Bilim Teknik 16



Yüklə 319,5 Kb.
səhifə4/6
tarix30.04.2018
ölçüsü319,5 Kb.
#49643
1   2   3   4   5   6

Formun Üstü

Bilim Teknik 24.04.2009



HUKUK POLİTİKASI

Hayrettin Ökçesiz

hayret@akdeniz.edu.tr

Her şey biraz da göründüğü gibidir. Gözler önünde olup bitenin gözler önünde olmayan yanını ancak tahmin edebiliriz. Bunu yaparken dolaylı, dolaysız ne biliyorsak mantık kurallarına uygun biçimde ilişkilendirerek bir yargıya ulaşmaya çalışırız. Sonunda insan öyle bir noktaya gelir ki, düşünebilecek pek fazla bir şey kalmaz geriye. Her şey artık bize göründüğü gibidir.

Hepimiz Saylan’ız, Manisalı’yız, Balbay’ız...”



Ergenekon İddianameleri üzerine söylenenler de bu noktaya ulaştı. Muhakeme usulü bilgisine ve bilimine dayanarak söylenebilecekleri gazetelerde uzmanlarından çarşaf çarşaf okuduk. Durum hukuk tekniğini aşıyor. Gaf denilebilecek hataları yargı niçin yapar? Bilmediğinden mi? Böyle bir cehalet isnadını yapmak doğrusu kimsenin haddine değildir. Ama keşke öyle olsa dedirtecek başka zanlar o zaman sökün eder. Bilerek isteyerek yapıldığını bu gafların kim düşünemeyecek? Kim sormayacak peki, ne amaçla? Kime yarasın diye?

Bunlar ama acı gaflar kurbanları için. Eğlencesine, yorgunluktan, ihmalden, ataletten, böyle gelmiş, böyle gider babından gaflar değil bunlar. Yapanın gecesini gündüzüne kattığı gaflar, tüm devlet çarkını harıl harıl döndüren gaflar. Sonunda işgüzar mı işgüzar bir meşguliyet çadırı…

Bunun bir anlamı olmalı. Göründüğünce, yok yok: El bombaları, faili meçhul cinayetler, terör eylemleri, akla fikre gelen her suçla ilişki kuruluyor, aksini ispat yükü zanlıya ait olmak üzere. Ama insan yapmadığı şeyi nasıl kanıtlar? Kanıt diye ileri sürülenler: Denilmiş konulmuş sözler, telefonda, kâğıt üzerinde. Ötesi yoksa bir insanı nasıl tutarsınız? Kaçmak, delil karartmak tehlikesine karşı önlem olsun diye mi? Her sohbetten sonra herkesi böylesine bir önlem amacıyla tutuklayalım mı? Niçin yapmıyorsunuz? Henüz o aşamada değil miyiz? Hangi sürecin aşamaları bunlar?

Yargıç olsam, önüme konulanlara delil mi diye bir bakardım. Delil dediğin şey, nihayetinde bir suç fiiline doğrudan, dolaysız götüren, suç fiilinin zanlı tarafından işlendiğini kuşkuya yer bırakmadan gösteren şeylerdir. Aksi halde, yağmur yağacak deyince, kendisine ördek denildiğini iddia eden kişinin durumuna düşer insan. Bu da hoş bir şey değildir.

Yargıçlık, savcılık yapmadım. İnsanları hiç yargılamadım. Korktum. Yargıç peygamber postunda oturur derler. Dünyanın en zor işidir. Yapılacaksa, doğru dürüst yapılmalı. Peki, nasıl doğru dürüst yapılır bu ulvi meslek, bu tanrısal iş? Önce, millet adına, adalet adına el attığın hayatların insan hayatı olduğunu bileceksin. Canına, malına kastettiğin varlığın insan olduğunu bileceksin. İnsan ki, Tanrı’nın suretidir, kimince. İnsan ki, asla ve kata dokunulamayacak bir onur taşır, seninle, benimle eşdeğer. Ne uğruna olursa olsun, dokunamayacağın hakları vardır, insanlık uğruna. Kibirden, gururdan kaçacaksın. Giydiğin cüppenin cehennem ateşinden dokunduğunu hissedeceksin. Yanmayacaksan, yakmayacaksın.

Silivri’de ne olup bitiyor, bilmiyoruz. Göründüğünce ürperti veriyor. Bir devlet yurttaşına bu duyguyu yaşatmalı mı? Onun daha çok, bunun aksi için işbaşında olması gerekmiyor mu? Ben davanın ne savcısı, ne yargıcıyım ne de orada bir müdafiiyim. Dava dosyasının içerisini bilmem. Kısmen sızdığı, kısmen hak-hukuk demeden teşhir edildiği kadarıyla milyonlarca insanı ürkütüyor, korkutuyorsa, kimse yarınından emin olamaz bir hale geliyorsa, burada ciddi bir sorun var demektir. Bu, bir yargılamadan başka bir şeydir. Bu duyguları ne yolla, ne biçimde, ne için yaratıyorsanız, bundan vazgeçin. Bu duruma karşı ciddi önlemler alın.

Mahkemeler yurttaşları korkutma yerleri değildir. Orada bir tanrıçanın bilgelikle, cesaretle, ölçülülükle kurduğu yargıların adalet olduğunu görür, ona inanır, sevgiyle, saygıyla itaat ederiz. Bu tanrıçanın sitemlerine vicdanınızı açın. Gelişsin, öğrensin. Yurttaş olarak, bir şeyi bilmek, ondan emin olmak isterim: Bu ülkede yargıçlar vardır. Mahkemelerimiz yansız, bağımsız, yetkin ve adaletlidir. Bu bana yeter. Bunda ispat yükü Silivri’dedir.

İnsanları ölmek için evine gönderirseniz, ölüm döşeğindeki yaşlı, hasta insanları taciz ederseniz, gözaltına aldığınız, tutukladığınız insanların hayatlarını hapishanelerinizde tehlikeye sokarsanız, onlara isnat ettiğiniz kimliklerden ne farkınız kalır?

Formun Üstü


Bilim Teknik 10.04.2009



HUKUK POLİTİKASI

Hayrettin Ökçesiz

hayret@akdeniz.edu.tr

Üniversitenin özerkliğini, yargının bağımsızlığını, basının özgürlüğünü istemekte ayak sürüyenlerin daha başka nasıl anılması gerekiyor?

Hayat, Hakikat- Adalet

Üç büyük sınav, üç temel varoluş koşulu biz insanoğlu, insankızı için. Toplumun, birbirini belirleyen, biriyle diğerlerinin olanaklı bulunduğu üç büyük çarkı… Her birinin diğer ikisiyle kavranır olduğu, bir anlam kazandığı kolumuz, kanadımız; gözümüz, kulağımız; elimiz ayağımız.

Diyebiliriz ki: bu üçünün gerçekleşmesini, korunmasını, geliştirilmesini amaçlayan tüm kurum ve kuruluşlar kendi yasallıklarında ve özerkliklerinde titizlikle kollanıp, korunmalıdır. Bu üç alan bizim için dayanışma alanıdır. Bunların karşısında hepimiz eşitiz, omuz omuza dayanışma içersindeyiz. Onları, paylaştıkça çoğaltırız. Aklımızın erdiği, tutkularımızın bağlandığı her şey böylesine bir gökyüzünün altındadır. Bu bizim kendi gök kubbemizdir. Hiç kimse adına, hiçbir şey uğruna hiç birinden vazgeçemeyiz. Hiç birimiz herhangi birimizin bunlardan vazgeçmesine izin veremez. Korumaya, ulaşmaya gücümüzün yetmediği yerde hepimiz birbirimizin yanındayız. Tüm bunlar şu demektir: “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.” Bu evrensel bildirgenin, tüm bu söylediklerimin istisnası yoktur. Her kuralın bir istisnası vardır kuralının istisnası, bu kural sözlerin istisnasının bulunmadığıdır.

Oysa, gerçeklik dünyası bize bu sözlerin çok tersine şeyler söylüyor, gösteriyor. Asıl, biraz önce tüm söylediklerim bu yaygın olguya birer istisna gibi geliyor. Bu dünyada bu üç değerin gördüğü, göreceği pek fazla bir saygı yoktur. Bunlara, övgüler düzenler bile doğru dürüst inanmazlar. Bunlara inanmak para getirmez. Sorun, gökle yer arasında tüm olup bitenin bizi nereye götüreceğidir. Göğü yere indirmek kadar, yeri göğe çıkarmak da bu değerlerin usumuzdan, ruhumuzdan silinmesine götürür. Gerçek baskı, zulüm bu iç içe geçmeyle hükmünü sürer, böylelikle oluşan totaliter devlet ve toplum bizi yok oluşa taşır. Günahlarımız erdemlerimiz kadar bizim. Bunları birbirlerine dönüştürecek siyasal yapılanmalar karşısında aklımızın aydınlığıyla uygun ölçüyü bulmaya çalışmalıyız.

Ülkemizde hayat, hakikat, adalet değerlerinin kurumları bu ölçü karşısında yerlerde sürünüyor dese birimiz, abartmış olmaz. Bu kurumların yeterince güçlü ve özerk, bağımsız, yansız olamadığı düzenlerin, çok partili siyasal düzenler dahi olsalar, çoğulcu-demokratik bir yapılanmaya ulaşabilmeleri olanaksızdır. Bu kurumların başında basın, üniversite ve yargı gelmektedir. Bu kurumlarda bu değerlerden uzaklaşma, kopma anlamında her türlü yozlaşma insancıl yaşamın kalitesini doğrudan ve olumsuz etkilerken, görülen her iyileşme toplumun altyapısında, temel hak ve özgürlüklerin yaşama geçirilmesinde yine doğrudan ve olumlu sonuçlar doğurmaktadır.

Hep merak ettiğim konu, siyasilerin ve başkaca güç odaklarının toplumda böyle bir düzelmeyi istemekte niçin yeterince inatçı olamadıklarıdır. Bu soru bunların ülkelerine, böylesine güçlü bir ilgiyi besleyemeyecek denli yabancılaştıklarını düşündürüyor. Kimi zaman işgal kuvveti işbirlikçilerinin davranışına denk düşen halleriyle bize haklarında daha olumlu şeyler düşünme olanağı bırakmıyorlar. Üniversitenin özerkliğini, yargının bağımsızlığını, basının özgürlüğünü istemekte ayak sürüyenlerin daha başka nasıl anılması gerekiyor?

Günümüzün kendine özgü sınıflı toplumunda halkın ve doğanın katlanılamaz sömürüsüne götüren bu küresel iktisadi, sosyal ve kültürel güdümlülük, daha ince, daha kurnazca yöntemlerin de uygulanmasıyla “mazlum milletleri”, “bireyi” her zamankinden daha çok köleleştiriyor; karşı koymaları bakımından daha çok donanımsız ve çaresiz bırakıyor. Tüm bu olumsuz gelişmeye karşı tek seçeneğimiz bilinçli ve ısrarlı bir direnişle, yaşamı, gerçeği ve adaleti birer değer olarak, her bir yurttaş için özgürlükçü bir ortamda yaşanabilir, algılanabilir, ulaşılabilir kılmanın savaşımını vermektir. Bu amaca uygun işlevlerle yapılandırılacak kurumlarımız bu yaşam kalitesinin kaynağı ve güvencesi olacaktır. Bu amaçla bu değerlerin ve sözkonusu kurumların doğasını yetkince ortaya koyabilmeli, bu niyetimizi hayata geçirebilmek için gereksindiği siyasal dengeleri kurmaya çalışmalıyız. Gerçek hukukçuluk bunların elverişli normatif araçlarını tasarlayabilmektir.

Formun Üstü


Bilim Teknik 27.03.2009



HUKUK POLİTİKASI

Hayrettin Ökçesiz

hayret@akdeniz.edu.tr

Şimdi sözün özüne gelmek istiyorum: İşçiyi sistematik bir sendikasızlaştırma politikasının ülkeye giderek her şeyden çok daha pahalıya mal olacağını görmemiz gerekiyor.

İşçiye Sendika Yasak – III

Kamuoyunda işçi ve sendikalar hakkında yaratılan haksız, ağır önyargıların uzun yıllardan beri yasama politikasında yön levhaları gibi kullanıldığını, özgür, bilinçli işçinin sesinin kamusal alanda duyulmasının her haliyle engellenmek istendiğini, bir sınıf olarak işçinin bu yeni dünya düzeninde etnik ve dinci cemaat fedaileri kitlesine, borç içinde kıvranan çaresiz bir tüketiciye dönüştürülmeye çalışıldığını, tüm bunlarla ülkenin direncinin kırılmasının kurnazca tasarlanmış olduğunu görmemiz gerekiyor.

Bu tasarım bugün başarıya ulaşmış görünüyor. Buna göre, ulusalüstü süper kapitalizmin, kendi icadı bir postdemokrasi yardımıyla giriştiği bu yeni iktidar-egemenlik kurgusuna direnebilecek her türlü eleştirel karşıgüç yoğunlaşmasının engellenmesi gerekmektedir. Bu yolda ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Bir ülkenin tüm dinamik, eleştirel, özgeci istenç düzlemleri parçalanmalıdır.

Ancak üstün değerler uğruna olanaklı ve anlamlı Dayanışma’nın kırılması, araç değerlerin üleşilmesine hizmet eden sembiyozun bireysel yaşama biricik varoluş tarzı olarak dayatılması gerekmektedir. İnsanın bu düzeye düşürülmesi üretmenin, yaratmanın ahlakında bir onay bulamayacaktır. Şu halde bu ahlakın dile gelmesine, sesini duyurmasına asla izin vermemelidir. Onu taşıyacak olanları her yol ve yöntemle bundan vazgeçirmelidir. Bence işçiyi sendikasızlaştırmanın altında böylesine bir karabilinç yatmaktadır.

Emeğin, doğasına uygun bir biçimde kurumsallaşabileceği tek örgüt tasarımı sendikadır. Bir ülkenin üretim gerçekliğinde temel öge olan işçinin bu ilişkide kendini tanıması, tanımlaması nihai değerlerinin temsil edildiği bir kuruluş aracılığıyla mümkün olacaktır. Sendikaya anayasada yazdığı gibi yalnızca “ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek” biçiminde sembiyotik bir hedefi göstermek bu yüzden yabancılaştırıcı, saptırıcı bir girişimdir.

Kapitalist örgütlenmelerinin her türlü göreve çağrıldığı bir küresel-kamusal alanda işçilere kendi işlerine bakmalarının öğütlenmesi utanılacak ve korkulacak bir durumdur. İşçi kuracağı ve kurumsallaştıracağı dayanışmasıyla toplumun doğaya ve emeğe yabancılaşmasına karşı bir güvence oluşturacaktır. Günümüz medyasıyla daha çok görmek, izlemek olanağına sahip olduğumuz bu yabancılaşma karşısında bugün her zamankinden daha çok çaresiz bir halde bulunuyoruz. Kapitalist zihniyetiyle bu duruma getirdiğimiz ülkelerimiz, yeryüzümüz onurlu bir varoluş umudunu besleyemeyecek bir aşamadadır. Üretim ahlakına yönelmek zamanıdır.

Çoğulcu demokratik bir toplum yapısını arzularken işçi sendikalarının elini kolunu bağlamanın, ağzını kapatmanın o toplumu çoğulcu ve demokratik kılamayacağını bilmelidir. İşçinin sendikalaşma özgürlüğünde gelinen düzey toplumun çoğulculuğunun ve demokrasisinin de düzeyidir. İşverenlerin işçileri sendikasızlaştırma hilelerini anımsadığımızda bu düzeysizliğimizin başka bir kanıtını aramaya gerek yoktur.

İşçiler sendikalılaşmalı, bu özgürlüklerini gerçekleştirmelidir. Onları kendi yazgılarına, ülkelerini onların bu yazgısına tutsak bırakmayacak kaldıraçlar bulmalıdır. Bu yazgı, pozitif hukukun yazdıklarıdır aynı zamanda. Belki ilk önce oradan başlamalıdır. Buradaki düşünceleri paylaşan her siyasi parti, çarşafa, türbana dolanmadan, işçiyi yeniden keşfedebilir, onun bu gücünü, sorumluluğunu paylaşarak, yasayla konmuş engelleri yıkmanın çalışmalarını başlatabilir. Önerim şudur: Sendikasız işçi çalıştırmak yasaklanmalıdır. Bu yasağın işçiye, -“hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz” hükmüne dayanarak-, Anayasa’ya aykırı bir yükümlülük getireceğini söyleyenler çıkacaktır. Oysa bu Anayasa hükmünün, işverenlerin ve sendika ağalarının dayatacağı despotizmi kırmak, sendikalaşmayı daha özgür kılmak için konmuş olduğunu söylemelidir.

Getirilecek olan sendikasız işçi çalıştırma yasağının işçiyi asla mevcut ve belirli bir sendikaya üyeliğe zorlamayacağını, işçinin gerektiğinde kendi yeni sendikasını kurma özgürlüğüne sahip bulunduğunu, hatta bu özgürlük için bir olanak sunduğunu söyleyebilirim. İşçiyi sendikalaşma özgürlüğünde yalnız bırakan iktisadi liberal, bireyci anlayışın yerine bu anayasa hükmünde sosyal, dayanışmacı, özgürlükçü bir devlet ve sendikalaşma ruhunu, amacını okuyabiliriz. Yasalar yazıldığı gibi değil, okunduğu gibidir.

Formun Üstü

Bilim Teknik 13.03.2009



HUKUK POLİTİKASI

Hayrettin Ökçesiz

hayret@akdeniz.edu.tr

Önceki yazımda vahşi kapitalizmin, işçileri sendikasızlaştırmak için uyguladığı yöntemleri sıralamıştım. Liman-İş Sendikası’ndan Onur Bakır ve Deniz Akdoğan’ın hazırladıkları “Türkiye’de Sendikalaşma ve Özel Sektörde Sendikal Örgütlenme (Ocak-2009, Ankara)” adlı bu rapordan daha pek çok ilginç şey öğrenmek mümkün.

İşçiye Sendika Yasak -II

Hukukumuzda sendikalaşmaya ilişkin genel görünüm şöyle:

1) Anayasanın 51. maddesinde: “Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlarını korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz.(…)”

2) 2821 Sayılı Sendikalar Yasası’nın 22. maddesinde: “Sendikaya üye olmak serbesttir. Hiç kimse sendikaya üye olmaya veya olmamaya zorlanamaz. İşçi veya işverenler aynı zamanda ve aynı işkolunda birden çok sendikaya üye olamazlar.(…)”

3) Bu “Sendikalar Yasası”nın 31. maddesinde: “İşçilerin işe alınmaları, belli bir sendikaya girmeleri veya girmemeleri veya belli bir sendikadaki üyeliği muhafaza veya üyelikten istifa etmeleri veya sendikaya girmeleri veya girmemeleri şartına bağlı tutulamaz.//Toplu iş sözleşmelerine ve hizmet akitlerine bu hükme aykırı kayıtlar konulamaz.// İşveren, bir sendikaya üye olan işçilerle sendika üyesi olmayan işçiler veya ayrı sendikalara üye olan işçiler arasında, işin sevk ve dağıtımında, işçinin mesleki ilerlemesinde, işçinin ücret, ikramiye ve primlerinde, sosyal yardım ve disiplin hükümlerinde ve diğer hususlara ilişkin hükümlerin uygulanması veya çalıştırmaya son verilmesi bakımından herhangi bir ayırım yapamaz.//(…)”

4) 87 Sayılı ILO Sözleşmesi’nin 2. maddesinde: “Çalışanlar ve işverenler, herhangi bir ayırım yapılmaksızın önceden izin almadan istedikleri kuruluşları kurmak ve yalnız bu kuruluşların tüzüklerine uymak koşuluyla bunlara üye olmak hakkına sahiptirler.”

Söz konusu rapora göre, Türkiye’de ücretlilerin sendikalaşma oranı 1988’de %22,2 iken, 1995’te %3,5’e düşmüştür. 1990’lar boyunca süren düşme eğilimi, 2000’lerde de devam etmiştir. Bu oran 2002’de %9,5’e, 2003’te %8,9’a, 2004’te %8,1’e, 2005’te yüzde 7,6’ya, 2006’da %7’ye, 2007’de %6,1’e düşmüştür.(S.5)

Görülüyor ki konu, sendikalaşma özgürlüğü temelinde, “hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz” hükmünün çevresinde dönüyor. Bu özgürlükler tarihsel süreçte ciddi kazanımlardır. Ancak sonuçtan baktığımızda, tüm ilgili hukuk normlarının yukarıdaki tablonun ortaya çıkmasında birincil görev gördüğünü söylememek mümkün mü? Belli ki, bu ülkede hiçbir işçi sendikaya üye olmaya zorlanmıyor. Ayrılmasına ne denli gayret edildiğiyse aşikâr. Belli ki, bu hukuk işçinin bir insan olarak onurunda saygı gördüğü, korunduğu bir hukuk değil. Bugün bu dar, eksik ve bozuk çerçevenin içerisine ülkeyi, işçiyi sıkıştırmanın yol açtığı sosyal, siyasal, ekonomik durumun somut kanıtlarını her köşe başında en ağır, üzücü, aşağılayıcı örnekleriyle yeterince bulmuyor muyuz?

Katkısını hiçbir vicdanın inkâr edemeyeceği işçinin ülkenin kamusal karar süreçlerinde sözünün duyulup dinlenebilir olmasının kime ne zarar verebileceğini düşünmeliyiz. Bundan zarar görenin oligarşik bir örgütlenmeyle, bu kararları almaya yetkili kılınmasının ülkeyi, halkı ne denli hırpaladığını da düşünmeliyiz. İşçiyi sendikasızlaştırma özgürlüğünü kendilerine tanıyanların koltuk değneği aslında bu yaldızlı anayasa, yasa hükümleri değil midir? İşçiyi sendikadan kopararak cemaatlerin kulu yapmak, bu yolla siyasal yaşama cemaat damgasını vurdurmak çağdaş bir hukukun amacı olabilir mi?

Yenilerde çıkan “şezlong yasası”nın mantığının aslında iktisadi liberalizmin hukuk düşüncesiyle çok önceden işçi hukukunda egemen kılındığını görmemek olanaksızdır. Bu mantık güçsüze kendi hakkını tek başına koruma yükünü getiren, onu hukukun ve devletin üstün gücünden yararlandırmaktan, bireysel şikâyet ve dava etmeye yazgılı kılarak yoksun bırakan bir “uyanık” edepsizliğidir.

Konuya devam edeceğim.

Formun Üstü


Bilim Teknik 27.02.2009

HUKUK POLİTİKASI

Hayrettin Ökçesiz

hayret@akdeniz.edu.tr

Türk-İş’e bağlı Liman-İş Sendikası bir raporunda işverenlerin, işçilerin sendikalara üye olmasını engellemek amacıyla 41 farklı yöntem kullandığını söylüyor (Radikal, 10.2.2009). Bunlar gazetede aşağıdaki tasnifle şöyle sıralanıyor:

İşçiye Sendika Yasak

*Akrabalık, hemşerilik gibi geleneksel ilişkileri kullanarak sendikalaşmanın işverene ihanet anlamına geldiğini öne sürerek, işçileri psikolojik baskı altında tutma.

* Sendikalaşma faaliyetini önceden haber alıp, engellemek için işçiler arasında muhbirler oluşturma, işçiler arasında güvensizlik yaratma.

* İşçiler arasındaki siyasi görüş, inanç, etnik köken ve benzeri ayrımları kışkırtarak işçileri birbirine düşürme, işçilerin ortak hareket etmesini engelleme.

* İşçileri sendikalaşmadan vazgeçirmek için işçilere maaş dışı maddi yardım teklif etme.

* İşçilere sendikaya üye olmamaları durumunda yüksek maaş artışı sağlanacağını vaat etme, bu artışı gerçekleştirme.

* İşe giriş sırasında işçilere ‘Sendikaya üye olmayacağım’ biçiminde yazılı kâğıt imzalatma veya senet alma.

* Kayıt dışı istihdama başvurarak işçilerin sendikalaşma ihtimalini tamamen ortadan kaldırma.

* Sendikaya üye olan işçileri tümüyle veya kısmen işten çıkarma.

* Sendikalı işçileri işten çıkardıktan sonra yeni işçi alarak sendikanın yetkisini düşürme.

* İşyerine noter getirerek veya işçileri işyeri servisleriyle notere götürerek işçilerin sendikadan istifasını sağlama.

* Sendikaya üye olan işçileri yıldırmak için işçinin görev yerini değiştirme, işçiye daha zor iş verme, işçiyi mesleki bilgisi ve yeterliliği dışındaki işleri yapmaya zorlama.

* İşçiler arasında suni ayrımlar, ücret farklılıkları yaratarak işçilerin birlikte hareket etmesini engelleme.

* Kâğıt üzerinde işyerinin adını değiştirerek veya işyerini kapatıp yeni bir iş yeri açarak sendikanın yetki almasını engelleme.

* İşçileri baskı, tehdit, zor yöntemleriyle sendikadan istifaya zorlama.

* Kasıtlı olarak işkolu ve yetki itirazı yaparak sendikalaşma sürecini uzatma, işçileri yıldırmaya çalışma.

* Çoğunluk tespiti sırasında hukuk dışı uygulamalara başvurma.

* Sendikalaştığı için işten atılan ve işe iade davasını kazanan işçilere işbaşı yaptırmama.

* Özellikle organize sanayi bölgeleri, sanayi siteleri ve serbest bölgelerde işverenlerin birlikte hareket etmesi, sendikalaşan veya sendikalaşmaya meyilli olan işçiler hakkında ‘kara listeler’ oluşturarak bu işçilerin aynı bölgedeki farklı işletmelerde iş bulmasını engelleme.

* Sendikalaşan kadın işçilere kocaları veya aileleri yoluyla sendikadan istifa etmeleri için baskı yapma.

* Mevcut toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini kullanarak, ‘kadının sendikayla işi olmaz’ gibi söylemlerle, kadın işçileri sendikadan uzak tutmaya çalışma.

* Hamile veya çocuklu kadın işçileri, sendikadan istifa etmeleri için zorla mesaiye bırakma, çalışma saatlerini uzatma.

* Sendikalaşan kadın işçilere fiziksel veya sözlü cinsel tacizde bulunma.

* Sendika yöneticisi veya işyeri temsilcileri hakkında asılsız suçlamalarda bulunma, çeşitli yollarla sendikacıların gözaltına alınmasını veya tutuklanmasını sağlama.

* Özellikle yerel gazeteleri kullanarak, basın aracılığıyla sendikalaşan işçiler ve sendikalar arasında asılsız iddiaları gündeme getirme ve kamuoyu nezdinde karalama kampanyası yürütme.

*Sendikalaşma sürecinin yaşandığı işyerlerinde, çalışma saatlerini uzatma, ücretleri geciktirme, molaları kısaltma, molada verilen çayı kaldırma, servisleri kaldırma, öğle yemeği çıkarmama.

* İşçilerin işyerinde kendi aralarında konuşmalarını yasaklama.

* Sendikalaşma sürecinde sendikalı işçileri tek vardiyada toplayarak, sendikalı işçilerin diğer işçilerle temasa girmesini engelleme.

* Sendikalaşan işçileri, eşleri veya çocuklarına zarar vermekle tehdit etme.

* Taşeronlaştırmaya giderek sendikal örgütlülüğü dağıtma.

* Sendikaya üye olan işçileri ‘fazla mesaiye bırakmama’ ve işçilerin ‘ücretlerinde keyfi kesintiye gitme’ yoluyla işçilerin reel ücretlerini düşürme yoluyla işçileri sendika üyeliğinden istifaya yöneltme…

Bunları okuyunca ya utançtan, ya öfkeden kimsenin yüzü kızarmaz mı? Siyasetçisi, hukukçusu sendikalaşma özgürlüğünden söz eder dururlar. Bu yalanı niye söylerler? Bu yalanı söylemelerine niçin izin veririz?

Bu konuya devam edeceğim.


Yüklə 319,5 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin