SAVAŞI SUSTUR KAMPANYASI
(1 Ocak – 31 Aralık 2013)
INDEKS
1- Kampanya Etkinlik Takvimi 2
2- Faaliyet Raporu 5
3- Basın Açıklamaları 39
4- Basında Çıkan Haberler 58
5- Afiş ve Bildiriler 98
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu
;http://www.kureselbak.org-kureselbak@gmail.com
Tel: +90 536 2196341 SAVAŞI SUSTUR ETKİNLİK TAKVİMİ
Tarih
|
Etkinlik
|
Yer
|
Konu
|
Konuşmacılar
|
5 Ocak 2013
|
Basın Açıklamasına Çağrı
|
İstanbul
|
Amasız, Fakatsız barış!
|
Barış İnisiyatifleri
|
9 Ocak 2013
|
Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
Amasız, Fakatsız barış!
|
Meltem Oral
|
10 Ocak 2013
|
Anmaya Çağrı
|
İstanbul
|
Hrant Dink’in Öldürülmesinin Anması
|
Hrant’ın Arkadaşları
|
14 Ocak 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Beşinci Kitap
|
İstanbul
|
Beni Asla Bırakma -
Kazuo Ishiguro –
Mark Romanek
|
Pınar Demircan
Şengül Çiftçi
|
19 Ocak 2013
|
Anma
|
İstanbul
|
Hrant Dink
|
Hidayet Şefkatli Tuksal
|
21 Ocak 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Altıncı Kitap
|
İstanbul
|
Koku - Patrick Süskind -
Tom Tykwer
|
Görkem Yeltan
Bekir Sinan Akboğa
|
26 Ocak 2013
|
Konferans
|
İstanbul
|
Nükleersiz Bir Dünya ve Ortadoğu inşa etmek Konferansı
|
Şenol Karakaş
Ümit Şahin
|
4 Şubat 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Yedinci Kitap
|
İstanbul
|
Toza Sor - John Fante -
Robert Towne
|
Esra Akbalık
Kamer Eğilmez
Özlem Tatlıcan
|
18 Şubat 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Sekizinci Kitap
|
İstanbul
|
Venedik’te Ölüm’ü –
Thomas Mann –
Luchino Viconti
|
Yalçın Akyıldız
Burcu Aktaş
|
26 Şubat 2013
|
Yazılı Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
Diyalog Sürecine ve Barış Adımlarına Tam Destek
|
Yıldız Önen
|
4 Mart 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Dokuzuncu Kitap
|
İstanbul
|
Karanlığın Yüreği –
Joseph Conrad
Apocalypse Now -
Francis Ford Coppola
|
Esra Akbalık
Faruk Sevim
Özlem Tatlıcan
|
18 Mart 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onuncu Kitap
|
İstanbul
|
Tiffany’de Kahvaltı -
Truman Capote -
Blake Edwards
|
Erman Ata Uncu
Evren Ergeç
|
18 Mart 2013
|
Yazılı Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
Newroz Kutlu Olsun, Barışa Evet
|
Şengül Çifci
|
22 Mart 2013
|
Yazılı Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
Diyarbakır’da Milyonlar Barışa Evet dedi
|
Faruk Sevim
|
26-30 Mart 2013
|
Toplantılar
|
Tunus
|
Dünya Sosyal Forumu
|
Şenol Karakaş
Yıldız Önen
|
1 Nisan 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onbirinci Kitap
|
İstanbul
|
Charlie’nin Çikolata Fabrikası - Roald Dahl –
Tim Burton
|
Ümmü Burhan
Emre Arda
|
4 Nisan 2013
|
Kuruluş Basın Toplantısına Çağrı
|
İstanbul
|
Çözüme Evet Koalisyonu
|
|
6 Nisan 2013
|
Kuruluş Basın Toplantısı
|
İstanbul
|
Çözüme Evet Koalisyonu
|
Balçiçek İlter
Bülent Aydın
Yıldız Önen
|
12 Nisan 2013
|
Kuruluş Basın Toplantısı
|
İzmir
|
Çözüme Evet İzmir Koalisyonu
|
|
14 Nisan 2013
|
Panel
|
Ankara
|
Çözüme Evet
|
Ersin Tek
|
15 Nisan 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onikinci Kitap
|
İstanbul
|
Koleksiyoncu - John Fowles - William Wyler
|
Alev Yapışkan Tahmaz Yıldız Önen
|
19 Nisan 2013
|
Yazılı Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
“Geleceğimizi harcayan askeri harcamaları durdurmalıyız!
|
Nilüfer Uğur Dalay
|
29 Nisan 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onüçüncü Kitap
|
İstanbul
|
Dünyanın Bütün Sabahları - Pascal Quignard -
Alain Corneau
|
Görkem Yeltan
Yalçın Akyıldız
|
8 Mayıs 2013
|
Yazılı Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
Barış İçin Önemli Bir Gündeyiz!
|
Bülent Aydın
|
11 Mayıs 2013
|
Şenlik
|
İzmir
|
Çözüme Evet
|
Özlem Özel
Cüneyt Laloğlu
|
13 Mayıs 2013
|
Yazılı Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
Reyhanlı Acısını Barışla Dindirelim
|
Bülent Aydın
|
13 Mayıs 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Ondördüncü Kitap
|
İstanbul
|
Jerzy Kosinski - Bir Yerde
Hal Ashby - Merhaba Dünya
|
Alev YapışkanTahmaz
Nilüfer Uğur Dalay
|
16 Mayıs 2013
|
Gösteri Çağrısı
|
İstanbul
|
“Çözüm için, Barış için Balonlarımızı Gökyüzüne Bırakıyoruz!”
|
|
18 Mayıs 2013
|
Gösteri
|
İstanbul
Beşiktaş
|
Barış ve Çözüm için Balonlar Gökyüzüne
|
Nesteren Davutoğlu
|
18 Mayıs 2013
|
Yürüyüş
|
Ankara
|
Çözüme Evet
|
|
19 Mayıs 2013
|
Panel
|
Ankara
|
Çözüme Evet
|
Şenol Karakaş
|
20 Mayıs 2013
|
Kahvaltı & Basın Toplantısına Çağrı
|
İstanbul
|
Çözüme Evet
|
|
22 Mayıs 2013
|
Basın Toplantısı
|
İstanbul
|
Çözüme Evet
|
Yıldız Önen
|
23 Mayıs 2013
|
Gösteri
|
İstanbul
Eminönü
|
Çözüm ve Barış için Balonlarımızı Uçuruyoruz!
|
Meltem Oral
|
25 Mayıs 2013
|
Yürüyüş Çağrısı
|
İstanbul
|
Çözüme Evet
|
Küresel BAK - Faruk Sevim
|
25 Mayıs 2013
|
Yürüyüş Çağrısı
|
İstanbul
|
Çözüme Evet
|
|
26 Mayıs 2013
|
Yürüyüş
|
İstanbul
|
Çözüme Evet
|
Gülden Sönmez
Yıldız Önen
|
27 Mayıs 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onbeşinci Kitap
|
İstanbul
|
Ryunosuke Akutagava - Raşömon
|
Alev YapışkanTahmaz
Kamer Badur Eğilmez Faruk Sevim
|
10 Haziran 2013
|
Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onaltıncı Kitap
|
İstanbul
|
Bohumil Hrabal –
Sıkı Kontrol Edilen Trenler
|
Nilüfer Uğur Dalay
Faruk Sevim
|
29 Ağustos 2013
|
Yazılı Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
“Suriye’ye Askeri Müdahaleye Hayır”
|
Küresel BAK
Yürütme Kurulu
|
30 Ağustos 2013
|
Yazılı Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
Barışa Sahip Çıkalım!
