Bilim Teknik 16



Yüklə 319,5 Kb.
səhifə2/6
tarix30.04.2018
ölçüsü319,5 Kb.
#49643
1   2   3   4   5   6

Formun Üstü


Bilim Teknik 11.09.2009



HUKUK POLİTİKASI

Hayrettin Ökçesiz

hayret@akdeniz.edu.tr

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Yetkili ve Görevli Organlarına ve Kamuoyuna!



Ormanlara Zarar Verecek Hiçbir Faaliyete İzin Verilemez

Biz aşağıda imzası olanlar, Antalya ili, Konyaaltı ilçesi, Hisarçandır köyü, Akçaisa Mahallesi’nde faaliyete geçmiş bulunan maden ocağının kapatılarak, ruhsatının iptal edilmesini talep ediyoruz. Ormanımızın yok edilmesini istemiyoruz. İnsanlarımızın, hayvanlarımızın, meyve ağaçlarımızın, sebze bahçelerimizin bu ocağın yaratacağı zararlardan, hastalıklardan korunmasını istiyoruz. Havamızın, suyumuzun temiz kalmasını istiyoruz. ormanımızın gür, çevremizin sağlıklı olmasını istiyoruz.”

Ülkenin köylüleri birer Kassandra’ya dönüştüler. Gün geçmiyor ki, bir başka köşesinden yurdun böyle bir çağrı gözümüze çarpmasın, kulağımıza çalınmasın!

Hali, mecali kalmamış köylülerimiz devlet ricalinin kapılarına kapanıyor, dilekçeler veriyor, onu, otuzu bir araya gelip davalar açıyor, gidip bu ocakları bir nefsi müdafaa heyecanıyla işgal ediyorlar. Yerin üstündekini, altındakine kurban ettirmemek için; altınına, gümüşüne, elmasına hayatı kurban ettirmemek için aklının erdiği, gücünün yettiği kadar, çıkar hırsıyla gözü dönmüş bürokratına, sözde işadamı soyguncusuna, politikacısına karşı direnmeye çalışıyor.

Elbette madenler aranır, çıkarılır, ülkenin gereksinimlerine harcanır bunlar. Ama bunu yüksek bir kamu yararı bilinci ve bilgisiyle, ülkenin bilimcilerinin, bilgelerinin, bu işlerden doğrudan mağdurlarının aydınlamış onamlarının alınmasıyla bu dönüşümsüz işlere girişilir.

Avukatımız Maden İşleri Genel Müdürlüğü’nün iki yılda yetmiş beş bin maden arama ruhsatı verdiğini söyledi. Bir iş gününe yüzü aşkın ruhsatın düştüğü bu işgüzârlığın neresindedir bu sorumluluk bilinci? Bu gayretkeşlik ne uğrunadır? Çok önemli bir kısmı ormanla kaplı olan Antalya İli’ne kısa sürede 2300 taşocağı ruhsatının verildiğini okuduk gazetelerden. Devlet işgal altındayken, ülke talan alanıyken, bu sömürgenlerin gözünü koyu, karanlık bir hırs bürümüşken, direnen köylüler hakkında bir sulh ceza mahkemesinin verdiği şu kararı duygulanarak okuyoruz:

“ (…)Doğayı ve çevreyi korumak her duyarlı yurttaşın yurttaşlık görevidir. Böylesine kamusal bir yarar için sanıkların özel bir kişi ya da kuruluşa ait olmadığı, böyle bir yerin bitişiğindeki kamuya ait orman içi yol olduğu anlaşılan yerde, doğal güzellikleri ve çevreyi korumak adına oluşturdukları anlık bir tepki sonucu yaptıkları oturma eyleminin; mahkememizce anayasamızın 34. maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 11. maddesi ve 2911 sayılı yasa hükümleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde ve yine TCK 117. maddesinin unsurları birlikte değerlendirildiğinde sanıkların, geliştirdikleri anlık ve demokratik bir hakka dayalı bu tepkinin suç oluşturmayacağı yasal kanısı mahkememizde oluştuğundan ve tüm evrak kapsamından açıkça anlaşılan bu durum nedeniyle sanıkların sorgularının yapılmasına da gerek duyulmadığından CMK 193/2 maddesi dikkate alınarak oluşmayan yakıştırılan suçtan sanıkların beraati yönünde aşağıdaki gibi karar verilmiştir. (…)”

İşte, uygar karşı koymaya saygılı uygar bir mahkeme kararı! Yargıçların “yargıç” olabilme fırsatını elde edebildikleri ender durumlardan birisidir bu. Her yargıç, her mahkeme bu önemli ayrımı her zaman göremez. Sivil itaatsizliğin bir “hak” olduğunu bu bilgece kararlardan öğreniyoruz.

Maden aratma şebekesinin arsızlığı öyle bir raddeye geldi ki, bu şebekenin failleri Allahın kumu için dahi ormanları binlerce dönümlük arama ruhsatları vererek söktürmeye, köyleri, insanlarını tozuyla, dumanıyla, dinamitiyle asgari yaşam koşullarında tehdide cüret etmekte hiçbir beis görmüyor. Yukarıdaki karar, kum çıkarmak için ünlü “Kurşunlu Şelalesi”ni ve çevresini gözden çıkaran bir ihtirasa gem vuran bir karardır. Yargıçlar köylüleri, köylüler yargıçları yalnız bırakmamalıdır.

Yazının başlığı anayasamızın 169. maddesinin üçüncü fıkrasının ilk cümlesidir. Birinci fıkrasının ilk cümlesinde ise devletin ormanların korunması için gereken tüm tedbirleri alacağı yazılıdır. Bunlar yalnızca güzel laflar mıdır?

Çirkin adamların hükmettiği yerde hâlâ güzel kalabilmek hem anayasamız, hem ormanlarımız, hem de köylülerimiz, yargıçlarımız için çok değerli bir şeydir.




Formun Üstü


Bilim Teknik 28.08.2009



HUKUK POLİTİKASI

Hayrettin Ökçesiz

hayret@akdeniz.edu.tr

Kamusal alanda iki talep türü görüyoruz: Siyasal ve hukuksal talepler… Bunların birbirlerinin adıyla nitelendikleri de oluyor. Hukuksal gibi gösterilen siyasal; siyasal gibi görünen hukuksal talepler…

Açılıma Ölçü

Bu bağlamda siyasaldan maksat, hukukun dışına düşen çıplak iktidar savaşlarının yöneldikleri hedeflerdir. Hukukla değil güçle kurulan veya ulaşılmak istenen üstünlükleri siyasal talepler olarak niteliyorum. Hukuka dönüşmüş, hukukla kurulmuş bir iktidar ilişkisinin içerdiği talepleri hukuksal talepler olarak alıyorum. Buna göre siyasal talepler hukuk öncesi, hukuk dışı, hukuk üstü olarak karşımıza çıkıyor. Buradaki hukuk ilk önce pozitif hukuktur. Doğal dediğimiz hukuka doğru uzandığımızda siyasalın hukuksala, hukuksalın siyasala karıştığı o noktalara geliyoruz.

Tüm hukukun önce siyasal olduğunu; hukukun siyasal tercihlerin içini doldurduğu bir kurallar düzeni olduğunu; bu üstün gelen tercihlerin hukuksal düşüncenin biçimsel tesviyesinden geçirilerek düzene dönüştürüldüğünü biliyoruz. Hukuksal talepler ilkönce bu düzenin algıladığı, tanıdığı taleplerdir. Ayrıca siyasal olarak nitelenmelerine gerek yoktur. Şu halde, siyasal talep, bir hukuk düzeninin kendine tehdit olarak algıladığı bir savaşım ereği biçiminde değerlendirilecektir.

Yukarıdaki siyasal talepler karşısında bir devlet kendi(nce) meşru güçleriyle savaş verecektir. Bu savaşın hukukun (doğal hukukun da) içerisinde kalması talebi ama tam bir hukuksal talep olarak ileri sürülecektir. Yani devlet bu durumda dahi bir Cumhurbaşkanının dediğinin aksine kendi hukukunun dışına, “rutin dışına çıka”maz. Bekası uğruna cinayet işleyemez.

Siyasal gibi görünen hukuksal taleplerin doğası daha çok “Doğal Hukuk”çadır. “Müdafaa-i hukuk” hareketi buna bir örnektir. İşgal güçlerinin padişah fermanıyla Anadolu’yu işgal etmeleri de hukuksal gibi görünen siyasal taleplere örnektir. Şu halde pozitif hukuk üstü taleplerin hâlâ hukuksal talepler olarak algılanabilmesi için bunların kamu vicdanında etik meşruluklarının onaylanması gerekecektir. Hukuksal olarak görünenler veya ileri sürülenlerle birlikte her siyasal talebin gizil bir etik meşruluk sorununun bulunduğunu söylemeliyiz. Bu anlamda, hiçbir etik meşruluk açıklamasına dayanamayan Çıplak Siyasal Talep daima bir tahakküm ve sömürü talebidir. Bir biçimde pozitif hukukla giydirilmiş olması bu çirkinliğinin görülmemesini sağlayamaz.

Kamusal bir talep karşısında bunun niteliğinin hangisi olduğuna kimin karar vereceği, onun niteliğinin ne olduğunu belirleyecektir. Bu karar vericiler talebin başında ve sonunda bir ve aynı kalmayacakları için, nihai karar vericinin yargısını beklemek gerekecektir. Bu karar vericiler, Rawls’un, bir İlk Durum’da “bilisizlik peçesi” takarak bir adil sözleşmenin ilkelerini belirlemeye yetkili ve görevli kılınmış katılımcıları gibi, gelecekten bu taleplere bakacak ve bu taleplerde bir çıkarlarının bulunmadığı kimseler olacaktır. Onlar bu taleplerin tahakküm ve sömürü talepleri olup olmadığını bu çıkarsızlık ilgisiyle daha iyi göreceklerdir.

Bugünden görebileceğimiz şey, geçmişi yargılayanlar olarak, bizim bugüne yansıyan görüntüleri bu değerlendirmede görmezlikten gelmememizdir. Bugüne ancak bu gözle bakabildiğimizde yanlış yapma olasılığımızı azaltmış oluruz. Ancak çıkarsızlık ilgisiyle bakabildiğimiz en yakın geleceğe bakarak bugüne bir şeyler söyleyebiliriz. Bu, birkaç bin yıldan daha berisi olamaz. Bu mesafeden bakabildiğimizde günümüzün doğa ve insan sömürüsünü; aşağılanmayı, alçalmayı görebiliyoruz.

Hukuk aynı zamanda evrensel bir kültür birikimi olarak temel ilkelerinde bu yargıcın kullanacağı içeriksel ve biçimsel temel ölçütleri içerecektir. Taleplerin niteliğini ortaya çıkarırken bu hukukun olanaklarını kullanmak konuya yeterli zaman mesafesinden bakmayı kolaylaştıracaktır. Konan hangi yasanın tahakküm ve sömürü aracı olduğunu bilmek bu hukukla daha kolay olacaktır. Bir talebin yukarıdaki anlamda salt siyasal veya hukuksal olup olmadığını bu kez bir ‘kültür olarak hukuk’la açığa çıkartabileceğiz. Grotius’un, meşru savaşın ölçütü olarak bir hukuk ihlalinin varlığını önkoşarken dayandığı hukuk bu hukuktu. Atatürk’ün cinayet dediği savaş bu hukuka dayanmayan savaştı.

Devletin yalnızca hukuksal talepleri karşılamakla yükümlü bulunduğunu; hukuktan kaynaklanmayan ve hukuka dönüşemeyecek taleplerin taraflarının ancak bir tahakkümün ve sömürünün taşeronluğunu yapıyor olacaklarını söylemeliyim.

Formun Üstü


Bilim Teknik 14.08.2009



HUKUK POLİTİKASI

Hayrettin Ökçesiz

hayret@akdeniz.edu.tr

Anayasamıza alırsak, bu “İnsan onuruna dokunulamaz” tümcesini nasıl anlayacağız? Bu iktibas bir yenilik olabilecek mi? Yoksa o yalnızca eski bir yenilik mi olacak? Her iki durumda da hukuka “anlam verme”nin bütünüyle iradi ve siyasi olduğunu, hakikatle ilişkisinin koşullu ve göreli bulunduğunu söylemek kalıyor bize.

Hukuka Felsefe Düşünmek-III

Burada sözünü ettiğim şey siyasilerin meydanları inletirken anlattıklarıdır daha çok. Onlar hukuku düşünmezler, hukuka anlam düşünürler. Bu onları filozof yapmaz, ama bu anlamı onlarla birlikte, onlar için düşünen filozofları işbirlikçi yapabilir. Hukuku düşünen filozof – buna niyetsiz düşünmek demeliyiz belki –, bir kişi, bir yurttaş, bir yarar öznesi olarak elbette benimsediği bir politikanın gösterdiği yönde hukuka, tabi olması gereken değerler de tasarlayacaktır. Bu değerlerin tasarlanma amacıyla, özniteliklerinin niyetsiz düşünülmesi yeniden buradaki “felsefe düşünmek” sorunsalının koşutuna düşüyor.

Öyle görünüyor ki, hiç kimse Marx’ın “Siyasal İktisadın Eleştirisi”nin hemen girişinde söylediği sözün üzerinden sorunsuzca atlayamıyor: “Her üretim tarzı kendi hukuksal ilişkilerini, yönetim biçimini vs. yaratır”. Buna hukuk felsefesi de dahildir.

İnsan Hakları Felsefesinde de aradığımız her yanıt buradaki bağlamda, vereniyle ve taşıdığı anlamıyla, tahakküm ilişkisinin bir yanına hizmet edecektir. Bu alanda sorabileceğimiz sorulara verilecek yanıtların, aynı zamanda bir hukuk felsefesi olarak da, yalnızca pür bir mahiyet ilgisinden kaynaklanabileceğini söylemek mümkün müdür? İnsan haklarını temellendirmeyi; gücü insan haklarıyla temellendirmeyi (sınırlamayı) ve gücün kendisini insan haklarıyla temellendirmesini (genişletmesini) buradaki ayrımla; ilkini hukuku düşünmek, ikincisini ve üçüncüsünü hukuka felsefe düşünmek olarak niteliyorum. İnsan hakları bakımından ilkini, diğerlerini dikkate almaksızın başarmak mümkün değildir. Öyleyse, ilk ikisini çok iyi yapmalıyız ve üçüncüsüne izin vermemeliyiz! Şu halde ‘İnsan Hakları’ bir muhalefet felsefesi olmak ve öyle kalmakla safiyetini koruyabilecektir. Pozitif hukuk da, ‘İnsan Hakları’na uygun bir hukuk düzenini kurmak çabasıyla sürekli onarılıp geliştirilerek bu muhalefetten meşruluk onayını alabilecektir. İnsan hakları, düzen kurmak için değil düzenleri yargılamak için bizim üzerinde yoğun ve yaygın biçimde düşünüp eylediğimiz anlam bütünlükleri olarak görülmelidir. İnsan haklarımızı Tahakküme karşı belki ancak bu bakışla ve duruşla koruyabiliriz. Bildirimin başlığı sonunda, “Hukuka İnsan Hakları Düşünmek” olmaktadır. Bu sözlerle sonlandırdığım bildirime, her pozitif hukukun ve onun normlarına sıkıştırılmış her düşüncenin çıplak tahakküme yaldızlı kaftanlar olarak giydirilmeye pek müsait; hukukçularının da hizmete pek meyyal olduğunu eklemek istiyorum. Gerçekliğinin tüm bilgisiyle Tahakkümü reddeden bir felsefenin hukuka bakışıysa, onu yüceltmekten çok, dizginlemek, teşhir etmek; işe yarayacaksa, bir “İnsanlık Hukuku”na evrilmesine yardım etmek gayretiyle dolu olacaktır.

Tahakkümün reddiyle hukuka bakışın, hukuku betimlemenin, açıklamanın, görevlendirmenin; bir tahakküm ilişkisinin kurulması ya da korunması amacıyla hukukun “anlam”landırılmasından çok farklı bir biçimde “hukuka felsefe düşünmek” olacağını söylemek gerekiyor. O daha çok, bir felsefenin hukuku düşünmesi oluyor. Ama bu kez niyetli bir düşünme: Tahakkümsüz bir yeryüzünü düşlerken düşünülen hukuk… Biliyorum, bu düşte hukukun bir yerinin bulunmadığını düşünüyorsunuz. Ben de öyle düşünüyorum: Hukuk çoğun bir tahakküm aracıdır. Yasalarla sömürülen bir ülkede bunu anlamak zor değildir. Yazının başında, bir hukuk normu olarak anlamını aradığımız ve tahakkümün hizmetinde herhangi bir anlam taşımasının mümkün bulunmadığını düşündüğüm “İnsan onuruna dokunulamaz” sözü, “direnme hakkı” gibi pozitif hukuk normu olmaya aslında uygun değildir. Direnme de hiç kimsenin elimizden alamayacağı pozitif hukuk üstü bir temel haktır. Hukuk düzenleri bu hakkın reddiyle işler. Her hukuk düzeni açık ya da gizli, az ya da çok onurumuza dokunur. Anayasalara öyleyse niçin yazılıyor bu sözler, bu haklar? Tahakkümsüzlük özlemi yazdırıyor bunu. Özlem de bir anayasa koyucudur, hem de en âlâsından…

Formun Üstü



Bilim Teknik 31.07.2009



HUKUK POLİTİKASI

Hayrettin Ökçesiz

hayret@akdeniz.edu.tr

İnsan onuruna hiçbir surette dokunulamaz. Bu tümcenin istisnasının bulunmadığını biliyoruz. Bu normun düşünsel ve olgusal köklerini göz önüne getirdiğimizde bu istisnasızlığı kolaylıkla onaylayacağımızı görebiliriz. Ancak, bu onayımızla birlikte, pek çok ve farklı derecelerde istisnanın, yurttaş olarak, hukukçu ya da felsefeci olarak bizim açık ya da üstü örtülü rızamızla gündelik yaşamı terörize ettiğini kime nasıl açıklayabileceğiz?

Hukuka Felsefe Düşünmek - II

Kimin olursa olsun, söz, gücünü inanılmasından alıyor. Söz, gücün sözü de olabilir. Güç, bizi kendi sözüne inandırarak hükmünü sürüyor. Gücün siyasi pratiğiyse, insan onuruna bu dokunulmazlığın mutlak olmadığını, sergilediği pek çok fiiliyle gösteriyor. Güç bu fiillerinin retoriğini başarıyla kurguluyor. Dokunmanın haklılığı alkışlanır oluyor.

Her güç, insan onuruna dokunmaya meylediyor. İnsan onurunun koşulsuz dokunulamaz olduğunu savunanlar sözün gücünü kurmakta ikircikli kalıyorlar ve asla yeterli niceliğe ulaşamıyorlar. Bu yüzden anayasalarda böylesine bir karmaşa, boz bulanık bir hal söz konusu oluyor. Fiilen sayısızca ve pervasızca dokunulan İnsan onuruna hukukla ve felsefeyle de dokunulabileceğinin “hukuka yeniden felsefe düşünmek” anlamında birkaç örneğini burada zikretmek istiyorum:

İlk örnekte; Hobbes, Rousseau, Fichte ve Kant’a dayanarak, “düşman-dost” kategorilerini kullanmış olan (Nasyonal Sosyalist siyasetin ünlü düşünürü) Carl Schmitt’e uygun biçimde bir “yurttaş ceza hukuku-düşman ceza hukuku” ayrımı tasarlanıyor. Devlet ile sözleşme yapmış bireylerin devlete karşı ileri sürdükleri ve devletin tek meşruluk nedeni olan “güvenlik hakkı”nın korunması görüşün temeline yerleştiriliyor:

Her kim kişisel davranışında yeterli derecede bilişsel güvenlik sunamıyorsa, kişi olarak muamele görmeyi bekleyemeyeceği gibi, devlet de ona asla bir kişi muamelesi yapamaz. Aksi halde, diğer kişilerin güvenlik hakları ihlal edilmiş olur.”



Hukuk Filozofu ve Ceza Hukukçusu Günther Jakobs, güvenlik hakkına dayalı bu “Feindstrafrecht” – “Düşman Ceza Hukuku” tezine bu sözlerle başlıyor.

Diğer örneği; yine bir başka Alman hukuk filozofu Winfried Brugger’in işkencenin yasal olabileceği koşullar üzerine yaptığı çalışmalardan vermek istiyorum. Bu kişi yazılarında işkencenin kendi ülkesinin ve Avrupa’nın hukukuna göre belirli koşullarda nasıl hukuka uygun olacağını göstermeye çalışıyor. Bu eğilimde olanlar “Rettungsfolter” – “Kurtarma İşkencesi” dedikleri birtakım suç fiillerinin hukuka uygunluğunu ileri sürüyorlar.

Bu tür hukukçuların niyeti, bu niyeti kötüye kullanacak olanlarınki kadar kötü değil elbette: Onlar kurtarma amacıyla işkence yapan devlet memurunun birkaç yıllığına hapis yatmaması için bu formülleri geliştiriyorlar. Hayatları, şehirleri, maddi, manevi değerleri kurtarmak için işkence yapmayı ahlaki bir görev sayanların bunun karşılığında birkaç yıl hapis yatmaktan birtakım hukuk kurnazlığıyla kurtulmasını istiyorlar. Güya insanlık uğruna haklı görülen durumlarda işkenceye cevaz vermekle yarattıkları tehlikenin, işkence yapmakla savuşturulacak tehlike karşısında taşıdığı azameti belki göremiyorlar.

Oysa asıl tehlike, bu kapı aralandıktan sonra ya da bu kapıyı aralayarak ulaşılmak istenen sonuçların hizmete hazırlandığı yeni bir insanlık durumunda çocuklarımızın başına gelecek olanlardır.

Her iki örnek çerçevesinde düşünen bu Alman hukukçu-filozof dostlarımızın kendi ülkelerinin anayasasındaki bu birinci maddenin ilk tümcesiyle hiçbir sorunlarının bulunmadığını; onunla gurur duyduklarını dahi söyleyebilirim. Terör suçluları ve işkence yasağı bağlamında verdiğim bu iki örnekte algılamış olabileceğimiz tehlikenin belki çok üstünde görülebilecek başkaca insan onuru ihlallerinin pek yaygın biçimde ortaya çıkabileceği bir başka alanı da, yine “hukuka yeniden felsefe düşünmek” anlamında, izleyen örnekler arasında zikretmeliyiz: tıp tekniğinin, gen teknolojisinin, nano-biyoteknolojinin bugün ulaştığı noktada talep ettikleri şeyin, Jakobs’un ve Brugger’in öngördükleri ortak yarardan ve yaratacakları siyasal yapıdan pek farkının bulunmadığını evleviyetle söyleyebiliriz. (Devam edeceğim)




Bilim Teknik 17.07.2009



HUKUK POLİTİKASI

Hayrettin Ökçesiz

hayret@akdeniz.edu.tr

19 Haziran tarihli yazımda sözünü ettiğim seminerdeki sözlerimi kaldığım yerden, yer yer kısaltarak sürdürmek istiyorum: Biz bu hukukun ne denli adil ya da hukuk olduğunu tartışırken, onlar hukuka felsefe düşünürler. Adaletin ve hukukun kendi koydukları şey olduğunu dikte etmenin tüm sosyal-siyasal, sosyo-psikolojik araç-gereçlerini başarıyla kullanmaya bakarlar.

Hukuka Felsefe Düşünmek

Böyle bakıldığında, Habermas’ın tahakkümden ari ideal diskursu bir safdillik olarak görünür. Yanlış değil, ama gerçekten ideal bir tartışma ortamı… Tartışmanın kendisinden ve kendisinin sürekliliğini sağlayan hakikat değerinden gayri bir ideali olabilir mi gerçekten? Tartışmayacağız; ya da tartışmak istiyorsak, bunun başka bir anlamının ve amacının olması olanaksız, demek geliyor akla. Demek ki, tartışmayacaksak, o zaman düşünülenin bir tahakküm aracı olmasına uygunluğuyla ilgileneceğiz.

Hukuka felsefe düşünmek ona yeniden bir felsefe düşünmekse, bu; önceki felsefenin işlevsiz kaldığı; onu gözden geçirmek gerektiği, eski anlam örgüsüyle tahakküme yeterince hizmet edemediği gibi kaygılarla yeniden bir zihinsel – kültürel etkinliğe girişmek niyetini içerebilir. Bu bir onarma, geliştirme olabileceği gibi hukuka yeni bir felsefe düşünmek de olabilir. Bu son durumda, tahakkümün yeni aktörlerinin tarih sahnesinde belirdiğini ve kalıcılıklarının yeni anlamlara gereksinim duyduğunu, ancak yeni anlamlarla tahakkümlerinin sürebilmesinin olanaklı bulunduğunu söylemeliyiz.

Bu belki kaderci ve kinik bir yaklaşımdır. Ama, de facto’nun bir de iure’ye dönüştürülmesi; bununla kalıcı ve egemen kılınması; bu anlamsal gücün aktarılması ve öğretilmesi; kökünden çürütülmesine izin verilmemesi gibi eğilimlerin siyasal yapıyı biçimlendirmesi, kurumlaştırması, kemikleştirmesi de o denli, nahoş, tedirgin edici duygu ve düşüncelerle algılanan bir gerçektir.

Felsefe, başkaldırmanın da içindedir: Yeni bir hayat düşünüldüğü için başkaldırırken, başkaldırının bir hayati güce dayanmak ihtiyacı vardır. Bunları bazen birbirinden ayırmak zorlaşır. Biri diğerinin yerine geçer durur. İnsan Marks’ın dediği gibi, yaşadığınca düşünmez sadece. O düşündüğünce de yaşar. Yaşamın, eylemin, tüm olup bitenin düşünmeyle, felsefeyle gidiş gelişi böyle bir şey. Marksistler bunu bir tekyönlü yol olarak görürken, Varoluşçular tersine yürümeyi onurlu bir duruş olarak alkışlıyorlar.

Hukuka felsefe düşünmek’te tüm kaygının, önemli bir yönüyle, meşruluk arayışı olduğunu; bu arayışın tüm ihtirasının tahakkümde düğümlendiğini görüyoruz. Ama yeni bir paylaşım tasarımıyla başını kaldıranların hukuka düşündükleri yeni felsefe de, düzene dönüştükten sonra, bir başka tahakkümün felsefesi olacağının tohumlarını taşıyacaktır. Ancak bunun kısır bir döngüselliğe saplanma olacağını söyleyemeyiz. İlerleyen bir burgusal devinimin tarihin yasalarından sayılması gerektiğini düşünüyorum.

Hukuku düşünmek ile hukuka felsefe düşünmek arasında; günümüzün yerel – küresel siyasal olayları karşısında, hukuk adına olan bitenlere bakarak bizim ilkiyle birlikte, ikincisini de düşünmek durumunda bulunduğumuzu söylemek gerekiyor: Bir yandan, çıplak gerçekliğe hukuk biçerken; bir başka yandan gerçekliğin bir biçimde normlara sıkıştırıldığı mevzu hukuka meşruluk argümanları kotarmak telaşıyla biz hukukçular “Hukuk Felsefesi”nin tezgahlarında mekik dokuyoruz. Amaç-araç şemasında koşullu düşünmelerimizin gereksindirdiği anlam örgülerini, hukuku düşünenlerden ödünç almaya çalışıyoruz. Hukuku düşünmek pür mahiyet ilgisinden daha başka bir şey değildir. Bu ilgiyle söylenenler, sosyal-siyasal hedeflere en uygun taşıyıcılar olabilmektedir. Teorinin pratikle ilişkisi ve pratiğin teoriye olan ilgisi bu yönüyle de hukuku giydirmeye; gerçekliğe normatif kaplar kurgulamaya yönelik çalışmanın zemininde yer almaktadır.

Bugünlerde yeniden gündeme getirilen anayasayı değiştirme çabaları ve çalışmaları arasında, kimi taslaklarda, öncekilerde olduğu gibi yenilerinde de, Alman Anayasa’sının birinci maddesinde yer alan bir hükmün ilk tümcesinin anayasamıza ithal edilmek istendiği görülüyor. Bu hüküm Avrupa Birliği anayasa taslağında da yer almıştı. Doğu Bloku’ndan Birliğe geçen devletlerin yeni anayasalarını da süsleyen bu yalın ve çarpıcı tümce şöyledir: “Die Würde des Menschen ist unantastbar” – “İnsanın onuruna dokunulamaz”…

Bu tümce çevresinde tartışılanları izlediğimizde; bu tümceyle ulaşılmak istenenlerin türlülüğüne ve aralarındaki çelişkilere baktığımızda, buraya kadar söylediklerimin ironik ve kinik hatları daha da belirginleşiyor. (Devam edeceğim).

Yüklə 319,5 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin