Bir devriMİn anatomiSİ Kadri Çelik


Batı düşüncelerinden etkilenme İslami ilimlerde derinliğe sahib olmama



Yüklə 3,6 Mb.
səhifə26/74
tarix03.05.2018
ölçüsü3,6 Mb.
#50098
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   74

Batı düşüncelerinden etkilenme

İslami ilimlerde derinliğe sahib olmama.


Yani bu aydınların anadili "batı", yabancı dili İslam'dır. Dolayısıyla ne kadar bilgili olsalar da İslam'a sonradan aşina olmuş, ilk etapta Batılı düşüncelerle tanışmışlardır. Ayrıca Batılı düşünce tarzını İslam'dan daha iyi bilmektedirler. İslam hakkında genel bir takım bilgileri vardır. Bu yüzdendir İkbal Atatürk'ü överken, Şeriatı de büyük İslam alimlerine dil uzatmaktan geri kalmamıştır.

Mütahhari ve Şeriatı arasında en büyük ihtilaf tarih felsefesi hususundadır. Şeriatı bu hususta tümüyle komünizmden etkilenmiştir. Tarih felsefesi tümüyle Marksist felsefenin ürünüdür. Öyle ki sonunda, dinin de sınıf savaşının bir ürünü olduğunu söylemiştir. Örneğin İslam şinasi kitabında (s. 431) şöyle diyor:

"O halde Habil ve Kabil hikayesi de tarih felsefesini göstermektedir. Kabil feodalizm ve özel mülkiyetin temsilcisi, Habil ise hayvancılık ve ilk komünal toplumun temsilcisidir."

Dr. Şeriatı bu hususta o kadar aşın gitmiştir ki sonunda her şeyi üretim araçlarına dayandıran Marksizm'in ifadesi olarak şöyle demiştir:

"Birinin ne düşündüğünü bilmek istiyorsan, onun nereden beslendiğine bak." (Mecmua-i Asar/10 s. 87)

Üstad Mütahhari ile Dr. Şeriatı’nın ihtilaf ettiği konulardan biri de "son peygamberlik" meselesidir. Dr. İkbal lahuri ve Dr. Ali Şeriatı bu hususta aynı düşünceleri paylaşmaktadır. Dr. Şeriatı bu hususta şöyle diyor: "Peygamber "son peygamber benim" derken "benim dediklerim insana kıyamete kadar yeter." demek istemiyordu. Aksine demek istiyordu ki insanların yaşamları için şimdiye kadar düşünce ve insani terbiyenin ötesinde bir hidayete ihtiyacı vardı. Ama Roma, Yunan ve İslam medeniyetinden sonra insanın terbiyesi lazım olduğu kadarıyla gerçekleşmiştir. Bundan sonra insan vahy olmadan, yeni bir nübüvvete gerek kalmadan da yaşayabilir. O halde artık nübüvvet sona ermiştir, kendiniz yola düşünüz... Artık vahyin elinden tutmasına ihtiyacın yok senin. Akıl vahyin yerini almıştır. Elbette bu akıl asırlardır vahyle terbiye edilmiş ve buluğa ermiştir." (İslam Şinasi s. 63-64)

Gerçi İkbal ve Şeriati bu sözleriyle Kur'an'ı bir kenara itmek gerektiğini ifade etmek istemiyor. Ama son peygamberliğin bu tefsiri mantıksal olarak dinin de sonu anlamına gelmektedir. Şeriati ve İkbal bu düşüncesini aslında Agust Cont'un fikirlerinden esinlenerek geliştirmişlerdir. Zira Cont da insan düşüncesini teist, felsefi ve ilmi diye üç bölüme ayırmaktadır. İkbal ve Şeriati'ye göre peygamber'den önceki dönem insanlığın çocukluk dönemidir. Sonraki dönem ise insanın buluğa erdiği zamandır.

Şeriati ile Mütahhari arasındaki en büyük ihtilaflardan biri de mucize konusudur, îkal ve Şeriati ne yazık ki bu hı Cont'un düşüncelerinden etkilenmişlerdir. Peygamberin Knor'an mucizesi dışında hiç bir mucizesinin olmadığını söylemektedirler. Halbuki bu doğru bir şey değildir. Bizzat Kur'an ile Sünni ve Şia arasında mütevatir derecesinde olan bir takım rivayetler peygamberin Kur'an dışında da bir takım mucizelere sahib olduğunu göstermektedir. Aslında Dr. Şeriatı’nın en büyük hatası dini bir din olarak algılamamağıdır. Şeriati dini de sadece sosyolojik açıdan ele alıyor ve dini toplumsal boyutlarda inceliyordu. Hatta İslam'da Allah'ın birliğini ifade eden tevhit ilkesini bile toplumsal açıdan ele alıyor, düşünsel ve itikadi boyutlarım önemsemiyordu. Nitekim İslam şinasi kitabında (Mecmua-i Asar 23 s. 221) şöyle diyor: "Tevhidi dünya görüşünde tevhit Allah'ın birliğini ifade etmektedir. Yani Allah birdir, eşi yoktur. Bu bir inançtır, tabudur ve doğmadır. Zihni bir ilkedir. Hiç bir faydası da yoktur. Ama dünya görüşü ideolojik boyutlarda ele alınırsa ameli bir değer kazanır."

Şeriati daha da ileri giderek şöyle diyor:

"Eğer insan, dindar bir aydın olmazsa sadece insan olarak düşünülürse Marksist olmalıdır. Kurtuluş yolu da budur. Marksist ahlak da İslam ahlakıyla birdir." (Mecmua-i Asar 23 s. 350

Şeriati de Seyyid Ahmed Han gibi aslında dini dünyevileştir-meye çalışan ve peygamber'i sosyal reformcu biri olarak tanıtan bir düşüncenin varisiydi. Bunlara göre İslam sadece toplumu ıslah etmek için gelmişti. Nitekim Şeriati de bu hususta şöyle diyor:

"Bu dinin görevi özgürlük, birlik, esir halk kitlelerini kurtarmak, yeryüzü lanetlilerini yeryüzünün varisi kılmak ve mustazafları şereflendirmektir." (İslam Şinasi/s. 291)

Şeriati bir aydındı. İslam alimi değildi. Bu yüzden de bir çok yanlışlıklarının olması doğaldır. Önemli olan Şeriatı’nın bu yanlışlıklarını tespit edip, ortaya koymak ve reddetmektir. İnsan hiç bir hususta delilsiz hareket etmemelidir. Delilsiz bir şeyi kabul etmek ne kadar kötüyse, delilsiz bir şeyi inkar etmek de o kadar kötüdür. Dolayısıyla Şeriatı’yi de doğru ve hatalarıyla ele almak gerekir. Ama ne yazık ki bu hususta iki tarafta da birçok aşırılıklar yapılmıştır. Bazı insanlar Ali Şeriatı’nın komünist materyalist ve hatta casus olduğunu bile iddia ederken, bazıları da Şeriatı’yi göklere çıkarmış, öve öve bitirememişlerdir. Halbuki her ikisi de kötüdür. Kum'da Şeriatı’nın kitaplarını satan bir dükkan saldırıya uğradığında ne kadar üzüldüysem ve bu olayı kınadıysam, Ali Şeriatı’yi hatasız kabul edenlere de üzülüyor ve kınıyorum.

Ali Şeriatı Batı'da yetişmiş bir aydındır. Mütahhari ise tüm ömrünü İslami ilimleri tahsil yolunda geçirmiştir. Mütahhari ile Şeriati bir olabilir mi? 30-40 yıl boyunca bir dalda tahsil eden ve uzmanlaşan bir insanla, sıradan bir insan hiç bir olur mu? İslam alimi ile aydınlar arasındaki en büyük fark da budur zaten. Bizim velayet-i fakih inancımızın dayanağı da bundan ibarettir. Her hususta olduğu gibi, bu hususta da itidal yolundan ayrılmamalıyız. İslam da bu itidal yoldan ibarettir. Resulullah da insanları bu vasat ümmet olmaya davet etmiş, sağ-sola kaymaktan sakındırmıştır. Şeriatı doğrusu ve hatasıyla bizimdir. Müslümanların iftihar vesilesidir. Ama Şeriatı’yi hiç bir zaman alimlerden öne geçirmemeli, mutlak kabul etmemeli ve sayısız hatalarına göz yummamalıyız.


Abdülkerim Sürüş ve Kabz-u Bast-i Teorik-i Şeriat Görüşü


 

Adulkerim Sürüş daha bundan birkaç yıl öncesine kadar İran'da sayılı aydınlardan biriydi. İran radyosundan dersleri yayınlanıyor, ilmi toplantılarda hep adı anılıyordu. Ama birden bire ne olduysa, karşımıza bambaşka birisi çıktı. İlk önce Keyhan-i Ferhengi adlı dergide "Kabz-u bast-i Teorik-i Şeriat" diye adlandırdığı bir dizi makale yayınlandı. İran halkı ile aydınlan bu makalelere karşı sert tepkiler gösterdi. Sadık Larecani, Hüccet'ül-İs-lam Gareviyan, Hüccet'ül-İslam Seyyid Muhammed Bakır Harra-zi, Ayetullah Mekarim Şirazî ve diğer bir çok ilmi şahsiyetler Abdülkerim Süruş'un bu teorisine şiddetle karşı çıktılar. Özellikle de Abdülkerim Süruş'un son zamanlarda İsfahan'da üniversite ve ilmi havzaların vahdet günü münasebetiyle yaptığı bir konuşma bardağı taşıran damla oldu. Abdülkerim Sürüş bu konuşması nedeniyle büyük saldırılara maruz kaldı. Kum'a girdiği taktirde öldürüleceği söylendi. Ama İslam devleti fikir hürriyeti çerçevesinde bütün bu olanları büyük bir sabırla izledi. Emperyalizmin oyununa gelmedi. Özellikle ilmi şahsiyetler Abdülkerim Süruş'un teorisi ve görüşleri hakkında kitap ve broşürler yayınlayarak halkı aydınlattılar.

Bu olay Türkiye'de hakkıyla bilinemedi. Olayların içyüzü öğrenilemedi. Sadece halkın haklı olarak gösterdiği tepkilerin yersiz olduğu söylendi. Bu yüzden ilk önce Abdülkerim Süruş'un "Kabz-u bast-i teorik-i Şeriat" diye adlandırdığı teorisini ele almak istiyoruz. Bu teorinin başlıca üç rüknü vardır.

1) Tavsifi rüknü: Bu rükne göre tüm anlayışlar, bütün marifet ve bilgiler bu cümleden olarak dini bilgiler değişkendir.



  1. Tebyini rüknü: Bu rükne göre bu anlayış ve bilgi değişikliklerinin nedeni dini anlayışların diğer tüm beşeri anlayış ve bilgileriyle bağlantılı olmasıdır.

  2. Tavsiyeî rüknü: Bu rükne göre dini anlayış, zihnin beşeri bilgilerle donanımı miktarınca olgunluk arz eder. Yani kitap ve
    sünnetten elde edilen bir dini anlayışta beşeri bilgilerin tümü mevcuttur. Dolayısıyla daha çağdaş ve kamil bir anlayış sergileyebilmek için cihan ve tabiat hakkındaki beşeri bilgilerin de kamil ve çağdaş olması gerekir. Yani bir müctehid namaz rekatlarında şekketmenin hükmünü istinbat ederken Mekanik Kuantum'u da bilmelidir'

  3.  

Şüphesiz ki Abdülkerim Süruş'un ana hatlarını verdiğimiz bu teorisine reddiye olarak başlıca kitaplar yazılmıştır. Biz ise burada kısaca bir takım cevaplar vermekle yetineceğiz. Evvela demek gerekir ki tüm bilgilerin de değişkenlik arz ettiği düşüncesi Marksizm'in ortaya attığı bir görüştür. İslam felsefesinde ve beşeri düşünce tarihinde değişmez bir takım ilkeler vardır ki bunların da değiştiğini iddia etmek mümkün değildir. Zira insanın tüm bilgileri de bu değişmez bilgiler üzerine kuruludur. Üstelik tüm bilgilerin değişkenlik içinde olduğunu iddia edecek olursak bizzat bu düşüncenin de bir gün değişebileceğini kabul etmek gerekir. Aksi taktirde bu iddia da kendi kendini nakzetmiş, kendi içinde çelişkiye düşmüş olur. Ayrıca bir takım matematiksel veya geometrik önermeler de vardır ki bunlar da hiç bir zaman değişmemiş ve de değişmeyecektir. Örneğin "iki kere iki dört eder" önermesi tüm zaman ve mekanlarda değişkenlik arz etmez. Aslında ilim soyuttur. Soyut gerçekler zaman ve mekan ile sınırlandırılamaz. İslam'da da bir takım kesin ve değişmez ilkeler vardır. Örneğin bütün müctehidler bir araya gelse içkinin helal olduğunu, artık haram oluşunun kalktığını söyleyemez. Zira içkinin haramlığı değişmez bir ilahi hükümdür ye beşerin bu sınırlarda kalem oynatma yetkisi yoktur. Yok eğer İslam'da bu kesin hükümlerin varlığı kabul edilir de sadece bazı görüşlerin zamanla değişebileceği söylenirse o zaman biz de kabul ederiz. Zaten İslam da bunu tecviz ediyor. Örneğin eskiden kanın hiç bir fonksiyonu olmadığı için alım ve satımı haram kılınmıştı. Ama bugün insan hayatını kurtaran bir fonksiyon taşıdığı için bu hükümde değişme arz etmiştir. Hatta İmam bir zamanlar tahrim ettiği satrancı tecviz etmemiş miydi? Eğer Sürüş bey de bunları söylüyorsa o halde hemfikiriz. Aramızda ihtilaf edilecek bir husus yok. Ama eğer bunu değil de her türlü hükmün zamanla değişeceğini söylüyorsa bu doğru bir düşünce değildir. İslam'ın varlığını da tehlikeye düşüren bir olaydır bu. Zira bu taktirde ortada İslam diye bir şey kalmaz. Herkes kendine göre bir din koyar ortaya. İslam insanın kendi görüşleri doğrultusunda Kur'an'ı tefsir etmesine bile karşıdır. O halde İslam'da bir takım kesin değişmez hükümler vardır. Beşeri düşünce tarihinde de bir takım evrensel ve değişmez ilkeler vardır. Bunun dışındaki görüşler zaman ve mekânın değişimiyle değişebilir.

Saniyen bilgiler arasında bir irtibat ve bağlantının varlığı da Süruş'un dediği gibi değildir. Örneğin güneşin merkeziyeti ile cuma namazının hükmünün istinbah arasında da biç bir irtibat göremiyoruz. Hatta bazen bedihi bir hüküm kabul görürken, aynı bedahete sahib olan bir başka hüküm reddedilmektedir. Süruş'a göre bedihi bir hükmü inkar etmek diğer bedihi hükümlerin de inkarını gerektirir. Bu gereklilik mantıki ve ilmi bir gereklilik değildir. Olsa olsa akli bir iltizam ve bağıntılı olmayı ifade etmektedir. Evet bazı bilgi ve önermeler arasında ilgi ve bağın olduğu doğrudur. Ama bu bağ tümel değildir. Tikel bir hakikati ifade etmektedir.

Abdülkerim Süruş'un üçüncü ilkesinin de tümel bir değeri yoktur. Ama bazı hükümler için bu düşünce doğrudur. Örneğin namazın vakitleri veya kıblenin tayini hususunda bir müctehid eğer astronomi ilmini iyi biliyorsa şüphesiz vereceği hüküm de bir o kadar kamil ve sağlıklı olur. Ama bu irtibat tüm ilimler ve bilgiler için söz konusu değildir. Örneğin cuma namazının hükmünü istinbat ederken müctehidin fizik kanunlarını bilip bilmemesi hiç bir şeyi değiştirmez. İlimler arasındaki irtibat tikel bir irtibattır, tümel değil. Elbette demek gerekir ki Süruş'un bu teorisinin o kadar fazla bir önemi yoktur. İran'da müslümanları yaralayan asıl olay Süruş'un İsfahan'da yaptığı konuşmadır. İran müslümanları için Süruş'un bu konuşmaları bardağı taşıran son damla oldu. Şimdi de Süruş'un bu önemli ve ibretli konuşmasını ele alalım.

Dr. Sürüş ilk etapta laik bir kafayla ilimleri dini ve gayr-i dini diye ikiye ayırıyor, Süruş'a göre ilmi medreselerde okutulan derslerin tümü dinidir. Sarf, nahv, ilm-i beyan vb. ilimler her ne kadar ilmi olmasa da bu ilimlere giriş sayıldığından dini ilimlerden sayılmaktadır. Ama üniversitelerde okutulan dersler tecrübi ilimlerdir. Bu ilimler Süruş'a göre ithal malıdır ve bizde olmayan ilimlerdir. Evvela ilimlerin dini ve gayr-i dini diye ayırt edilmesi yanlıştır. İlimlerin tümü insanlığın ortak malıdır ve peygamberler ile büyük ilahi şahsiyetlerin insanlığa bıraktığı mirastır. Ama ilimlerin ilgi alanı farklıdır. Birisi psikolojidir ve insanın halet-i ruhiyesiyle ilgilenir, diğeri sosyolojidir ve insanların toplumsal haletleriyle ilgilenir. Kur'an ise tüm ilimlerin mayasıdır. Kaldı ki bugün ilmi medreselerde sadece Fıkıh, Tefsir, Kelam vb. dersler okutulmamaktadır. Astronomi, yabancı diller, fizik, psikoloji, sosyoloji vb. birçok ilimler de tahsil edilmektedir. İlmi medreselerde okutulan sosyal bilimler ile üniversitede okutulan sosyal bilimler arasında hiç bir fark yoktur. Sürüş daha sonra şöyle diyor: "Medreselerde okutulan ilimler eleştirilemez. Ama üniversitelerde okutulan ilimler bu açıdan farklıdır. Dolayısıyla medrese ilimleri ile Üniversite ilimleri kökten birbiriyle farklılık içindedir ve bu iki kurumun birliği oldukça zordur."

Vicdan sahibi olan herkes bilir ki bugün medreselerde yapılan eleştiri ve tartışmalar üniversitelerde yoktur. Medrese alimleri ilk andan itibaren öğrencilerine tartışmayı ve soru sormayı öğretmektedir. Hatta bazen bu tartışmalar o kadar çok uzamaktadır ki tartışmaya katılmayan öğrenciler rahatsız olmakta ve "ders okumadık" demektedirler. Özellikle "ders-i hariç" denilen merhalede alimler aylarca bir tek fikhi kaide üzerinde durmakta, ince eleyip sık dokumaktadırlar. Medreselerdeki özgürlük ortamı üniversitelerde mevcut değildir. Hatta medrese öğrencileri en açık dini ilkeleri bile tartışmaktadır. Bu husus da hiç kimse tarafından eleştirilmemektedir. Dr. Sürüş bu hususta herhalde bazı cahil alimler ile gerçek din alimlerini birbirine karıştırmış. Mütahhari üniversitelerde Komünizm kürsüsünün dahi kurulması gerektiğini söylüyordu. Yüksek okullarda bunun kritiğini yapıyor, tartışmalara giriyordu. Ama şimdi kalkar da "Oğlum soru sormak şeytandandır. Siz sadece okuyun ve teslim olun." diyen cahil bir üstadın sözlerini tüm alimlere mal ederseniz bu haksızlık olur. Bugün üniversiteler sadece diploma hastalarının yetiştiği okullar haline gelmiştir. Sadece diplomalı cahiller üretiyorlar. Ama medreselerde insanlar sadece Allah rızası için okuyor ve hiç bir diploma beklentisi içinde de değillerdir.

Bilindiği gibi İslam'da Kur'an ve sahih rivayetlerde yer alan bilgiler her müslümanın kabul etmesi gereken bilgilerdir. Ama bunların da hikmeti ve niteliği tartışılabilir ve tarih boyunca da tartışılmıştır. Lakin apaçık olan bir şeyin zaten imkan düşünülemez. Siz hem Allah'ın namazı emrettiğini kabul edeceksiniz hem de namazı reddedeceksiniz. Bu olacak şey değildir. Çelişkidir. Süruş'un tecrübi ilimler dediği ilimlerde de bu böyledir. Örneğin bugün suyun yüz derecede kaynadığı ilmi bir gerçektir. Bu tartışma götürmez bir olaydır. Bunu inkar edenlerin veya tartışmasını yapanların aklından şüphe edilir. Tek fark şudur ki medreselerde apaçık ve sahih ilahi ilkeleri inkar edenler tekfir edilir, üniversitelerde ise tekfir olayı yerine aklına gülünür, aklından şek edilir ve psikiyatriye gönderilir. Tek olay budur. Yoksa İslami rejimlerde insanların dokunamayacağı temel ilkeler olduğu gibi, tecrübi ilimlerde de insanların kabul etmek zorunda olduğu akli bir takım ilkeler vardır. Zaten eğer insan bir takım hususlara teslim olmazsa artık tartışmanın ne gereği kalır? Hiç bir hususta ikna söz konusu olamaz. Sonunda insan safsata ve Nihilizm çukuruna yuvarlanır. Dolayısıyla Dr. Sürüş'un "Medreseler bir sınır tanır, ama üniversitelerde hiç bir sınır yoktur" demesi safsatadan başka bir şey değildir. Üniversitelerde açık akli ilkeleri inkar edenleri bırakın sınıflara almayı, tımarhanelerde bile ancak psikiyatri uzmanlarının şevkiyle kabul görür.

Hatta bırakın ilmi ilkelere riayeti günümüz tağuti rejimlerinde hakim sınıfın dinine uymayan müslüman kadınların bile üniversitelere girişi yasaklanmaktadır. Bunların ilmi tartışılması bile yapılmamaktadır.

Dr. Sürüş konuşmasında Velayet-i Fakih'e de çatmaktadır. Sûruş'a göre alimlerin ülkenin idaresini üstlenmeleri büyük bir tehlikedir. "Üniversiteliler iş dahi bulamazken neden bir alim ülkenin rehberliğini elinde bulundursun?" diye itiraz etmektedir. Bu da Süruş'un aşağılık kompleksine kapıldığım göstermektedir. Sürüş alimlerin ülkeyi idare etmesinden ve halkın alimlere rağbet etmesinden rahatsız olmaktadır. Alimlerin halkın kalbini de ele geçirdiğini ama üniversitelerin halktan kopuk bir şekilde yetiştiğini üzülerek ifade etmektedir. Şimdi bu olayın sorumlusu kimdir? Alimler halka iniyor, onlara hizmet veriyor ve onların kalbini fethediyorsa bu suç mudur? Üniversiteli entellerin halktan kopuk yetişmesini alimler mi öngörmüştür? Ayrıca bazı makamlar vardır ki alimlere mahsustur. Alimlerden başkası o makamları hakkıyla idare edemezler. Hakeza bir takım makamlar da vardır ki üniversitelilere mahsustur. Alimlerin bu makamlarda bulunmasının hiç bir zarureti yoktur. Aslında bu ayırım ve farklılık insanların ilgi alam ve uzmanlıklarının farklılığından kaynaklanmaktadır. İnsan toplumu böyle bir ayınım iktiza etmektedir. Bir toplumun doktora ihtiyacı olduğu gibi çöpçüye ve firmaya da ihtiyacı vardır. Hiç kimsenin eşitlik edebiyatı yapıp insanları çöpçü veya fırıncı olmaya zorlamaya hakkı yoktur. Toplumda herkes kendi işini yaparsa adalet ve eşitlik sağlanır. Bir doktoru fırıncı kılmak eşitlik değil topluma zulümdür. İnsanlığa ihanettir. Rusya'da bunun açık uygulamalarım gördük. Başarısızlığını müşahede ettik. Bu olacak şey değildir. Tek tip düşünce, tek tip giysi, tek tip iş, tek tip yiyecek ve tek tip meslek teorisi saçma ve gerçek dışıdır. Hiç bir ilmi ilkeye istinad etmemektedir. İslam devletini İslami en iyi bilen, tüm ömrünü İslami ilimleri tahsilde geçiren alimler hakkıyla yönetebilir. Bir terzi her ne kadar bilgili olsa da böyle bir makamı idare edemez. Nitekim bir fırıncı da psikiyatri uzmanının yaptığı şeyleri yapamaz ve hakkıyla hizmet veremez. Aslında Dr. Suruç'un en büyük sapması din ile dini düşünceyi tümüyle birbirinden ayırması ve hatta din ile dini düşünceyi "beşeri bir cehd" olarak tavsif etmesidir. Nitekim şöyle diyor Dr. Sürüş:

"Allah vahyi gönderdi. Din ilmini peygamberlere öğretti ve bizler dini marifetleri kendimizden çıkardık. Din bir şeydir dini marifetler ise başka bir şey. Dolayısıyla ilmi havzalarda olanlar dini marifetlerdir. Aynı zamanda da hiç bir saygınlığı ve takaddüsü (mukaddesliği) yoktur, içinde de çelişkiler vardır. Aslında din de Allah'ın veya masum birinin sözünü anlamak için gösterilen beşeri bir cehddir."

Şimdi Dr. Süruş'a soruyoruz: Din ile dini marifetler arasındaki ilişki türü nasıl bir şeydir? Bilindiği gibi irtibat iki kısımdır.

l- İlim, alim ve malum arasındaki ilişki.

2-Cant'ın ortaya koyduğu istilai ilişki

 

Eğer din ile dini marifetler arasındaki irtibat birinci kısım irtibatın aynısı ise o halde ikilik ve ayrıcalık söz konusu değildir. Zira malum (bilinen şey) olmaksızın, ilmin manası yoktur. Aklı makul ve akıl (nakleden) arasında vahdet vardır. İlim, alim ve ma'lum arasında birlik vardır. İkilik olursa zaten ilim olmaz. İlim ve malum arasında vahdet olmazsa hiç bir şey ilim olarak sunulamaz.



Ama din ile dini marifetler arasında Cant'ın dediği istilai irtibat varsa bu da üç ihtimal içinde düşünülebilir. Aralarındaki ilişki türü ya tesavidir ya tebayündür ya da tenafür. Eğer ikisinin müsavi olduğunu söylüyorsa o halde ihtilaf söz konusu değildir. Zira biz de bunu diyoruz. Yani Din ile dini marifetler birbirine eşittir. Dini marifetler de din demektir. Yok eğer din ile dini marifetler arasındaki irtibat, tebayün (ayrılık farklılık, başkalık) irtibatıysa o halde neden dini marifetler diyorsunuz. Zira size göre bunlar ayrı kategorilerdir. Aynı ve başka şeylerdir. O halde bunun adına dini marifetler demeyiniz. Tok eğer aralarında tenafür (nefretleşme) irtibatı var diyorsanız o halde yine aralarında hangi tür bir irtibatın olduğunu sorarız. Zira tenafürün olduğu yerde de başka bir uyum ve irtibatın varlığı gereklidir. Ayrıca din ile dini marifetler arasında tebayün (ayrıcalık) olduğunu söylerseniz insanın yaratılışındaki hedefin gerçekleşmediğini söylemiş olursunuz. Zira din ayrı bir şey olur, insanların amel ettiği şeyler ise ayrı bir şey. O halde biz niçin yaratıldık. Dünya ve ahiret saadetimiz sadece din ile mümkün olduğuna göre ve bizim yaptıklarımızın da dinle hiç bir irtibatı almadığına göre bizim yaratılış hedefimiz gerçekleşmemiştir. Ayrıca bizim peygambere ne ihtiyacımız vardı? Madem biz dini değil de dini marifetler adındaki bambaşka bir şeyle amel edecektiysek o halde peygambere ne ihtiyacımız vardı? Zira peygamber zamanındaki insanlar da aynı insanlardı. Ayrıca Ebu-Zer'in Selman'dan duyduğu şeyler de dini marifetler olduğuna göre biç bir değeri kalmaz. Yaratılış hedefinin gerçekleşmemesi ise Allah'ın sıfatlarının gerçekleşmemesini gerektirir.

Dr. Sürüş bu yanlış düşüncesi esasınca "üçyüz çeşit İslam cumhuriyeti kurmak mümkündür. İslam'ın bir çeşit devlet sistemi yoktur." diyor.

Bir başka yerde ise daha da ileri giderek şöyle diyor:

"İslam, devlet tesisi için bir proje sanmamalıdır. Bu dinin görevi değildir. Dinin evlilik, hapis, yargı ve ticaret ile ilgili hükümler vazetme hakkı yoktur."

Süruş'un bu sözleri dine karşı açılmış bir savaştır. Resulullah ve İmamların hayatları boyunca ikame etmek için didindikleri İslam devletine karşı açılmış bir isyan bayrağıdır. Bundan da öte dine karşı bir saldırıdır ve hatta bu sözlerin tehlikesi Selman Rüşdi'nin sözlerinden daha da büyüktür. Dr. Sürüş bir başka yerde ise şöyle diyor:

"Din beşerin dünyevi müşkülatını sahih bir şekilde halledebilecek yegane yol değildir. Din dışı (fikirler) de bugünkü beşerin müşkülatını halledebilir. Dinin rakibleri de dinden daha iyi bir şekilde dünyayı idare edebilir."

Bu sözler dindar bir insanın sözleri olamaz. Bir Hıristiyan bile böyle bir şey söylemez. Aman ya Rabbi, alimlere düşmanlık insanı nerelere götürüyor! Hased insana neleri söyletiyor.

Dr. Sürüş dine yaptığı bu saldırıların ardından İmam'a saldırmaktan da geri kalmıyor ve şöyle diyor: "Fakih bir insanın "İslam devleti" diye bir kitap yazmaya hakkı yoktur. Devlet dinin dışında teşekkül etmelidir."

Dr. Süruş'un son zamanlarda saçtığı incilerin haddi hesabı yok. Tüm sözleri İslam alimlerine karşı kin ve nefret kokuyor. Sonunda Hz. Mehdi'nin kuracağı adil düzeni ve geleceğin mustazafların olacağını ifade eden ilahi müjdeyi bile inkar ederek şöyle diyor: "Her türlü fazilet ve iyiliğin var olacağına inanılan toplum da hiç olmayacak bir toplumdur. Geleceğin mustazafların olacağı bile belli değildir."

Velhasıl Dr. Süruş'un şu anda geldiği nokta bir insan için. düşünülebilecek en tehlikeli bir yerdir. Elbette İslam'da fikir hürriyeti vardır ve İslam devleti bu yüzden kendisine bir baskı yapmamaktadır. Ama buna rağmen İslam düşmanları İslamî İran'da fikir hürriyetinin olmadığını söylemektedir. Eğer Dr. Sürüş'un söyledikleri sözler kadar tehlikeli ve rejim karşıtı sözler bugün başka bir ülkede sarf edilmiş olsaydı her şey alt-üst olurdu. İmam'a hakaret eden bir dergi bile İran'daki bu fikir hürriyetinden yola çıkarak bu küstahlığı gerçekleştirmişti. Ama Hizbullah halk bu derginin bürosunu basınca devlet Müslüman halkın duygularının tercümanı olmak zorunda hissetti kendini. Lakin bizim aydınlar henüz mü henüz İran'da fikir hürriyetinin olmadığını söyler. Hatta İran'ın adı anılınca yüzlerini buruşturur, alaylı bir şekilde dudak bükerler. Bugün Dr. Süruş'a en büyük baskı ve tepki Hizbullah halktan gelmektedir. Devlet herhangi bir fitneye sebep olmadığı müddetçe de Dr. Sürüş ve benzeri aydınlara her türlü fikir hürriyetini vermektedir. Bu derecede bir fikir hürriyeti dünyanın hiç bir yerinde yoktur. Bugün demokratik bir rejim olduğunu iddia eden Türkiye'de onlarca düşünür düşünce suçundan zindanlarda yatmaktadır. Bir çok aydın ise başında demeklesin kılıcını hissetmekte ve her an kendisinin de zindana atılacağı korkusuyla yazmakta ve düşünmektedir. Düşüncelere hatta duygulara bile pranga vurulmuştur. Bugün İran'da bir tek düşünce mahkumu yoktur. Ama medya hala bu açık gerçeği bile görmezlikten gelmektedir. İran'ı bir öcü gibi gösterirken ulufesiyle beslendiği rejimi demokratik özgürlükçü ve insancıl bir rejim olarak göstermektedir.



Yüklə 3,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   74




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin