Kararlarımızın adalet ve özgürlük kalitesini, mutsuz, yoksun, acılı insanlarımızın sayısını en aza indirebilmekle, acılarını en yüksek düzeyde dindirmekle ölçmeliyiz.
Hümanist Açılım
Kelsen’e göre çoğunluk kuralı ancak şu özgürlük ilkesiyle meşruluk kazanabilir: Kararlar öyle verilmelidir ki, bunlarla olabildiğince az sayıda yurttaş karşı çıktıkları bir düzende yaşamaya zorlanmış olsun.
Seçmenlerin önemli bir çoğunluğunun onaylamış olamayacağı bir parlamento çoğunluğuyla çok önemli yasa tasarılarını yasalaştıran, çok ciddi icrai kararlar alan bir hükümet partisi bu ilkenin kendisi için evleviyetle geçerli olduğunu asla göz ardı etmemelidir. Toplumun çoğulcu siyasal bütünlüğünü ancak bu ilkeyi gözeterek kavrayıp, koruyabiliriz.
Siyasal anlamda “azınlık” veya “öteki” gibi kavramlarla nitelenenlerin de Hukuk’ta eşit hak ve özgürlüklere, eşit onura sahip yurttaşlık sıfatıyla, farklılıklarını koruyarak birleştiğini; tüm çabanın bu hak ve özgürlükleri daha çok olgunlaştırıp geliştirmeye yönelik bulunduğunu; bu süreçte hiçbir yurttaşın kamu yararıyla temellendirilmeksizin hiçbir surette diğerleri karşısında ayrıcalıklı kılınamayacağını; Adalet’in, bir kategorinin tüm üyelerine eşit davranmak olduğunu; kategorileri kurarken “İnsan Hakları”nın tüm gereklerini hassasiyetle gözeterek maddi anlamda Adalete daha çok yaklaşabileceğimizi biliyoruz.
Hukuk, eşit ve daha çok özgürlük ve güvenlik hedefinde; demokrasiciliğin, liberalizmin ve yararcılığın “çoğunluk kararı”yla, “rekabete ve pazara dayalı özgür girişimciliği”yle, “en çok sayıda insanın en büyük mutluluğu”yla daha çok, engellenmiş görünüyor. Bunun için Kelsen yukarıdaki uyarıyı yapıyor.
Negatif tanımlamalarla bu engelleri daha iyi deşifre edebiliyoruz. Bunun için Bentham’ın ne anlama geldiğini pek bilemediğimiz bu “en büyük mutluluğu”nun karşısına I. Tammelo’nun ve A. Kaufmann’ın negatif yararcılığını koyuyoruz: En az sayıda ve en az derecede yoksul, mutsuz, muzdarip insan… Kararlarımızın adalet ve özgürlük kalitesini, mutsuz, yoksun, acılı insanlarımızın sayısını en aza indirebilmekle, acılarını en yüksek düzeyde dindirmekle ölçmeliyiz. Rawls’un, adalet kuramında daha zor, en zor durumda olana öncelik, ayrıcalık tanımak diye anlayacağımız etik ilkesi bu kaygıdan doğmaktadır. Dreier’in “Haksızlık Argümanı” olarak adlandırdığı ve ağır bir haksızlık içeren normların hukuksal geçerlilik taşıyamayacaklarını anlatan “Radbruch Formülü” de kapitalizmin yarattığı tahribatı onarmaya yönelik bu negatif hukuk felsefesine bir başka örnektir.
Bu tersinden düşünülmüş ilkeler, İnsan’ın en yüksek otorite olarak algılandığı; yeteneklerinin en yüksek düzeyde gerçekleşmesinin ve şiddetten arınmış, duyunç özgürlüğüne dayalı, hoşgörülü bir ortak yaşamın amaçlandığı insancıl bir hukukun gündelik yaşama daha çok dönüşebilmesi içindir. Cicero’nun “suum quique tribuere” (“Herkese hak ettiğini vermek”, Ulpian’da ayrıca neminem laedere -“Kimseye zarar vermemek”) ilkesiyle, “Altın Kural” (“Kendine yapılmasını istediğin/istemediğin şeyi sen de başkasına yap/yapma”) ilkesiyle, Kant’ın “Koşulsuz Buyruk”uyla (“Nihai amaç olarak insan” ve “Genel yasa olmasını isteyebileceğin ilkelere göre davranmak” buyruğuyla), Rawls’un “Denkserlik” (“Tüm katılanların külfetten ve nimetten eşit pay alacakları biçimde davranmak”) ilkesiyle, Hans Jonas’ın “Sorumluluk” (“Ediminin sonuçlarının İnsan Yaşamını ve Çevre’sini halen ve gelecekte tahrip etmeyeceği, tehlikeye sokmayacağı, zaafa uğratmayacağı bir biçimde davranmak”) ilkesiyle, Kaufmann’ın “Hoşgörü” (“Kavrayışlarını doğru bulmadığın kişilere de saygı duymak ve onları tanımak”) ilkesiyle bu insancıl hukukun pekiştirilmesi gerekiyor.
Gündelik yaşamımızı, ülke hukukunu ve siyasetini bu ilkelerle düşünüp, kavramaya çalıştığımızda; ulusal ve küresel boyutta bunların geçerliliği için çabaladığımızda, dünyanın bize, olduğundan daha farklı, daha aydınlık görüneceğini düşünüyorum.
Bu ilkelerin hiçbiri hiçbirimiz için elbette yeni düşünülmüş şeyler değil. Ama pek çoğumuz için bunlar belki itibarını, inandırıcılığını yitirmiş durumda. Birbirimizde aramaya güvenimizin, cesaretimizin, niyetimizin bulunmadığı bir kavgalı yaşamı seçmiş haldeyiz. Bu kısır kavgayı, bu ilkeler uğruna vermemiz gereken savaşımdan uzak tutmalıyız. İlkinde bunlardan karşılıklı vazgeçmişlikle bugünümüzü, geleceğimizi, birbirimizi gözden çıkarıyoruz.
Bir açılım zorunluysa, bu ilkönce bu temelde birlikte başaracağımız bir hümanist açılım olmalıdır. Açık olmak, birbirimizin zihninde, yüreğinde bu ilkeleri var saymak; kendi eylemimizin yalnızca bu ilkelere dayandığına herkesi kuşku bırakmayacak kanıtlarla ikna etmek… Son zamanlarda yaşadığımız vahim sorunları ancak bununla aşabiliriz. Bunların dışında gelecek olan her şey er ya da geç bir çözülmedir.
Formun Üstü
Bilim Teknik 06.11.2009
HUKUK POLİTİKASI
Hayrettin Ökçesiz
hayret@akdeniz.edu.tr
Unitopya’nın üniversitelerinden Akuni, kendisini “Ampul” üniversite olarak adlandırmış. Yöneticileri, ışık saçtığı için böyle bir adı fevkalade isabetli bulmuşlar. Kaç dönemdir önce mesut, sonra müteşebbis ve steril sıfatlarıyla onurlandırılan bu üniversite nihayet bugün armut olmanın coşkusunu yaşıyor. Ne mutlu bu üniversitenin öğrencilerine, öğretim elemanlarına, tüm diğer personeline, kurduna kuşuna!
Unitopya-3
Nurlanmakta olduğunu bir süredir izliyorduk. Ampulcülüğün üniversiteleri ne denli ihya edeceğini tüm Unitopya kamuoyu kısa zamanda Akünü örneğinde öğrenmiş olacaktır.
Unitopya’da üniversiteler bina yapar. Uysun, uymasın bina yaparlar. Elbette binasız ilim olmaz. Her şeysiz olur da, binasız olmaz. Bu amaçla Avrupa’nın en büyük hukuk fakültesi bina projesine imzanızı atsanız yeridir. Akuni’de olduğu gibi on sekiz bin metrekarelik, Hitler’in “Reichsparteitagsgelaende” mimarisini andıran bir tasarımla hukukun ne denli önemli olduğunu gururlanarak cihana haykırabilirsiniz. Kitlesel hukuk talimi hedefinizi görselleştiren bu tasarımda öğrencilerin okuma salonuna yalnızca yüzde birlik bir alanı, yüz seksen metrekareyi yeterli görebilirsiniz.
Bir fakültenin en az otuzbin ciltlik bir kütüphaneyle açılabileceği söylendiğinde önceki yöneticilerin “kitap size ne için lazım” diye sordukları gibi, kitapsız da üniversite ve fakülte olabileceği için; alabileceği öğrenci sayısına bakarak kişi başına yaklaşık 1/4 metre karelik bir dikilme alanıyla bu yeni binada öğrencilerinizi onurlandırabilirsiniz. Dekanlık katı elbette kaptan köşküdür. Makam tuvaletiyle birlikte tüm müştemilatının büyüklüğü bu okuma salonuna misildir. Burada at koştursa yeridir.
Böylesine amaçsız, orantısız, işlevsiz, anlamsız mimarlık garibelerini gerçekten bu denli amaçsız ve anlamsız saymak mümkün müdür? Bence hayır. Bunlar çok amaçlı yapılardır. Bağdat’a vali yaptığı oğlunun mali şikâyetlerini mektuplarından okudukça “oğlum bina yap” diye karşılık veren sadrazamın uyarısını bu devlet geleneğinde kim bilmez ki? Geçenlerde rast geldiğim Sayıştay denetçilerine yalnızca usulden değil, yerindelikten de denetim yapmalarının bu yoksul ülkenin dişiyle tırnağıyla biriktirip teslim ettiği üç beş kuruşunu çarçur eden bu sorumsuzların iştahını bir nebze kesebileceğini söylemiştim. Onlar da bu denetimin pek zor olduğundan, hemen hiç gerçekleşmediğinden yakınmıştı.
Akuni’de her yeni rektör kısa zamanda yeni konutuna, yeni arabasına kavuşur. Kanunda özel tahsis nedeni olmamakla birlikte, kendilerine bir rektörlük konutu uydururlar. Her gelen rektör yüz binlerce dolar harcayarak konutu yeniden tefriş eder, söker takar. Kâh gider kendi evinde oturur, kâh gelir çifte lojmanında kurulur. Öncekinin bindiğinden daha pahalı bir arabaya binmek adettendir. İki yüzbin, üç yüzbin dolardan aşağısı kurtarmaz. Bu arabalar elbette katma bütçeden alınmaz. Bu tür gelirlerin pek çok yolu vardır. İş bilenin, kılıç kuşananın değil midir! Bu rektörler her ikisinde de mahirdir.
Bunların yollarını avamın bilmesi pek kolay değildir. Duyuran ayağını tekin basmalıdır. Hakkında soruşturma açmadıkları muhalif bırakmazlar. Özelde ve genelde caydırıcı her türlü yaptırımı maharetle kullanırlar. İş bilmeye gelince, Deli Dumrul gibi, geçen, geçmeyen demezler. Gerekirse sinekten yağ çıkarırlar. Bir zamanlar cami imamlarının iştahını kabartan baz istasyonları pazarlıklarının Akuni’de de layıkıyla semeresini verdiğini basından okumayan kalmamıştır. Bir kampusa beş devasa çelik kule, kimi kamuflajlı, kimi çıplak, seyre nazır dikilmişler öylece dururlar. Sadece minareler, kubbeler değil, üniversite yerleşkeleri de, bilmezkişi raporu kendisinden, bu muhterislere yüksek gelirlerle sunulur olmuştur.
Akuni’de dekanlar da pek hamarattır. Kimi payitahtta oturup burada part-time dekanlık yapar, başka bir anabilim dalının, başka bir hocanın dersini sesiz sedasızca kendi üzerine yazıverir, kimi de öğretim elemanlarına “sorumluluklarımı yerine getirmezsem cumhuriyet savcılığına yapılacak suç duyurusunu taahhüt ve kabul ederim” gibi zırvalar imzalatarak sağına soluna korku salmayı meslekten sayar vs.
Kim bilir, başka üniversitelerde, başka fakültelerde daha ilginç neler oluyordur? Velhasıl, Unitopya’da “anything goes”!
Bilim Teknik 23.10.2009
HUKUK POLİTİKASI
Hayrettin Ökçesiz
hayret@akdeniz.edu.tr
İtalya’da kıyılardan içeriye sızabilen kaçaklara verilen addır clandestini… Avrupa Birliği Sahil Güvenliği - “Frontex” uluslararası antlaşmalara, AB-İnsan Hakları Konvasiyonu’na açık aykırılık içinde, helikopterleriyle bunların kırık dökük teknelerinin koordinatlarını bildirmek, kendi gemileriyle geriye püskürtmek işini üstlenmiş. Daha denizdeyken geriye, -aslında açlıktan susuzluktan ölüme-, göndermeye yardımcı oluyormuş.
Clandestini
Karaya ayak basabilenlerse Spartaküs’ün iki bin yıl sonraki candaşlarıdır sanki… Yoldaşları olamayacak denli korku ve bilisizlik, çaresizlik içerisinde İtalyan ekonomisine güç katıyorlar. Çalıştıkları bahçelerde, tarlalarda geceliyorlar, şehirliler gezintiye çıktıklarında gizleniyorlar, görülmemeye çalışıyorlar. Kendilerine dam kiralanmasını da kural koyucular yasaklamış. Geçen yıl yaklaşık yetmişbeşbinini sınır dışı etmişler. Bir milyon clandestini yaşıyor bu çizmede bu korkuyla. Rahip Carlo bunların Sicilya’dan ve İtalya’dan atılması durumunda güneyin, bu adanın ve nihayet kuzey doğunun endüstriyel ekonomisinin ciddi zararlar göreceğini söylüyor (A.Sorrento,“Moderne Sklaven” Frankfurter Rundschau, 8.10.2009.s.3) Ezilmesi, sindirilmesi, sömürülmesi en kolay bir köleler ordusunu AB kendi içinde yönetilebilir ölçülerde tutmaya çalışıyor.
Bu yılın Nobel Tıp, Kimya ve Fizik ödüllerinin buluşlarıyla canlıların yaşlanmasının neredeyse durdurulmasının; yeni bir organik yapıya yaşam kazandırılmasının; bizim kendi beyinlerimizle bir ağ içerisinde çalışacak küresel olağanüstü bir süper organizmanın yaratılmasının bilgisine ulaşmanın kapısının aralandığını okuyoruz sağda, solda.
Bilimkurguyla bilimin güncel gerçekliği iç içe geçmiş gibi görünüyor. “Transhuman”, “Posthuman” gibi kavramların anlam alanlarında düşünülüp söylenenlerin bu buluşlarla ilişkilendirilmesiyle çok farklı bir geleceğe ilk adımlarımızı attığımızı görüyoruz. Ölmeyeceğiz. Ölüm sağaltılabilecek… Ama bir şey bizim ruhumuzu daha çok çürütecek: Tahrip etmek! Ölmeyeceğiz, ama öldüreceğiz, yok edeceğiz, yıkacağız… Bu, bizim ardımızda bıraktığımız dünyadan geleceğe hep taşıyacağımız; daha korkunç boyutlara ulaştırarak taşıyacağımız bir insanlık durumu. Şimdi hiç ölmeyeceklerin daha korkunç öldürecekleri, yıkacakları, sömürecekleri bir küresel topluma doğru koşuyoruz.
Nürnberg Şehrinin iki yılda bir verdiği uluslararası “İnsan Hakları Ödülü” törenine bu yıl da (4 Ekim’de), davetli olarak katılmak üzere bindiğim uçakta bir Alman “Bundesbank” yönetim kurulu üyesinin Türkler, Araplar hakkında daha sonra epeyce gürültü koparan sözlerini, o günün bir Alman gazetesinden sıcağı sıcağına okuduğumda bir an koyu bir karamsarlığa sürüklendim. Keşke hemen inebilseydim şu uçaktan diye geçirdim içimden. Ama ayrıca tam da bunun için Unesco’nun önderlik, Nürnberg’in ev sahipliği ettiği bir koalisyon’un; ırkçılığa, ayrımcılığa, aşağılamaya karşı farklı ülkelerden yüz üyeli bir şehirler koalisyonunun toplantısına da katılacaktım.
Orada kaldığım birkaç gün içerisinde tüm ırkçılığın, ayrımcılığın büyüklü küçüklü kamalar gibi zihinlerimize çakılmış olduğunu tartışmaları izleyerek, yaparak gördüm. Bunlardan geçmiş, gelecek hiçbir çağ, hiçbir toplum, hiçbir insan arınmış değildi, olamayacaktı. Yapılacak şey, birbirimizi kendimize karşı korumaktı. Irkçılığa, ayrımcılığa karşı koru(n)mak yaşanan toprakların insanların vatanları olmasına izin vermekti aslında. Bir toprağın herkese vatan olması, oradaki insanların birbirlerine ait olması değil miydi? En acısı Nietzsche’nin bir şiirinde dediği gibidir: “Weh dem, der keine Heimat hat - Vay haline vatanı olmayanın”. Bu yılki Nürnberg İnsan Hakları Ödülü İranlı bir avukata; havalimanında pasaportuna el konulduğu için törene gelemeyen bir insan hakları savunucusuna; Tahran’da “Evin” adlı bir cezaevinin de kendisine bir süre yurt olduğu Abdolfettah Soltani’ye verildi. Vay haline kendi vatanında bile vatansızın!
Berlin’de kapsamlı bir “İnsan Hakları Enstitüsü” ve kütüphanesi kurmuş bir meslektaşımdan ABD’nin Bağdat’ta bir insan hakları kütüphanesi kuracağını öğrendim. Bundan daha kara bir kara mizah örneği olabilir miydi? “İnsan hakları” bizim sahip çıkamadığımızda sömürgenlerin yakıp yıkmak için kullandığı bir belagat konusu oluveriyor. Biz kendi şehirlerimizde bu kütüphaneleri kendimiz kurmalıyız. İnsan hakları ödüllerini önce biz kendi insanlarımıza vermeliyiz. Bu konuda her ülkeyle, her kentle, her insanla dayanışmalıyız. Vatansız kimsemiz kalmamalı. Yeryüzünde kimse clandestino olmak zorunda bırakılmamalı.
“Felsefe Yazıları Dergisi – Baykuş”, “Felsefe ve Devrim”e odaklanmış bu son sayısında. Doğan Özlem’e ve Yayın Kurulu üyelerine teşekkürler!
Formun Üstü
Bilim Teknik 09.10.2009
HUKUK POLİTİKASI
Hayrettin Ökçesiz
hayret@akdeniz.edu.tr
Geçen yüzyılın son yıllarında bir kurul toplantısında Marmara Hukuk’ta kayıtlı öğrencilerin yüzde yetmişinin İmam Hatip Lisesi mezunu olduğu söylendiğinde, bu bilgi kurul üyelerinde dikkate değer bir yankı uyandıramamıştı. Daha sonraları hukuk vb. fakültelere İHL mezunlarının yoğunlukla akın etmesinin nedenlerine ilişkin ilginç açıklamaları hem bu hareketi yönlendiren, hem de eleştiren ağızlardan yanlış anlamaya yer olmayacak biçimde duymuştuk.
Şeriatın Hukuk Fakültelerine Doğru
Anadolu’nun yoksul çocuklarının bu liselerde öğretim görerek daha yükseklere tırmanmasını gıptayla, takdirle karşılamalıydı belki. Bu da bir halk hareketiydi bir yönüyle. Hakkını arayan, gücünü bulan bir hareket… Ancak eğitim ve kullanılma programı, eğitim felsefesi, eğitim psikolojisi, tüm siyaset kuramları birlikte düşünüldüğünde karşıdevrimci, gerici bir hareketti bu. Halkın geriye doğru devindirilmesi de mümkündü.
İyi kotarılmış bir siyasi hareketin “arka bahçesi” olan bu okullardan devletin ve toplumun diğer kurumlarında zamanla köşe başlarını tutacak her rütbeden bekçiler yığınlarla mezun edilebilecekti. Girecekleri hukuk vb. fakültelerden alacakları diplomalarıyla her türünden denetim görevi görecekleri kritik eşiklere yerleştirileceklerdi. Bu mücadelede gösterecekleri özveriye karşılık, kapsamlı bir intisap-iltimas ilişkisinde ödülsüz bırakılmayacaklardı. Yoldan dönenlerle, bu çarka girmeyenler de İHL hareketinin böyle bir programının bulunmadığının somut kanıtları olarak kullanılacaktı. Hiç fire vermeyen bir başarıydı bu doğrusu.
Bugün hukuk diplomalarıyla gelinen yerde artık ihtiyaç, uygulanacak yeni hukukun yaratılması, öğretilmesi, biliminin yapılmasıydı. Bunun çok önemli ve o denli gözden kaçırılan iki hamlesini geçenlerde YÖK, yasaya aykırı bir yönetmelikle yapıverdi. Yasa çıkarmaya bile sabırları yoktu artık. Yasayı yönetmelikle değiştirmeyi yerinde gördüler.
Hukuk fakültelerinde bölümler kaldırıldı. Roma Hukuku Anabilim Dalı lağvedildi. Hukuk fakültelerinde üç bölüm vardı. İlki, “İktisat ve Maliye Bölümü”, geçen yıl kapatıldı. Kamu Hukuku ve Özel Hukuk Bölümleri de bu yıl kaldırıldı. İktisat bilgisinin ve düşüncesinin hukuk bilimi ve öğretimi için önemini bilemeyecek hiç kimse yoktur. Bu bilim alanı hukuk bilimlerinin yapıldığı hukuk fakültesinin dışına atılarak, hukuk’un gerçeklikle olan ilişkisinin öğretimine ağır bir darbe vurulmuş oldu.
Ancak darbenin en ağırı laik hukuk bilimine ve öğretimine vurulanıdır. “Roma Hukuku” Hukuk Tarihi alanına tali bir konu olarak alınmakla gereken yapılmıştır. Roma Hukuku, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik hukuk düzeni kurulurken kullanılan “sistem mantığı”dır. Bu hukuk bu nedenle sıradan bir “Hukuk Tarihi” konusu değildir. Roma Hukuku’nun ve öğretiminin bu perspektifte taşıdığı önem, hukuk düzenini laik hukuk düzeni olmaktan çıkarmak isteyenlerin pek ayırdında oldukları bir önemdir.
Kamu Hukuku’nun mantığı ve metodolojisi bizde “Örfi Hukuk”un izini sürer. Bizdeki “Hukuk Devleti” düşüncesinin ve hukuk devletinin gelişiminin böyle bir “Hukuk”un etki ve gerekçe alanını kullandığını söyleyebilirim. Cumhuriyet’in bu Roma Hukuku’nun yanında ve ondan önce Orta Asya’dan beri gelen “örfi hukuk”un şeriat hukukuna sınırlar çektiğini; sonradan Hukuk Devleti’ne dönüşecek olan bir devlet mantığının kurulmasında ve korunmasında etkin bir hukuk alanı oluşturduğunu şeriatçılar çok iyi bilirler. Örfi hukuk, laik hukuk düzenini anlamamızda bize en yakın hukuk düşüncesi kalıbıdır. Hukuk Fakültesi’ndeki “Kamu Hukuku Bölümü” böylesine bir düşünce ve çağrışım alanını doldurmaktadır. Bu bölümü kaldırmakla bilimi ve öğretimi yapılan hukukun giderek bu ruhtan uzaklaştırılacağı umulmaktadır. Bu bölüm altında yer alan hukuk anabilim dalları birbirleriyle bölüm kurullarında kurabildikleri organik bağdan, işbirliğinden ve işbölümünden koparılmakta, kendi içlerine döndürülmektedirler. Şer’i hukukun özel hukuk, yani “haklar” mantığıyla kavranan ve yorumlanan; pozitif hukukun kaynağı bir ulus-devlet’ten bağımsız ve ulemanın fetvasıyla yürütülecek bir cemaat-ümmet hukuk ilmi’nin yapılması ve talebelerinin yetiştirilmesi yolunda ilk adım bu hamlelerle atılmış olmaktadır.
YÖK’ün bu yeni hukuk fakültesi tasarımına, dekan atama politikasına ve pek çok başka ayrıntıya bir anlam verebilmek güdülen bu amacı iyi kavramakla mümkündür. Hukuk fakülteleri çok, ama çok önemlidir!
Formun Üstü
Bilim Teknik 25.09.2009
HUKUK POLİTİKASI
Hayrettin Ökçesiz
hayret@akdeniz.edu.tr
İmza, sayı, uyaroy gücüne bakarak yeni ideolojinin çarkçıbaşılığı işi gördürülen yeni kamu “tabela üniversiteleri”yle ve “pek çok amaçlı özel üniversite” olanağıyla -ya öncekilerini ciddi baskılarla ıslah ederek veya yeni birçoğunu açtırarak- görmüş geçirmiş köklü üniversitelerin etkisi kırılmakta, ortaya çıkan bu niteliksiz nicel güçle “Üniversite” yeni misyonuna hazırlanmaktadır.
Üniversiteler Direnin!
Bütün bunlar gözler önünde olup bitmektedir. Kendisine “bilimde çağdaş, düşüncede özgür” diyen bir özel üniversite geçenlerde, gerçekten bilimde çağdaş, düşüncede özgür iki değerli hocasını kapının önüne koyuvermiştir. Bu hizmetiyle de YÖK’çe iki kat öğrenci kontenjanıyla taltif edilmiştir. Havuç-sopa taktiğiyle sirkte hayvan terbiye edercesine üniversiteleri önce kişiliksizleştirmenin, sonra da yeni ülke ve dünya düzenine uyumlu, verimli kurumlar haline getirmenin bunlar için taşıdığı önemi açıklamaya hiç gerek yoktur. Toplumun siyasete meşruluk bahşeden kurumu aslında “Üniversite”dir. Üniversite fetholunmalıdır. Bu amaçla epeyce yol kat edilmiş, işin artık yüze yüze kuyruğuna gelinmiştir.
Yeni öğretim yılına açılırken, üniversiteler direnin! Üniversitenin özü “düşünmek”; düşünmek direnmekse, direnin! Direnmek de çünkü düşünmektir.
Laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği Anayasa Mahkemesi’nce neredeyse oybirliğiyle ( bire karşı on oyla) tescil edilmiş hükümet partisinin başkanını fahri doktora unvanlarına boğan üniversitelerin senatolarının acınası konumdaki üyeleri, sevgili meslektaşlarım şimdi siz de bir düşünün ve katılın bu direnişe!
“Laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmek” bir siyasal parti için nasıl bir işleyiş, zihniyet, amaç ve strateji bütünlüğünü gerektiriyorsa ve bunun gerçekliğini kanıtlıyorsa, bu söz böyle bir partinin yönetiminde ülkenin tüm kurum ve kuruluşlarıyla kısa zamanda ne hale getirileceğinin açık yol haritası olarak da okunmak durumundadır.
Doğru işi yanlış yaparak halkın kafasını karıştırmak, onu bu yolla eylemsiz bırakmak bu yürüyüşün çok önemli bir tarzıdır. Anayasa değişikliği, derin devlete karşı mücadele, demokratikleşme, yargı reformu vb. bu halkın onayladığı, ancak bu partinin bilerek yanlış yaptığı doğru işlerdir.
Bu çerçevede “Üniversite” tüm gizilgücü nedeniyle ilk ele geçirilecek, en stratejik hedeftir. Üniversitelerin kendilerine fahri unvanlar vermesini sağlamanın böylesine bir işaret değeri vardır. Kenan Evren’e İstanbul Üniversitesi Senatosu’nca “Fahri Hukuk Profesörü” unvanı verilirken gözetilen strateji ve başlatılan süreç buydu.
Üniversitelerin verdikleri fahri unvanların amaç ve ruhunun burada anılan hallerden çok farklı bulunduğunu; üniversitelerin bu düşmüşlüklere zorlanmasının hepimizi kahırlandıran bir gerçeklik olduğunu söylemek zorundayım. Bu işler bir de sapı bizden olan baltalarla kotarılıyorsa sonuç tarifsiz bir acıdır. Orman direnirse, balta girmez olur.
İnce kurnazlıklarla tasarlanmış yalanlarla, dolanlarla fırlatıldığı bu yokoluş uçurumundan ülkenizi çekip çıkarabilmek için “düşünün”! Düşünmek ama her şeyden önce insanın, kendisine zarar verebilecek şeyleri düşünmeye, söylemeye cesaret edebilmesidir. Düşünmek, kendisi için düşünmemektir. Üniversite’de düşünmek böyledir. Bu yüzden gerçek üniversiteler neyi düşünmüş olursa olsunlar, düşünürlerine kol, kanat gererler. Tüm üyelerinin bunu anlamalarını, içselleştirmelerini bir topluluk etosu olarak ön sırada tutarlar. Üniversite’nin alameti farikası işte bu yüzden “düşünmek”tir.
Üniversite ülkeyi düşünmek zorundadır. Ama böyle cesaretli, direnen bir düşünmek’le düşünmelidir! Üniversitenin alameti farikası işte bu yüzden “direnmek”tir aynı zamanda.
Ülke’den ben de bir toprak parçasını anlamıyorum. Ülke’den, onun adaletini, hakikatini, barındırdığı değerlerini; yaşamaya, ölmeye değer varlığını; insanının onurunu, eşitliğini, özgürlüğünü, güvenliğini; sağlığını, mutluluğunu, sevincini, güvencini anlıyorum. Canlısıyla, cansızıyla sevip, saydığımız, içinde anlam ve değer kazandığımız; tinimizle ruhumuzun o biricik evini anlıyorum. Ülke bu ülküden geliyor. Düşündüğüm Ülke budur bence. Bu ülkü henüz bütünüyle var olmayan bir ülkeye ulaşmak inancını, kararlılığını, coşkusunu, yükümlülüğünü bize yüklüyor.
Bu aslında Atatürkçe düşünmektir, Atatürkçe direnmektir. Atatürk’ün üniversiteleri, Atatürk’ün gençleri her yaştan, varsanız hâlâ, direnin! Direnirseniz varsınız. Düşünüyorsanız varsınız.