) politikası yürütmenin tek yolunun emperyalizm olduğuna kanaat getirmeleriydi.523 Emperyalizme karşı halk muhalefeti anlaşılmaz şekilde zayıftı.524 Emperyalist eyleme bütün toplum katmanları katılmaktadır. Batı’nın burjuva sınıfı da, orta ve işçi sınıfı da bugün sömürücüdür.525 Bu sömürüye tepkisiz kalmanın altında tüm sınıfların “sus payı” alması yatmaktadır.526 Beklenenin tersine ABD’in güney eyaletlerinde yaşayan ve ekonomik yönden alt sınıftaki Beyazlar, kölelik döneminde ırk antipatisinin gerçek taşıyıcılarıydı. Çünkü onların toplumsal (sozial) “onur”u, doğrudan doğruya Siyahların gözden düşmesine bağlıydı.527 Emperyalizm, eğitimli sınıfların bile büyük bir kesimi tarafından şaşırtıcı ölçüde hüsnü kabul gördü. Emperyalist yayılmacılık döneminde Avrupa kültürünün merkezinde ise azimli ve acımasız Avrupacılık yer alacaktı.528 Sömürgeciliği, özellikle oğulları için yeni ve sürekli büyüyen onurlu ve kârlı iş alanları sunduğunu düşünen memurlar, siyasi bağlılıkları farklı da olsa vatansever profesörler ve gazete yazarlar desteklemiştir.529 Batı’nın bütün (İngiliz İşçi Partisi dâhil) parlamenter partilerinin emperyalist programlarla suç ortaklığı yaptıkları tescillidir.530 Bunun bir örneğini ahlaksız bir savaş olan ‘afyon savaşı’nda görürüz. İngiliz ve Amerikan gemilerinin taşıdıkları kaçak afyon Çin valisi tarafından imha ettirilir. Buna İngiltere’nin katliama varan bir tepkisi olur. Bu katliama İngiltere’de halkın insani tepki göstermemesi ve hatta bunu yapanlara açık destek vermesi kendi adlarına yapılan rezaleti kabullendiklerini gösterir. İngiltere’nin Çin’e karşı açtığı bu iğrenç ‘afyon savaşı’ sonrasında Palmerston hükümetinin düşmesine rağmen, İngiliz halkı genel seçimlerde savaş coşkusu, ekonomik koşulların ağırlığı ve pazar daralması nedeniyle insani bir tepkiden çok emperyalizme destek çıkan bir tavır almıştı. Palmerston, ezici çoğunlukla tekrar iktidara gelmiş ve kendisini devirmekte etkin rol oynayan muhaliflerinden hiç biri Parlamentoya girememiştir, halkın savaşçı coşkusu da Palmerston’u iç politikada diktatörlüğe ve Çin sömürüsünde de barbarlığa itmekteydi.531
Kendi küçük yararlanımları nedeniyle İngiliz kamuoyunun yapılan zulüm ve katliamlara göz yumma konusunda benzer bir vurguyu 1882 yılında Engels bir yazısında “bazan büyük yığının payına da bir şeyler düşüyordu...” ve Kautsky’ye yazdığı 1882 tarihli mektubunda “Bana İngiliz işçilerin sömürge siyaseti konusunda ne düşündüklerini soruyorsunuz. Genel olarak siyaset konusunda ne düşünüyorlarsa onu. Burada işçi partisi yok, yalnızca tutucu ve liberal radikaller var; işçilere gelince onlarla birlikte, işçiler de İngiltere'nin sömürge tekelinden ve dünya piyasası üzerindeki tekelinden tam bir kaygısızlık içinde yararlanıyor.” şeklinde yapıyordu.
Sömürgedeki kişiler, anakara’daki insanlarının desteği olmadan sömürge, cinayet ve katliamları yürütemezdi. Milletvekili, eski İrlanda İşleri Bakanı, eski İskoçya Bakanı, eski başbakan olmanın, sömürgelerdeki sorunları ile ilgilenme, Hindistan’da İngiltere’nin en yüksek idarecisi, Afgan, Zulu savaşları, 1882 Mısır’ın işgali, Sudana saldırılarında yüksek yetkilerle donatılmış görevlerde bulunmuş olan Balfour’un 1910 yılında Avam Kamarasında söyledikleri buna ışık tutmaktadır. “İngiltere içimizden en iyilerini bu ülkelere gönderir.” Bu gidenlerin “yönetim işini olanaklı kılacak şey, anavatanda yaptıklarını onaylayan bir yönetimce desteklendiklerini duymaktır.”,532 demektedir. Irak işgalindeki Ebu Garip hapishanesinde Iraklılara yapılan aşağılayıcı işkencelere, anakara’da sahip çıkılmıştır. Bush, işkenceci askerlerin bu hareketlerini bir emir almadan gerçekleştirdiklerini imâ etti. Bunların başına buyruk hareket eden kişiler olduğu ve yaptıkları kesinlikle tüm Amerikan halkına mâl edilmemeliydi. Ebu Garip hapishanesinde uygulanan işkencelerin bir emir komuta zincirinin ürünü olduğu ve en başından planlı ve sistematik bir biçimde uygulandığı fotoğraflardan anlaşılıyordu. Ancak hiçte Amerikan halkına mâl edilmeyecek şekilde Amerikan toplumundan tepki almadı. Birtakım Amerikan medyası mensupları, işkenceleri uygulayan askerlerin günah keçisi haline getirilmesinden yakınıyordu. Muhafazakâr bir görüşü olan Yeni Cumhuriyet radyosunda Rush Limbaugh, işkencecilerin yaşadıkları baskı ve stres altında biraz eğlenerek duygularını boşalttıklarını, içlerinde bulundukları koşullar içinde bu yaptıklarının anlaşılabilir olduğunu söyleyerek, bu olayın abartılmaması gerektiğini, yoksa, bunun Irak’taki Amerikan birliklerine köstek olacağı fikrini milyonlarla paylaştı.533
ABD gücüne güvenerek askerlerine dokunulmazlık* talebinde bulunabilmekte ve güce dayalı çifte standart uygulanması isteğini rahatça dillendirebilmektedir.534 Hem de Demokrat Clinton hükümeti, Savunma Bakanı William Cohen ve Pentagon'daki yüksek rütbeli subayların teşvikiyle, Avrupa'nın bütün ulusların kanun karşısında eşit şartlara sahip olduğu bir dünya hayalinin sembolü olan Uluslararası Suç Mahkemesi karşısında Birleşik Devletler askerlerinin dokunulmaz kılınması için harekete geçmiştir.535
Sartre yazısına şöyle devam ediyor: Yurt dışındaki erlerimiz, ana ülkenin evrenselliğini bir kenara atarak insan ırkına “numerus clausus”u (sınıfsal numaralandırma) tatbik ederler: Hiç kimse kendi yurttaşını cürüm teşkil etmeksizin esir edip, satamayacağına yahut öldüremeyeceğine göre, yerli ahalinin milletimize-insanlığa s.k.- dahil olmadığına hükmederler. Vurucu gücümüz bu soyut gerçeği tahakkuk ettirmek görevini yüklenmiştir: Ele geçirilen ülke ahalisini üstün maymunlar durumuna dönüştürmek emri verilir. Bunun gayesi, sonradan gelenlere, bunlara yük hayvanı muamelesi yapma hakkını kazandırmasıdır. Sömürgelerdeki şiddet eylemlerinin yegâne amacı, bu esir insanları elaltında bulundurmak değildir; onları insanlıktan uzaklaştırmaktır. Onların geleneklerini silip atmak için her şey yapılacak, dilimiz onlarınkinin yerini alacak ve yerli kültür, yerine bir kültür getirilmeksizin imha edilecektir. Salt bedensel yorgunluk onları kendinden geçirecektir. Aç kalacaklar, hasta düşecekler ve eğer şevk adına bir şey kalırsa, korku meseleyi noktalayacaktır. Köylüye tüfek çekilmektedir. Siviller gelip, tarlasını elinden almakta ve kırbaç korkusuyla ona kendi toprağını onlar adına işlemesi kabullendirilmektedir. Karşı koyduğu zaman askerlerin ateşi onun ölüsünü sermektedir. Direnç göstermediği zaman soysuzlaşmakta ve insanlıktan çıkmaktadır. (o zaman da soysuz ve insan olmadığını söyleme hakkını kendinde bulabilmektedir s.k.) Utanç ve korku, karakterini baltalamakta ve onu ta içinden bölük pörçük etmektedir. Bu iş dört başı mamurdur, uzmanlarca yürütülmektedir: Ne psikoloji servisleri dün kurulmuştur ne de beyin yıkama servisleri. Ama bütün bu çabalara karşın amaçlara hiçbir yerde ulaşılmış değildir. Ne Kongo'da yani zencilerin ellerinin kesildiği ülkede, ne de daha düne kadar isyankârların dudak etlerinde delik açılarak kilit takıldığı Angola'da. Ben bir insanı hayvan şekline getirmenin imkânsız olduğunu söylemiyorum. Söylediğim, o noktaya kendisini hayli zaafa uğratmaksızın varılamayacağıdır. Yumruklar yetmeyecektir, aç bırakma eylemini daha da ileri götürmeniz gerekmektedir ve esirciliğin sorunu budur.”… “Çünkü göçmenlerimiz onları yük hayvanı yapmak istemişlerdi. Şimdi onun yüzünden ve ona karşı olarak kazanılan bir insanlıktır bu. Şimdilerde bu soyutlama halinde bulunan nefret, o gözünü her şeye kapamış olan nefret onların yegâne servetidir. Efendileri bunu davet etmiştir. Çünkü hem onları hayvanlaştırmak istemiş, hem de bunu çıkarlarına ters düştüğü için yarıda bırakmıştır.”… “Yapabilirsek kendimize şöyle bir bakalım ve bize ne olduğunu bir görelim. Önce o beklemediğimiz manzarayı, insanlığımızın çıplak halini bir seyredelim. Görüyorsunuz, çıplak ve gözü de okşamıyor. Neydi ki zaten? Yalanlardan kurulu bir ideoloji. Talanı haklı göstermek için başvurulmuş mükemmel bir araç. Yağlı ballı kelimeleri, o hayranlık uyandırıcı hassasiyeti, saldırılarımızı hoş gösterici mazeretlerden başka bir şey değildi. Ne kadar güzel! Adamlar şiddete karşı. Biz diyorlar, ne cellatız ne kurbanız. Eh, iyi öyleyse. Mademki siz kurban değilsiniz, o halde siz, tayin ettiğiniz hükümet, genç kardeşlerinizin oluşturduğu ve tereddütsüz — acımasız hizmetler verdiği ordu soykırıma başladığı zaman en ufak bir şüphe kalmaksızın cellâtlarsınız. Ve eğer zaman zaman kurban olup, o da bir iki gün hapis yatmayı yeğlemişseniz bunun da sebebi, gizli planlarınızı geri almaktı. Ama yapamayacaksınız bunu. O planların işin sonuna kadar orada kalması gerekecek. Hiç olmazsa şunu anlamaya çalışın: Eğer şiddet bugünün akşamı başlamış olsa ve eğer istismar ve baskı yeryüzünde hiç görülmemiş olsaydı, belki o zaman tedhiş aleyhtarı sloganlar tartışmayı keserdi. Ama eğer bütün rejim, hatta sizin şiddete karşı fikirleriniz bin yıllık bir baskıdan kaynaklanıyorsa sizin pasifliğiniz sadece sizi baskıyı kuranlar safına dahil eder.”536
“Bizim istismarcılar olduğumuzu biliyorsunuz. Bizim önce altın ve madenlere el attığımızı, sonra da yeni kıtaların petrolünü eski ülkelere taşıdığımızı biliyorsunuz. Bunun muhteşem sonuçlarına şahit olarak saraylarımız, katedrallerimiz ve büyük sanayi şehirlerimiz yeter. Sonra da bir kriz tehlikesi baş gösterdiği zaman darbenin şiddetini azaltmak yahut yönünü çevirmek için sömürge pazarlarına başvuruluyordu: Müreffeh Avrupa insanlık niteliğini vatandaşlarına doğal hak olarak vermekteydi. Şimdi ise bizim için insan olmak, sömürgeciliğin suç ortağı olmak demektir. Çünkü istisnasız her birimiz sömürge yağmacılığından pay aldık. Bu besili beyaz benizli kıta, sonuç olarak Fanon'un kendi kendine meftunluk diye nitelediği duruma düşmüştür. Cocteau, yahu hep kendisinden dem vuruyor dediği Paris'ten soğumuştur. Peki, Avrupa başka bir şey mi yapmaktadır? Sonra Avrupa'nın yarattığı öteki canavar, Kuzey Amerika? Laf, laf ...Hürriyet, eşitlik, kardeşlik, sevgi, onur, vatanseverlik ve daha bilmem neler! İşte bütün bunların hepsi bizi pis karaderililer, pis museviler ve pis Araplar hakkında ırkçı konuşmalar yapmaktan alıkoyamadı.”537
İbn Miskeveyh eskilerden aktardığını söylediği “üç nefis” hikâyesi Sartre’ın anlattıkları ile nasıl da örtüşmektedir. Yaratılıştan eğitilmiş üstün nefis, düşünen nefistir. Eğitilmemiş ve eğitilmeyi kabul etmeyen nefis de hayvani nefistir. Eğitilmemiş olan ve eğitilmeyi kabul eden ve ona boyun eğen nefis ise, kızgın nefistir. Eskiler bu üç nefis konusunda insanı güçlü bir hayvana binip av için köpeği yedeğinde götüren kimseye benzetirler. Bunlar arasında hayvanı ve köpeği eğiten ve onlara yön veren insandır. Hayvan ve köpek yolda giderken, avlanırken veya herhangi bir şey yaparken insana uyarlar. Bu üçü arasında rahat bir yaşayış ve ahenkli bir durum bulunduğunda şüphe yoktur. Çünkü insanın arzuları rahatça yerine getirildiğinden, atını istediği gibi ve istediği yere kadar koşturur, köpeğini de aynı şekilde salıverir. Kendisi inip dinlendiği zaman onları da dinlendirir ve onlara yiyecek ve içecek vermesi bakımından üzerine düşeni yapar. Düşmanlarına karşı koruma gibi onların öteki ihtiyaçlarını sağlar. Burada hayvani nefis üstün gelirse, üçünün de durumu kötüleşir ve insan diğer ikisine oranla zayıf kalır, at binicisine itaat etmez ve ona galebe çalar. Hayvan uzakta bir ot görünce, ona doğru fena şekilde koşar, yoldan çıkar; vadiler, uçurumlar, diken ve ağaçlarla karşılaşır, onlara dalar, kendisi de binicisi de bu durumda türlü felaket ve sıkıntılara uğramış olur.
Aynı şekilde köpek de sahibine boyun eğmez, uzakta bir av görünce veya bir şeyi av sanınca, ona doğru koşarsa, biniciyi de atını da çeker ve hepsi birlikte kat kat kötülük ve zarara uğrar.538
Bu örnek insanlığın sahip olması gereken sürükleyici uygarlığın (atın) başını alıp gittiğini, duyusal davranışların sahibi olan ve insanlığın gelişmesine hizmet etmesi gereken hayvani nefis(köpek)’in gereksiz şeyleri av (mutluluk aracı) sandığından tüm dünyayı yağmaladı. Batı uygarlığı, insanlığın önemli sorunlarının tüm öğelerini biliyordu. Avrupa düşüncesi (Atın) gitmesi gereken yeri bilmekte idi. Fakat Avrupa halkının (İbn Miskeveyh’in köpek olarak adlandırdığı) eylemi de kendisine verilen bu ödevi, arzularının peşinde çarçur ettiğinin bir örneği oldu.
Sezai Karakoç, Batı insanının dünya karşısındaki durumalışını teorik temeli, duygu, akıl ve deney araçlarının metodik kritiğine dayalı, dünya içi bir perspektif olarak değerlendirir. Bu tavır, tabiatın bütün güçlerine boyun eğdirmeyi amaçlamıştır. Çünkü Batı ruhu analizcidir, var olan her şeyi bir bilinmeyenler yumağı olarak algılar. Onu bilinenlerle çözümlemek gerekir. Önce bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyene ulaşmak için metodik bir sistem çerçevesinde, akılla tahlil etmek icap eder. Çözme bittikten sonra da yine akılla problem sentezlendirilir. Batı ruhu ancak bu şekilde tatmin olur. Shiller, ‘insanın Estetik Öğrenimine Dair Mektuplar’ adlı eserinde Avrupa’nın ınsanı parçalara ayırarak, atomlarına kadar tahlil ettiğini, insanlığın ikinci plana düştüğünü ve yaşayan bir gerçek olarak değil de, ‘Zihni bir tekip’ olarak hissedildiğinden söz eder.539 Hegel de benzer şekilde Batının bu özelliğini her şeyi ‘atomuna kadar ayırma’ ifadesiyle dile getirmiştir.540 Bu teorik temelden doğan dışa dönük durumalıştır. Bundan dolayı yıkıcı, şoke edici, çarpıcı, büyüleyici hatta gereğinde acımasızdır. Batı bu özelliğini 17.yüzyıldan itibaren aydınlanma felsefesi ile temellendirmiştir.
Batı kendi dışındaki her şeyi nesneleştirmiştir. Bunlara fethedilecek şey olarak bakmıştır. Fethetme gerçek anlamıyla, bir coğrafyanın, o coğrafyaya ait olmayan birileri tarafından çoğunlukla zor yoluyla işgali, toplumsal ilişkilerin ele geçirilip, dönüştürülmesi ve nihayet özellikle insanın fethedilip, geçmişten, doğal ilişki ağlarından ve gerçek anlamıyla tam olarak doğadan koparılıp alınmasıdır. Aydınlanma, toplumların kendi varoluş süreçlerini, doğal ilişki ağlarını, doğayla olan ilişkilerinin eskiden nasıl olduğunu unutma projesidir. Aydınlanma tıpkı coğrafyaları, toplumu ve insanı fethederken yaptığı gibi, doğayı da fethetmekle yetinmez. Onu önce parçalara ayırır, ardından bilime ve akla göre yeniden birleştirir. Daha da önemlisi algısal bağlamda değişiklikler yaratmayı başarır. Doğanın olduğu gibi kabullenilmesi anlayışını değiştirir ve doğayı işlevsel anlamda ele almayı sağlar. Batı insanı son beş yüzyıl boyunca doğaya ve insana bu türden bir yaklaşım içerisindedir.541 Böylece fethedilen her alan birbirine bağlı çarkların işlediği bir bütünselliğe kavuşur. Fethedilen her şeyin birbirine bağlanması, birlikte işlemesi ve bir bütün olarak tasvir edilmesi, doğal olarak, tümünün nesneleşmesini de beraberinde getirir. Bu nesneleşme, insanın da benzeşme sürecine eşlik eder. Böylece birbirinden farklı bireylerden daha çok, birbirinin aynı, birbirinin yerine ikame edilebilecek farklı bir birey algılayışı doğar. Bireyin kendi başına anlamı kalmaz, yerine kolektif geçirilir. İnsanı bireyselleştirme amacıyla yola çıkan aydınlanma kendi ilkelerine de sırtını dönmek zorunda kalır.542
Batılı insan zamanın kullanılırlığını bulmuş; tabiatın çalışma dünyasına nüfuz etmiş, bir anlamda tabiatın nabzını yakalamıştır. Bu sebeple de onun yapıcılık, kuruculuk, durmak bilmeyen çalışkanlık, bir yerde korkunç ekonom, bir yerde son derece israfçı, bitip tükenmez değişim ve gelişimcilik özelliklerini, bu boğma, öldürme, yıkma, yok etme eğilimleriyle birleştiren bir oluşum gerçekleştirmiştir… Güç haktır veya en azından, hakkın maddî gücü olmadıkça hiçbir şeydir, anlayışı yerleşmiştir. Gerçek, aktivizm demektir. Hatta bu aktivizm kimi zaman saldırganlığa ulaşır, çünkü sonuç önemlidir. Şok, hareket, değiştirme bu anlayışın pratik sonuçlarıdır.”543
Batılı insan, gün gün daha dünyacı, daha saldırgan, daha yıkıcı, daha şoke edici, daha çarpıcı, daha yok edici, ezici ve sömürücü bir espriyi ifade eder hâle gelmiştir. Batı ruhu her şeyi sonunda “ben”ine mal etmek ister. “Ben”ine mal olmayan yok demektir, ya da yabancıdır, düşmandır. Bunun temellerini felsefik düzeyde Hegel atmıştır.
Hegel bilinçten başlayarak Devlet ve Tin’in üzerinden tarihin gerçekleşmesini ele alır. Bu bir aynılaştırmanın tarih felsefesi şekline dönecektir. Bilincin kendi bilinci ile dış dünya arasındaki yaşadığı gerilim ve çatışma bir sonraki adıma, mutsuz bilince yol açar. Burada söz konusu olan, bölünmüş bir bilinçtir. Köle-efendi diyalektiğinde iki ben arasındaki bölünme bu kez tek bir ben’de görülür. Bir tarafta ideal, sabit bir ben, diğer tarafta değişim isteyen, halinden rahatsız bir ben vardır. Bu bilinç içi veya bilinçler arası çatışmalar en sonunda Tin’le bir bütünleşmeyle, bir başka deyişle özbilince erişmeyle son bulur. Benzer bir öykü devlet için geçerlidir. İnsanlar arasındaki sorunlar, en nihayetinde, Tin’in özbilince eriştiği ussal devlet ile ortadan kalkar. İnsanların ödevleri, bu ussal devlete sadakatle bağlanmaktır. Böylece insanlar da ussalla bütünleşerek birbirleri ile çelişkilerinin ötesine geçerler. Hegel, apaçıktır ki her farklılığı bir aynılık altında toplamaya çalışır. Karşıtlıklar bir bütünleşme, bir sentez ile eritilirler. Hegel, Batı felsefesi tarihinde görülen, farklılıkları aynılık altında eritme ve yok etme hastalığının şüphesiz en büyük temsilcilerinden birisidir. Hegel’in tarihi etkisi, varolan devlet ve topluma kölelik alışkanlığını güçlendirme yolunda idi ki, bu, Alman hayatını ve düşüncesini uzun süre karakterize etmiştir.544
Medeniyetler ve kültürler doğuşlarında ülkü hareketleridir. Realiteyi hedef almış düşler ve düşüncelerden oluşurlar. Geçmişten kök ve hız alsalar da hedefleri gelecek zamandır. Batılılar “Rönesans” kelimesi ile çok garip biçimde Yunan düşüncesi içine gömülmeyi, onunla yaşar olmayı ifade etmektedirler.545 Sezai Karakoç, bundan dolayı Batı medeniyetini özgün bir medeniyet olarak kabul etmez. Ona göre Batı medeniyeti bir “yeni” değil, “yenileniştir”. Rönesans dolayısıyla Batı’nın kendini ait hissettiği tarihindeki eski ve şahsiyetli bir medeniyete, Yunan ve Roma uygarlığına güçlü bir özenişidir.546 Guenon ise Modern Batı uygarlığının kendisinden önce varolan Batı uygarlıkları ile ilgisini olmadığı ve bunların varisi de olamayacağını belirtir.547 Karakoç’un sözünü şimdiki Batı uygarlığının bir öykünme içinde olduğu ve kendisine etkisi olan Doğu uygarlıklarını görmezlikten geldiğini ileri sürüş olarak alabiliriz. Bu 16. ve 17 ve hatta 10 yüzyıldaki sanat insanından filozofa, bilim adamına hatta sıradan halkına kadar hissedilir. Batı’da Osmanlı medeniyetine karşı bir aldırmazlık Helen uygarlığını övmek yaygın bir tutumdu.548 Yunan ayaklanması sırasında Batı Avrupalı gönüllüler ölümü bile göze alarak savaşa gitmiştir.549 Hatta kendisi Yahudi olan ve kendisini Batı uygarlığına ait hisseden Freud’un Yunan devletinin 19. yüzyıldaki Osmanlı Devletiyle savaşta yenilmesine üzülmesi bunun tipik bir örneğidir. Karakoç, Rönesans’ın metafizik temelinin zayıf kalmış olduğunu, bu zayıflığın da Batı’yı dünyaya ve insana sağlıklı bir bakıştan yoksun bıraktığını iddia etmiştir.550
Karakoç Rönesans’dan bugüne gelmiş olan bir “yeni Batı duygusu” üzerinde de durmaktadır ve bunu “Yeni Batı duygusu; Roma’nın dünyaya hakim olma duygusunun evrene ve tabiata ve bunların aracılığıyla insana-eşyaya hâkim olma duygusuna çevrilmiş şekliyle, eski Yunan medeniyetinin serüven duygusunun icat ve keşfe dönüşmüş şeklinin bağdaşmasından doğan yeni bir tür duygudur” şeklinde ifade etmektedir. Ona göre Roma, insan gücüyle yine insanları hegemonyası altına alma davasında olmuştur. Yeni Batı, bir adım daha atarak, eşya gücüyle eşyayı, evreni ve insanları egemenliğine almaya çalışmıştır. Yunan’ın serüven duygusuna da sanat ve bilim gücü katılarak, bu egemenliği sağlama amacıyla uzlaştırılmıştır. Sanat, eski Yunanda ya cinsel veya tamamen estetik bir amacın verimi iken, Modern Batı’da şuuraltından da olsa etki aleti olmuştur. Rönesans sonrası Batı’yı en çok ilgilendiren duygu, dolaylı ve dolaysız olarak etkileme gücü olmuştur. İcat, keşif, serüven ve egemen olma duyguları, etkileme duygusu diyebileceğimiz bir renge bürünmüştür.551
Karakoç, Batı medeniyetinin, 17. yüzyıldan itibaren fiziği metafiziğin yerine koyma denemesine giriştiğini belirtir.552 Karakoç, Batı’nın başarıya ulaşırken, önemli bir unsur olarak görülmesi gereken, erdem unsurunu yok sayarak sadece pratik sonuca değer vermesini de eleştirir.553 Karakoç’a göre Batı’da, hemen her kavramda ciddî bir anlam kayması yaşanmıştır. Eşyanın sonsuzluğun yerine konması, sonsuzluğun da Tanrı yerine konma hatasını ortaya çıkarmıştır. Bu kayma nedeniyle metafizik kavramlarda bir altüst olma hali yaşanmış, pek çok alan da bundan etkilenmiştir.554 Bu yüzyıl, Kiliseye bağlı kesinliğin çöktüğü ve evrensel hakikat anlayışının yeni ve laik bir zemine oturtulduğu bir geçiş dönemiydi.555 Batı düşüncesi yıktığı tanrısal yaklaşımın yerine, aklı koyar. Doğanın, evrenin ve insanın tüm gizlerinin bilenebileceği, akıl yürütmelerle sırlara ulaşılabileceğini iddia ederek aklı tanrılaştırır. Böylece iddia ettiği “bilimsellik” ile çelişkiye düşer.556
Karakoç’a göre, Batı’nın en özgün taraflarından biri olan teknoloji ve beraberinde getirdikleri ile her geçen gün insanî endişelerden tamamen uzaklaşılmaktadır. Giderek artan teknolojiyle gelen sorunlar, bilimsel değerlerin estetik ya da insancıl değerler üzerindeki egemenliği, teknik beceriye duyulan yarı dinsel hürmet ve teknolojinin açtığı yaralar hep gündemdedir. Her insani duyguyu, düşünceyi, yaşamı, dramı teknikleştiren hatta acıları, sıkıntıyı tıbbileştiren bir anlayışı sunmuştur.557 Batılı bu yaklaşımla her şeyi atomuna kadar ayırır.558 Philippe Aries’e göre, “ölüm süreci bir dizi aşamayı takiben, minik parçalara ayrılmakta ve sonunda hangi aşamanın gerçek ölüm olduğu bilinmemektedir; aşamalardan birinde bilinç kaybı gerçekleşmekte, bir başkasında solunum sonlanmaktadır. Tüm bu küçük ölümler, esas ölümün yerini alarak onu ortadan kaldırırlar.” Bu şekilde Batı, ölümü bile tıbbileştirerek günlük hayattan uzaklaştırmıştır.559 Kötülük nesnelleştirilecek böylece somut bir şekilde ortadan kaldırılabilecek bir gerçekliğe dönüşmektedir. Bu yoldan kötülüğün kökenlerine inilerek tasfiye edilebilecektir.560 Bu anlayış, sömürge insanlarının suçluluk eğilimlerinin ortadan kaldırılması için bilimi yardıma çağırma anlayışında tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır.561
Batı için bilgi, teknik olarak kullanılabildiğinde, teknoloji ürettiğinde değerlidir.562 Bir varlığın bilgisini edinmek ona egemen olmaktır, onun üzerinde yetke sahibi olmaktır.563 Bilgi güç verir, gitgide daha kazançlı hale gelen bir öğreni-denetim diyalektiğinde güç arttıkça bilgi de artar. Bilgi teknolojiye dönüşerek gücü büyütür. Böylece güç, bilginin yeniden tekelleşmesini olanaklı kılar.564
Guenon’a göre, Batının maddi ilerlemesindeki ifrat, büyük bir felaketi davet etmektedir. Karakoç, sürekli gelişim halinde olan tekniğin, seri halinde şoklarla Asya, Afrika ve Doğu insanlarını şaşırtma ve etkileme yolunu kullandığını belirtmiştir. Bu beklenmedik yöntem karşısında ansızın gelen her şokun ardından bir sükûnet ve gelişme umulurken, yeni bir şok zihinleri ve davranışları alt üst etmektedir ki, Karakoç’a göre son iki yüz yıldır Doğu ile Batı arasındaki ilişkinin temel özelliği budur.565
Batı dışındaki toplumlarda bu şok karşısında oluşan tepki, kendini diriliş temelli gelişmekten çok “öteki” karşısındaki yenik, şaşkınlık ve suçluluk duygusu şeklinde göstermektedir.566 Bu teknik şokunun iki ucu vardır. Bir ucunda şoku yapanın ezme ve yıpratmadan doğan egemenlik duygusu, öte yanda ezilmeden doğan aşağılık duygusu. Batı gurura kapılıyor, Doğu ise aşağılık duygusunun verdiği sefaletle kıvranıyor ve hep panik içinde araştırdığı için bir çıkar yol bulamamanın sancısını çekiyor. 567
Batı düşüncesinde aydınlanma ile doğayı, evreni, toplumu ve insanı ortak yasalar bağlamında ele alan total düşünce akımları doğdu. Bu total düşünce biçimleri, dönüştürmeyi hedefler hale gelir. Kendinden önceki skolastik çağı tek tip düşünceye zorladığını iddia eden aydınlanma, akıl ve bilimselliğe yaptığı aşırı vurgu ile tek bir gerçeğin olabileceğini kavramsallaştırdı. Buna bağlı olarak total ideolojiler; “refah” gibi, “şiddetten arındırılmış toplum” gibi, “ekonomik eşitlik” gibi ideallerin sağlanması için tahakkümün en son noktaya dek yüceltildiği siyaset ve toplum modellerinin denenmesini sağlar. İnsanın “mükemmelleştirilmesi”, doğanın tamamıyla insan denetimine girmesi, hakikatin tek bir biçimde kavranmasının mümkün olması gibi argümanların eşliğinde aydınlanma projesi, tarihsel serüvenini total düşüncelerin altın çağı ile noktalar. Bu sayede “Toplum Mühendisliği” sağ ya da sol her türlü siyasi görüşün asıl birleşeni haline gelir. Geleceğin daha mutlu, daha insani, daha özgür olacağı düşü, ütopyaların eşliğinde; şiddetten, farklılıklarından, özgünlüklerinden arındırılmış bireylerin oluşturduğu yeni bir toplum yaratılması çabası ile birlikte ele alınır. Bu çaba, aydınlanma aklının ortaya koyduğu gibi değiştirmeyi, düzeltmeyi amaç edinir. Bu süreç “toplumun kötü gidişine dur deme” sevdasında, toplumdan ayrı, onun üzerinde, onu gitmesi gerektiği yere götürmekle “yükümlü” teknokrat kadroların doldurduğu siyasi örgütlenmelerin de yolunu açar. Bauman entelektüel yaklaşımın kendini toplumun “ilerlemesinden” sorumlu tuttuğunu söylemektedir.
Ortaçağ’da bireylerin iradelerini kiliseye devretmesini eleştiren aydınlanma, kişilerin kendi özgür iradelerini devredebildiği siyasi mekanizmaların kurulmasına yol açar. Aydınlanma ile tüm mesele bireysel özgürlük sorunu haline getirilmekte, bireysel özgürlük ise kişinin dış müdahalelerden masun olması şeklinde tanımlanmaktadır. Bunun dışındaki bir yığın ortak kamusal sorun bireysel özgürlük meselesini ilgilendirmediği gerekçesiyle devletin ve kamunun göz ardı ettiği konular haline gelmektedir. Böylece bireylerden “bağımsız”, onları sorgulayan, yargılayan, cezalandıran, yok etme ayrıcalığına sahip, şiddet tekelini denetimine alan “yüce” ideallerin ve büyük toplumsal projelerin yaşama geçirilmesinden sorumlu kolektifler örgütlenir. Bu kolektiflerin en ideal biçimini ise; yakın tarihe damgasını vuran Nazi Almanya'sı ile Komünist SSCB simgeler. Baştan sona tüm toplumu denetim altına alan (George Orwell’in Büyük Birader’i), o toplumun “iyi bir geleceğe” doğru ilerlemesine eşlik eden, toplum üyeleri arasındaki tüm farkları ortadan kaldıran, toplumsal düzeni bozan ya da bozma olasılığı olan her unsurun yok edilmesini sağlayan bu kolektifin örgütlenme mekanizmasıdır. ‘Hiç Kimse’nin egemenliği diye de adlandırılabilir. Bauman'a göre tüm diğer modern toplumların örgütlenme mekanizması da aynı şekildedir. Bauman’dan daha önce benzer görüşleri Hannah Arendt ve Carl J. Friedrich ileri süreceklerdir. Theodor Adomo, Max Horkheimer ve Herbert Marcuse'un üyeleri olduğu, "Frankfurt Okulu"na göre de, totalitarizm fenomeni Hitler ve Stalin'in tartışmasız biçimde terörist olan rejimleriyle sınırlı kalmamıştır. ‘İleri sanayi uygarlığı’nın kültüründe yaygın biçimde görülen bir fenomendi.568
Arendt, totalitarizmi Avrupa kültürü içindeki bir ucube ya da deformasyon olmaktan çok, modernlik içindeki eğilimlerin mantıksal bir uzantısı olarak görecektir.569 Carl J. Friedrich ise totalitarizmin, Batılı liberal demokrasilerle yakınlığını vurgulayacaktır.570 Ona göre, Totalitarizmin modern demokrasilerle kan bağı vardı, üstelik bu çok uzak bir bağ da değildi.571 Totalitarizm ile “demokratik kapitalizm”in gayri insani yönleri arasında önemli bağlar bulunmaktadır.572 Bauman ve Arendt’in totalitarizmi modernliğin ve bireyin ‘kitle insanı’na dönüşü ile izah etme çabası vardır.573 Hala bazı sosyologlar Nazi projesini, çelişkili bir biçimde modernliğin zorunlu ürünü olarak görmektedir.574 Demokratik bir yönetim olmasına ve bireysel özgürlüğün varlığı iddiasına rağmen Amerika tüm dünyada “ilerleme” miti ile tedhiş uygulamaya devam etmektedir. Bu ise Bauman ve Arendt’in savlarının yetersizliğini göstermektedir.
Batı’nın acımasızlığı ve zalimliği sadece Nazilere mahsus gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Aksi söylenmeye çalışılsa da, modern ırkçılık yalın bir ön yargı ya da “ırkçı kişilerin sıradan bir taşkınlığı” değildi.575 Irkçılık Avrupa için tesadüfen gelişen bir olgu değildir, bilakis Avrupa kimliğinin özünde yer alır.576 Halen Batı’nın özellikle ABD’nin yönetim tarzının Nazi Almanyası’ndan farklı olmadığı çeşitli açılarda incelendiğinde ortaya çıkar.577 Bu acımasızlığın sadece Naziler tarafından Yahudilere özgü uygulandığı düşüncesine, bazı Hıristiyanların yanı sıra Arendt, Bauman, Levinas gibi Yahudi düşünürler de destek vermekten çekinmemiştir. Çünkü bu acımasızlığa daha önce ve şimdi maruz kalan başka insanlar varsa karşılaştıkları zulüm eşsizliğini yitirecektir.578 Burada iki yanlış düşünce işlenmektedir. Birincisi ırkçılığın ve soykırımın sadece 20. yüzyıl gibi kısa bir zaman aralığında ve sadece bir ırktan (Yahudi) olan kişilere uygulandığı gibi bir düşünceye yol açma isteğidir. Bu tekil uygulama iddiası tehlikeli bir düşünceyi de beraberinde getirmektedir. Yahudilere yapılanın ırkçılıktan kaynaklanmadığı, Yahudilerin var olan özelliklerine tepki olduğu düşüncesine yol açacaktır. Bu ise başta Naziler ve son dönemdeki bazı radikal Müslüman gruplar olmak üzere Yahudi düşmanlarının tuzağına düşmek anlamına gelir.579 İkincisi ise, Aydınlanma sırasında düşünürlerin etkisiyle ırkçılığın ve soykırımın o dönemde uygulanmadığı ancak Aydınlanma değerlerinden sapmanın sonrasında bunun gerçekleştiği iddiasıdır.* Aksine bir iddia, Batı’nın oluşturduğuna inandığı değerler çağı Aydınlanma’nın idealize edilmesinin ortadan kalkmasıdır. Bu Batı’nın bu güne kadar dillendirdiği ‘insani değerler’ sunduğu iddiasını ret etmek anlamına gelmektedir.
Dostları ilə paylaş: |