İran ve Savaş-Barış Meselesi
Müslüman bir insanın savaşı da barışı da; hayatı da ölümü de sadece Allah için olmalıdır. Bu olay her zaman böyle olmuş ve böyle de olmaya devam etmelidir. Hz. Hüseyin (a.s) Allah için kıyam etti. İmam Hasan (a.s) ise yine Allah için Muaviye gibi bir insanla barış anlaşmasını imzaladı. Resulullah Hudeybiye'de müşriklerle barış imzaladı daha sonra gelip Mekke'yi müşriklerden temizledi. Bütün bunların her iki türü de Allah içindi. Mümin bir insan, insanların kınamasından asla korkmaz, insanlar ne der, insanlar nasıl anlar gibi bir takım kaygılar taşımazlar. Ama bazı dengesiz ve daha çok duygularıyla hareket eden kimseler bunu böyle değerlendirme yetisinden mahrumdurlar. Bu yüzden Hz. Hüseyin'i sevdiklerini iftiharla beyan ederken Hz. Hasan (a.s) karşısında aynı tavrı takınmazlar. Hatta bazıları bunu açıkça ifade eder. Hz. Hüseyin'i sevdiğini ama Hz. Hasan'a bir türlü ısınamadığını söylerler. Halbuki bu bir saplantıdır. Akıldan çok duygu ve heyecanlarıyla hareket etmektir. Allâh-u Teala bu hususta bizlere de örnek olması gerektiğini ima ederek peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir." (En'am/162)
Şimdi İran devrimi gerçekleşince bilindiği gibi başta Amerika olmak üzere bir çok sömürgeci devletin de kışkırtmasıyla kafir Saddam güçleri müslüman İran halkına karşı geniş çapta bir saldın başlattı. Yıllarca sayısız suçsuz insanı katletti. Şehirleri bombaladı, savunmasız beş binden fazla insanı kimyasal silahlarla yok etti. Bütün bunları yaparken de İran'ın Huzistan bölgesinin Irak'a ait olduğunu iddia ederek güya bu bölgeleri İran'ın elinden geri almak istediğini beyan ediyordu. Ama bunun büyük bir yalan olduğu savaşın ilk günlerinde belli oldu. Zira Saddam güçleri kurtarmak için geldiklerini söylediği mazlum Huzistan halkım bizzat katletti. Yüzlerce kadının ırzına tecavüz edildi, halkın evleri başına yıkıldı. Dolayısıyla aslında Saddam Huzistan topraklarını bahane ederek efendisi Amerika ve Batılıların da onayıyla inkılabı yıkmak için, saldırıya geçmişti. Amerika ve Batılılar da Saddam'ı bizzat kendileri şişirtip İran'a saldırttıkları için Saddam'ın tüm cinayetlerine göz yomdular. Saddam'ın tüm insanlık dışı hareketlerini apaçık davranışlarını bir bir tevcih etmeye başladılar. Saddam kimyasal silah kullanıyor ve yüzlerce müslüman kimyasal silahlardan yaralanıyordu. Batılılar gelip bölgede inceleme yapıyor, "kimyasal silahların belirtileri var, ama nereden geldiği belli değil." diyerek gerçek yüzlerini ortaya koyuyorlardı. Bütün dünya Saddam’ın cinayetlerine seyirci kalıyordu. Ama İran savaşta az bir üstünlük sağlayınca, hemen ortalığı velveleye veriyor, savaşın kötülüğünden mazlum ve suçsuz insanlarının akan kanlarından dem vuruyorlardı. Hayatı boyunca Allah için bir tek kurşun, bomba vb. tehlikelere hedef olmamış aydınlanınız ise makam koltuklarına kuruluyken okudukları batıcı gazetelerden elde ettikleri bilgilerle İran'ı tanımaya, değerlendirmeye çalışıyorlar. Füzeler, bombalar altında yıllarca yaşamış bir halk hakkında acımasızca hüküm veriyorlar. İran'ın savaştayken yanında olan bazıları da aslında her şeyi bilerek İran'ın yanında yer almış kimseler değildi. Bunlar dediğim gibi daha çok duygulan ve toplumdaki konumu değerlendirerek hareket eden insanlardır. O zamanlar inkılab ve inkılapçılık rüzgarları estiği için kendileri de bu rüzgara kapılıp devrimci nutuklar atıyor, söylevler gerçekleştiriyordu. Ama bugün dünya artık özgürlüğü barışı konuşuyor ya hemen bu insanlar İran'ın yanından kaçtılar. İran'ı ağızlarına dahi almaz oldular. Zira artık moda böyle olmuştu. Bir zamanlar Mütahhari, Şeriatı ve İmam’ın söz ve kitaplarını dilinden düşürmeyenler bugün artık bunların lafını bile etmiyor. Kimisi devlete kimisi de toplumlara içinde bulundukları krizi atlatmaları için bir takım çözümler üretiyor, projeler sunuyorlar. Dün devrim aşkıyla yananlar bugün Özal'a rahmet diliyor. Dünün inkılapçı güçleri bugün RP'yi destekliyor. Bütün bunlar niçin? Acaba İslam mı değişiyor? Biz mi bir başka oluyoruz? Şüphesiz ki bunun tek nedeni yine de kendi nefislerimiz. Zira dün neyi niçin savunduğumuzu bilmiyorduk ki bugün neyi niçin savunduğumuzu bilelim. "Altından çok sular geçti." diyerek habire fikir değiştiriyor, yeni yapılanmalar anlıyoruz.
Dolayısıyla İran'ı da böyle tanıdık ve hala da öyle tanıyoruz. Modaya ayak uydurmaktan, esen rüzgara kapılmaktan başka bir şey değildir bu.
İran savaşını da barışını da Allah için yaptı. İslam ve müslümanların maslahatı savaş idi savaştı, sonra da barış gerekti barıştılar. İmam (s.a) barışı kabullendiğini halka ilan ederken bakın ne diyordu:
"Ben daha düne kadar savaş diyordum. Ama bugün bu zehirli kadehi kendim içerek barış diyorum."
Yeryüzündeki bu cesareti gösterebilen bir tek rehber tanıyor musunuz? Sonra sekiz yıl boyunca "savaş savaş" diye tutturan bir rehbere teslim olarak savaşan ama bir gecede "barış" dediği zaman da hemen teslim olan bir başka ümmet gösterebilir misiniz? Şüphesiz ki hayır. "Mekke'yi gideceğiz" dediği halde o yıl bu sözünü gerçekleştiremeyen Peygamber'e bile Hudeybiye'de "Sen Peygamber değil misin? Hani bizlere Mekke'ye gideceğimizi söylemiştin?" diyerek itiraz etmemişler miydi? İnsan bu olaylar karşısında İran İslam devriminin rehberi ile ümmetinin azamet ve yüceliğini anlıyor. Ama gel gör ki görmek istemeyen gözler yine kör, duymak istemeyen kulaklar yine sağır. Kuruldukları koltuklarda dün devrim çığlıkları atanlar bugün yine aynı koltuklarda uzlaşma çığlıkları attıkları halde İran'ı da "Niçin barıştı?" diye şiddetle kınıyorlar. Peygamber ölünce her şeyin bittiğini sanan dar kafalılar gibi imam ölünce inkılabın da bittiğini iddia ettiler. Sanki bu inkılab sadece İmam ile ayakta duruyordu. Bugün İmam vefat edeli 5.5 yıl oldu inkılab geçen yıldan daha güçlü ve kararlı adımlarla dimdik ayakta durmaktadır.
Bana kalırsa İran'ın barışa davet edilmesinin bir çok nedenleri vardı ki bunun başlıcaları şunlardı:
-
İran devletinin bütçesinin yarısı savaşa gidiyordu. Zaten
Şah'ın "bayındır bir mezarlık ve harab bir ülke" olarak bırakıp
kaçtığı İran her türlü açıdan büyük bir sıkıntı içindeydi, dolayısıyla bu büyük miktarın savaşa aktarılması da halka oldukça sıkıntılı ve zor bir hayat yaşatıyordu. Halk artık savaştan bezmiş bir haldeydi. Dolayısıyla bu duruma son vermek ve tarih boyunca hep yoksulluk ve sefalet içinde yaşamış olan bu fedakar insanların bu sıkıntıdan kurtarılması gerekiyordu.
-
-
Dünya Saddam'ın her türlü cinayetine göz yummaya kararlıydı. Ayrıca İran'ın Saddam rejimini yıkmasına da zaten müsaade edemezlerdi. Nitekim İran son zamanlarda Basra kentine oldukça yaklaşmış, hepimiz "artık Saddam'ın işi bitti." diyorduk. Ama Saddam güçleri özellikle bu son zamanlarda artık tamamıyla hayvanlaşmış acımasızlaşmış bir .durumdaydı. İran'ın aylarca uğraşarak, binlerce şehit verip aldıkları şehirleri Saddam güçleri birkaç dakikalık kimyasal silahlar sayesinde hemen geri alıyorlardı. İran güçleri bu yerleri bırakıp geri çekilmek zorunda kalıyordu. Dolayısıyla savaş ilerlemez neticelenmez bir hale gelmişti.
-
Dünya İran'ın savaşı kazanmaması için Saddam'ın tüm cinayetlerini görmezlikten geliyordu. Hatta öyle inanıyorum ki Saddam güçleri aynı Halepçe'de okluğa gibi tüm Iran halkını da kimyasal silahlarla öldürseydi, yine de bir şey demez, sesini çıkarmazdı. Nitekim atılan kıtalararası füzeler ve şehirleri bombalayıp sivil halkı öldüren savaş uçakları için- de bir şey demediler. Dolayısıyla bu tablo karşısında fazla bir şey yapılamazdı. Ya körü körüne savaş çığlıkları atarak halkın sonu getirilecek, ya da akıl ve basiret üzere bir çözüm yolu bulunacaktı. İşte bu yüzdendir ki imam (s.a) barışı istemediği halde imzalamış ve bunu "zehir dolu kadehi içmek" olarak tavsif etmişti. Ama İmam bu zehiri de içti. İslam ve müslümanların maslahatını her şeyden üstün gördü.
3- İran kendi istediğine kavuşmuştu. Zira Saddam artık o eski isteklerini tekrarlamıyor, bundan vazgeçtiğini söylüyordu. O halde İran halkı zaferi kazanmıştı. Topraklarım Saddam güçlerinin kanlı pençesinden kurtarmıştı. O halde artık illa da savaş diye tutturmanın akıllıca bir gereği de yoktu.
İşte İran halkı ve rehberi bu şartlarda 'savaştı ve bu şartlarda barıştı. Şimdi İran halkı bu barışla neyini kaybetti ki hemen karşı çıkılıyor? Barıştı diye İran'a sürt çevirenler neden bugün bizzat uzlaşma ve barış havarisi kesiliyorlar. Neden aynı değerlendirmeyi başkaları için reva görmüyorlar.
Ayrıca şu da hatırlatılmalıdır ki savaşan bir halk ile barış içinde yaşayan bir halk hiç bir zaman bir olamaz.
Örneğin insan rahat haldeyken ev almayı, arabasını yenilemeyi fabrikalar açmayı kısacası her türlü konfor ve rahatlığını düşünür de bir deprem karşısında tüm hayalleri suya düşer. Deprem esnasında her şeyden el-etek çeker sadece ölümü düşünür. Toplumlar da böyledir. İran halkı savaştayken ister istemez dünya işlerine fazla bir mesai harcamaz, rağbet etmezdi. Ama barış günlerinde artık aynı durumda kalınamazdı.
Savaşta insan sadece manevi boyutlarla iştigal ederken barışta hep maddi boyutlara teveccüh eder. Ne yazık ki bu durumu gören bazı müslümanlar da büyük bir yanılgıya düşüp, "Artık inkılab bitmek üzere" diyerek üzüntülerini dile getiriyorlar. Halbuki savaş ve barış içinde yaşayan halkların psikolojisi hiç bir zaman aynı olamaz. Savaş halindeki halkın manevi değerlere olan ilgisi .daha fazlayken barış halinde olan bir halkın manevi değerlere olan ilgi ve iltifatı daha fazladır. Dolayısıyla İran'da sadece yaşam biçimi değişmiştir. İnkılabın sona erdiğini ima eden çatlak sesler, insana daha çok Hudeybiye anlaşmasındaki itiraz seslerini hatırlatmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |