Memmi
Sömürgeleştirmeyi Kabullendirme
ve
Kabulleniş
Batı üstünlüğünü Batılı olmayan toplumlara dayatmanın en rafine yollarından biri, Batı kültürünün üstün eserlerine yönelik yaygın bir hayranlık ve zevk yaratmaktır.290
Gerçekten de bu, Batı edebiyatının, sanatının, müziğinin rafine eserleriyle yetişmiş aydınlar için en büyük handikaptır. Batı karşıtlığı söz konusu olduğunda başlıca itiraz bu noktadan gelmektedir. “Batının sömürgeciliği, barbarlığı tamam da; bu yüksek sanat ve fikir eserleri medeniyet değilse nedir, bunlar Batıdan başka nerede gelişti?” Burada bir başka uygarlığın meydana getirdiği estetiği hafife alma ve bunu kabullendirme vardır. Batı uygarlığı tarafından yok edilen uygarlıklardan kalanlar bile verilen eserlerin hiçte Batı’nın verdiği eserlerden aşağı kalır tarafı yoktur. Batının aşağıladığı ya da yok saydığı o muazzam eserler önemsiz ise Batı’nın çalarken kırıp döküp bir kısmını yok ettiği bir kısmını da yağma ederek müzelerine götürdüğü eserler nedir? Öyle ki müzelerdeki eserler azımsanacak kadar olmadığı gibi çalarken sökülüp götürülmesi ve yerleştirilmesi bile büyük güçlüklere yol açmıştır.
Geçmişte ve halen dünyanın yedi harikası sayılan eserlerin kaçı Batı dünyasındadır? Bu aldatmacaya artık kanmayalım. İlk alfabenin anavatanı yeri Ortadoğu’dur.291 Sıfır ilk defa doğuda kullanılmıştır. Hatta Hintli bilgilerin bulmasından en az beş yüz yıl önce Mayalar tarafından biliniyor ve kullanılıyordu. 292 Papirüs ve kâğıt ilk kez doğuda üzerine bilginin aktarıldığı bir nesnedir. İlk matbaa Uzakdoğu’da icat edilmiştir. 293 Kimya doğuda keşfedilmiştir. Barut bile ilk kez doğuda şenliklerde ve havai fişek gösterilerinde kullanılmaya başlanmıştır (barutu Batı’nın insanı öldürmek için kullanması onun aklının çalışma özelliğini de göstermektedir). İlk hem de felsefi nitelikli roman “Hay Bin Yakzan” doğudan çıkmıştır, ilk fabl “Kelile ve Dimne” doğunun esredir. İlk evrensel tarih yazımı Avrupa’dan beş yüz yıl önce İslam dünyasında yazılmıştır. 294 İlk yazılı destan “Gılgamış” Mezopotamya’da oluşturulmuştur. İlk insanlığın yerleşime geçtiği yer Ortadoğu’dur. Sadece kâğıt, matbaba ve sıfırın bile medeniyete etkisi Batı’nın bugüne kadar sunduğu tüm ürünlerinin temelinde yer almış buluşlardır.
Kant’ta saygı, özgür olan bir kişinin diğer bir özgür kişiyle ilişkisinde yaşanan etik bir değerdir.295 Ancak bu saygıyı Batı’yla ilişkiye geçen hiçbir uygarlık yaşamamıştır. Acaba hiçbir uygarlığa göstermediği saygıyı Batı’nın kendisi hak ediyor mu?
Bazı aydınların “... Peki ya, Michel Ange, ya Goethe, ya İbsen, Flamand ressamları? Mozart, Beethoven, Bach, sürrealistler?..” 296 diyerek saygıyı gerektirdiğine inandığı Batı medeniyet simalarının resmi geçişi arzı endam edecektir. Ancak “...Çok kibar, çok varlıklı, çok ince bir komşunuz olsa sizin; konağının duvarları usta ressamların tablolarıyla süslü, kitaplığı en namlı yapıtlarla yüklü olsa; piyanoya çöktü mü Bach'ı, Monteverdi'yi derya gibi çalkalandırsa parmaklarıyla, şiir okumaya durdu mu duyarlığına vurulsanız; ama bir gün öğrenseniz ki, bu kibar kültürlü komşu, bu evi kurmak, bu inceliğe varmak için çevresindeki bütün komşularını haraca bağlamış, kimisini vurmuş, kimisini kırmış, kimisini evinden yurdundan etmiştir: yine de ona saygı duyar, elini aynı içtenlikle sıkar mıydınız? Ve sıkarsanız aynada kendi suratınıza nasıl bakarsınız?...”297 Attila İlhan'ın sorusu ne kadar da yerindedir.
Uzun süre hem Güney Afrika’da hem Hindistan’da İngilizlerin yaptığı zulümlere şahit olmasına rağmen Gandhi gibi bir kişilik, Batı hayranı olarak kalacaktır. Uygarlığı “temsil” eden beyazlara ve İngiliz yönetimine karşı ancak uzun yıllar sonrasında tavır değiştirecektir.298 Batının rahle-i tedrisatından (eğitiminden geçen) aydınlar Batılılaşma sürecinde Batı’yı kritik etmeyi düşünmedikleri gibi kritik edenlere de tahammül edemeyecek bir tavır içindedir. Ancak Cesaire, Gandhi, Cinnah gibi sömürge aydınlarının bir kısmı memleketinden özlemle gittiği batının metropollerinde kendilerine öğretilen Avrupa aydınlanmasının, yüceltilen Batı hümanizmasının aslında tam da bir ırkçı, kibirli ve saldırgan bir ideoloji olduğunu uzun yıllar sonra fark edecektir.299 Bugün Batı’nın kendini yerden yere vuran otokritiği düşünülürse Doğu aydınlarının düştüğü durum son derece ilgi çekicidir.300 Batılı aydınların daha liberal ve düşünce sahibi olanları sonradan Batılı yayılışın kaçınılmaz olarak neden olduğu psikolojik yıkımı gördüler.301
F. Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri adlı kitabında “Ne zaman Avrupa stilinde ve Avrupa tekniği içinde bir adam aradımsa insanın olumsuz yönlerini buldum karşımda.” diyerek hayal kırıklığının bireysel baz da bile olduğunu dile getirmiştir.302
Batı, doğuyu ve doğuluyu emperyalizmin, pozitivizmin, ütopyacılığın, tarihselciliğin, Darvinciliğin, ırkçılığın, Freudculuğun, Marksizmin, spenglerciliğin yörüngesinde değerlendirecektir.303 Ve doğuyu ve doğululuğu bunlarla anladığı için bunların ışığında kendi haklılığına gerekçeler üretecektir.
Batılı için köleleştirme kaçınılmazdır ve gereklidir. Yine insanın bir hayvan olarak değerlendirme şekli karşımıza çıkar: “Kölecilik, atın ya da öküzün evcilleştirilmesinden daha anormal bir şey değildir. Bu yüzden gelecekte farklı biçimlerde yeniden ortaya çıkması mümkündür. Ki onun yerine tek bir üstün ırkın doğal seleksiyon yoluyla yükseltilmesi şeklindeki basit çözüm uygulanmazsa, muhtemelen bunun gerçekleşmesi kaçınılmaz hale gelecektir.”304
Batı’nın kendi vicdanında sömürgeci olup olmamasının hiç önemi yok; çünkü burada önemli olan şey, onların bir hayli sorunlu olan öznel iyi niyetlerinin, sömürgeciliğin bekçi köpekleri olarak yerine getirdikleri uğursuz görevin nesnel anlamından tamamen bağımsız olmasıdır.305 Öznel niyetleri onların davranışlarını olumlu yöne sürüklememiştir. Batı için sömürgeleştirme belli bir aidiyete bağlı değildir. Sömürgeci ezdiği insanların doğasına temel olarak kayıtsızdır. Sömürgeci, sömürdüğü varlığın canlı veya cansız olmasına, beyaz, siyah, sarı veya Kızılderili olmasına, Müslüman, Hıristiyan, Budist ya da Yahudi olmasına kayıtsızdır. Yine de bu belli bir halkın böyle olduğu için daha fazla ezildiği gerçeğini değiştirmez.306
Batı, diğer kıtaları sömürgeleştirme ve başka insanları köleleştirmenin felsefi temellerinin, biyolojik, coğrafik, teolojik, evrimsel, antropolojik, ekonomik, sosyal haklılaştırma argümanlarının yetmediğini düşündüğünde Bu konuda teolojik meşrulaştırma için İncil’e başvuracaktır: “İktidara direnenler, Tanrının düzenine karşı çıkanlar; onların direnişini kendilerine lanet getirecektir.” (Romalılar, Bab 13; 2.) Güney Afrika Cumhuriyetinde, Hıristiyan(Neo-calvinist) anlayış için ırkı korumak, Tanrı’nın onlara bahşettiği yaradılış özelliğini korumak demekti. Daha sonraları bile ırksal adaletsizlik reddelmesine rağmen, ayrı ırksal gelişimin Hıristiyanlıkla uyumlu olduğunu ileri sürülecekti.307
Meşrulaştırma için din de yetmezse psikanaliz de devreye sokulacaktır. Bay Psikanalist, sömürgeciliğin psikolojiye dayandığını, bilinmeyen sebeplerden dolayı bu dünyada bağımlılık kompleksi olarak adlandırılması gereken bir şeyin ceremesini çeken bir grup insanın olduğunu, bunların psikolojik olarak bağımlılığa doğru yol aldıklarını, bağımlılığa ihtiyaç duyduklarını, bağımlılığa can attıklarını, bunu istediklerini, talep ettiklerini, sömürgeleştirilen insanların çoğunda ve özellikle Madagaskarlılarda durumun tam da böyle olduğunu kanıtlayacaktır.”308
Sonra psikanalizi yeterli görmez ve Tevrat’a da sarılır: “On Emir'den biri olan 'ananıza ve babanıza saygı gösterecek ve onları terk etmeyeceksiniz' emri tarafından belirlenen yükümlülükle karşı karşıya gelmek Batılının kaderidir. Bu yükümlülük Madagaskarlı için anlaşılmazdır. Gelişmesinin belli bir döneminde her Avrupalı içindeki arzuyu keşfeder... Bağımlılığın zincirlerini kırmak ve babasıyla eşit olmak için. Madagaskarlı ise hiçbir zaman! Madagaskarlı hiçbir zaman paternal otoriteyle rekabet etme deneyimini yaşamaz, “insanca başkaldırı”yı veyahut Adleryen aşağılık duygusunu, yani Avrupalının geçmek zorunda olduğu ve onların aracılığıyla kişinin ergenlik dönemini aştığı başlangıç niteliğindeki alışkanlıkların medeni biçimlerine benzeyen çetin sınavların hiç birini...”309 … “bu çetin sınavlardan geçerek, kişi, terk edilmenin çocuksu korkusunu alt eder ve Batılıların en değerli varlıkları ve aynı zamanda mesuliyetleri olan özgürlük ve otonomiyi elde eder.”
“Ya Madagaskarlı? diye sorarsanız. Bay psikanalist de teşhisini koyardı: “Madagaskarlı böyle bir terk edilme durumunu hayal bile edemez... O ne kişisel özerklik ister ne de serbest sorumluluk.”… “Haydi, bunun nasıl olduğunu hepiniz bilirsiniz. Bu Zenciler özgürlüğün ne olduğunu bile hayal edemezler. Ne isterler ne de talep ederler. Bunu onların kafasına koyanlar beyaz kışkırtıcılardır. Ve şayet ona özgürlük verseydiniz, bu özgürlükle ne halt edeceğini bilemezdi.310
Madagaskarlıların Fransız işgalinden beri defalarca ayaklandığını söylerseniz, Bay psikanalist, varsayımlarına sadık kalarak size bunun tam anlamıyla nevrotik bir davranış, kolektif bir çılgınlık, bir cinnet geçirme olduğunu söyleyecektir.311
Hatta Bay psikanalist’imize göre sömürgeleşmeden sorumlu olanın sömürgeci beyazlar değil, sömürgeleştirilen yerlilerin olduğunu açıklayacaktır. “Allah hepsinin belasını versin, beyazları Tanrı olarak gördüler ve ilahiyattan beklenebilecek her şeyi de onlardan beklediler!”*312 Yerliler, yok edilen önderlerinin yerine, beyazları daha da yüksek bir biçimde ve boyun eğilmesi gereken bir tür doğal tanrı olarak gördüler. Bu tanrısal rol bir yönüyle siyah kölelerinin dayattığı bir şeydi.313 Ancak siyahlar insani özelliklerini ısrarla ve inatla muhafazaya devam ettiklerinde de ‘beyazlar’, onların insanlıklarını bir kere düşündüğünde ise, kendilerini insandan daha öte bir şey, yani mutlaka Tanrı tarafından siyahların Tanrısı olmak üzere seçildiklerine karar vermekten başka bir şey yapamadılar. (ya da yapmadılar s.k.) Vahşilerle bütün ortak bağları kökten reddetmek isteyen biri için bu sonuç mantıksal ve kaçınılmazdı.314 Tanrılaştırma bazı yazarların dediği gibi sadece yerlilerin -Amerikan Kızılderili, Aztek ve İnka halkları, Afrika siyah ırkı- suçu değildir. Kendini bir konuda karar almada ve uygulamada sorumsuz addediyordu. “yanlış bir şey yapmazdı, yaptığı her şey doğru olacaktı. Onun görevi, istediğini yapmaktı. Kendini Tanrı gibi hissediyordu.”315 Fransa kralı XIV. Lui’nin “Yasa Benim” sözleriyle ilan ettiği tanrısallığı, sömürge ülkelerinde sömürgeci “yasa benim” diyerek oynamıştır. Kendi yasaları ‘genişlemek’ ve ‘başarmak’tı. Geri halkların iyi niyetli efendisi olmak ve kişisel büyüklüğe erişmek mümkün oldu. 316 İstihbaratçı sömürgeci(emperyalizmin büyük oyununda rol alan Lawrence)’yi de cezbeden sömürge insanının kendisine hürmet ederken insan suretinde Tanrılaştırması hissidir.317 Bu Bizzat Beyaz İnsanın Tanrılaşma İsteğinin Sonucudur.
“Amerika'nın, içinde altın ve gümüş bulunan bölgelerinin keşfi, yerlilerin köle durumuna düşürülmeleri, maden ocaklarına tıkılmaları ya da yok edilmeleri, Doğu'da Hind'in fethi ve yağmasının başlaması, kara derili insanların avlanmaları adına Afrika'nın bir tür ticaret alanına dönüştürülmesi, işte kapitalist çağın şafağını simgeleyen ilkel birikimin göz alıcı yöntemleri”.
(K. Marks, Kapital)
BATININ ZENGİNLİĞİNİN KAYNAĞI
Avrupalı uluslar günümüzün yoksul ve bir yığın sorunla karşı karşıya olan geri kalmış ülkeleri karşısında şatafatlı bir zenginlik içinde keyif çatmaktadırlar. Avrupa’nın içinde yüzdüğü bu refah, utanç verici bir refahtır. Çünkü Avrupalı bu refahı kölelerin sırtından kazanmış; kölelerin kanlarıyla beslenerek elde etmiştir. Avrupalının bu refahı doğrudan doğruya geri bıraktığı dünyanın toprağından gelmiştir. Avrupalının elde ettiği mal-mülk ve kaydettiği gelişim, zencilerin, Arapların, Hintlilerin ve sarı benizli insanların alın terleri ve cesetleri üzerinde hayat bulmuştur. Hiç aklımızdan çıkarmamaya karar vereceğimiz konu işte budur. Sömürge edilmiş ülkelerin bağımsızlık isteği sömürgecinin huzuru kaçırınca, bu girişimden pişman olunması için sermayeyi ve teknik yardımı geri çekecek ve yeni kurulan bu devletlerin çevresinde ekonomik bir baskı vasıtası oluşturacaktır. Ayrıca bağımsızlık sonrasında kargaşa yaşanması için (ırk, din ve mezhep ayrımlarını körükleyen yaklaşımlarla) olumsuz ortam oluşturulacaktır. Sonrasında ise şöyle denilecektir: “Bağımsızlıksa istediğiniz, alın işte size bağımsızlık.”
Garaudy’ye göre, “Batı medeniyeti, insanı çalışmaya ve tüketime, ruhu zekâya, sonsuzluğu niceliğe (kemiyete) indirgemiştir. Tarihte hiçbir insanî gaye üzerine kurulmamış tek medeniyet olan bu medeniyet, tabiatı depo ve çöplüğe çevirmiştir.”318 Bu, Batı uygarlığının, bütün insanlığın büyük bir toplum olarak gücünün altında birleştirilmesini ve modern Batı tekniğini kullanabildiğimiz yerdeki, gökteki, denizdeki her şeyin denetimini hatta ilhakını isteyen büyük hırsının bir parçası olmasından kaynaklanmıştır.319
Avrupa ölçüsüz bir şekilde sömürgeleştirilen ülkelerin hammaddeleriyle ve altınıyla midesini şişirmiştir. Yüzyıllardır egzotik ürünler, odun, pamuk, ipek, petrol ve değerli taşlarla altın vesaireyi temin ettiği, bugün içinde yaşadığı refahının dayanağı olan Latin Amerika, Çin ve Afrika'yı iliklerine kadar sömürdükten sonra yavaş yavaş terletmektedir. İçinde yüzdüğü ihtişam, geri kalmış halklardan çaldığı zenginliklere dayanır. Hollanda, Liverpol, Bordeaux, özellikle de Manchester ve Liverpol Limanları milyonlarca sürgün ve köleyi akla getirir ister istemez.320
Bizim aydınımız hırsız bir medeniyetin British Museum, Louvre Müzesi ve Berlin’deki müze adasında sergilenen doğunun yerinden koparılmış eserlerine hayran olarak bakmaktadır. Batı medeniyetinin kendi ürettikleri sanat eserlerinden bile daha fazlasını buralarda görebilirsiniz. Aydınımız Batı’nın tüm dünyayı talan ettiğini unutarak, Batı’nın yağma ettiği ve yitirdiğimiz eserlere hayıflanırken mal sahiplerinin tedbirsizliğinden şikâyet etmektedir. Ancak hırsızın hiç mi suçu yok, diyen Nasrettin Hoca’nın dediklerini duymazlıktan gelmektedir. Bu müzelerde şu andaki sergilenen eserler güç kullanarak yerinden koparılmıştır. Hiçbir yayılmacı güç bir başka medeniyete bu kadar fütursuz ve saygısız davranmamıştır.
19.yüzyıldaki Avrupa’nın sömürge gücüne ulaşamadığı için aydın ve siyasi liderlerinin hayıflandığı eski bir sömürge ülkesi Amerika… Avrupa'nın asalak ve hastalıklı insanlarına sığınak yeri olmuştu. Artık son dönemin tek süper gücü olan bu Sam Amca ise demokrasi getirme iddiasındadır. Ancak ne hikmet ise, müttefik ya da stratejik ortak olarak gördüğü devletlerin hemen hepsi totaliter rejimlerdir.321 Terörizme savaş açtığını söylerken bile İsrail denen terörist bir devlete destek çıkmaktan “ar”lanmamaktadır.
Batı dünya tarihinin en bencil medeniyeti, hatta medeniyetsizidir. Hatta Necip Fazıl’ın bir yazısında belirttiği mim’siz medeniyet yani edeniyet (alçaklık) düzeyinde bir yapıdır. Batı medeniyeti tecavüzkâr bir yayılım göstermektedir.322 Yıktığı medeniyetlerin üzerine hiçbir değer koyamamıştır. Her söylediği şeyi, kendisi ile tenakuza düşerek yok etmiştir. Özgürlük, eşitlik, adalet, serbest pazar, çocuk haklarının çiğnenmesi, küçük yaşta çocuk çalıştırmak, eşit olmayan ücret politikası, etnik ve dinsel ayrım, telif hakları, eşitlik gibi… İngiltere savunduğu serbest pazar ilkesinden 2 dünya savaşı arasında vazgeçebilmiştir. Dünya nüfusunun % 13’ünü teşkil etmelerine rağmen dünyadaki gelirin % 60’ına sahiptir. Doymak bilmeyen bir canavar gibi, diş kirası bile istemektedir. Bu yetmezmiş gibi son zamanlarda Alman Şansölyesi Angele Merkel Hanımefendi, Çin ve Hindistan’ın gelişmesi karşısında kendi aralarında gümrük duvarlarının kaldırılmasını önermektedir. Gerekçe olarak öne sürdükleri ise tam bir komedidir. Neymiş; oralarda (çaldığı şeylerin telif hakkını vermiş gibi) telif hakkı yokmuş, (insanları köle olarak çalıştırmamış gibi) iş gücü çok ucuzmuş, (kömür madeninde ölen kadın ve çocuklara seyirci olmamışlar323 gibi) çocuklar çalıştırılıyormuş.
Elbette bu yapılan yanlışlıkları savunmak bir insana yakışmaz. Elbette yanlışlıklarla “ama ve ancak” sözünü söylemeden mücadele etmek zorundayız.
Batı medeniyetine sadece imarı noktasında bakmamalıyız. İçi doldurulmuş ölü bir tavus kuşu olduğunu aklımızdan çıkarmadan değerlendirmeliyiz.
Diyar-i küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm.
Ziya Paşa’nın yukarıdaki aldatıcı mısralarını çok dikkatli okumalıyız. Mamur Batı’nın “Faust”ça ruhunu şeytana satarak elde ettiği gelişmeyi büyütmemeliyiz. Çünkü insanlıktan uzak bir gelişme kendine yabancılaşma ve kendini esir alan bir “minority komplex”dir. İslâm ülkeleri Batı’nın tüm “eziş”ine rağmen kendisini öç duygusuna kaptırmamış, tam tersi bir ‘hayranlık duygusu’ içine gömülmüştür. Batının “eziş”ini üstün olmasının doğal sonucu olarak algılamış; iyi, doğru, güzel, üstün, mükemmel, başarı hep Batı’da hissine kapılmıştır.324 Bu düşüncenin sonucu olarak Batı’ya benzemek için şiddetli arzu duymaktayız. Hatta kültürel ve politik kavgalara girmekteyiz.325 Hâlbuki böyle bir gelişmeyi istemekten ar duymalıyız. Aksine bir tutum yeni bir medeniyet hamlesinin önüne set çekmektir. Fukayama gibi tarihin sonu tezini ortaya atanların ekmeğine yağ sürmektir.
Batı medeniyeti, gerek onun yüksek bir medeniyeti temsil ettiği inancının getirdiği gönüllü kabullenme nedeniyle, gerek Batının kendisinin yüksek bir medeniyeti temsil ettiği inancıyla kendi dünya görüşünü dünyanın diğer “geri” kültürlerine dayatma nedeniyle ve gerekse savaşlar, sömürgecilik, ticaret ve kitle iletişim araçları gibi unsurlar nedeniyle evrenselleşmiş bir medeniyettir.326 Batı medeniyeti yok olduğunda “Dünya tarihi”nin uyanan şuurunda öylesine ağır basan bir kültür ve bir insan tipi bir daha hiç olmayacaktır.327
Tüm dünya artık Batı ile olumlu veya olumsuz da olsa bir şekilde ilişki içerisindedir. Karakoç bu ilişkiyi sağlıksız görmekte, bunun kökeninde ise Batı’nın kendisinden başka medeniyet tanımama tavrını görmektedir. Guenon da Batı’nın üstünlük tavrından söz etmektedir. Bu üstünlüğün diğer uygarlıklar üzerinde tiksindirici bir etki bıraktığını söylemektedir.328 Karakoç, Batı’nın üstün konumu nedeniyle, kendisi dışındaki dünyayı turistik bir ilginin dışında görmezlikten geldiğini düşünmektedir. Bu şekilde etkilenimden kendisini uzak tutarak Batılı bundan kendini âdeta korumaktadır.329 Sanki bir insanlık değeri almamaya kendisini şartlandırmış gibidir.
Eski sömürgelerde emperyalizmin geriye bıraktığı belirgin bilinç, teknik-bilimsel ilerilikle kültürel üstünlük yan yana geldiği zaman, bundan böyle yalnız bir yabancı dilde, yabancı kültürde ve yabancı bir ruhta kendini bulabilecek sömürgeleşmiş ülkenin kendi kendine yabancılaşması sonucunu doğurur.330 Batılı olmayan toplumlar, Batı uygarlığının şiddetli etkisinin yol açtığı bir sarsıntıyı331 ve tahribatı332 yaşıyorlar. Karakoç, Batı’nın girdiği her ülkede ciddi tahribatlar yaptığı inancındadır. Karakoç Batı’nın etkilediği ülkeleri rutubet çarpmış insanlara benzetmektedir, âdeta hep uykudadırlar.333
Bir uygarlığının dünyaya üstünlüğünü bu düzeyde kabul ettirmesi hem yeni hem de beklenmedik bir olaydı. Beklenmedik oluşu, bugüne kadar Batı uygarlığından önce birçok uygarlık, doğdukları yerin dışına yayılmışsa da hiçbirisinin Batı uygarlığı gibi dünyayı saramamış olmalarından ileri geliyor.334
Avrupa’nın kültür kavramında insani özelliklerin biçimlendirilebilirliği, tüm yerlere ve zamanlara uygulanabilir bir evrensellik inancı ve Avrupa’da biçimlendirilen idealin dünyanın öteki kesimlerinin taklit etmesi gereken insani bir yetkinliğin doruğunu temsil ettiği inancı vardır. Kültür ile uygarlık, siyasal bir işlev üstlenen mots de combat(Savaşın kelimeleri) halini almıştır.”335 Söz konusu tavra sahip olan Batı, kendisi dışındaki birçok ülke insanının varoluş hakkını görmezlikten gelmektedir. Medeniyet, kültür, inanç ve tabii kaynaklarına kadar hiçbir alanda hiçbir topluma hayat hakkı tanımaya yanaşmamıştır.336
Karakoç’a göre, Batı dünyasının özgürlük getirdiği iddiası doğru bulmamaktadır. Özgürlük verilen bir nesne değildir, içimizdeki şahsiyet duygusunun tabiî olarak gelişiminin yemişidir. Batı girdiği yerde o ülkenin şahsiyet olma kaynaklarını kurutmayı ilk iş bilmiştir.337
Batı medeniyeti öncelikle insanlara eşitlik, adalet ve özgürlük sunduğu iddiasında bulunan Fransa’nın ihtilal sonrasında 1.Napolyon ile Avrupa’nın özgür devletlerinin işgaliyle “özgürlük”, “adalet”, “eşitlik” sorununu çözmüştür. Fransız ihtilali’nin kendisi Fransız imparatorluk programına dönüştürülmüştü.338 1790 Anayasasının 6 ncı maddesi, "Fransız milleti bütün fetih harplerini reddeder ve kuvvetlerini hiçbir milletin hürriyetine karşı kullanmıyacaktır," demektedir.339 Aradan 5-10 yıl geçmeden bu prensip açıkça lastikli bir tefsire tâbi tutularak orduların Fransa dışında kullanılmasını haklı göstermeğe yarar hale getirildi. Fransa, hâlâ o Fransa idi: görüş ve ihtirasları değişmemiş ve bunları daha zayıf devletlere zorla kabul ettirecek kudrete sahip bir Avrupa devleti.340 Napolyon’u coşku heyecanla karşılayan Alman orta sınıfına, köylülerine hatta Hegel, Fichte ve Goethe gibi düşünürlerine341 Fransız rejiminin iktisadi ve askeri denetimi ile cevap verildi. Almanya’ya hürriyet ve insan kardeşliğinin meşalecileri olarak giren Fransız orduları, Alman halkının düşmanı olarak ülkeyi terk ettiler.342 Bu yetmemiş Fransa, 19. ve 20. yüzyılda Afrika’nın sömürgeleştirilmesi ile yeni bir “özgürlük, adalet ve eşitlik” şarkısı söylemiştir. Özgürlük isteyen Cezayir halkının “özgürlükleri” “adalet ve eşitlikle” tüm Cezayir toplama kamplarına çevrilerek sağlanmıştır.
Batı medeniyetinin ‘En Galiz’ çıkarcısı İngiliz Kraliyeti ise; halkın yönetime katılımı ve sanayileşmenin getirdiği iktisadi kalkınmayı dünyaya yayma girişim iddiasını “tüm yeryüzü halklarının” gelişim çizgisini yok ederek, işgal ettiği yerlere sömürge okulları, kiliseler ve tren yolları ile limanlar götürerek yerine getirmiştir.* Burada Kant’ın gerektiği için ‘ödevden dolayı’ ve gerektiği gibi ‘ödeve uygun’ yapılan eylemler arasında gördüğü değer farkı kendisini gösterir.343 İngiltere tarihinin hiçbir döneminde -büyük bir genelleştirme olsa da- ödevin gereği için davranmamıştır. İngiltere yapılması gereken eylemi “ödeve uygun” bir eylem, çok defa hesap kitap işi olarak yapmıştır. Daha uzakta duran bir çıkardan dolayı yapmıştır. İngiltere’nin böyle eylemde bulunmasının temeli, karşısındaki insanın insan olarak değerinin korunması düşüncesi değil, o anda çıkarını en isabetli şekilde böyle koruyabileceği düşüncesidir. Kant’ın deyişiyle o, koşullu bir buyruğa göre eylemde bulunur. Koşullar değiştikçe, söz gelişi aldatmakla ilerde çıkarına zarar gelmeyeceğini kestirirse —yani korkmadığı zaman— ve o andaki çıkarı veya eğilimi böyle bir aldatmaya sürüklüyorsa, gözünü kırpmadan "ödeve aykırı" eylemde bulunur.344 Zaten daha sonra Hindistan, İran, Güney Afrika ve Mısır’daki politikaları bunu doğrulayacaktır. Köleliğin kaldırılmasında, Afrika ve Amerika’da kiliselerin sömürgecilik ve ırk ayrımı karşısında yüzyılları bulan suskunluğu ve tepkisizliği siyahların ve Latin Amerika insanının Hıristiyanlıktan topluca çıkma ya da onu reddetme aşamasına geldiği anda ortadan kalkacaktı. Her iki kıtada da Hıristiyanlığı yok olmaktan kurtarmak için kiliseler bir adım atma mecburiyetinde hissetmişlerdir. “Öteki”nin iyiliği için değil kendi çıkarı için adım atan bir kilise (!). En büyük ihanetin iyi olmayan bir nedenden iyi davranmak olduğunu ‘En Galiz’ çıkarcı ülkenin ünlü bir şairi dile getirmiştir.*
Gerçekten de İngiliz imparatorluğu, Hindistan’da sömürünün sürdürülebilmesinin gereği gibi ‘ödeve uygun’ şekilde davranmıştır. Sanayi Devrimi sonrasında tüm Hindistan, İngilizler tarafından yapılan demiryolu ağları ile tek bir pazara dönüşmüştü. İngiltere iyi davranmak için onlar adına iyi bir nedeni olmadan onlara iyi davranmaktadır. Çünkü İngiltere’nin çıkarı zaten bunu gerektiriyordu. İngiliz malları ile rekabet edemeyen yerli endüstri çökme aşamasına gelmiş, iflas eden yüz binlerce Hintli, yoksul ırgat olarak tarım alanlarının ucuz işgücünü oluşturmaya başlamıştı. Bu yoğun ve ucuz işçi, İngiliz toprak sahiplerinin çivit, çay ve kahve üzerinde tekel oluşturmalarının da olanaklarını yarattı.345 Gittikçe artan yoksulluk ve işgalcilerin yerel kültüre karşı kendi kültürlerini dayatması da cabası oldu. 19. ve 20. yüzyılda İngilizler Hindistan'ın tek hâkimiydiler. Sadece askeri anlamda değil, Hindistan'ın sosyal yaşamının denetimi ve en önemlisi ekonomik yaşamın tümü onların elindeydi.
Yeraltı ve yerüstü zenginliklerini elde etmek için kurulan demiryolları 1870’lerden beri faaliyet gösteriyordu. 20. yüzyılın başlarında, 96 hat fiilen çalışır haldeydi. Bu hatlar sayesinde ihraç malı halinde bulunan ve sürekli üretimi artırılmaya çalışılan buğday, pamuk ve yağlı tohumlar limanlara taşınıyor; demir, kömür ve manganez türü madenler işletilmeye açılıyordu. Dokuma ve madeni eşya alanında büyük tesisler kurulmuş, İngiliz okullarında yetişen ayrıcalıklı, seçkin bir üst sınıf yaratılmıştı. Hindistan, İngiliz kapitalizminin en büyük pazarı haline getirilmişti.346
İngiliz ürünlerinin ithali, birçok yerli ve özel sanayi işletmesinin ortadan kalkmasına, bunun sonucu olarak da birçok sanatkârın yaşama imkânlarını kaybetmelerine yol açtı. Öte yandan İngiliz okullarında okuyan gençlerin sayısı gittikçe artmaktaydı. İngilizler yarattıkları zengin üst sınıf kanalıyla Hindistan'daki bütün iktisadi yaşama nüfuz etti. Hindistan’ın ilk başkanı olan Jawaharlal Nehru, sömürünün boyutunu çok güzel özetlemektedir:
“Hindistan'daki bütün gerici ve tutucu güçlerle anlaşan İngilizler, ülkemizi, endüstrilerine hammadde üreten bir tarım ülkesi haline getirmeye çalıştılar ve makinenin Hindistan'a girmesini koydukları ağır gümrük resmi ile engellediler; böylece Hint sanayisini tepelediler. Hindistan'da yapılacak bir fabrika makinelerin ithaline konulan ağır gümrük resmi yüzünden- İngiltere'deki benzerinden dört kat pahalıya mal oluyordu... 19. yüzyılın başlarında Hint ticareti, İngiliz ticaretiyle rekabet etmeye başlayınca, aynı İngiltere tarafından üzerine ağır vergi konuldu ve ithalatı yasaklandı... Ahmetabad ve Bombay'daki pamuk endüstrisinin gelişmesi engellenmeye çalışılıyordu; bu endüstrinin ürettiği mallara, 'pamuk vergisi' adını verdiği bir vergi kondu.”347 Demiryollarının kurulması ve küçük üretimin ülke dışından gelen mallarla rekabet edememesi sonucunda gittikçe yoksullaşan bir kesim sayıca arttı. Hatta sömürgeciliğin ilk yıllarından beri temel bir ihtiyaç olan tuz çıkarılması, tuz şirketinin işletilmesi ve pazarlaması İngilizlerin tekelindeydi. Hintlilerin tuz üretmesi yasaktı ve halk tuz ihtiyacını karşılamak için büyük paralar ödeyerek, bu tekele başvurmak zorundaydı.348 Deniz suyundan kendilerinin üretmesi bile Tuz Yasa’sının ihlali anlamına geliyor ve yargılanıyorlardı.
İngiltere Hindistan’da çiftçilerden yüksek vergi alıyor ve Güney Afrika ve İran’a gitmelerini zorlayarak onlardan ucuz iç gücü şeklinde yararlanıyordu. Yaptıkları anlaşmalara hiçbir zaman sadık kalmamış sahtekar ve hatta anlaşma şartlarına göre ödemesi gereken miktarı düşük tutmak için bilançolarda sahtekarlık yaparak hırsızlık yapmıştır.349 Bölüşmedeki adaletsizlik o kadar aşırı idi ki, petrolün çıktığı İngiltere’nin aldığı vergi İran’ın aldığı vergi ve paydan 3 kattan fazla idi.350 İran’a düşen kazançlar aşırılıyordu.351*
Dünyanın her yanında Batı’nın acımasız sömürüsü Güney Afrika'da kölelik ve ırkçılıkla daha da acımasız bir şekilde yüzünü gösterdi. Bu ülkede beyazların yerli ve göçmen halk üzerindeki diktatörlüğü, ırkçılığı yasal bir statüye büründürerek sürmekteydi. Beyaz azınlık, yerli halk ve göçmenler üzerindeki baskısı sayesinde, ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini hızla sömürerek zenginleşirken, göçmenler ve yerli halk kölece çalışma dışında hiçbir seçeneğe sahip değildi.352 (Not 5.)
Asırlardan beri Batılı (medeni) insanlar gerçek savaş suçluları olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Sürgünler, katliamlar, zorla çalıştırmalar ve kölelik, altın ve mücevher aramalar, tüm bunlar Batı’nın zenginlik kaynaklarını geliştirmek için başvurduğu yollardan sadece birkaçıdır. 1815’ten önce Fransızlar özgürlük savaşları adını verdikleri Napolyon savaşları ile Avrupa’yı sömürgeleştirmişti. Fransız ihtilali’nin kendisi Fransız imparatorluk programına dönüştürülmüştü.353 Bu savaş sırasında bazı eserleri Fransızlar Fransa’ya götürmüşlerdi. Napolyon savaşı kaybettikten sonra bu eserler geri verilmişti. Bunlardan birisi Venediklerin 1204 yılında İstanbul’dan Latin haçlı işgali sırasında götürdükleri atlı bir heykeldi. Ancak savaş sonrası Venedik Dukalığı bunu Fransa’dan geri almakta hak iddia edebilmiş ve almıştır. Kendisinin yağma malını çaldığı esas yerine geri vermemiştir. Benzer bir şekilde, 1930–1945 yılları arasında Nazizm Avrupa’nın tamamına yakın bir kısmını gerçek bir sömürge ülkesi haline getirmişti. Değişik Avrupalı ulusları ve hükümetleri, savaştan sonra tazminat ve çalınan zenginliklerin ve paralarının iadesini istemişlerdi. Kültürel eserler, biblolar, vitraylar, tablolar, heykeller, vs. sahiplerine geri verilmişti. 1945 sonrasında Avrupalıların dillerinden düşmeyen bir cümle vardı: “Almanya Ödeyecek”. Kendisine yapılan karşısında tazminat hakkı gören bir Batı, unutulmamalı ki, kendisinin yaptığı tüm zulümleri unutturmaya çalışsa da başaramayacaktır. “Batı da ödeyecek”tir. Cesaire’e göre, “sahi siz bütün bunların bir bedelinin olmayacağını mı sanıyorsunuz? Gerçek şu ki; bu politika Avrupa'nın kendi iflasından başka bir şeye sebep olmaz ve Avrupa eğer dikkat etmezse kendi etrafında yarattığı boşlukta telef olup gidecek. Onlar sadece Kızılderilileri ya da Hintlileri yada Okyanusyalıları yada Afrikalıları boğazladıklarını sandılar. Gerçekte onlar, birbiri ardına, arkasında Avrupa medeniyetinin özgürce gelişebileceği surları devirdiler.”354 Sezai Karakoç’a göre de, Batı, bugün dünya tarafından linç edilme korkusu taşımaktadır.* Sartre, Toynbee, Russel, Albert Camus, Gabriel Marcel âdeta bu geleceğin ürpertisini duymuş düşünür ve yazarlardır.355
Avrupa’da son dönemdeki Sosyalist İktidarlar insancıl olduklarını iddia edebilmektedirler. Ancak yaptıkları şey, emperyalist vurgunla elde edilenler üzerine “lüks bir sosyalizm” kurmaktır. Varlığın üzerinde paylaşma temelli sosyalizm kolaydır. Sömürülmüş ve fakirleştirilmiş bir yerde neyin üretiminin “paylaşım rejimi” kurulabilir ki?
Batı hümanizmasını dürüst, yansız, bağımsız, özge ve özgürce, bütün insanlığın refahı, mutluluğu, barışı, katılımı, paylaşımı, dostluğu için oluşturmuş olarak olumlamıştır. Ancak hümanizmin kendisi köleliği, sömürgeciliği ve soykırımı meşrulaştıran bir öğedir.356 Batı için eğitim insanları daha fazla aydınlatmaktan ziyade düzen getirmeyi amaçlayan bir girişimdi ve amacı itaati öğretmekti.357
Bütün bu değerler, Batı Uygarlığının kendi çevresine hizmet ederken, kendi uygarlık çevresi dışındaki insanlar için amaçlanmamıştır. Evrense değerlere gönderimde bulunan Batı toplumu, kendisi için talep ettiği değerlere, tanım gereği ihanet etmiştir.358 Batının kendisi hakkındaki bu tür pozitif, iyimser ve kendini aldatıcı değerlendirme hem kendisi ve hem de geri kalmış ülkelerin aydını tarafından yapılmaktadır.* Batı ürettiği değerlere sadece kendisinin, yabancıların ise sömürülmeye, itilip kakılmaya layık olduğunu ileri sürmüştür. Benzer şekilde, Avrupalılar kendileri için ulus temelli siyasal bağımsızlık talep ederken, bunu sömürgelerine uygulamayı reddediyorlardı.359 Yerleşik bir düzeni olan bir evin ve içindeki insanların koruyucu tanrıları olan Lares ve Penates (Romalıların ev ve aile yaşamını koruyan tanrıları) yabancıların oturduğu bir eve girdikleri zaman yıkıcı ve kötü amaçlı birer şeytan durumunu alıyorlar, çünkü bu yabancıların yeni tanrılarının zevk aldığı güzel ayinlerden haberleri yok.360 Batının değerleri kendilerinin yaşamına belki güzellikler kattı, ancak diğer insanların evlerinde, topraklarında yıkıcı ve kötü amaçlı değerlere dönüştüler. Çünkü bu toplum insanlarının Batı’nın sanat ve estetik anlayışından haberleri yoktu.
Sömürge insanı sömürgeci tarafından yayılan yalanlara karşı kendisini korumalıdır. Sömürgecilerin yaydıkları düşünceler Batılıların sadece kendilerini değil, sömürge insanını da halen etkilemektedir.
Batı uygarlığının kendisini haklı çıkartan tanımlamasını ve tarih yazımının düzeltilmesi için önce 'keşif’ tanımlamasını düzelterek başlamak gerekiyor.361 Ortada bir “keşif” yoktur. Bunu, “Atlantik kıyısındaki iki uygarlığın buluşması” olarak tanımlamak da, Avrupa uygarlığının aklanması, barbarlığın onaylanmasıdır. C. Columbus ile başlayan 'keşif seferleri' sonunda, Amerika kıtasının istilası başladı, yerli halklar yok edildi, 'yaşama hakkı'nı koruyabilenler de kölelikle ödüllendirildiler. Marks’ın deyişi ile “kapitalist çağın şafağı”ndaki Avrupa uygarlığı, Amerika kıtasında görece daha geri “ilkel uygarlıklar”ın üzerinden bir silindir gibi geçti. 1492, 'eski dünya'nın 'yeni dünya'ya ilk ayak bastığı tarih değil, 'eski dünya'nın vahşet ve zulmünün, sömürgeci ve soykırım politikalarının 'yeni dünya'ya taşınmaya başlanmasının başlangıç tarihidir. Modern anlamda sömürgeci soykırım politikalarının başlangıç tarihinin yıldönümünü, 'Columbus Yılı' olarak, görkemli törenler kutlamak yakışırdı. Columbus adı, bir kişilikten çok bir çağın simgesidir. Columbus adını, kapitalizmin şafağında işgalciliği ve sömürgeciliği Atlantik ötesinde cisimleştiren bir sembol olarak düşünmek gerekiyor.362
Batı emperyalizminin dünyayı ve diğer insanları algılayış tarzında ekonominin ve kendi oluşturdukları menfaatin merkeze konulması önemli bir yer tutar. Fârâbîye göre, cahil şehirlerin inancına göre, bir kişi bir malı elde ettikten sonra o kişinin bunu daima çoğaltması gerekir. Batı uygarlığının merkezindeki mekanizma budur.363
Kusurlu şehirlerin insanlarının düşüncelerine göre başkalarını ezme konusunda en başarılı olan en mükemmel varlığa da sahip olur. Çünkü diğerinin sadece kendisi için var olduğunu düşünür. Bu mücadelede galip gelen daima ya diğerini ortadan kaldırmaya çalışır veya onu kendi hizmetine koşmak ve kölesi yapmak ister. Çünkü diğerinin tabiatı kendi varlığı için tehlikelidir veya kendi varlığında bir eksiklik meydana getirecek bir yapıdadır.364
Conrad, Karanlığın Yüreği adlı kitabında Batı’nın fütursuz sömürünün altında yatan maddeyi tanrılaştırmasını veciz bir şekilde anlatmaktadır: “Ellerinde o saçma, uzun bastonlarıyla, çürüyen bir çitin arkasına hapsedilmiş, büyülenmiş, inançsız bir sürü hacıyı andırıyorlardı. 'Fildişi sözcüğü havada çınlıyor, fısıldanıyor, iç çekilerek söyleniyordu. Fildişine tapındıklarını sanırdınız.” (…) “Fildişi mi? Tabii. Yığınla, küme küme. Eski kerpiç kulübe çatlayacaktı neredeyse, fildişinden. Tüm ülkede, yerin ne üstünde, ne altında, tek bir fildişi kalmamış sanırdınız.”365
Hayvani yıkıcılığının benzeri bozuk şehir insanlarının anlayışına göre, insanda da gözlenmektedir, demekte Farabi: “İnsan, kendisine zararlı olan, yararlı olmayan her şeyi ortadan kaldırmasını, en üstün varlığı için kendisine yararlı olan her şeyi emri ve hizmeti altına almasını sağlayacak kuvvetlerle donatılmıştır. Yaşadığımız dünyada gördüğümüz şudur ki birçok hayvan başka hayvanlara saldırmakta, bunda herhangi bir görünen çıkarı olmadığı halde onları ortadan kaldırmaya, yok etmeye çalışmaktadır. Sanki o tabiat tarafından tüm dünyada başka hiçbir hayvan var olmasın, sadece kendisi var olsun diye yaratılmıştır. Veya sanki başka herhangi bir hayvanın varlığı kendisi için zararlı olduğundan, onu ortadan kaldırmak için varlığa getirilmiştir. Oysa diğer hayvanların salt var olmaları dışında ona herhangi bir zararları yoktur.”366 Batı uygarlığınca, kendi uygarlıkları için Afrika ve Amerika yerlileri tehdit bile oluşturmadığı halde, sanki birer zararlı böcek gibi işlem görmüştür.
İbn-i Haldun, Mukaddime adlı eserinde bu tip insanların yıkıcılığının, çok büyük emeklerle kurulan bir eserdeki küçük bir menfaat karşılığında yok edildiğini bedevi Araplar örneği ile anlatmaktadır: “Araplar taşlara sadece tencerelerinin altına koymak için (ocak taşı olarak) ihtiyaç duyarlar ve bunun için binaları yıkarak taşları alıp götürürler. Aynı şekilde ağaç ve tahtalara da sadece çadırlarının direkleri ve evlerinin kazıkları için ihtiyaç duyarlar ve bunun için evlerin tavanlarını yıkarlar. Böylece varlıklarının tabiatı, uygar toplumun temeli olan binayı (imarı) ortadan kaldırmaktadır. Genel olarak durumları budur.”367 Umran (medenilik) yıkmayı değil yapmayı imar etmeyi gerektirir.368 Benzer bir gözlemini Bacon “Egoist, o kişidir ki, yumurtasını pişirebilmek için, komşusunun evini yakar.” şeklinde dile getirir.369 Batı medeniyetini yukarıdaki alıntılan ifadeler ışığında değerlendirmek ilginç sonuçlar verecektir.
Bir filin dişini almak için onun yok edilmesi Batılı için önemli olmamıştır. Hatta (etinden ve kürkünden bile) yaralanmayacağı buffalo gibi hayvanları gereksiz avlamaktan kaçınmamıştır. Bir kızılderili reisin sözleri veciz bir şekilde bunu ortaya koymaktadır: “Yoksa beyazlar etini yemeyecekleri bir hayvanı öldürecek kadar çocuklaştı mı? Kızılderililer av avlıyorlar ama, bunu hayatlarını sürdürmek, aç kalmamak için yapıyorlar.”370
Bir Dominik rahibi olan Las Casas, Hint Adaları Halkının Yokedilmesi adlı eserinde askerlerin bir tür spor olsun diye yerlileri bıçakladıklarını, Kızılderili çocuklarının başlarını kayalara çarptıklarını gördü. Yerliler direnmeye kalkınca, İspanyollar zırhlarına büründüler, atlarına bindiler, mızrak ve kargılarla, tüfekler silahlandılar ve av köpeklerinin ardından saldırıp onları yakaladılar. Las Casas'ın anlattıklarını başka görgü tanıkları da doğrulamıştır. Bu konudan benzer şekilde Diderot’ta söz etmektedir.371 Dominik tarikatına bağlı bir grup papaz, 1519'da İspanya Krallığına mektup yazarak yerli çocukların askerlerce köpeklere yedirildiğini, tutsak edilen kadınların yeni doğurdukları bebeklerin ölmeleri için ormana fırlatıldığını ve yapılan başka zulümleri dile getirdiler. Bu tür canavarlıkların hükümet tarafından sona erdirileceğini umdular.372
Conrad, söz konusu kitabında Batılı insanın karşılaştığı diğer insanlara bakışını çok güzel anlatmaktadır: “Başlangıçta, biz beyazların vardığı gelişme noktası açısından “onlara (yerlilere) doğaüstü yaratıklar gibi,” göründüğümüzü, “onlara bir tanrı kadar güçlü” olarak yaklaştığımızı yazıyordu, falan filan. “Yalnız irademizi kullanarak, sınırsız denebilecek iyilikler yapmak için gücümüzü kullanabiliriz” vb., vb. Vardığı sonuç çok görkemliydi, ama akılda kalmıyordu, anlıyor musunuz? Yüce bir İyilik Gücü'nün yönettiği yabancı bir Sonsuzluğu düşündürüyordu bana. Heyecandan titriyordum. Güzel anlatımın — sözcüklerin— yakıcı, soylu sözcüklerin sınırsız gücüydü bu.”373
Öyle ki kendi sömürgeciliklerini gizlemek için çaba gösterirler. İkiyüzlü bir şekilde Yüce Bir İyilik Gücü (medeniyet) sunmaya geldiklerini söylerler374 ve Batı sömürgeciliği kendi gelişinden daha önce, yerlilerin aralarındaki savaşlar sonucunda uygarlıklarının yok edildiğini halka çarpıtarak anlatırlar. Daha da ileri gidilerek sömürgeciliğe diğer din mensuplarının özellikle de Afrika’da Müslümanların zemin hazırladığını söylerler.375 Burada yapılmak istenen sömürgecilik ve yok etme-soykırım kavramlarını birbiri içinde eritmedir. Çeşitli tarihsel toplulukların idari statüsünde görülen eşitsizlikle bazı halkları fiziksel olarak ortadan kaldırmaya yönelik tutumları karıştırma çabasıdır.376
Avrupalı fatihlerine Amerika'da çalıştırılmak için ihtiyaç duyulan kara derili insanlar için Afrika, bir av alanı haline dönüştürüldü. Kara derili insan avcılığı ve işgücünün kıtalar arası taşınması özel bir sanayi dalı olarak örgütlendi. Kara derili insan ticareti, 16. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar, en kazançlı sanayi dallarından birisi oldu. Batı Afrika bir köle deposu olarak ilgi gördü. Kara Afrikası, iki yüzyıl içinde üzerinde yaşayan 2 milyon insanını kaybetti. Bunların 1 milyondan fazlası iki kıta arasındaki yolculuklarda eriyip yok oldu.377
Avrupalı birçok yazar Doğu, Batı, Kuzey ve Güney Afrika gibi değişik yörelerden topladığı söz konusu verileri ile oluşturduğunu iddia ettiği eserlerini, Afrikalı insanın tek düze kavranmasına dayalı objektif bir sonuç gibi sunar.378
Batının fatihleri, 500 yıldan bu yana uygarlık ihraç etmek gibi 'yüce' bir misyon taşıyor. İlk uygarlaştırılan halkların başında da Amerikan yerlileri geliyor. Yok etmek veya köleleştirmek, uygarlaştırmakla eş değerli olarak ele almaktadırlar.
Sömürgeciliğe mahkûm olma tüm kıtalar için geçerlidir. (…) Sömürgeci değerlere düşmandır. (…) Aslında, sömürge insanının sahip olduğu değerler, sömürgeci toplumla karşı karşıya gelindiği andan itibaren bozulmuş ve bütünüyle zararlı hale gelmişlerdir. Sömürgeleştirilen insanın gelenek ve görenekleri, mitleri, bilhassa da mitleri, sömürgeleştirenlerce yapısal bozulmanın kanıtıdır. Bunun için, parazitler ve yol açtığı hastalıklarla D.D.T. yardımıyla nasıl mücadele edilirse sömürülen toplumun içindeki kötülüklerle, sapıklıklarla ve doğuştan gelen uğursuzluklarla mücadele için Hıristiyanlık DDT yerine kullanılmıştır.379
Sömürgelerdeki Kilise Beyazların, yabancıların kilisesidir. Kilise sömürgeleştirilen insanları Tanrı'nın yoluna değil, Beyaz Efendinin, zalimlerin yoluna davet etmektedir. Sömürgeci burjuvazi, sömürgeleştirilen halkı uyutma işinde her zamanki gibi dinden yararlanmıştır.380 Bir yanağına atılan tokattan sonra ötekini uzatan, yüzüne tükürmeleri kılını kıpırdatmadan kabul eden azizler örnek olarak verilmektedir. Ne yazık ki hiç bir ahlak öğreticisi, hiçbir din adamı, hiçbir zaman, sömürge insanının yerine eziyete katlanmamış, hiçbiri, ekmeğini onlarla paylaşmamıştır.
Başta Aziz Tommaso olmak üzere birçok Katolik düşünür, yazar, Haçlı Seferlerinin salt dolaylı bir döndürme girişimi olduğunu, doğrudan doğruya zorla inandırmayı amaçlamayıp, Hıristiyan öğretisinin barış yoluyla yayılmasına engel olan siyasî direnmeyi yok etmek amacını güttüğünü öne sürer.381
Columbus Hindistan’ı bulmak için çıktığı gezisinde seyir defterine amaçlarının ticaret ve Hıristiyanlığın yayılması olduğunu yazmıştır.382 Columbus'un çok vurguladığı nesne, dinsel duyguları, Kızılderilileri Hıristiyanlaştırmak yönündeki arzusu ve Hıristiyan Kutsal Kitapları'na gösterdiği derin saygıdır. Evet… Columbus, Tanrı'ya çok bağlıydı. Ama altına daha çok bağlıydı. Adamları ve kardeşleri ile birlikte zamanının çoğunu geçirdikleri Hispaniola Adası'nda dört bir yana haçlar dikti. Ama aynı zamanda, sayısız darağaçları da kurdurdu. 1500 yılma kadar aynı adaya tam 340 tane darağacı inşa ettirmişti. Haçlar ve darağaçları... ne tarihsel bir paralellik.383
Bir Dominik rahibi olan Las Casas, kitabında Arawakları şöyle anlatıyor: “... Sınırsız insanlık evreni içinde bu halk kadar riyasız ve saf, bu halk kadar kötülüklerden ve ikiyüzlülüklerden arınmış bir başkası bulunamaz... Ne var ki, bu kuzu ağılına... İspanyollar geldiler ve derhal, kudurmuş canavarlar gibi saldırdılar... İspanyolların öldürme ve yakıp yıkma nedenleri.... Hıristiyanların nihai emellerinin altın edinmek olmasıydı.”384
Farabi, cahil şehir insanlarının dinin temel esaslarına getirmiş olduğu maddeci bakış açısını oldukça güzel tasvir etmektedir. Cahil şehrin insanları dünyayı ve hayatta olup biten her şeyi bu şekilde maddeci minval üzerine yorumlar. Dindarlığı, dünyayı ve hayatta olan her şeyi de bu şekilde maddeci bir bakış açısıyla ele alır. Dini de maddi çıkarları için kullanmaktan kaçınmaz. Machiavelli bu sözleri doğrular biçimde dini, yönetenin elinde yönetilen üzerinde bir etki ve kontrol aygıtı olarak görür. Dini doğruluğu ya da insana faydasından çok sadece iktidar için olumlar. Hükümdar yanlış olduğunu bile bile dinî doktrinlerin ve mucizelere inanmanın yaygınlaşmasını desteklemelidir. Dinin yönetici gözündeki asli değeri, halkı "iyi yönlendirilmiş ve birlik halde" tutmakta yardım ettiği vakıasında yatar ve bu faydacı bakış açısından halkın arasında hak veya bâtıl dini inançların yayılmış olmasının hiçbir farkı yoktur.385
Cahil şehrin insanlarına göre, dindar geçinen insanlar, açık bir şekilde güç kullanarak çeşitli nimetleri elde edemeyeceklerini anlayınca, böyle bir metoda başvurmuşlardır. Fârâbîye göre, cahil şehirlerin gözünde, dindar insan, başka insanların elinde olan nimetleri elde edebilmek için fiziki veya statü olarak üstünlük sağlayamayacağını anlayınca, bunlara sahip olabilmek için dinin temel esaslarını devreye sokar.386 Bu anlattıklarından dolayı etrafında bir güven çemberi oluşur. Etrafındaki güven çemberi genişledikçe de, o din sömürüsü yoluyla bazı nimetlere sahip olur. Etrafında kendisine güven duyan ne kadar insan olursa, o oranda başlangıçta sahip olamadığı ve diğer güçlerle elde edemeyeceği nimetlere ulaşmış olur. Bu insan diğer insanlar arasında çok güvenilen birisi olduğu için, kendisine karşı hiç şüphe edilmez ve bazı konularda kendisine tedbir alınmaz. O da istediğini kolayca elde eder.387 İşte bu bilgiyi Batı Medeniyeti’nin siyasetçisi bilir. Dindarlık ve bu insanlara güvenin para edeceğinin bilgisi, din duygusunun kullanılmasını cazip hale getirmiştir. Dine gerçekten inanılmamaya başlandığı dönemdir, 16. yüzyıl sonrası.
Sömürgecinin oluşturduğu “Biz ve Ötekiler” şeklindeki ayrım bir paradoks oluşturmamaktadır. Çünkü sömürgecilik maniheist ve bölümlenmiş bir dünyanın kurduğu bir yapıdır. Sömürge insanının kontrolü için belirli birtakım yöntemler önerildiği zaman, sömürgeci, kendi beyaz azınlık temsilcilerinden 30, 100, 200 yerliyi yok etmelerini ister. Sömürgedeki azınlık güç, Sömürgeci Devletin ana ülkesindeki hiç kimsenin buna öfkelenmediğini; asıl sorunun, bu yok etme eyleminin tek celsede mi, yoksa parça parça mı olacağını bilme meselesi olduğunu fark eder. Bu kendisini daha da fütursuz davranışa sevk edebilir.388
Bu maniheist (ikilik) tutum bazen mantığın sınırlarını aşmakta, sömürgeleştirilen insanı insanlık dışı bir hale getirmektedir. Sömürgecinin bu maniheist tutumudur, sömürgeleştirilen insanın maniheist tutumunu daha sonra ortaya çıkaran. Mantıkî olan da budur. “Mutlak kötü yerli” anlayışına “mutlak kötü sömürgeci” şeklinde cevap verilmiştir.389
“Tüm yerliler benzerdir” prensibine sömürgeleştirilen insanlar da “tüm sömürgeciler benzerdirler” şeklinde karşılık verir. Sömürgeleştirilen insan işkenceye uğradığı, karısı öldürüldüğü ya da ırzına geçildiği zaman adalet arama girişiminde bile bulunmaz. Çin-Hindi'nde, Madagaskar’da yerli insan, sömürgeciden bekleyeceği bir şeyin olmadığını bilirdi.390
Fransa hükümeti, sömürge savaşı sırasında, hem Cezayir’deki her Avrupalı insanı silahlandırmaya teşvik etmiş, hem de askeri güçlerin yanı sıra silahlandırılmış bu sivil güçleri devreye sokmuştur. Bu, sivillerin şüphelendiği her insanın üzerine silahını boşaltmak zorunda kalacağı düşünülerek alınmış bir karardır. O dönemde Cezayir'de silah kullanmaya davet edilmemiş bir tek Fransız kalmamıştır.391 Bu bir katliama ve soykırıma davetiyedir. İhtilalinin ilk yıllarında Sovyet idaresi benzeri olarak yerli halklar silahsızlandırılırlarken sadece Rus Kulak mültecileri silahlandırılmış ve kıtlık döneminde Ruslara avantaj sağlatılmıştır.392 Benzeri ise günümüzde İsrail devletinde uygulanmaktadır. İsrail’de yerleşimcilerden oluşan paramiliter (silahlı siviller) grupların, hatta 13–15 yaşındaki Yahudi gençlerin başlarında dindarlıklarının göstergesi kippaları ve silahlarıyla birlikte televizyonlarda görüntülenmektedir.393 2008 yılının sonlarında Gazze’ye doğru kara harekâtı yapıldığında, halk bunu bir şenlik gibi kutlayacaktır. Hatta bir Pazar pikniği şeklinde izleme iğrençliğini yaşamaktan utanmamışlardır. Ya da 1991 1. Irak ve 2003 2. Irak savaşı sırasında Amerikan halkı günlerce süren yıkım ve göz yaşına alkış tutabilmiştir.394
Cezayir’in bağımsızlık savaşı verdiği dönemde B.M. Genel Kurulundaki Cezayir’in bağımsızlığı ile ilgili son önergenin oylanmasından bir ay sonra bile Cezayir'de bulunan Avrupalılar her türlü yok etme yöntemine başvurmaktan geri kalmamışlardır.395 Fransa’nın Cezayir’in bağımsızlığına ve İngilizlerin Hindistan’ın özgürlük taleplerine karşı bu kadar tepkili olmasının altında bir büyük devlet olma duygusunu sürdürememek korkusu yatmaktadır.396 Buraların denetimde tutulmasının en az yağmadan elde edilecek maddi kazanç kadar psikolojik etkisi vardı. Hindistan İngiliz emperyalizmi açısından başlı başına sömürgeciliğin ana nedeni olmasının yanı sıra, İngiliz İmparatorluğu'nun, İngiliz İmparatorluğu olarak kalabilmesinin de tek nedeni ve İngilizler açısından ihtişam ve güç gösterisinin en doğal yoluydu. Garip bir biçimde tıpkı Fransızların ısrarla Cezayir'e sahip olma dürtüsü gibi, tıpkı tarihin her aşamasında ve özellikle faşizm döneminde İtalya'nın Etiyopya'yı ele geçirme isteğinde olduğu gibi, tıpkı ABD'nin ısrarla Filipinleri elde tutmaya uğraştığı gibi, Hindistan'da İngilizler açısından Kuzey İrlanda ile birlikte vazgeçilmez kabul ediliyordu.397
Sömürge sistemi içinde sömürgeleştirilen insan Beyazların değerlerinin üstünlüğünü kabullendiği zaman, işte ancak o zaman, sömürgeci sömürgeleştirilen insanı yerden yere vurmayı bırakır. Ancak bu seferde onun soysuz olduğundan dem vurmaya başlar.398
Batılı olmayan toplumlar, Batı uygarlığının şiddetli etkisinin yol açtığı bir sarsıntıyı yaşamış durumdalar.399 Diğer uygarlıkların geçirdiği şoklar Efes'in yedi uyurunu uyandıracak kadar sert olmuştu.400 Bugün insanlık karşı konulamaz bir şekilde Batılılaşmakta, âdeta Batı’yı “içmekte”dir.401
Batı’nın bugün dahi tarihin gidişini sadece askerî, politik ve ekonomik alanlara öncelik verme tavrını koruması ve hatta artırması temel bir zaaftır. Nitekim Batı; Asya, Afrika, Güney Amerika gibi bölgeleri şimdiye dek pek ciddiye almamıştır. Çünkü rekabet duygusu oluşturacak bir medeniyetle karşılaşmamış, karşılaştığı daha çok adı geçen uygarlıkların ölü halidir. Batı zeitgeist (zamanın ruhu) olarak kendi medeniyet algılayışını, yaşama biçimini tanımaktadır. Başka medeniyetlere ve o medeniyetlerin sunacağı zeitgeist (zamanın ruhu)’te izin vermemiştir. Zaten diğer uygarlıklar da Batı’nın seküler algılama, duyuş ve yaşama biçimlerinin içine fırlatılmışlığın memnuniyetiyle kendisine ait zamanın ruhunu yakalama anlayışından uzaktır. Doğal olarak kendisinden başka uygarlık tanımayan Avrupa, bu uygarlıkları tamamen yere sermiş olmanın muzaffer edasıyla hareket etmekteydi.402 İslamiyet’in ise günümüzde canlılığını devam ettirmesi ve Batı’nın kendisine karşı bir alternatif sunabilecek yegâne medeniyet olması Batı’nın İslam’a yönelik artan hırçınlığını anlaşılır kılmaktadır.
Sömürgecinin kuyruğuna takılmış olan aydın, sömürgeci ile sömürgeleştirilen insanın barış içinde bir arada yaşamaları için mücadele edecektir. Bu aydın çevrelerin yardımı ile sömürgeci, sömürgeleştirilen insanın ruhuna demir atar ve kendi değerlerini yerleştirir onların kafalarına. Söz konusu değerler Avrupa’ya özgü değerlerdir. Sömürgeleştirilen insan bu değerlerin doğruluğunu kabullenmekte ve Greko-Latin esasların uyanık bekçisi gibi hareket etmektedir. Oysa özgürlük savaşı esnasında, insan ruhunu yüceltiyor gibi gözüken bu değerlerin işe yaramaz değerler olduğu görülür. Çünkü bu değerler halkın başlattığı savaşı kapsayan değerler değildir.403 İkinci Dünya Savaşından sonra tüm sömürülen ülkelerdeki insanlar Batı’nın gerçek yüzünü gördü. Onların gözünde Avrupa, yüksek ilkeler savunucusu ve adalet şampiyonu olarak değil de, Batı ırkının üstünlüğünün koruyucusu ve sınırları dışındaki dünyanın sömürücüsü olarak görülmeye başlandı.404
Sömürgeci —zalim— yaşadığı beldede sömürüsünü, hareketini, yağmalamasını ve egemenliğini sürdürür. Sömürgeleştirilen beldede yağmalanan mallar saraylara ve anakentlere akar.405
Nietzsche, tarihi rastlantısal ilişkilerin ve güçler çarpışmasının bir sonucu olarak görmektedir. Tarih belli dönemlerde çeşitli nedenlerle karşı karşıya gelen güçler (söylemler, insan grupları, inanışlar) arasında çıkan mücadele, kazananların yazdığı ve geleceğe aktardığı bir yaratımdır. Dolayısıyla süreklilik iddiası galiplerin meşruiyet çabasından kaynaklanmakta ve mağlupları dışlayıp değersiz kılmaktır.406 İlerleme miti meşruiyet için bir gereklilik arz etmektedir. Sömürgeci bir tarih kaleme alacak ve kendi tarzında anlatacaktır.407 Avrupa bellekler ve bilinçler üzerindeki egemenliğinin düzenlemesinde bazı kavramları hizmete sokmuştur.408 Batı bilinçlerimizi esir almak için sömürgecilik öncesi dönemi tarihten silmeye çabalar.409 “Bir tür saptırılmış mantıkla, halkın geçmişine döner ve onu bozar, biçimsizleştirir ve yok eder.”410 Sömürgecinin yaşamı bir destan ve bir serüvendir. Her şeyin başlangıcı o: “İşte bu dünya! Bu dünyayı biz kurduk.” (not. 6) Değişmeyen unsur o’dur. “Biz buradan gidersek her şey yok olur ve bu yerler Ortaçağ karanlığına döner.”411 Benzer görüşleri sömürgeci İngilizler de Hindistan’da da ileri sürdüler. İngiliz Devleti'nin sömürge yılları boyunca Hindistan Halkı için kendilerinin gerekli olduğu yolundaki ideolojik yanılsatmaları oldu.412
İlginç olanı ise, kendi varlığını düzenin tesisi için gerekli gören, kendini üstün ve ideal gösteren Batı Medeniyetinde, hiçbir medeniyetin kendi içinde yaşamadığı ve dünya tarihinde eşi görülmemiş bir şekilde (Ortaçağdaki Din Savaşları, Napolyon Savaşları, 1. ve 2. Dünya Savaşı) birbirlerini yok etme, hesaplaşmalar olmuştur. İktisat yazınında ‘dünyanın paylaşılması’ için savaşım adı verilen savaşım tüm dünyanın sömürgeleştirilmesinden sonra başladı.413 Batı diğer uygarlıklarla değer öğrenme temelli ilişkiye girmedi. Ya onların değerlerini tahrip etmek ya da turistik amaçlı ilişkiyi önceledi.
Cesaire’e göre, Avrupa Nazizmi kendisine zarar vermeden önce temize çıkarmış, ona gözlerini kapamış, onu meşrulaştırmıştır. Çünkü o vakte kadar, o sadece Avrupalı olmayan insanlara uygulanmıştı. Nazizmi Avrupa büyüttü ve ondan Avrupa sorumludur. Avrupa’nın Hitler'de affedemediği şey suçun kendisi değil, insanlığa karşı olması da değil, insanın küçük düşürülmesi de değil; sömürgeci muamelenin bu sefer Avrupa'ya uygulanması, beyaz adama karşı işlenmiş bir suç olması, beyaz adamın kendisinin aşağılanması, küçük düşürülmesidir. İşte faşizmin gerçek suçu, o zamana dek özel olarak Cezayir'in Araplarına, Hindistan'ın kulilerine ve Afrika'nın 'zenci'lerine tahsis edilmiş sömürge izleklerini beyaz insanlara tatbik etmesidir.414 Siyah entelektüeller faşizmi ilerleme yürüyüşünden bir sapma, beklenmeyen bir sağ kanat sapması olarak anlamaktan ziyade Batı medeniyetinin bizzat kendisinin mantıki sonucu olarak anladılar. Sadece kapitalist politik ekonomiye bağlamamışlardır.415
Hiç bir Nazi zulüm tarzı yoktur ki dünyayı yönetmek için doğmuş üstün bir ırk adına Hıristiyan Medeniyeti ya da Avrupa tarafından dünyanın her yerinde diğer insanlara karşı uzun zamandır uygulanmakta olmamış olsun. Batılı aydınlar, faşizm kendilerine uygulandığında, Büyük Britanya'nın ve Fransa'nın sömürgeciliklerinin tam olarak faşistler ve Nazilerle aynı amaca ve aynı metotlarına sahip olduklarını fark ettiler.416 Yine faşizmin kendilerinin dışındaki kişilere uygulanmasına karşı duyarsızlık Batı’da devam etmektedir. Nazizmden en çok zarar gören bir millet olduğu söylenen Yahudi’nin, kendi nazizmi ile faşist zulmünü Filistinlilere uyguladığında görmezlikten gelinebilecektir. Çünkü onlar beyaz değildir. Küçük düşürülen, aşağılanan beyaz adam değildir.
Farabi, şehri-medeniyeti- bazen “zorunlu”, bazen “faziletli” olur diyerek ikiye ayırmaktadır. Faziletli şehir, sakinleri, insanın gerçek varlığı, varlığının devamı, geçinmesi ve hayatının korunması için gereken şeylerin en mükemmelinin elde edilmesi hususunda birbirine yardım eden şehirdir. Zarurî şehir, fertlerinin karşılıklı yardımları, sadece, insanın varlığının devamı, geçinmesi ve hayatının korunması için zarurî olan şeyi elde etmeye hasredilen şehirdir. Amacı, zenginliğe erişmek ve zevk veren şeylerden yararlanmak olan zarurî şehir sakinleri, amaçlarına erişmek için, bütün faziletlere değil, daha doğrusu, belki tek bir fazilete bile ihtiyaç duymazlar, işte bundan dolayı, zaman zaman aralarında uygulayabilecekleri uyum (itilâf) ve adalet, gerçek adalet olmayıp, ancak adalet olmadığı halde, adalete benzeyen bir şeydir. Onların aralarında uyguladıkları diğer sözde faziletler de bunun gibidir.417 Avrupa'yı birleştiren de barış ve dayanışma değil, sömürgecilik ve fetihtir.418 Bu tarz birleşmeyi Farabi, ticaret ve ticari işlerde kazanç ve karşılıklı yardım için, yani zararlı ve kötü bir şey için birleşme olarak değerlendirir. Çünkü birleşenlerden ve ortaklardan her birisi, diğerininkinden daha çok şeye sahip olmak için, diğerinin payını gasp etmek ister; bunun gibi diğeri de, birincinin aynısını arzu eder ve ona inanır; işte o zaman ayrılık başlar.419 Çin’e ve Osmanlı’ya karşı çıkarları için birleşen420 Batı, diğerinin payını gasp için iki kez büyük bir kapışmaya girmiştir. Son yüzyıl içinde Batı dünyasında görülen uyum, Farabi’nin bu sözlerinin ışığında değerlendirilmelidir.
Şimdiki Avrupa dünya görüşünün temelleri -Avrupa Birliği'nin temelleri gibi- Aydınlanma'ya dayandırılabilse bile, son üç yüz yıldır Avrupa'daki büyük güç politikaları filozofların ve fizyokratların hayalci tasarımlarını izlemiyordu.421 Tarihsel açıdan ele alındığında, Avrupalıların şimdi daha barışçıl olduğunu düşündükleri stratejik kültürleri aslında oldukça yeni bir şeydir, Farabi’nin ifadesiyle faziletten kaynaklanmayan ve zaruretin dayattığı bir durumdur. Yüzyıllar boyunca -en azından 1. Dünya Savaşı'na kadar- Avrupa'da hüküm sürmüş çok farklı bir stratejik kültürün evrimini temsil etmektedir. Kendilerini 1. Dünya Savaşı diye bildiğimiz kıtasal savaşa hevesle atan Avrupalı devletler -ve halklar- Güç Politikası'na inanıyorlardı.422 Bu güç politikası başkalarına uygulamadan kendisine uygulamaya dönecekti.
20. yüzyılda Avrupa, güç ve önceliğin bir merkezi olmak yerine, artık dışarıdan gelen güç ve enerjinin odaklaştığı bir merkez durumunda kaldı. Dünya, Avrupa'nın eylem ve rekabetini paylaştığı bir “tiyatro” durumundayken, iki dünya savaşı sırasında savaş alanı durumuna dönüştü. Avrupa hem kendisinin hem de kendi dışındaki güçlerin mücadele alanı durumuna geldi.423 Tüm dünyayı savaş alanına çevirmesinin bedelini çok ağır ödedi. Dünya savaşları, kendisine uygar diyen Avrupa insanının hayallerinin yıkılmasıyla sonuçlandı.424 Cesaire’in “Sömürgecilik Üzerine Söylev”inde yaptığı dehşetin ‘bumerang etkisi’425 olarak tanımladığı İncil’de ifadesini bulduğu gibi tek şeytanla ayrıldığı kıtasına yedi şeytanla dönmesi olmuştur: “Murdar ruh insandan çıktığı zaman, kurak yerlerden rahat arıyarak geçer, ve bulmayınca; Çıkmış olduğum evime döneyim, der. Ve gelince, onu süpürülmüş, süslenmiş bulur. O zaman gider, kendisinden daha kötü başka yedi ruhu yanma alır; ve oraya girip otururlar; ve o adamın son hali ilkinden daha kötü olur.”426 “Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (8/Enfal, 25)
Tarihi yalnızca Batılılar yapıyor. Tarih, Batının zeitgeist(zamanın ruhu)’inin hâkim olduğu bir yerdir. Tarih, artık donmuştur. Her kesitte aynılık gözlenir. Tarih, Batılıların kendi, algıları ve çıkarları doğrultusunda kaleme aldıkları bir yazıttır. Afrika tarihinin belli dönemlerini, kendilerine bakan yönü ile destanlaştıracaktır. Sömürgeci bir tarih kaleme alır ve ne yaptığının da bilincindedir. Kendi anakent tarihine başvurduğu için bu yüce uygarlığın uzantısı olarak burada bulunduğunu ifade eder. Yazdıkları tarih, soyup soğana çevirdikleri ülkenin tarihi değil, korsanlık eden hırsızlık yapan, kendi uluslarının tarihidir. Bugün Batı hâlâ tarihe o eski benmerkezci, dar görüş açısından bakmaktadır.427
Sömürgeleştirilen insanın mahkûm edildiği sessizlik, ancak, sömürgeleştirilen insanın sömürgecilikten kurtuluşun tarihini, kendi uygarlık tarihini yapmak için yağma tarihine ve sömürgeciliğin tarihine bir son vermeye karar verdiği zaman bozulur.428
Batı’nın sahip olduğu abidelerin gölgelerinin ne kadar büyük ve ne kadar çok olduğunu görüyorsunuz. Batının gittiği her yerde bu sömürüyü gerçekleştirenlerin silahlı heykelleri bütün bir azameti ile meydanları hatta limandaki ilk karaya çıktıkları noktayı süslemektedir. İşte bu heykellerin tek bir anlamı vardır: “Biz süngülerimizin gücü sayesinde buradayız.” Bu ifadenin gerisini getirmek kolaydır. Sömürgeleştirilen insanın seçtiği yol sömürgeci tarafından kendisine gösterilmiştir. Bu şiddetle hak elde etme yoludur.429
“Varoluşunun temeli kan dökmeye ve ölüm tohumları ekmeye dayanan bir canavar...”
Dostları ilə paylaş: |