“Unitopia”yla bir üniversiteler ülkesini adlandırmak istedim. Bu ülkede olan bitenlerin üniversitelerimizdekilerle bir ilgisinin bulunmadığını belirtmeliyim. Kimse üzerine alınmasın. Alınmasın ki, arada bir oradan haberler verebilelim. İçindeki bir damla suyla bile inatla bardağın dolu kısmını gösterenlere karşı onun ne denli boş olduğunu söyleyebilmek için bu sözcüğe ihtiyacımız var.
Unitopia
Unitopia, Anti-Utopia adlı bir gezegende bağımsız, egemen bir ülkedir. Bu ülkeden vereceğimiz haberler kimilerine, bu kez olguların gölgesi anlamında, Eflatun’un “Mağara İstiaresi” gibi de gelebilir. Bence bir sakıncası yok.
Akuni, Unitopia’nın sayısına bereket üniversitelerinden bir tanesidir. Hepsi birbirine her yönden çok benzediğinden, Akuni’den gelecek haberlerin pek çoğu, aksi kanıtlanmadıkça, diğerleri için de geçerli sayılabilecektir.
Önce genel bir betimleme yapalım: Unitopia’nın üniversitelerinde de rektörler, dekanlar, profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, doktorlar, araştırma görevlileri vd. mevcuttur. Makine dairesi, tanrı nazardan korusun, pek işgüzar, pek hamarattır. Tüm şubeler bu Batanik’lerin(*) buzdağına olanca hızıyla yaklaşması için ellerinden geleni gece gündüz yapmaktalar. Bu üniversitelerde de fakülteler, yüksekokullar, enstitüler, merkezler, olan ve olmayan binalarında mekân tutarlar.
Öğrencileri unutmadım. Unitopia’da pek “öğrenci” yoktur. Gençler diploma almaya gelmiş gibidirler. Yaratıcı bilimcilerin oranı %1’i, gayret- ve çilekeşlerinki ise %10’u geçmez. Bu yüzden genel görünüm, bu üniversitelerin yalnızca kendi mensuplarının iaşesi için kurulmuş olduğu izlenimini verir. Son zamanlarda bir de “güvenlik” furyası başlamıştır ki, güvenlikte hissettirmek yerine, güvenliği hissettirmek baskın geldiğinden, sendeleyen son kafalar da estirilen bu korku terörüyle, “özgürlük”tense, güvenlik deyip rehavetin hamağına yıkılıvermişlerdir.
“Maazallah, bizde öyle değil. Karabasan gibi geldi birden. Ne biçim Topyaymış orası!” dediğinizi duyar gibiyim. Bekleyin, bu ülkede öyle bir rektör ataması yaparlar ki, rektörler dekanları istifaya öyle bir icbar eder ki, dudaklarınız uçuklar. O dekanlar ki, gidişleri hep gelişlerini anımsatır.
Rektör aday adayları bu uğurda yıllarca yatırım yaparlar. Bitişe doğru da kırk takla atma temrinlerine başlarlar. Oylarını meslektaşlarından daha çok sevdikleri rivayet olunur. Sonunda atanan rektörün kapısında daha ilk günden, oy verenlerle vermiş gibi yapanlar tahsilata dururlar. Çok sukutu hayal yaşanır. Saltanat yeniden başlar. İlk günden ikinci dönemin tohumlarını serpmek lazımdır. Tüm icraatı kavramak ancak bu ruhla mümkündür. Bu rektörler de bizdeki gibi, özgecil, çalışkan, özverili, vatan- ve milletperverdir. Kuşkulanmak kimsenin haddine değildir. İlim Çin’de olsa deyip, her diyardan her türlü orta oyuncusunu davet ederek ilim erbabının ilim ve irfanda derinleşmesine etekle para dökerler. Yılın yarısını ve tüm bütçe kalemini bu tür hatiplerden bilimsel bilgi kapmak için harcarlar.
Dahası, okurlarım anımsayacaktır: Akuni’den bir rektörün fikri gelmişti de demişti ki, “biz Guiness Rekorlar kitabında, Utopia’da aynı anda en çok balon patlatan üniversite olarak tarihe geçmeliyiz. Toplar tüfekler patlamasın, balonlar patlasın!”. Tüm senato üyeleri, yönetim kurulu üyeleri coşkuyla alkışlamışlardı. Buna bütçeden zamanın parasıyla iki milyar Unitopia Lirası ödenmişti. Ne denli duygulandırıcı bir durum, değil mi?
Bu rektörler çok gayretlidir. İktidara geldiklerinde önceki yönetimin dekanlarını “ikna”yla uzaklaştırdıktan sonra fakültelerine başka üniversitelerden uygun dekan görmeye giderler. Zahmetlice bir iştir. Ama Akuni için can feda. Bazen o kadar ırağa gitmezler. Başka bir fakültesinden bir âlimi bir başka fakültesinin başına geçirirler. Oranın profesörleri birazcık homurdansalar da, her biri kendi procesini düşleyerek, seslerinin şiddetini azaltırlar, daha uyumlu tınılarla “kesilen ağacın davası görülmez”(**) yargı kuralınca şirinleşmeye bakarlar. “Hukuk Politikası” bunların neresinde diye soranların sabırlı olmasını dilerim. Devamı var.
(*) Bu deyişi küçük oğlum Ertan’dan aldım.
(**) Güvenpark’taki ağaç katliamından sonra Danıştay böyle bir karar vermişti.
Formun Üstü
Bilim Teknik 07.11.2008
HUKUK POLİTİKASI
Hayrettin Ökçesiz
hayret@akdeniz.edu.tr
Anayasa Mahkemesi “esas bakımından uygunluk” denetimine yönelirken yargılamanın doğası gereği “hipotetik” değil “kategorik” bir akıl kullandı. Mantık hatalarının hukuksal hatalar olduğunu görmezlikten gelmedi, dokunulamaz hükümler karşısında içeriksel denetimin yasaklanmasının adalet ve hukuk kalitesi bakımından taşıdığı ağır özrü, “Radbruch Formülü” çerçevesinde giderdi.
Anayasa Mahkemesi, Türban ve Radbruch Formülü
Kimi körkütük mevzuatçıyla, pozitivist Kelsen’ci karınca, tüm dinci “her yol mubah”çılar AKP’nin türbanı öne sürerek ihtiyatla yeltendiği devlet dönüştürme girişimine üstün bir gayretle tanıtsal destekler veriyor, bu hizmetlerini anayasa Mahkemesi’ni yerden yere vuran asli maddi siyasetçilerin tuttuğu şecaat defterine sabırsız bir beklentiyle yazdırıyorlar. Ödül günü gelecek mi?
Gerekçesi 22.10.2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 5.6.2008 tarihli iptal kararında Anayasa Mahkemesi söz konusu anayasa değişikliğinin Anayasaya ve Hukuka aykırılığını ortaya koyarken izlediği hukuk-metodolojik yolda yıllardan beri kamuoyuna tanıtmaya çalıştığım bir formülü kullanmıştır. Bu, “Radbruch Formülü”dür.
Alman Federal Mahkemesi’yle Federal Anayasa Mahkemesi birçok ilke kararında bu ölçütü benimsemiştir. Federal Anayasa Mahkemesi’nin 14.2.1968 tarihli, vatandaşlıkla ilgili bir kararında (Başka ülkelere sığınan Yahudilerin Alman devleti uyrukluğu ırksal nedenlerle ellerinden alınmıştı) bu ilke şöyle ifade edilmişti:
“1. Nasyonal Sosyalist hukuk kurallarının hukuk olarak geçerliliği, bunları uygulamak veya sonuçlarını tanımak isteyen yargıcın hukuk yerine bir haksızlık hükmü vermiş olacağı derecesinde adaletin temel ilkelerine açık biçimde ters düşmesi durumunda reddedilebilir. 2. İmparatorluk Vatandaşlık Yasası’nın 11.11.1941 tarihli (RGB1 I, 772) 11. Kararname’sinde adaletle olan çelişki öylesine katlanılamaz bir dereceye ulaşmıştır ki, bu kuralın başlangıçtan beri yok sayılması zorunludur. 3. Hukukun kurucu temel ilkelerine açıkça ters düşen bir yasal haksızlık uygulanmakla ve kendisine uyulmakla hukuk olmak özelliğini kazanmaz.” (BVerfGE 23, 98); Ralf Dreier, Recht - Staat - Vernunft, Frankfurt / M 1991, s.l00)
Gustav Radbruch’un yukarıdaki karara temel oluşturan düşüncesi şöyledir: “Adalet ve hukuk güvenliği arasındaki uzlaşmazlık, koyma ve güç yoluyla güvenceye alınmış pozitif hukukun, içerik bakımından haksız ve amaca uygunsuz olsa dahi öncelik taşımasıyla çözülebilir, meğer ki pozitif yasanın adaletle olan çelişkisi, ‘yanlış yasa’ olarak, adalet karşısında geri adım atmasını zorunlu kılacak derecede katlanılmaz bir ölçüye varmış olsun. Yasal haksızlık durumları ile yanlış içeriğine rağmen geçerli yasalar arasında kesin bir sınır çizmek olanaksızdır. Ancak bir yerde kesin bir sınır çizilebilir: Adaletin amaçlanmadığı, adaletin özünü niteleyen eşitliğin pozitif hukuk yapılırken bilinçli olarak yadsındığı yerde yasa, yalnızca ‘yanlış hukuk’ değil, daha çok her türlü hukuk olma doğasından yoksundur”
(H.Ökçesiz, Sivil İtaatsizlik, 3.baskı, İstanbul 2001, s.125)
1994 yılında Ü.Gürkan, A.H.Atalay’la birlikte yaptığım, “Yargıtay Hâkimlerinin Hukuk Devleti Anlayışı” konulu bir anket çalışmasında yanıt veren yargıçların %57.5’i “Yargıcın apaçık ve ağır derecede haksız bulduğu bir hukuk normunu aşmaya çalışmasını meşru karşılar mısınız?” sorusuna “Evet” demişti (H.Ökçesiz, ed., Hukuk Devleti, İstanbul 1998,s.257). Görülüyor ki, ülkemizde de yargıçlar kendilerini hukuk yapmakla ve yaratmakla vazifeli saymaktadır.
Söz konusu anayasa değişikliğiyle anayasaya önceden içermediği hiçbir ilke, daha ileri bir adalet standardı kazandırılmamıştır. Buradan iki sonuç çıkmaktadır: Ya abesle iştigal edilmiştir veya iptal kararıyla dahi kazançlı çıkılacak bir “yarma harekâtı” başlatılmıştır. Aslında kurnazca hareket edilmiştir. Anayasa mahkemesinin içeriksel denetim eğiliminin sınanması gerekmiştir. Mahkeme şekli denetim sahasında kalmış olsaydı, alınmak istenen radikal kararlara sıra gelebilecekti. İptal davasıyla da pek bir şey kaybedilmemeliydi. “Türban”lının omzundan tüfeng atılmıştır.
Anayasa Mahkemesi “esas bakımından uygunluk” denetimine yönelirken, bu gözlemden bağımsız olarak, yargılamanın doğası gereği “hipotetik” değil “kategorik” bir akıl kullanmıştır. Mantık hatalarının hukuksal hatalar olduğunu görmezlikten gelmemiş, dokunulamaz hükümler karşısında içeriksel denetimin yasaklanmasının adalet ve hukuk kalitesi bakımından taşıdığı ağır özrü bu “Radbruch Formülü” çerçevesinde gidermiştir.
Mahkeme bu genişletilmiş denetim usulü sonucunda söz konusu değişiklikleri anayasaya uygun dahi bulabilirdi. İçeriksel denetim kararıyla iptal kararının birbirine karıştırılmaması gerekmektedir.
Formun Üstü
Bilim Teknik 24.10.2008
HUKUK POLİTİKASI
Hayrettin Ökçesiz
hayret@akdeniz.edu.tr
Ormanlarımız, kurdumuz, kuşumuz, köylümüz, kentlimiz tüm bunları biliyor ve istiyor. Şehirler kadar elektrik tükettiği söylenen yedi yıldızlı yabancı otellere sorunsuz elektrik sevketmek için insanlarımızın, ormanlarımızın, hayvanlarımızın cehennem ateşine atılmasını istemiyoruz.
TEİAŞ’ın Telleri
“Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz doğal servi ormanları ile kaplı Çakırlar, Hisarçandır ve Aslanbucak hattından Kemer’e ulaşan TEDAŞ enerji nakil hattını mahkemeye verdi. Yürütmenin durdurulması talebi ile Antalya 1. İdare Mahkemesi’nde açılan dava için 2 bin YTL’ye yakın bilirkişi ücreti istendiğini belirten Ökçesiz ‘bu nedenle davadan vazgeçecektim. Fakat Manavgat ve Serik yangınlarını görünce benim Konut Edindirme Yardımı (KEY) ödemesi Orman Edindirme Yardımı oldu’ diye konuştu”.
Hürriyet Akdeniz’den (30.9.2008) Emre Baylan’ın yakınmalarımı yazdığı haberinden birkaç satır bunlar… Diğerleri gibi, dava konusu ettiğim hat da korkarım müstakbel yangınların nedeni olarak anılmaya başlayacaktır.
Bu hat ilginç başka özellikler de göstermektedir. Bazı yerlerde nerdeyse yüz metre aralıkla bir başka yüksek gerilim hattına koşut olarak ilerlemektedir. Bir köyden ve yerleşim bölgesinden bu yakınlıkta iki enerji nakil hattının geçirilmesini hangi vazgeçilemez kamu yararına ve mühendislik başarısına borçlu olduğumuzu doğrusu bulup çıkaramıyorum.
Bütün yazı ardı ardına devrilen çam ağaçlarının çığlıklarıyla, motorlu testerelerin gürültüsüyle, iş makinelerinin homurtusuyla geçirdik. Torosların Tahtacı’ları on binlerce ağacı doğramakla çoluk çocuklarının iaşesini sağladılar. Ama kendileri de bu kıyıma acıyorlardı. Sevinçleri buruktu.
Ankara’dan, dava öncesi görüştüğüm yüksek bürokratlar da acıyorlardı aslında. Onlar da ormanlarımızı seviyorlardı. Hatta Evliya Çelebi’nin Anadolu’nun balta girmez ormanlarını nasıl anlattığını ezbere biliyorlardı. Sözleriyle beni cesaretlendiriyorlardı. Yeraltından çekmek daha pahalı olsa bile açıktan çekmek kadar irrasyonel değildi. Açıktan çekmenin ayrıca ne denli pahalı olduğunu birkaç ay önce milyonlarca ağacın ve sayısız başka canlının feryadı ile umarım yeterince öğrenmiş olduk!
Kaybedeceğine kesin gözüyle bakacağımız böyle bir davayı bir dağ köylüsü üç beş keçisini satarak nasıl açabilecektir? Kendi vekalet ücretini, bilirkişi ve keşif ücretini, kaybedince de tüm diğer mahkeme masraflarıyla karşı tarafın vekalet ücretini Hakkı Onbaşı nasıl ödeyebilecektir? Adli yardım onu yeterince yoksul saymayacaktır ki!
Anayasa’da korunan çevrenin ve tanınan temel çevre hakkının herkes tarafından savunulabilmesini bu tür mali engellerle zorlaştırmakta düşünülen kamu yararı ne ola ki? Böylesine bir gerçek Kamu Davasında yargıçların maddi olay hakkındaki bilgi gereksinimlerini niçin vatandaş finanse etmek zorundadır? Hukuk Usulü Muhakemesine dayanıyorlar ama yanan, ormanlarımız değil mi? Bunun Ali’nin Veli’nin alacağı vereceği ile ne ilgisi vardır? Hukuk Usulü bunun gibi işlere bakar. Pahalı yargı yollarıyla tahribatçıları idari yargı denetiminden kaçırmakla ormanlarımız daha mı çok yeşeriyor?
Bilemediğim daha bir çok şey var. Kamuya daha yararlı veya en yararlı olarak bulup koyduğunuz bir hukuk normuna siz olabildiğince tüm devleti uyarlarsınız. Anayasanıza ve yasalarınıza Çevre ve hakkı gibi temel değerleri yerleştirdikten sonra, yönetmelik öncesi verildiği için bazı projeleri ÇED’den (Çevresel Etki Değerlendirmesinden) muaf tutmaya kalkmazsınız. Böyle bir muafiyeti sözkonusu yönetmeliğin 4. maddesine gururla yerleştirmezsiniz. Bunu yapsanız bile bu ülkede yargıçların bulunduğunu, yasaya ve anayasaya aykırı bir yönetmeliğe dayanan bu tür eylem ve işlemlerin hukuk korumasından asla yararlanamayacağını bilirsiniz. Atı alanın Üsküdar’ı geçemeyeceğini, ÇED ne için iyi ise, hep o nedenle geçmiş ve gelecek tüm projelere uygulanmak zorunda bulunduğunu da bilirsiniz.
Ormanlarımız, kurdumuz, kuşumuz, köylümüz, kentlimiz tüm bunları biliyor ve istiyor. Şehirler kadar elektrik tükettiği söylenen yedi yıldızlı yabancı otellere sorunsuz elektrik sevketmek için insanlarımızın, ormanlarımızın, hayvanlarımızın cehennem ateşine atılmasını istemiyoruz. Bakan adına muafiyet belgesi düzenleyen sayın müsteşar yardımcısının dayandığı ev yapımı yönetmeliğin muafiyet maddesinin hukuk ve adalet terazisinde bir toz zerreciği kadar değerinin bulunmadığını mahkemelerde ve kamu vicdanında hep ileri süreceğiz.
Formun Üstü
Bilim Teknik 10.10.2008
HUKUK POLİTİKASI
Hayrettin Ökçesiz
hayret@akdeniz.edu.tr
İyi niyet, en yakın çevremizden başlayarak, başkalarına bir haksızlığın yapılıp yapılmadığını bilmeyi isteyebilmek, öğrendikten sonra da buna karşı etkili biçimde bir şeyler yapmaya çabalamaktır.
İyi Niyet ve Hukuk
Siyasetin ulusal ve küresel fırtınaları arasında bir can simidi gibi sarıldığımız, bir sığınak gibi sokulduğumuz “Hukuk” üstüne hep yeniden düşünmek istiyor insan! İnsan aklının, yaşamı bu denli doğrudan, bu denli etkin ve etkili biçimde belirleyici bir başka kurgusu yok gibidir. Bunun içerisinde insanlık tüm aydınlık ve karanlık yanlarıyla devinip durmaktaysa da, “kural koymak” daima “rasyonel” bir iştir.
Şu halde kural koymanın ve uygulamanın “akla uygunluğu” özellikle günümüzde sivil olmanın açık bir belirtisi, sivil toplumun en önemli çabası ve kaygısı olmak mertebesindedir. Akla uygunluğu ararken, aklı bloke eden durum ve duygulardan haberdar olmalıyız.Yanılmıyorsam, aklı devre dışı bırakan ilk ve baskın duygumuz “korku”dur. Bir tehlike anında büyük beynimizi yedeğe alarak, küçük beynimize “saldır” ya da “kaç” komutunu verdiren bu “korku”nun bizatihi kendisi büyük beynin işlemesi gereken en ciddi tehlikelerden bir tanesidir. İşte, insanlığın büyük beyni olan tüm felsefe yine insanlığın en büyük handikapı “korku”yu uygun bir incelikte öğüterek, hayatı özlenir biçimde yaşanır kılmaya da bakmaktadır.
Hukuk’un iyiniyeti varsaydığı ve güveni koruduğu düşüncesi bizim hareket noktamızdır. Bundan daha öne alabileceğimiz bir başka nokta yoktur. Bu düşünceyi dışlayan, ya da ikincilleştiren bir hukuk anlayışı birçok felaketin ilk habercisidir. Kant da iyi niyetin bu temel olmak niteliğine, ondan daha iyi bir başka şeyin bulunmadığını söyleyerek önemli bir destek vermişti. İtiraz elbette cehenneme giden yolların iyi niyet taşlarıyla döşendiğini söyleyenlerden gecikmeden gelmiş olsa da Hukuk, başka nereye götürdüğüne bakmaksızın, kendisine götüren şeyin yalnızca iyiniyet olduğunu bilir, ona varlık koşulu gözüyle bakar. Akla uygunluğun kurulabileceği tek zemin bu duygusal yönelimdir.
Peki, nedir iyi niyet? En yakın çevremizden başlayarak, başkalarına bir haksızlığın yapılıp yapılmadığını bilmeyi isteyebilmek, öğrendikten sonra da buna karşı etkili biçimde bir şeyler yapmaya çabalamaktır desem, acaba bu kavramı yeterince kapsamış olur muyum? İyi niyet bu değilse, başka ne olabilir? Böyle bir niyetle bir cehenneme gidilebilir mi?
Haksızlık bilinci ve tartışmasından başka bizi adalete götüren bir yol, yordam da yoktur. Bizi adalete götüren yegâne tutum böylesine bir iyiniyet kavrayışıdır. Cehenneme götüren iyiniyet, başkalarının iyiliğini istemektir. Bu iyi bir şey değildir. Benim söylediğim, başkalarının kendi iyiliklerini kendilerinin isteyebilecekleri koşulları yaratmaya çalışmaktır. Hukuk da bundan başka bir şey değildir. Bu yüzden ona asgari ahlâk da denir. Bırakalım insanlar neye şeker diyeceklerini kendileri bilsinler!
Birinin niyeti, diğerine kötü… İyiniyet hepimize iyi. Hukuk, adalet hepimize iyi. Haksızlığa karşı savaşmak, başını kaldırmak, adaleti tartışmak, bulmak hepimize iyi! Niyetleri dengeleri besliyor. Bunu biliyoruz. Yeni dengeler yeni niyetler doğuruyor. Bunu da biliyoruz. Şu halde, bize düşen, iyi niyetin dengelerini kurmak ve korumaktan başka bir şey değil. Bu aslında, yukarıda sözüme başlarken değindiğim şeydi: Akla uygun kural koyma ve uygulama çabasıydı. Akla uygunluğun koşulu da böylelikle iyiniyet oluyor.
Bir kurala, bir iddianameye, yargı kararına karşı Hukuk, Adalet bunun neresinde, iyi niyet neresinde diye sorun! En yakın çevrenizden başlayarak, kime karşı olursa olsun, yapılan bir haksızlığı bilmeyi ve önlemeyi istemek ise iyi niyet; iyi niyetli olun ve her gün bir haksızlığa karşı bir şeyler yapın!
Hukuk böyle örülür. Yalnızca halkın olan hukuk, bu iyi niyetle, haksızlık bilinciyle sürekli sınadığımız, çürüklerini ayıkladığımız, yenilerini koyduğumuz, ak, aydınlık kuralların ve uygulamalarının çoğalıp, yoğunlaştığı verimli bir topraktır. İyi niyet bizim temel bir duygumuz ise, hukuk da bizim asıl işimiz olmalı, halk bunu böyle görmeli, adına yasa yapmak görevini verdiği temsilcilerini bununla terbiye etmelidir.
Formun Üstü
Bilim Teknik 02.01.2009
Tekrardaki Mucize
Yeni yılın henüz ikinci günü…Bugün de geçmiş yılların ilk günleri gibi… Başı sonu olmayan bir zaman denizinde deviniyor yeryüzü, yaşamlarımız… Bir yandan arzularımız, tutkularımız, korkularımız, kaygılarımız, hali pür melalimiz; öte yandan neşemiz, coşkumuz, inancımız, düşlerimiz, düşüncelerimiz devrediyor daim yeni yıllara.
Bir devridaim midir tüm bunlar? Öyle görünüyor ama, bütünüyle değil. Burgusal bir devinim bu. Kendi çevresinde dönerken geriye ya da ileriye doğru yer ve nitelik değiştiren bir varoluş bizimki. Elimizde olan bir şey... Geçmiş, gelecek -ve bezginlikle tıpkılaştırdığımız- günlerimizi çocuksu bir umut hep bir öncekinden ayırıyor.
Eleştirel, inançlı bir bilinç de önümüzü aydınlatıyor; iyiyi kötüden ayırma görevimize bu umutla olanak yaratıyor. Eritis sicut Deus scientes bonum et malum – Tanrı gibi ol, iyiyi kötüden ayırmayı bil – diye yazmıştı Mephistopheles, öğrencinin defterine. Postmodernizmin dahi kendisine ilke saydığı eleştirel ve özerk aklın bu ethos’uyla İnsan kendi özsuyuna kavuşuyordu. Onun kanını emenler düşüncenin her türlü macerasını yasaklayan, onu naklin ve dogmanın, kısır yinelenmenin ve yinelemenin batağına fırlatan aşağılayıcılardı.
Yahya Kemal’in, Münir Nurettin’in bestesiyle sonul yoğunluğuna kavuşan şu dizeleri bizi yalnız ve dura kaldığımız her tefekkür anında kendi derin sularına sürükler:
“Bir merhaleden güneşle derya görünür / Bir merhaleden her iki dünya görünür / Son merhale bir fasl-ı hazandır ki sürer / Geçmiş, gelecek cümlesi rüya görünür.”
Buradaki döngü yukarıda yakındığım şey değil, bir soluklanma, bir kendine gelme, tazelenmedir; Nazım Hikmet’in “Sebastian Bah’ın 1 Numaralı Dominör Konçertosu”ndaki o “tekrar”dır. Adalet Bakanlığı beni Almanya’ya doktoraya gönderdiğinde, ilk kez Almancasından okuduğum bu eşsiz şiirle Bach’ın bu eşsiz yapıtını da tanımıştım. Bu eşsiz tekrarı tanımıştım:
“Güz sabahı üzüm bağında / sıra sıra, büklüm büklüm kütüklerin tekrarı / kütüklerde salkımların / salkımlarda tanelerin / tanelerde aydınlığın / Geceleyin çok büyük, çok beyaz evde / her birinde ayrı ışık / pencerelerin tekrarı. //
Yağan bütün yağmurların tekrarı / toprağa, ağaca, denize / elime, yüzüme, gözüme / ve camda ezilen damlalar. //
Günlerimin tekrarı / birbirine benzeyen / benzemeyen günlerimin. //
Örülen örgüdeki tekrar / yıldızlı gökyüzündeki tekrar / ve bütün dillerde "seviyorum"un tekrarı / ve yapraklarda ağacın tekrarı / ve her ölüm döşeğinde acısı tez biten yaşamanın. //
Çocuklar koşuyor avluda / avluda koşuyor çocuklar / İhtiyar bir kadın geçiyor sokaktan / sokaktan ihtiyar bir kadın geçiyor / geçiyor sokaktan ihtiyar bir kadın. //
Geceleyin çok büyük, çok beyaz evde / her birinde ayrı ışık / pencerelerin tekrarı. // Salkımlarda tanelerin / tanelerde aydınlığın. //
Yılın henüz ikinci günü… Salkımlarda tanelerin, tanelerde aydınlığın tekrarı günlerimiz, güneşlerimiz, yıllarımız. Adaletin, duyuncumuzu ve bilincimizi uyandıran bahar yeli bu ufuklardan esip gelmiyor mu bize! Bugünü, kılı kırk yaran bir hukukla sığlaştırmak istemedim.