Luka:14; 23-24.
BATININ KENDİ İÇ VAHŞETİ VE ENGİZİSYON ÖRNEĞİ
Hıristiyanlık tarihine baktığımızda “iktidarla imtihan” dediğim ve Hıristiyanlık için 4. yüzyıldan itibaren günümüze kadar süregelen bir şiddet tarihi görürüz. Hıristiyanlığın kutsal değerlerini oluşturan İsa Mesih, din, kurtuluş, kilise ve rahipler adına, gerek Hıristiyan olmayan ötekilere karşı gerekse Hıristiyanlık içinde yer almakla birlikte inanç ve gelenekleri itibariyle heretik (sapkın) olarak görülen gruplara karşı sürdürülen şiddet hareketleri tarihin hafızasına kazınmıştır.691
Carl Schmitt gibi bir Nazi teorisyen ve hukukçusu kendi siyasal felsefesini Katolik kilisesinin uygulamalarından türettiğini söylemiştir. Schmitt için Katolik kilisesinin hiyerarşik yapısı ön plandaydı. Kendisi, ancak, papanın üstün konumu sayesinde, “istisnai durumun” ve “mücadelenin” tümü önceden çözümlendiği için, Katolik kilisesinin hiyerarşisine bir siyasi model olarak hayranlık duyuyordu. 1923’te “Roma Katolisizmi ve Siyasi Biçim” adlı yazısında Carl Schmitt, Katolik kilisesinin bir devlet kuramına öncülük edebilecek “biçimsel mükemmelliğe” ulaşmış otokratik yapısına hayranlığını vurgular. Carl Schmitt, Katolik kilisesinin uygulamalarından devlet kuramının temel kavramlarını türetmiştir. Egemenlik kavramı, tanrının mutlak kudretinin kiliseye devredildiği düşüncesinden mülhemdir. Schmitt, en ideal anayasal düzeni de “Roma Katolik Kilisesi”nin yapısında gördüğünü ifade ediyordu.692
Schmitt’in hayranlık duyduğu Katolik Kilisesinin uygulamaları “dost-düşman” tanımından “iç düşman” tanımına kadar sürecek teorik alt yapıya izin veriyordu: “Kendi içindeki huzuru ve bu huzurdan doğan tatmini sağlamak için devlet, zorunlu olarak böyle bir tutumu talep etme hakkına sahip olmak, aynı zamanda, var olduğu sürece bir siyasi birliğin sembolü olarak, kritik dönemlerde, kendi “iç düşmanlarını” tanımlama hakkına da sahiptir. 693
Yunan ve Roma’da sistemli ve kurumlaşmış işkence yedinci yüzyılda ve işkenceye maruz kalmış din mensuplarının sistemli bir kurumu olan Hıristiyan kilisesi tarafından yasaklanır.694 Bu anlamda 7. yüzyılda yasaklanan işkence, yine bu anlamda 13. yüzyılda - Hıristiyan kilisesi tarafından - yeniden yürürlüğe konulmuştur.695 İşkencenin yeniden uygulanmaya başlamasından, sözde ortadan kaldırılışına dek geçen süre içinde Avrupa bir mezbaha gibidir. Braudel şunları yazar: “Eski resimlerde görülen, ağaç dallan üzerindeki üzüm salkımları gibi asılı insan tasvirleri o dönemde sık rastlanan görüntülerdendi.” 696
Katolik Kilisesinin “iç düşman” ve “sapkınlık” anlayışı aforoz sistemi ile önlenmeye çalışılmıştı. Ancak aforoz kurumu o kadar yaygınlaşmıştı ki, artık etkinliği azalmıştı. Bu da sonuç olarak engizisyon uygulamalarına yol açmıştır; 1233’te Papa IX. Gregorius Engizisyon adıyla tanınan yaygın bir polis teşkilatı kurdu.697 Engizisyonun varlığına gerekçe göstermek için, cennette “Âdemoğlu neredeydin?” diye sorarken Tanrı ilk engizitördü, derler. Engizisyonun ikinci bir özelliği daha vardır ki bu tarihsel bir yeniliktir: Engizisyon, düşünce suçunu kovuşturan ilk kurumdur.698 Kilisenin tarihte ilk totaliter kurum olma rolü daima korunmuştur.699
Papa 4. Innocentus, 1252 yılında yayımladığı “Ad Extirpanda” adlı bildirgesiyle, işkenceye izin vermiş, 1259 yılında da Papa 4. Alexander kendinden önceki papanın bu kararını onaylamıştır.700 1264 yılında Papa 4. Urbanus, yargıçların işkenceyi doğrudan uygulamalarına da izin verdi. İşkence altında kalan suçsuz bir kişinin dayanmayarak, kendi kendine suç uydurarak itirafa yönelmesi konusu, Kilise'yi hayli rahatsız ediyordu. Artan şikâyetler üzerine Papa 4. Clementhus, 1311'de yayınladığı “Multorum Guerela” başlıklı bildirgesiyle, engizitörün, bölge başpiskoposunun görüşünü almadan suçluya işkence uygulanmasını yasaklama yoluna gitti. Engizisyon tarafından verilen ceza kararının uygulanması devlet güçlerine bırakılmıştı. Bu uygulama Hz.İsa’nın suçlanması, yargılanması ve cezasının uygulanmasına İsa döneminde İbranilerin toplumsal hukuki düzeni, Sanhedrin denilen bir meclis tarafından yürütülüyordu. Musa'nın kanunlarına göre bu dini bir kurumdu. İbranilerin üzerindeki-dini ve toplumsal yetkisi mutlaktı. İsa ve havarileri yerleşik İbrani din adamlarının inançlarına ve kurulu düzene, karşı çıkıyorlardı. Sanhedrin İsa'yı suçlu bulursa, Roma da cezayı infaz ettirecekti. Sonunda Sanhedrin İsa'yı suçlu buldu ve onu imparatora teslim etti, İsa idam ettirildi. Şimdi burada, İsa, yani bir vatandaş, bir dini kurum tarafından suçlu bulunur, ama cezası sivil ve laik olan siyasi otorite tarafından infaz edilir. Bu, ilerde engizisyonun modeli olacak. XVIII. Yüzyıla kadar da böylece devam edecektir.701
Engizisyon duruşması son derece törenseldir; dünyevi mahkemelere de örnek olmuştur. Suçlu önce ikrarda bulunması için uyarılır. İtiraf etmezse, soyulur ve bir kez daha ihtar edilir; bu arada ona işkence aletleri gösterilmekte ve nasıl kullanıldığı açıklanmaktadır. İtiraf etmediği takdirde, dozu giderek arttırılmak suretiyle işkenceye başlanır.702 İdamın bir ön aşaması olan işkence gizli yapılmaktadır, ama hayatına son verecek son işkenceden önce kurban herkesin gözü önüne çıkarılır. Vücudu ceset olarak gösterilir ve bir canlının dayanmasının mümkün olmadığı şeyler artık ceset üzerinde uygulanır; işkence ile yalnızca korkunç şeyler değil, gizli olan da çağrıştırılır.703 Cezalar çoğunlukla, mallara el konulması, ömür boyu hapis, geçici hapis, dil koparma, gözleri kör etme, parçalama, kol ve bacakların kesilmesi, yakma gibi akıl almaz işkenceler,704 daha az olarak da idam şeklindeydi. Zorla hacca gönderilmek de verilen cezalar arasında sayılabilir! Diri diri yanmaktan korkanların isteği üzerine suçlu önce boğulur sonra ateşe atılırdı. Yanmanın daha kolay olmasını sağlamak için kimi zaman suçlunun bedeninin yağlanması da söz konusuydu. Yakılma sırasında papaya, dine, İsa'ya küfür eden suçlular da olurdu. Bu nedenle sonraki yıllarda Kilise, yakılacak kişilerin önce dillerinin kerpetenle koparılmasını, sonra ateşe atılmalarını buyurmak zorunda kaldı. İşkence ya da ölüm korkusu altında dine dönüş yapan sapkınların salıverilmesi asla söz konusu değildi. Tomasso “geri gelenleri Kilise salt günahlarının kefaretini ödemeleri için kabul eder ama ölüm cezasından gene de kurtulamazlar”, diyecektir. Katolik Kilisesi, Tommaso'nun ölümünün ardından, onun bazı düşüncelerini öğretisine aykırı bulacak, Kilise mahkemesinde post mortem (ölüm sonrası) yargılanması yoluna gidecektir. Öğrencisinin yargılanacağı haberi üzerine Albertus Magnus da Köln'den kalkıp gelecek ve onu mahkemede savunacaktır. Böylece Tommaso'nun cesedini yanmaktan kurtaracaktır. Kilise'nin kendi öğretisini geliştiren bir düşünüre karşı bu girişimi ne denli bağnazca bir yaklaşım içinde olduğunu gösteren ibret alınacak bir örnektir. Papa 3. Innocentus'un yayınladığı bir bildirgeyle yürürlüğe konmuş olan bir ceza daha vardı: Sapkınların evleri ile barınaklarının yıkılması. Hatta Papa daha da ileri giderek, o evlere bitişik olanların da yıkılmasını buyurmuştu.
1227–1493 yılları arasında daha arî bir Hıristiyan ülküsü uğruna Engizisyona kurban gidenlerin sayısı, Roma kovuşturmalarına kurban gidenlerin sayısından kat kat fazladır. Üstelik Engizisyonun geliştirdiği işkence yöntemlerinin yanında Romalıların yöntemleri pek basit ve daha insancı görünmektedir. Bu Hıristiyanlığın “iktidarla imtihanı” olmuştur.705
Yukarıda da anlatıldığı gibi, Katolik Kilisesi'nin tarihî tecrübesi dinde zorlama yönünde ortaya çıkmıştır. Bunun teolojik temellerini, Kilise, Luka Incili(14:16-24)'nde yer alan "prens ve şölen" meselinden çıkarsamıştır. İnanmayanların zorla da olsa hidayete dahil edilebileceklerine hükmetmiştir.706
XV. Yüzyılda demonoloji bütün Avrupa'da ve tüm toplumsal katmanlarda yaygın bir hale gelmişti. Hatta bir iki papa, birçok piskopos ve köy papazı demonolojiye rağbet göstermişlerdi. Asilzadeler can sıkıntısından, burjuvalar özentiden, aciz köylüler ise umut ve dertlerini unutmak ihtiyacından kara ayine başvuruyorlardı. Sonunda Papa VIII. Innocentus ciddi tedbirlere başvurmak zorunda kaldı. Bunların en önemlisi, iki Alman engizitör tarafından yazılan bir cadı belirleme el kitabının yayınlanmasıydı. Malleus Malefıcorum (Cadı Çekici) adlı bu 250.000 kelimelik kitap, demonoloji çeşitlerini ve mahkeme yöntemlerini en küçük ayrıntısına kadar gösteriyordu. Eskiden olduğu gibi Engizisyon mahkemelerinin verdiği kararlar, laik güç, yani devlet tarafından infaz ediliyordu. Bu el kitabı, İspanya'da da acımasız bir şekilde, bilinen sonuçlarıyla kullanılacaktır. İlginçtir ki Luther ve Calvin de aynı el kitabını kullanacaklar ve Katoliklere bile taş çıkartacak bir gaddarlık sergileyeceklerdir. 707
İşkence 18. yüzyılın ortalarından itibaren ferman ya da yasalarla yasaklanmaya başlamışsa da (İstisna: İngiltere 1689), bu süreç 19. yüzyılın ortalarına dek sürdü.708 İşkence asla ortadan kaldırılmadı. Özellikle sömürgelerde, egemenlik altındaki, hatta kısmen köleleştirilmiş halka karşı uygulanan kesintisiz kitlesel terör şeklinde varlığını sürdürdü. 709
“Beyaz adamın birçok değişiklikler getirdiği yalan değil. Ne var ki onun uygarlığının iyi boyanmış ve çekici görünüşlü ürünleri hastalık yapıcı ve öldürücü. İnsanları sakatlamak, soymak ve yoksullaştırmak uygarlığın bir bölümü ise, gelişme bunun neresinde?”
Luther Standing Bear *
SÖMÜRGELEŞME
SONRASI TUFAN
Batının ilerlemecilik ve medeniyet kuruculuğu kökten yalandır. Çünkü Batı aydınlanması ve o çok sözü edilen ilerleme aslında propaganda edildiğinin tersine bir medeniyet yıkıcılığının ürünüdür. Bu anlamda barbar kelimesini en çok hak edenler Batılılardır. Bir de üstüne üstlük onlar dünyanın en muhteşem medeniyetlerini yıkmakla kalmayıp yıktıkları bu medeniyetlerin aslında hiç var olmadığını, insanlığa muazzam değerler hediye eden bu toplumların hep geri, hep ilkel oldukları yalanını savunurlar.710 Aslında Batı, gücün göstergesi olan enerji üzerindeki hâkimiyeti ile kendisini açığa vurmaktadır. Batı uygarlığının getirdiği şeyler iki ana başlığa indirgenebilir. Batı uygarlığı bir yandan kişi başına düşen enerji miktarını artırmaya, diğer yandan insan yaşamını korumaya ve uzatmaya çaba harcar. Enerji miktarı, Batı için mutlak değerde olup bireyin varoluşu ve katkısıyla büyüyebilir. Bundan dolayı birey enerjinin bir kipidir. Batı enerjinin dağılımı sorunu ile iki asırdır büyük savaşlara girmiştir.711 Batılılaşma için yararcılık, teknik ve ekonomik araç olarak zorunlu duruma gelmiş. Bunu kabul etmeyen girişimlere yararcılık amaç olarak kendini dayatmıştır.712 Aslında Batı’nın ilerleme felsefesi, teknik ilerlemenin ürünü olan; özdeksel rahatlığın tadını çıkarmaya can atan bir topluma yaraşan bir felsefedir.713 Sadece tekniğin insana sunduğu rahatlığı hedef alan bir anlayıştır. Batı’nın zihin yapısını, canlıları rahat ettirmek isteyen bir Çin hükümdarının kendisine ‘mükemmel Tao’yu söylemesi isteğine karşı Taocu bilgenin söylediği sözlerinde bulabiliriz: “Bütün her şeyin ilk özü nedir, diye soruyorsun. Bu özü paramparça ederek, bölerek onu yönetmek istiyorsun. Sizin dünyevî yönetiminize göre, buharlaşan sular toparlanıp bulut olmadan yağmura dönüşmeli; bitkiler, ağaçlar yapraklarını daha sararmadan dökmeli; güneş ve ay, bir an önce yanıp sönmelidir. Senin zihnin, makul gibi görünen sözler geveleyen bir dalkavuğun zihnidir...” 714
Batı, teknik ve sanayiyi seferber ederek, döküntü statüsüne indirgediği “Öteki” insanların kökünü kurutma çabasında tarihte görülmüş en büyük cani’dir.715 Bu caniliğini, temasta olduğu her topluluğa aktarmıştır. Batı sömürgeciliği ve buradan sağlanan zenginlikler üzerine kurulmuş Batı toplum düzeni Batılı olmayan medeniyetlerin hiç tanımadığı bir insan türü yaratmıştır. Bizim ancak filmlerde olacağına inandığımız o seri katiller artık bu insan türünün sıradan birer örneğine dönüşmektedirler.716 Rambo filmleri ile bunun idealize edilmesi de başarılmıştır. Bu şeyleşen insan türü insani davranışlardan uzaklaşmıştır. Sömürgeci ve sömürge insanı arasındaki ilişkide hiçbir insani ilişki kurulmamış ve kurulmak istenmemiştir. Sömürge insanı bir hayvan olarak değerlendirilmiştir. Bu bir davranış kalıbı olarak sömürge insanına yansıtılacaktır.
Sömürgeleştirmenin en temel sonuçlarından birisi sömürge ülkelerinin kabileleştirilmesi ya da Balkanlaştırılmasıdır. Avrupalılar, bu ülkelerdeki düzeni muhafaza etmek için onları çoğunlukla keyfi idari parçalara ayırdılar. Etnik grupları kolayca çekip çevirmek için, kâh onları birbirinden ayrı tuttular kâh yeni gruplar yarattılar. Afrika toplumlarının “kabileleştirilmesi” ya da “etnik gruplar yaratılması” sömürge siyasetinin ilk ürünlerinden biri oldu; “sömürge yöneticilerinin, profesyonel etnologların ve her iki niteliği birden üzerinde taşıyanların ortak eseridir.717 Fanon “Yerzünün Lanetlileri” adlı kitabında sömürgeciliğin sömürgeleştirilen üzerindeki barbarlaştırıcı etkisini çok güzel vurgulamaktadır. Sömürgeleştirilen insan, damarlarındaki sömürgecinin oluşturduğu saldırganlığı önce kendi ulusunun bireylerine karşı ortaya koyacaktır. Bu devre sömürülenlerin kendi aralarında dalaştıkları, neye uğradıklarını bilemedikleri devredir. Bu devrede sömürge insanı kendisini artan bir gerilim içinde bulacaktır. Sömürgecinin dünyası düşman, aynı zamanda istek duyulan bir dünyadır. Sömürge insanının her zaman sömürgecinin yerine yerleşmek isteği ortaya çıkar. Kendi rolünü bırakıp, kendisini avlayanların rolünü almaya hazırdır. Sömürgeleştirilen insan istekli bir şekilde işkenceci olmak isteyen, işkence görmüş insandır. Sömürgeleştirilen insan sömürgeciliğin kıskacı altına alınmıştır.718 Kurbanların kendileri de umutsuz ve kendilerine zulmeden kültürle lekelenmiş olarak diğer kurbanlara saldırırlar.719 Benzer bir şekilde ırkçılıkla karşı karşıya kalan Amerika siyahlarında da benzer ilişkiler karşımıza çıkmaktadır. Siyah burjuvazi, kendisini yoksul Siyahlardan ayırmakta ve onların yaşam tarzından nefret etmekte ve Beyazların kullandığı ölçüde şiddet kullanarak onları sömürmektedir. Siyah burjuvazi, kendisini küçümseyen ve dışlayan Beyaz burjuvazinin bütün davranışlarını ve ırksal önyargılar da dahil olmak üzere bütün önyargılarını, benimsiyordu. Aşağılık komplekslerini gizlemek için Beyazların davranışlarını taklit ediyor, hiç sakınmadan efsanevi zenginliğini ortaya koyuyor, sırf gösteriş için hesapsız tüketiyordu. Beyazların modeline "katkıda bulunmak" üzere kendi geleneğinin bir parçası olabilecek ne varsa hepsini reddediyordu.720
Sömürgeleştirilen insan on sekiz saatlik yorucu bir çalışmadan sonra kendisini şiltesinin üstüne attığı, kundaktaki çocuk ağlamaya başladığı ve uyumasına engel olduğu zaman çocuk gibidir. Bir miktar irmik ve birkaç kaşık yağ istemek için, daha önceden borçlu olduğu bakkala gittiği ve bu isteği büyük bir nefretle reddedildiği zaman içini büyük bir öldürme arzusu kaplar. Açlık, parası ödenmediği için kalınan odadan kapı dışarı edilme, ana rahmindeki çocuğun alınması, bir deri bir kemik haline gelen çocuklar, kapatılan işyeri ve leş kargaları gibi iş sahibinin çevresinde dönen işsiz insanların varlığından kaynaklanan gündelik öldürme eylemlerine yönelen yerli insan kendisi gibi olanları asıl düşman olarak görme noktasına gelir. Çıplak ayakları yol ortasındaki kocaman bir taşa takılacak olsa bu taşın buraya bir yerli tarafından konulduğunu; yerden toplamaya hazırlandığı birkaç zeytin tanesinin de akşamdan falanca adamın çocuğu tarafından yenmiş olduğunu kabul eder. Evet. Yaşanan sömürge dönemlerinde bir kilo irmik için her şeyi yapmak mümkündür.721
Toplama kamplarında insanlar bir parça ekmek için birbirlerinin kanlarına girmişlerdi. Sömürge sisteminde bir kilo ekmek için pek çok şey yapılabilir. Sömürge döneminde insanın yiyecekle ilişkisi tarihle, dünyayla ve madde ile olan ilişkilerine benzer. Baskı altında, 'yaşamak' demek, değerleri temsil etmek demek değildir. Yaşamak, ölmemek; var olmak da yaşamını sürdürmek demektir. Yaşanan her gün, bir zaferdir baskı altındaki insan için.722 Genellikle tüm yönetenler akılsallığın kendilerinden yana olacağına güvenebilir. Sağ kalmanın akılsallığı insan davranışlarına yön veren diğer tüm güdüleri mantıkdışı hale getirdi.
Batı dünyasında akıl, ahlakın düşmanı oldu. Mantık, suçu onaylamayı gerektiriyordu. Kendini akılcı şekilde savunmak, başkasının yok edilmesine direnmemeyi gerektiriyordu. Eziyet çekenleri birbirleriyle karşı karşıya getiren bu akılsallık, ortak insanlık duygularını yok etti. İnsan yaşamını sağ kalma hesabına indirgeyen bu akılsallık, insan yaşamını insanlıktan da yoksun bıraktı.723 Bu tabloları Batı sömürdüğü yerlerden gülerek eğlenerek seyrederken hatta sömürge insanını aşağılarken bir gün kendi başına geleceğini düşünmemişti herhalde.*
Bugün ırkçılığın bu denli kabul görmesi bir felâket sayılmalı ki bu daha çok son dört yüz yıl içinde Batılı güçler arasındaki yarışmada, yeryüzünün paylaşılması konusunda aslan payını alan ülkeler tarafından körüklenmiştir. İngilizce konuşan insanların sömürge politikasındaki başarısı, insanlığı bir ırk sorunuyla karşı karşıya bıraktı.724 Irk düşüncesi Batı’da hiç var olmasaydı bile, emperyalizm yaptıklarının mazereti olarak icat etmek zorunda kalabilirdi.725 Irkçılık, Batı uygarlığı içindeki en kötü unsurlara çekici gelmiştir.726 "Uluslararası yağma"nın teşvik edilmesini hatta bir erdem haline getirilmesini, küçük ırkların köleleştirilmesini ve sonunda bazı halkların bütünüyle katledilmesini sağlamak için Aydınlanma’nın oluşturduğu değerlerin önüne geçecektir.727 Avrupalıların başvurduğu imdattı. Irkçılık Afrika’nın şok edici paylaşımında kara derili insanlar üzerinden keşfedilecektir. Irkçılık kavramının kaynağı Afrika’da karşılaştıkları aşırı nüfusla meskûn mahlûklar (siyah derili insanlar) karşısında kapıldıkları dehşettir.728 Dehşete kapılmıştır, beyaz insan. Conrad, ‘Karanlığın Yüreği’nde karşılaştığı varlığın insan olup olmadığı kuşkusuyla dehşete düşen beyaz insanı anlatır.729 Bu dehşet ve korku Güney Afrika’da günümüze kadar sürdü ve bir ırk toplumunun temelini oluşturdu.730 Batı’nın ırkçılığı kendisini ilki ilahiyata, ikincisi ırka ve üçüncüsü de kültüre dayalı olmak üzere üç şekilde gösterecektir. Attila İlhan’ın “Irkçılık Batılı beyaz Hıristiyanların önce semit Yahudilere, sonra sonra siyah, kırmızı ve sarılara karşı yükselttiği bir uygarlaşma ayrıcalığı duvarıdır.”731 Irkçılık ilk kez Haçlı seferleri ve İspanya’nın Katolik fethiyle gerçekleşmiştir. Hem de ilahiyata dayalı ırkçılık. Yahudi ve Müslüman dönmelerin kanı, kendi yanlış inançları yüzünden bozulmuştu. İsa’yı reddetmekle sonsuza dek kirlenmişlerdi ve silinmesi imkânsız olan bu leke, dönmelerine rağmen çocuklarına ve torunlarına da bulaşmıştı; vaftiz bile bu lekeyi silemezdi.732 Beyaz ırktan olmayanlar Hıristiyanlığa geçseler de kusurlu olarak kalacaklardı.733 Bu Yahudiler ve Müslümanlar içinde geçerliydi.734 Bir yazınsal örneğini Robert Hoeninger, "Almanya'daki Kara Ölüm" adlı eserinde görürüz:“Bu izlemede ortaya çıkan nefret o kadar güçlüydü ki Ordenslande gibi 1343 yılından beri Yahudilere yasaklanmış bir bölgede, Hıristiyanlığa geçmiş olan Yahudiler tespit edilerek yakıldı.” 735
Irkçılık önce “Yerlilerin Kıta”sı sonra da “Kara Kıta”nın paylaşımında ırk boyutu bütün dehşeti ile sergilenecektir. Irkçılığın Afrika’dan evine yıkımla dönüşü 19. yüzyıldan sonra olacaktır. Öte yandan ırkçılık yabancı korkusundan ziyade modern aklın düzenleme tutkusundan kaynaklanan ve modern dönemde ortaya çıkan bir olgudur. Bauman’a göre yine modern bir olgu olan soykırım topluma sürekli düzenlenip gözetlenecek bir bahçe gibi bakanların eylemlerinden biridir.736 Bu denetim ve düzenleme sisteminin aktörleri ise okumuşlar ya da uzmanlardır. Kısacası Bauman’a göre moderniteyi yaratan iktidar bahçıvan modeli üzerine kurulmuştur. Bahçıvan kişiliğinde sürekli olarak dikkat ve özenle bahçeyi düzenler. Aksi halde bahçeyi yabani otlar saracak ve bahçe olmaktan çıkacaktır.737 Kültür kavram olarak kelimenin çiftçilikle ilgili olan anlamına uygun biçimde, insan davranışları ve yaşamının biçimlendirilmesiyle ilgili olarak görülüyordu.738 1850’li yıllarda ırk anlayışı saf, aryan ırklarla sami ırklar arasında bir ayrıma dönüşmeye ve karşı karşıya konulmaya başlanacaktır. Uygarlıkların, ırkın bozulmasından ötürü yıkıldığı, ırkın gerilemesinin de kanların karışmasından kaynaklandığı düşüncesi Almanya’da değil insancıl Fransa’da oluşturulacaktır.739 Gobineau, ırk ile tarihsel görüngüler arasında nedensel ilişkiler kurması ırkçı görüşü temellendirmiştir.740 Avrupa’da daha önceden de var olan bu bahçesini yabani otlardan temizleme, saflaştırma isteği Polonya dışında tüm Avrupa’dan Yahudilerin sistematik bir şekilde dışlanmasını getirmiştir. 741
Sömürgeleştirilen insanın içinde bulunduğu gerilim zaman zaman kabile kavgaları, ikili çatışmalar gibi kanlı eylemlerle ortaya çıkar. Fertler düzeyinde gerçek anlamda sağduyunun inkârına tanık olunur. Bütün gün sömürgecinin veya polisin sömürgeleştirilen insanın kanını emmesi, ona küfretmesi ve onu dize getirmesine karşın, sömürgeleştirilen insanın yine de bıçağını çekip kendisi gibi sömürgeleştirilen insanlara düşmanca bir gözle baktığı ve onlara saldırdığını görürüz. Batı’nın sömürülenlerin kendi arasındaki saldırganlığı kışkırtmasındaki amaç, orada olmadığınız zamanlarda her şey çok kötü gidiyor, düşüncesini haklı çıkarmaktır. Bunun için kendilerinin tohumunu attığı şiddetin değişik yansımaları kabileler, mezhepler, dinler arası hatta basında çalışanlara karşı ortaya çıkar. Sömürü altındakilerin bağımsızlığa yaklaştıklarını hissedince provokatörlerinin yardımıyla ülkenin her yanında kabileler ya da mezhepler arası sorunları ve kavgaları su yüzüne çıkarırlar. Mau mau katliamı bunun tipik bir örneğidir. Bu isyanı bir söylevinde ne yazık ki Malcom X kutsayacaktır.
En bağımsız olduğunu hatta sınır tanımaz olduklarını iddia eden sömürge entelektüelleri ve basın mensupları var olan vahşetin kendilerine bakan yönünü dile getirirler. Sömürgeleşmiş toplumların haklı savaşımını anlatmazlar, hatta ortaya çıkan şiddeti onların eylemine bağlarlar. Bu konuda onlara yakınmalarda bulunulduğu zaman da bütün içtenlikleriyle objektif oldukları cevabını verirler. Nedense sömürgeleştirilen insan için objektiflik her zaman kendine karşı yöneltilmiştir.742 Ama beyaz insanın sömürüsü altındaki yerlerde ortaya çıkan şiddete duyarsız kalınabilmektedir. 1945'de Setif'in 45.000 ölüsüne göz yumulmuş, 1947'de Madagaskar'da 90.000 kişinin ölümü gazetelerde basit bir yazı konusu yapılmış; 1952'de Kenya'da 200.000 kişinin kurban edilmesi önemsiz bir olay şeklinde karşılanmıştı.743 Son dönemde Ruanda’da yaşanan ve Fransa’nın göz yumduğu soykırım da aynı şekilde gözlerden uzak tutulmaya çalışılmıştır.
Ortaya çıkış evresinde kapitalizm, sömürgeleri Avrupa pazarına aktardığı hammaddelerin kaynağı olarak görmekteydi. Kapitalist çağın şafağını simgeleyen ilkel birikim evresinden sonra, kapitalizm sömürgeleri pazar durumuna getirmeyi amaçlar. Çünkü kapitalizmin üretimi artırması ile beraber pazar arayışı başlamıştır. Sınırsız üretim, piyasanın talep ihtiyacını aşınca sermaye ülke sınırlarının dışına çıkma ihtiyacı duymuştur. Artık bu kapitalizmin emperyalizme dönüş aşamasıdır.744 Emperyalistin gözünde sömürge halkı ise artık satın alan insanlar olur. Sömürgeleştirmeye dayalı körü körüne bir egemenlik metropol için artık verimli değildir. İnsani olduğundan değil, yapacağı mal satışını ve elde edeceği karları engelleyeceğinden dolayı metropolcü burjuvazinin tekelci kesimi, politikası silah zoruna dayalı olan idareyi desteklemez. Metropol finans kaynakları ve sanayicilerinin hükümetten beklediği halkı öldürmek değil, onları (tüketici-sömürüleni) ekonomik “yasal haklarla” ayakta tutmaktır. Böylece malını satabilecek ve tatlı karlarını yapabilecektir.745 Top ateşine tutma eylemi önemini yitirmiş; toprak politikası yerini köleleştirmeye bırakmıştır. Daha az kan dökmeye, daha çok yumuşak davranılmaya başlanmıştır. Şu anda, şu ya da bu ülkenin İngiliz, Fransız ya da Belçika egemenliği altında olması değil, ekonomik olarak sömürülmesi önemlidir. Artık sömürülen yerlerdeki kişilerin kazanılmaya çalışılan pazar durumuna getirilmesi amaçlanmaktadır. Kısacası sömürgeci, çeşitli nedenlerden dolayı, sömürgeleştirilen halkın egemenliğini tanımada kendisi için bir çıkar söz konusu ise savaş bitecektir. Yoksa karşısındakine insani bir duygu beslediği için değildir, bu tavır değişikliği.
Batı uygarlığı ayrımcılığa tabi tuttuğu insanlara bir şey vermeden bir şeyler verir gibi yapar. Bu tür ırkçılık için Malçolm X, özel bir terim geliştirmişti: Hilebilim (tricknology)... Bunu yaparak da, dikkatimizi gerçek ve habis toplumsal yaradan uzaklaştırmaya çalışır. Asıl görülmesi gereken temel sorundan uzaklaşılmış olur.746747
500 yıl öncesinde yenidünyanın ilk fatihlerinin tahrip ettiği bitki örtüşünün yerini, koskoca Amerika kıtasında, ilk fatihlerin torunlarının sonradan film seti olarak kullanacakları ıssız çöller aldı.748 San Salvador'da ayak basarken Columbus'u dostça karşılayan Taino’lar üç yüz sonra artık tamamıyla ortadan kaldırılmış bulunuyordu. Columbus adayı ilk gördüğünde, “çok büyük ve çok düz, ağaçlar yemyeşil... Öyle bir yeşillik uzanıp gidiyor ki, seyretmesi, büyük bir zevk veriyor insana,” diye tasvir etmişti. Columbus'u izleyen Avrupalılar adanın bitki örtüsünü ve canlılarını —insan, hayvan, kuş ve balık— yok ettiler ve adayı tam anlamıyla bir çorak ülkeye çevirdikten sonra terk ettiler.749
Sömürgecilik öncesi dünya ile sömürgecilik sonrası yaratılan dünya birbirine taban tabana zıttır.750 Sömürgecilik, bütün toplumların korkunç yıkımıyla sonuçlandı.751 Geride saldırıya uğrayan, yağmalanan kıtalar ve tahrip edilen uygarlıkların sadece külleri kaldı.752 Meksika'da piskopos Diego de Landa, Maya’lar tarafından yazılmış bütün kitapları toplayarak yaktırmış, böylece insanlığın çok eski ve çok zengin bir uygarlığına ait bütün kaynaklar yok olmuştu.753 İşte bundan sonra bir başka safhayı sömürgeci devreye sokar. O da tarihi kendince yazma işlemidir. Mısır ve Sudan’ın kültürel ve entelektüel katkılarını Avrupa tarihinden silip süpürmek için canla başla çalıştılar. Bunun yanı sıra, sömürgelerin tarihlerini yok etmek ve bütün Amerika, Afrika ve hatta Asya kıtasını ve onun nesillerini bir yük hayvanı ya da vahşi putperestler derecesine indirgemek için yazılı sayfaları kullanarak Avrupa dışındakileri her tür medeniyet görünüşünden soyutladılar.754
Sömürgeciliğin doğal sonucu ezilen ulusların yok olup gitmesidir.755 Beş yüz yıllık bir zaman diliminde soykırımlarla yok edilen bir halkın, Azteklerin, İnkaların, Mayaların, Arawaklann, Moheganların, Pocahontaların, daha yüzlercesinin bugün kıtanın dört bir köşesinde hâlâ yankılanan ölüm çığlıkları, ilk fatihlerin ve onların torunlarının kirli ruhlarını rahatsız ediyor mu bilmiyoruz.756
Aynı şekilde İngilizler yüz yıllık işgalin sonunda, çıkması olası bir savaş ortamında taraf olmaktan kurtularak, ardında kanlı bir tarih, bölünmüş bir toplum, her açıdan yoksullaşmış bir ülke ve yıllarca sürecek kargaşalıkları Hint coğrafyasına miras bırakarak gidiyordu.
Sömürgeleştirmeden sonra da değişik yollarla sömürge anlayışının devamı sağlanmak istenir. Eski tip sömürgelikten uzaklaşma, biçimsel bir eylemdir ve bu devletlerin ne ekonomik, ne de siyasal bağımlılığını ortadan kaldırır.757
Irk temelli ayrıma karşı olan komünist yönetimindeki Rusya, Orta Asya halklarının arasına ayrı ırk şuurluluğu maskesi altında bölücülüğü devreye sokmuştur.758 Sömürgeleştirilen topraklarda ırk temelli ayrılıklar körüklenerek kabile, din ve mezhep ayrılıkları körüklenerek savaşlar çıkartılmıştır. Bu bölme işlemini kantonlaştırmaya kadar vardırmıştır.759 Feodal-kabile düzeninden kurtarma iddiasında olan Sovyet rejimi kantonlaştırma yoluyla Türkistan’da eskisinden daha da kuvvetli bir çeşit kabile düzeni kurulmuştur.760 Böylece sömürülen insanların kendi aralarında savaşmaları bir şekilde sağlanmış olmakta ve bu şekilde biz olmadığımızda bunlar bir birlerini yerler anlayışı oturtularak hem küstahlığa devam edebilmekteler hem de sömürmelerine bahane üretebilmektedir.761
İngilizler, bunun en güzel örneğini Hindistan’da gösterime soktular. Hindistan’ı daha kolay yönetebilmek için parçalama girişiminde bulundu. Önce Birmanya’yı Hindistan’dan ayırdılar. Sonra Bengal’i bölmek istediler. Sonra dinsel temelli bölmek için girişimlere başladılar. 1900 yıllarının başında İngilizler iki ayrı dinsel kökene dayanarak Hindistan’ı ikiye bölüp, isyan hareketine katılan iki ayrı dine mensup insanları yalnızlaştırma planı ile hareket ediyordu. Böylece iki dinin birbirlerine olan düşmanlığından yararlanmayı düşünüyorlardı. Burada yüzyıllardır birlikte yaşayan insanların arasına fitne sokarak kolay yönetme hesapları yapıyordu. Ancak Hindistan halkı din kavgalarından henüz uzaktı. 1900'ün başlarında, Hintlilerin beraber yaşama kararlılığı, dinsel ayrımların ötesinde bir anlama sahip gözüküyordu. İngilizler dinsel temele dayalı kavgalardan yararlanıp, Hindistan hâkimiyetini sürdürebilmeyi belki de 40–50 yıl uzattı.762 Ancak bunun bedeli milyonlarca mülteci ve dünya tarihinin en büyük karşılıklı katliamlarından birisi olarak ortaya çıktı.
Hindistan'daki İngiliz hükümeti Hindistan'ın pek çok eyalete ve prensliğe bölünmüş olmasından yararlanarak, merkezi otorite yerine, özerk yerel iktidarlar sayesinde egemenliğini sürdürmeyi planladı. Kendi yandaşlarının eline geçecek yerel iktidarları zaman içinde bağımsızlaştırarak, olası bir geri çekilme döneminde, Balkan Planı uyarınca Hindistan'ın pek çok küçük devletin hüküm süreceği bir coğrafyaya çevirmeyi umdu. Bu sayede hükümet, en azından Hindistan'ın bir bölümünde egemenliklerini sürdürebilme olanağı yaratacaktı.763 Daha sonra İşgal ettiği Osmanlı topraklarında bu planını işlerliğe soktu. Cetvelle çizilen sınırlarla suni ülkeler oluşturuldu. Halen Ortadoğu’da bu dönemdeki İngiliz’lerin oluşturduğu sorunlar kanayan yara halinde devam etmektedir.
Bir diğer ilginç olan şey kendi iktidarlarını sürdürmek uğruna en temel düşünceleri olan eşitlik ilkesini bile göz ardı edebildiler. Hint toplumundaki bölünmüşlüğü yasal bir statü içinde tutabilmek için, kast sistemini koruyan ırkçı kanunları tekrar gündeme getirdi.764
İngiliz tarihçi Toynbee’ye göre, “Sanırım geleceğin tarihçileri 20. yüzyılın en önemli olayını, Batı uygarlığının dünyada yaşayan diğer toplumlar üzerindeki etkisi olarak görecekler. Bu etkinin, kurbanlarının yaşamlarını yok edecek ve yenileştirecek derecede güçlü, kalıcı bir etki olduğunu söyleyecektir. Bu, erkek, kadın, çocuk herkesin davranışını, görünüşünü, duygularını, inançlarını değiştirip, insan ruhunun el değmemiş yerlerine korkunç bir biçimde ve insafsızca dokunan dış bir etki” olarak tarihteki yerini alacaktır.765
Yeni Dünya'da yerleşen İngilizce konuşan uluslar oradakilerle kaynaşamadılar. Orada bulunan ilkel kabileleri hemen hemen temizlediler. İlkel toplulukların yaşamasına göz yumdukları Güney Afrika'da ya da başka yerlerden ilkel “insan gücü” getirdikleri Kuzey Amerika'da, bizim “kast” dediğimiz ve Hindistan'da son biçimini alan o felç edici kurumun ilk adımlarını attılar.766
İngiltere’nin kendi ödemeler dengesini düzeltmek için başvurduğu kaçak afyon ticaretinin Çin makamlarınca yasaklanmasının savaşa neden olduğu açıktır.767 İngiltere 18. ve 19. yüzyılda (günümüzde Batı ülkeleri gençlerinin zehirlendiklerini ileri sürdükleri) uyuşturucuyu tüm Çin’i uyuşturmak için kullanmaktan çekinmemiştir. Onlar için insanın sağlığı değil ticari karlılık önemlidir. Bu tarihte devlet eliyle yapılmış en büyük uyuşturucu tacirliğidir. Tarih’te İngilizler sayesinde böylece bir de “Afyon Savaşları” yerini almıştır.768 (not.8 )
Avrupalıların Afrika kıyılarında varolması, Afrika içlerinde kanlı bir savaşa neden oldu. Afrika'yı teslim alan Avrupa orduları değil, bizzat Afrika'nın yerli halkı arasında süren kölelik savaşıydı. Bu savaş, tarihi binlerce yıl öncesine dek izlenebilen Afrika Uygarlığı'nı da yerle bir etti.769 İnsanın diğer varlıklarda karşılaştığımız sınırlamaları aklı ile aşabildiğini söz konusu etmiştik. Akıl yoluyla yaptığı aletlerle –gemi, uçak, araba, kılıç, kargı ok, ateşli silahlar, güdümlü füzeler vb.- bu doğal sınırlamaları ilerleme ile orantılı olarak aşıyordu. Afrika coğrafik olarak doğal sınırlamaları mevcuttu. Çok büyük nüfuslara rağmen her kabile kendi doğal ortamında yaşamaya devam ediyordu. Bu doğal sınırlamalar Afrika’da kabilelerin bir birlerine katliam yapmalarına izin vermiyordu.770 1700’lü yıllardan sonra Batının köleliği teşviki ve teknolojik yardımıyla bu doğal sınırlamalar aşıldı. Katliama ortam hazırlanmış oldu. Bu gelişme Afrika'nın baştanbaşa yok olmasını da beraberinde getirdi. İlginç olan ise, Afrika'da köle ticaretinin yapılabilmesini sağlayanlar, bizzat Afrikalıların kendileri oldu. Afrikalı kimi kabilelerin köle ticaretine bulaşması, köle olma ya da köle toplama dışında hiçbir alternatifi kalmayan Afrika halklarını, büyük bir iç savaş ortamına sürükledi. Daha barbar olan kabileler, daha uygar olanları esir alarak, köle sahili adı verilen bölgelerde Avrupalı tüccarlara pazarlamaya başladı. Köle ticareti öylesine büyük bir pazar yarattı ki; kimi ünlü ticaret şehirleri, köle pazarlarının kurulduğu, köle ticareti ile geçinen devletler halinde örgütlendi. Öncelikle yerli uygarlığının hayat damarlarını oluşturan büyük şehirler yerle bir edildi. Ticaret arttıkça insanlar şehirlerden, hatta köylerden kaçarak çölde sığınmaya çalıştı. Kısa sürede Afrika Uygarlığı, kabile kültürü, hatta aile ilişkileri bile yok oldu. Köleciliğin Afrikalılar tarafından yürütülmesi, Afrika'nın kültürel yapısında onarılmayacak yaralara yol açtı. Cahillik ve sefalet büyük bir hızla artarken, kimi yerlerde yamyamlık derecesine varan ağır bir yozlaşma ortaya çıktı.771 Bu dönemde Batı Afrika bir köle deposu olarak ilgi gördü. Kara Afrikası, iki yüzyıl içinde üzerinde yaşayan 2 milyon insanını kaybetti. Bunların 1 milyondan fazlası iki kıta arasındaki yolculuklarda eriyip yok oldu.772
19. yüzyılın başında kölelik yasaklanırken bunun İngiliz ekonomisine etkileri avam ve lordlar kamarasında tartışılmıştır. Artık insanlığa yakışmadığından çok ekonomiye katkısının azaldığı sonucundan sonra kaldırılmıştır. Öncelikle Marx’ın tabiriyle “kapitalizmin şafağı”na yol açan kölelik bir müddet sonra ekonomik olmayacaktı. Tocqueville, köle emeğine dayanan iktisadi yaşamın verimsiz olduğunu belirtmişti.773 Engels’in deyişiyle kölelik, şiddet kullanmaya gerek kalmadan, yalnızca kazandırmadığı için kendiliğinden yok olmuştur.774 Birer Küçük krallık olan Belçika Krallığı* ve Hollanda Krallığının kuzey denizinde inşa ettikleri Amsterdam ve Anwers Limanlarının ya da Fransa’nın Afrika’da Abidjan limanı inşasındaki uygulamaları tüyler ürperticidir.775
Yenidünyada siyah köleler özellikle renkleri nedeniyle, diğer insanlardan kolaylıkla ayrılabildiğinden ve hiçbir siyah köle kaçarak ya da saklanarak kurtulmayı beceremediğinden beyaz insan tarafından tercih ediliyordu. Siyah kölelikten önce ve o dönemde Beyaz hizmetkârlarda çalıştırılıyordu. Ancak Beyaz hizmetkârların tenlerinin rengi nedeniyle diğer insanlardan ayırmak mümkün olmadığından Beyaz hizmetkârların kötü çalışma koşulları nedeniyle bireysel ya da kitlesel firarı sorun oluyordu.776 İnsanların sadece renklerine bakılarak özgür ya da köle olarak ayrılması, ileride ABD'de şekillenen ırkçılık akımlarının da temel argümanı haline gelecek; beyaz, anglo-sakson kökenli Amerikalı tipi, egemen ırk kavramının yerleşmesinde önemli bir misyon üstlenecekti.777 Kölelik iç savaş sonunda biterken iyileşmeden ziyade şartlar ırkçılıkla daha da siyah derililer aleyhine bozulacaktı. Artık köleliğin yerini derisinden dolayı ayrıma tabi tutulan insanların sorunları başladı. Irkçılık kapitalizmin şafağında bir başka biçimiyle doğdu.
İç Savaş sonrasında siyahlar, özgürlük ortamından yararlanarak, kendi temsilcilerini seçme yoluna gitti. Bu sayede siyah senatörler, siyah belediye başkanları, hatta siyah bir eyalet valisi, seçimleri kazanarak göreve başladı. Ancak bu atmosfer fazla sürmedi. Görünüşte her ırkı koruduğunu söyleyen, ancak asıl olarak siyahları toplumsal ve siyasi yaşamdan uzaklaştıran yasalar çıkmaya başlayınca, siyahların etkinliği de azaldı.
Kuzeylilerin Güneyli toprak sahiplerini Amerikan Birliği'nde tutmak için göz yumduğu bu yasalar, İç Savaş öncesi ırkçı politikaların uygulanabilmesinin de olanaklarını yarattı.
Bu yasaların bazıları şöyleydi; siyahlar beyazlara ait hastanelerde tedavi göremeyecekler, onların okullarına devam edemeyecekler, çocuklarını beyazlara ait parklara götüremeyeceklerdi. Toplu taşıma araçlarının ön sıralarında oturmaları, beyazlarca kullanılan tuvaletlere girmeleri, onların çeşmelerinden su içmeleri yasaklanmıştı. Bazı eyaletlerde beyazlar ve siyahların beraberce dama oynayamayacağı, fabrikada çalışan siyah ve beyaz işçilerin aynı pencereden bakamayacağını söyleyen yasalar dahi çıkarılmıştı. Bu yasalara aykırı davranan siyahların dövülmesi, hatta alenen linç edilmesi bile sıradan olaylar arasında algılanıyordu. Yasal olarak oy kullanma hakkına sahip oldukları halde, çoğu siyah seçmen olarak yazılamıyor, bürokratik engelleri aşıp yazılanlar ise ya oy sandıkları kaçırıldığı için ya da oy kullanmaya kalkışanlar, kaba kuvvetle durdurulduğu için bu hakkı kullanmaktan vazgeçmek zorunda kalıyordu.
Birkaç istatistiğe ve hayatımızda değişen şeylerin Batılılar tarafından çıkarılan dökümüne şöyle bir bakıp ilerlediğimizi söyleyebilir miyiz? Ya da o ilerleme denilen başarıların, Batılılar olmasa gerçekleşmeyeceğini kim garanti edebilir? Avrupa'nın sömürgeci faaliyetini belli alanlarda ulaşılan maddi ilerlemelerle aklamaya çalışması a posteriori sahtekârlıktır. Çünkü Avrupa müdahale etmeseydi aynı ülkelerin hangi maddi gelişme aşamasında olacağını kimse bilemez.778 Çünkü kendi iç dinamikleri Batı tarafından tahrip edilmiştir. Batı’nın egemenliği altına giren tüm toplumlar, idda edilenin aksine iktisadi ve kültürel olarak geri bırakılmıştır.779 Batı’nın bu tahrip edici müdahalesi olmasaydı ve işler o sırada başka türlü cereyan etse idi; Amerika ve Afrika kendi imparatorluklarını, Çin veya Japon imparatorluklarının daha sonra yaptıkları gibi, adeta Avrupa'yla eşit ortaklar haline gelecek kadar pekiştirebilirlerdi.780
Batı’nın tek boyutlu gelişmesi ve endüstriyel uygarlığının övünülecek bir şey olamadığını vurgulayan Bertrand de Jouvel’e göre, sorun, “aynı gelişmeyi izlemeden de mutlu olunup olunamayacağını bilebilmektir.”781 Belki de bir başka medeniyet, bazı noktalarda geri gözüken milletleri, doğal seyri içinde koruyup işlemesi bütün bu dört yüz yıl süren felaketlerden uzak tutabilirdi.782 Batı bu felaket halini alan dönüşümü gerçekleştirmemiş olsaydı, İslamileşmiş ortamda oluşmayacağını düşünmemizin bir dayanağı yoktur.783
Aklı başında olacağını düşündüğümüz ve Alman Nazi zulmünü yaşamış Hannah Arendt bile, hak arayan sömürge insanlarının müdahalelerini protesto amacıyla, sömürgelere hizmet götürmekten asla vazgeçilmediğini söyleyerek sömüreni olumlamayı sürdürebilmektedir.784 “Gelelim, Batılının her tür insanlık dışı zorbalığını haklı gösterecek bir hediye olarak sunulan şeye, Batılının dünyanın geri kalanında başardıklarına, yani Batının dünyanın geri kalanını ve tarihi ilerlettiği iddiasına.
“Uğultuları duyuyorum. Bana ilerlemeden, “başarılanlardan”, tedavi edilen hastalıklardan, iyileştirilen yaşam standartlarından bahsediyorlar.
Ben, öz suları çekilip tüketilmiş, kültürleri ayaklar altında çiğnenmiş, kurumları yıkılmış, toprakları zapt edilmiş, dinleri darmadağın edilmiş, muhteşem sanat eserleri yok edilmiş, olağanüstü imkânları ortadan kaldırılmış toplumlardan bahsediyorum.”785 Avrupa medeniyetlerin kökünü kazıdı, ülkeleri ortadan kaldırdı, milletleri harap etti, “farklılığın kökünü” kazıdı.”786
Denizci ve kaşif olarak Columbus ve izleyicilerinin kahramanlıklarını öne çıkarıp, soykırımlarını küçümsemek ideolojik bir seçimdir. İlerleme adına yağma ve katliamı sessizce kabullenilmesi politikacılardan değil de, bilimin açık nesnelliğinden geldiğinde bu öğrenilmiş etik ölçü anlayışı daha kolay kabul görüyor. Dolayısıyla katliam ve soykırımların göz ardı edilmesi yönünde daha tehlikelidir.787 Batı’nın yaptığı tüm jenosit eylemleri daha önemli görülen insanın gelişme, ilerleme öyküsü içine gömülerek gözlerden saklanılmak istenmektedir. 788
Ve Irak'a giren sömürgeci, “mağaralarda yaşayan atalarının” düzeyinde bile olmadığını kanıtladı. Medeniyetin doğduğu topraklardan birinde, Irak'ta, sömürgecinin ilk işi Mezopotamya medeniyetinin binlerce yıllık eserlerini barbarca yağmalamak oldu.
ABD’nin katliamlarındaki Irak’ın insan’a dair kayıp sadece ölenleri sayarak ölçülemez. Irak'ın yağmalanan müzeleri ve barbarların ortadan kaldırmaya çalıştığı o koskocaman Mezopotamya medeniyetini düşündüğümüzde, tarih boyunca bu medeniyeti yaratan milyonlarca insanı da kayıplar listesine eklemek gerekmez miydi?789
Irak işgal kuvvetlerinin kukla yönetimi Saddam Hüseyin’i ani bir kararla idam etti. İdam olayı siyasal ve kimliksel çerçevede, sembolik anlamlar taşımaktadır… Görüntüler, sinematografik ve iletisel olarak ele alındığında, şu mesajların alınabileceği söylenebilir: … İdam cezası yerine getirilirken, Şii olduğu söylenen birinin tüm olanlardan Saddam Hüseyin’i sorumlu tutan tepki göstermesi, ikinci önemli ileti olarak görülebilir. Bu görüntülerin neye hizmet edeceği açık: Bu tabii ki etnik ve mezhepsel çatışmanın şiddetlice alevlenmesidir.790 Her zamanki Batı tavrı, kaotik ortamdan yararlanarak malı götürme davranışı ortaya çıkar. Amaç demokrasi dayatmak değil. Bu dayatmanın yapacağı toplumsal çatlama istenmektedir.791
Attila İlhan’ın “birkaç kelimeyi gelişi güzel sıraladığımda içinizde cehennem çağrışımları uyandıracak” sözüne dikkatinizi veriniz; “Engizisyon. St. Barthelemy gecesi kırımı*. Yüz sene savaşları. Dachau, Buchenwald. İnsan saçından kumaş, derisinden abajur, yağından sabun. Gaz odaları ve ölüm trenleri. Misillemeler. Oradour/glane. Olmadı mı başka şey, gelmiş geçmiş bütün Asya ye Afrika barbarlarının yanında çocuk oyuncağı kalacağı bir şey, terör bombardımanları: Stratejik ve taktik amaçsız, askeri hedefsiz; sadece yıldırmak için öldürmek! Belgrad, Amsterdam, Hamburg, Leipzig, ama asıl Dresden (Kadın, çocuk ve ihtiyar 135.000 ölü, şehrin yarısı. Gözünü kapa ve aç, bir Eskişehir'i yok say.) Uzun söze ne hacet canım, Hiroşima üzerine o melun bombayı bırakıveren uçağın kanatları Batı uygarlığının renkleriyle damgalı değil miydi?”792 Ya da 2009 başındaki atom bombası atılmış gibi sessiz yıkımdaki Gazze…
Tocqueville, La Democratic en Amerique adlı eserini 1835'de yayımlamıştır. Tocqueville, eserinin “Birleşik Devletler topraklarında yaşayan üç ırkın güncel durumu ve muhtemel geleceği üstüne birkaç düşünce” adlı X. bölümünde Birleşik Devletler' örnekleminde sömürge durumunun gruplar arası ilişkiler üstündeki etkisi, sömürgecinin sorumluluğu, sömürge insanlarının ve kölelerin kültürsüzleştirilmesi, kurbanın içinde bulunduğu koşulları içselleştirmesi, Güney'deki kölelikten Kuzey'indeki ırkayrımına geçiş ele alınmıştır. Bu çalışma, Amerikan deneyiminin anlamlı bir çözümlemesinin ötesinde tüm sömürge topraklarında yaşanılanı gözler önüne sermektedir:
“Birleşik Devletler'in geleceğini tehdit eden bütün kötülükler arasında en korkunç olanı, topraklarında Siyahların yaşıyor olmasıdır. […]
Baskı, tek hamlede, Afrikalıların torunlarının elinden, insanlığa dair bütün ayrıcalıkları söküp aldı! Birleşik Devletler'de yaşayan zenciler kendi ülkelerine ait anıları bile kaybettiler; atalarının onlarla konuştukları dili duyamıyorlar artık. Kendi dinlerini reddettiler, kendi geleneklerini unuttular. Afrika'ya ait olmaktan vazgeçtikleri için Avrupa'ya özgü koşullardan hiçbirine hak kazanamadılar; iki toplum arasında kalakaldılar; iki halk arasında tecrit edildiler; biri onları satarken diğeri de reddetti: Bütün evren içinde bulabildikleri tek yer, vatanla ilgili tamamlanmamış bir imgeyi onlara sunan efendinin yuvasıydı. [...]
Baskının, Kızılderili ırklarını daha az etkilediği söylenemez; ancak bu etkiler farklıdır.
Beyazlar, Yeni Dünya'ya gelmeden önce, Kuzey Amerika'daki insanlar ormanlarda sükunet içinde yaşıyorlardı. Yabani yaşamın sıradan değişimlerine bırakılmışlardı ve uygarlaşmamış halkların erdemlerini ve erdemsizliklerini gösteriyorlardı. Avrupalılar, Kızılderili kabilelerini çölün uzak köşelerine savurduktan sonra onları, tarif edilmez bir sefaletle dolu avare ve serseri bir yaşama mahkûm ettiler [...].
Kuzey Amerika Kızılderilileri'nin vatan duygusunu körelten, ailelerini dağıtan, geleneklerini karartan, anılar zincirini parçalayan, bütün geleneklerini değiştiren ve gereksinimlerini haddinden fazla çoğaltan Avrupai zorbalık, onları, daha önce olduklarından daha dağınık ve uygarlıktan yoksun halde bıraktı. Bu sırada Kızılderili halklarının manevi ve fiziksel durumu da sürekli olarak kötüleşti ve mutsuzlukları arttıkça barbarlaştılar. [...]
Bununla birlikte Avrupalılar, Kızılderililerin özelliklerini tümüyle değiştiremediler ve onları yok etme gücünde oldukları halde ne onları uygarlaştırmayı ne de boyun eğdirmeyi başarabildiler.
Zenciler, köleliğin en uç noktalarına yerleştirildi; Kızılderililer ise özgürlüğün uç boylarına. Köleliğin zenciler üstündeki etkisi, bağımsızlığın Kızılderililer üstündeki etkisi kadar ölümcül olmadı hiçbir zaman. [...]
Zenciler, onları iten bir topluma katılmak için nafile uğraştılar. Zalimlerin zevklerine boyun eğip onların görüşlerini benimsediler ve onları taklit ederek aralarına katılmaya çabaladılar. Daha doğar doğmaz kendi ırklarının, doğal olarak Beyazlarınkinden aşağıda olduğu söylendi, buna inanmamazlık etmediler ve hep kendilerinden utandılar. Her bir özellikte köleliğe dair bir iz buluveriyorlardı kendilerinde ve eğer başarabilselerdi, büyük bir mutlulukla bütün benliklerini reddederlerdi.
Tam tersine Kızılderililerin imgelemi, kendi köklerinden gelen asalet iddiasıyla yüklüydü. Gururları sayesinde hayallerinin bağrında yaşayıp öldüler. Kendi geleneklerinin bizimkiler karşısında boyun eğmesini hiç istemedikleri için, kendi ırklarının alâmetifarikasıymış gibi barbarlığa sarıldılar. Kendilerinden nefret ettikleri için değil, Avrupalılara benzemekten korktukları için ellerinin tersiyle ittiler uygarlığı.
Köleliğin gerilediğini görüyorum; ama onun yarattığı önyargı yerinden kıpırdamıyor.
Birlik'te, zencilerin artık köle olarak yaşamadıkları topraklarda, onların Beyazlara yaklaştıkları söylenebilir mi? Ters bir etkinin ortaya çıktığı, Birleşik Devletler'deki her insanın dikkatini çekmiştir. Köleliği ortadan kaldıran eyaletlerdeki ırk önyargısının, köleliği sürdüren eyaletlerdekine göre daha kuvvetli olduğunu düşünüyorum; bu önyargı, hiçbir yerde, köleliği yaşamamış eyaletlerdeki kadar acımasız değil. [...]
Bana öyle geliyor ki, zencileri reddeden önyargı, zencilerin kölelikten azat edilmesi oranında artıyor ve eşitsizlik, yasalardan silindikçe geleneklere işliyor. [...]
Güney'in efendisi kendi kölesinin kendi düzeyine ulaşmasından endişe duymaz, çünkü bilir ki, istediği zaman onu tozun toprağın içine fırlatıp atabilir. [...]
Kuzey'deki Beyazlar, kendilerini aşağılık bir ırktan ayırması gereken engeli açık seçik göremiyorlar artık ve günün birinde zencilere karışmaktan korktukları için, giderek daha büyük bir dikkatle onlardan uzaklaşıyorlar. [...] Eğer yasama mercileri, zenci kadınların yatağı paylaşmaya heveslenmemesi gerektiğini ilan etselerdi, Kuzey'in Amerikalıları da onları kendi zevklerinin geçici eşi yapmayı göze alırlardı belki; ancak karısı olması ihtimali yüzünden onlardan, bir tür dehşet duygusuyla kaçıyorlar. [...]
Eğer illa geleceği görmek gerekiyorsa olayların akışına bakarak şunu söyleyebilirim: Güney'de köleliğin ortadan kaldırılması, orada yaşayan Beyaz halkın Siyahlara karşı duyduğu tiksintiyi artıracaktır.”793
“Bu dünyada her şey suç kokar: gazeteler, duvar, insanın yüz ifadesi.” Baudlaire
‘Vahşet, İnsanlığın Bittiği Nokta: Soykırım
Yahudi soykırımını, Bauman değişik bir yaklaşımla ele almaktadır. Bu düşünceleri dikkatli bir şekilde analiz etmek gerekir. Bauman bu soykırımı moderniteye ve teknik nedenlere dayandırmaktadır. Nazi propagandasına yenik düşmüş olması mümkün gözükmeyen, katliama katılmama şansı verilmiş olan sıradan işçilerin yaptığı Yahudi katliamları gibi bunu doğrulayan veriler de vardır.794 Ancak ben, bunun sadece modern devletin oluşturduğu yönetim tarzıyla izahının yetersiz olduğunu ve daha çok Yahudi-Hıristiyanlık kültürünün bir yansımasının kendi kendisini vurması olduğunu düşünüyorum. Öncelikle Hıristiyanlığın tarih boyu başvuracağı şiddete dayanak olacak referansları bulunmaktadır.795 Yahudi düşmanlığı teolojik temele dayanmaktadır. Pavlus’un, Yahudileri, İsa ve peygamberlerin katili olmakla suçlayan ifadelerinde, antisemitizme temel teşkil eden bazı yaklaşımlar görmek de mümkündür.796 Tanrının oğlu İsa’nın öldürülmesinden sorumlu tutmuş olan İznik Konsili Yahudileri Tanrı katili olarak lanetlemiştir.797
19. yüzyıla kadar Yahudilere karşı ilahiyata dayalı ayrım sürmüştür. Ancak son yüzyılda biyolojik, ırka dayalı ayrım hem de bilimsel kanıtlara dayandırılarak sürdürülecektir.798
2. Dünya Savaşı'ndaki Yahudi katliamını, diğer cinayetlerden ayıran asıl neden, bu katliamın askeri bir stratejinin doğrudan hesaplanabilen sonuçlarından olmaması, katliamın bizzat tüm Alman toplumunun onayı ile uygulanmasıdır. Katliamın soykırım niteliği için özellikle çocukların öldürülmesini zorunlu kılar. Bauman’a göre araçsal akıl eylemi ahlaktan soyutlayarak onun yerine etkinliği, teknik başarıyı koyar. Moderniteyi holocaust ve benzeri soykırımlardan sorumlu tutar. Modernite olmadan holocaust’un düşünülemeyeceğini belirten Bauman, Yahudilere yönelik daha önceki saldırılardan örnekler vererek bunların hiçbir zaman soykırım derecesine yükselmediğini ifade eder. Ancak tüm ortaçağ ve aydınlanma döneminde Yahudilere karşı ayrımcılık ve zulüm yapılmıştır. Bauman, Batı’nın daha önceki cinayetlerini ret etmez. Ancak bunun soykırım düzeyinde son yüzyılda yapıldığı iddiasındadır ki, bu bir saptırma değilse en azından bir yanılmadır. 13. ve 14. yüzyılda Yahudilere karşı çıkanların birkaç kişi olmadığı, bütün halkın onlara karşı ayaklandığı bilinmektedir. Yahudi karşıtlığının yalnızca bazı bireylerin kafalarında yer alan bir düşünce olmadığı, bütün Alman halkının bu duygularla dolu olduğunun bir kanıtı olduğu ve sadece 19. ve 20. yüzyıla mahsus olmadığı bilinmelidir.799 Aslında bu soykırım ilk Haçlı Seferleri ile kendini göstermeye başlayan ve ilki 1492 yılında, ikincisi de 1900 yıllarında zirve yapacak olan yok etme sürecidir.800 Ortaçağ'dan itibaren Avrupa kimliğini Lâtin Hıristiyan âlemi şekillendiriyordu. Bu dar dünya görüşünde, dinlerin rekabet etmesine yer yoktu. Yahudiler, Avrupa'nın gerçek insanları değillerdi, Asya'dan İthal edilmişlerdi. Yahudiler, 1290'da İngiltere’den, 1394'te Fransa'dan, 1492 yılında ise ispanya'dan çıkartıldılar.801 Bauman bu olayları soykırımı ele aldığı yazılarında ve kitaplarında görmezlikten gelerek sınırlı ve kısıtlı görüşler ileri sürecektir.
Irkçılığı Alman icadı olarak değerlendirip soykırımdan sadece Alman ulusunu sorumlu tutma anlayışı konuyu saptırmadır.802 Irkçılık, Yunan uygarlığından itibaren eleştirel düşünceye göre düzenlenmiş Batı toplumunun bağrında doğdu. Batı toplumu, eleştirel zihni sayesinde sorguladığı kendi varlığını ve birliğini ötekilere zulmederek güvence altına almaya çalışan tek toplumdu.803 Zaten Bauman’a göre de holocaust sadece belli bir toprağa, yani Almanya’ya mahsus bir olay değildi. Holocaust istisnai bir olay, bir cinnet patlaması ya da insanın kötü olan özünün bir dışa vurumu da değil bizzat modernitenin bir sonucuydu. O, modernliğin bir hatası, kısa süreli bir yoldan sapması değil, bizzat onun ürünüydü. “Holocaust bizim modern mantıklı toplumumuzda, uygarlığımızın yüksek sahnesinde ve insanoğlunun kültürel zaferlerinin zirvesinde doğmuş ve uygulanmıştır ve bu nedenle toplumun, uygarlığın ve kültürün bir sorunudur.” 804
Holocaust’u mümkün kılan diğer unsur olan bürokrasi ise, aslında araçsal aklın kurumsallaşmış bir biçimi olduğu için doğal olarak eylemi ahlaki hesaplardan soyutlama becerisine sahiptir. Bürokrasi iki şekilde eylemi ahlaki değerlerden koparır; onu adiaforize* eder; caiz haline getirir. Yani yapılması da yapılmaması da mümkün, mubah bir eylem anlayışına götürür. Eylemi ahlaki açıdan ilgisiz hale getirir; onu doğru yanlış gibi değer yargılarıyla değerlendirilebilir olmaktan çıkarır. Eylem ahlaki kıstaslara vurulamaz hale gelir. Bunlardan birincisi olan görevsel iş bölümü, eylemi, hiçbirinin tek başına sorumluluğu üstlenemeyeceği biçimde kişiler arasında parçalar.805 Sorumluluk yüzer-gezer hale gelir, öyle ki hiç kimsenin o eylemden tek başına ve nihai olarak sorumlu olduğu ileri sürülemez.806 Eylem ufak parçalara bölünmüş olup her bir parça sonuç üzerinde tek başına etkili olamayacak kadar küçüktür. Dolayısıyla o parçayı yerine getiren kişi kendisini olayın sonuçlarından sorumlu görmez. İkinci olarak bürokrasi ahlaki sorumluluğun yerine teknik sorumluluğu koyar. Amaç teknik başarıyı yakalamak, işi iyi yapmaktır. Bu eylemi ahlaktan soyutlar. Bunu değişik yazılarımda, Batı Medeniyeti, insanlık ve mutluluk değil başarı endeksli bir medeniyettir, diyerek vurguladım. Bauman tüm bunların sonucu olarak zalimliği kişilerin mizaçlarından ziyade toplumsal ilişkilere bağlar. Bauman’a göre Naziler tek tek ele alındıklarında barbar ve vahşi değildiler; fakat onları bu zalimliğe içinde bulundukları modern sistem ve toplumsal ilişkiler ağı itmiştir. Sadece faşizm ve komünizm değil kapitalizm de savaşı ve dolayısıyla şiddeti teknik hale getirir. Kapitalist toplumlarda öldürmenin prosedürel bir şey olarak görülmesi ve şiddete karşı kayıtsız kalan kişilerin sayısal bakımdan çoğalması arasında sosyo-psikolojik bir tamamlanma ilişkisi vardır.807
Bauman’a göre modernlik insanları daha zalim yapmamıştır, sadece zalim olmayanların da zalimlik yapabileceği bir sistemi mümkün kılmıştır. Gayri şahsi ve caiz kılınmış modern örgütlenme ağı içindeki insanlar, yani rasyonel insanlar bu türden eylemleri mükemmel biçimde yapabilir hale gelmişlerdir.808 Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere Bauman Holocaust’tan tamamıyla rasyonel etkinlik hesaplarının, bürokrasinin ve onların emrindeki teknoloji ve bilimin sorumlu olduğunu savunur. Bauman bütün suçu toplumun akılcılığına yükler.
Ancak sadece rasyonel, modern ve sorumsuzluk bürokrasisini suçlamak yetmez. Hitler’in yöntem ve ‘kasti olarak ayarlanan doğal histeri patlamalarıyla aklı ve vicdanı boğarak Alman kitlelerinin öz-denetimlerini aşabildiğini ‘düşünerek totalitarizmi bir kişi veya gruba yüklemek ne kadar doğrudur.809 Bundan dolayı suçu Hitler'e atmak kolay.* Ya da Rosenberg'e, Jünger'e ve diğerlerine (Stalin ve KGB). Ya da SS'e. Peki ya şuna ne demeli:
“Bu dünyada her şey suç kokar: gazeteler, duvar, insanın yüz ifadesi.” Baudlaire bunu daha Hitler doğmadan önce söylemişti. Ki bu, belanın daha derin bir kaynağı olduğunu gösteriyor.810 Cesaire, bu derin kaynağı vahşi kapitalizm olarak değerlendirir. Balibar ve Wallerstein modern ırkçılığın kapitalist dünyanın yapılarının ayrılmaz bir parçası haline geldiğini ileri sürmektedirler.811 Irkçılık kapitalist toplumla bağlantıdır.812 Kapitalizm zorunlu olarak ırkçılığı ve cinsiyetçiliği yaratıyordu, çünkü her iki durumda da, sömürü sistemi sayesinde onları, işgücünün bütün kesimleri dikkate alındığında en düşük ücretlerle çalıştırmak mümkün oluyor ve onlara hakkaniyete dayalı ölçütün asla doğrulayamayacağı kadar düşük bir karşılık veriliyordu.813 Ancak kapitalizmin altındaki Katolikliğin engizisyon mantığı ile Weber’in dillendirdiği Protestan Ahlakını atlar. Hâlbuki Lutherci Protestanlığın814 Alman ırkçılığına ve Nasyonal Sosyalizme etkisi ile ilgili tartışmalar olmuştur.815 Popper’in “insan zihninin ürünleri” deyimiyle ortaya koyduğu kültürel gelenek, topluluğun tekil üyelerinin içeriksel açıdan yorumlanmış olarak hazır buldukları yaşama evreni için kurucudur. Öznelerarasında paylaşılan bu yaşama evreni iletişimsel eylemin artalanını oluşturur.816 Batı toplumunun düşünce kökenleri Orta Çağa ve hatta öncesine uzanan bir din, dünya, doğa, hayat algısı üzerine kuruludur.817 T. S. Eliot, Avrupa’nın bileşebileceği eski kökler olarak, “Hıristiyan inancı ve Avrupalıların ortak olarak miras aldıkları klasik diller..." diye yazdığında ya da Avrupa'nın kültürel temelinin Lâtin Hıristiyanlığından beslendiğini ileri süren Kundera gibi yazarlar, siyasi çevrelerde olduğu gibi entelektüel çevrelerde de Avrupa’nın bir Hıristiyan kültür tabanı üzerinde inşa edildiğinde uzlaşıldığını göstermektedir.818
Kendini üstün insan ya da Tanrı görme eğilimi beyaz insanda var olagelmiştir. Hıristiyanlık bir insanı (İsa) Tanrılaştırarak zaten bunun teolojik alt yapısını oluşturmuştur. Yerlilerin tutumu ve buna ödün veren beyaz insan sonunda ırki Tanrılaştırmayı da başarmıştır. 16. yüzyılda yaşanan bu olaylar Hıristiyanlığın ilk kez insan bilincinin tehlikeli sapmalarını frenleyemeyeceği anlamına geliyordu; daha sonra ortaya çıkacak diğer ırk toplumlarında da Hıristiyanlığın etkisiz kalacağının ilk habercisiydi.819 Kültürel değerlerin eylem yönlendirici gücü olduğunu dikkate aldığımızda bunun çok büyük bir iddia olmadığı görülecektir.820 Yine unutmamak gerekir ki, ‘medeniyetler çatışması’nın fikir babası Huntington ve medeniyet tanımının ayrıntılı çalışmasını yapan Braudel, dini bir medeniyetin en güçlü ve belirleyici özelliği olarak ele almaktadır.821 O halde son dört yüzyılda yaşanan insanlık dışı sapmayı Hıristiyanlık dini temelli almak şart olmaktadır.
Sıradan bireyleri ve onların yöneticilerini temize çıkarmak sorumluluğu çözmez. Bu zulmün altında bir kültür vardır. Freud’a göre, Yahudi düşmanlığı Batı uygarlığının bağrında yer alıyordu.822 Bu kültür Yahudi-Hıristiyan kültürüdür. Hıristiyan kültürü bu zulmü önleyemezdi. Çünkü Hıristiyanlıkta kişisel sorumluluk göz ardı edilir. Sadece bir kişinin seçkinliği ile –bu İsa’dır- insanların kurtuluşu garantidir (Mesihçi selamet anlayışı). Kilise ve Papa, İsa’nın temsilcisidir. Onların varlığını kabullenmek ve iktidarını tanımak onların sorumluluğunu ortadan kaldırır.823 Bu Katoliklerde kilise aracılığı ile olurken Protestanlarda İsa’ya imanla olur.* Onların niyetleri ve yaptıkları işlerin önemi yoktur. Sadece İsa’yı sevmek onları kurtaracaktır. Bütün faali
Dostları ilə paylaş: |