|
Küresel BAK
Yürütme Kurulu
|
6 Eylül 2013
|
Basın Açıklaması Çağrısı
|
İstanbul
|
“Suriye’de Savaşa Hayır”
|
Küresel BAK
Yürütme Kurulu
|
9 Eylül 2013
|
Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
“Suriye’de Savaşa Hayır”
|
Kerem Kabadayı
|
15 Eylül 2013
|
Basın Açıklamasına Çağrı
|
İstanbul
|
Hrant Dink Davası
|
Hrant’ın Arkadaşları
|
17 Eylül 2013
|
Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
Hrant Dink Davası
|
Hrant’ın Arkadaşları
Gülten Kaya
|
21 Eylül 2013
|
Barış Ödülü Gecesi
|
İstanbul
|
Türkiye Barış Meclisi
|
Hakan Tahmaz
|
27 Eylül 2013
|
Basın Toplantısı
|
İstanbul
|
”Çözüme Evet Barışa Evet”
|
Gülden Sönmez
Kerem Kabadayı
|
2 Ekim 2013
|
Yazılı Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
Suriye Tezkeresine Hayır!
|
Faruk Sevim
|
30 Ekim 2013
|
Edebiyat Atölyesi V. Dönem Birinci Kitap
|
İstanbul
|
Helim Yûsiv -
Ölüler Uyumaz
|
Nilüfer Uğur Dalay
Yıldız Önen
|
20 Kasım 2013
|
Edebiyat Atölyesi V. Dönem İkinci Kitap
|
İstanbul
|
Fawaz Husen -
Amidabad Göç, Çocuk ve Irmak
|
Faruk Sevim
Kamer Badur Eğilmez
|
27 Kasım 2013
|
Edebiyat Atölyesi V. Dönem Üçüncü Kitap
|
İstanbul
|
Salim Berakat -
Demir Çekirge
|
Beste Sezen Ateşpare Ümmü Burhan
|
1 Aralık 2013
|
Basın Açıklamasına Çağrı
|
İstanbul
|
Hrant Dink Davası
|
Hrant’ın Arkadaşları
|
3 Aralık 2013
|
Basın Açıklaması
|
İstanbul
|
Hrant Dink Davası
|
Sermiyan Midyat -Hrant’ın Arkadaşları
|
18 Aralık 2013
|
Edebiyat Atölyesi V. Dönem Dördüncü Kitap
|
İstanbul
|
Avesta - Zerdüşt
|
Asuman Kafaoğlu Büke
Görkem Yeltan
|
25 Aralık 2013
|
Edebiyat Atölyesi V. Dönem Beşinci Kitap
|
İstanbul
|
Sadık Cübek
Tengsir
|
Yalçın Akyıldız
Görkem Yeltan
|
SAVAŞI SUSTUR KAMPANYASI
FAALİYET RAPORU
5 Ocak 2013 – Basın Açıklamasına Çağrı – İstanbul
Barış İnisiyatifleri, 9 Ocak’ta yapacakları yürüyüş için 5 Ocak’ta yazılı çağrı yaptılar.
9 Ocak 2013 – “Amasız, Fakatsız barış!” Basın Açıklaması – İstanbul
9 Ocak’ta İstanbul’da barış inisiyatifleri “Amasız, fakatsız barış” için yürüdüler. Yürüyüşte “Savaşın sesini Sustur! Barışın sesini yükselt!” sloganları atıldı. Basın açıklamasını inisiyatifler adına Meltem Oral okudu.
10 Ocak 2013 – Anmaya Çağrı - İstanbul
Hrant’ın arkadaşları, Hrant Dink’in öldürülüşünün altıncı yılında Agos’un önüne kitlesel basın açıklamasına çağrı yaptılar.
14 Ocak 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Beşinci Kitap - İstanbul
Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin beşinci kitap/filmi Beni Asla Bırakma (Kazuo Ishiguro 2005) /(Mark Romanek 2010) bize Pınar Demircan ve Şengül Çiftçi tanıttı ve tartışmaya açtı. İlk klonlama çalışmaları o yıllarda başladığı için bir anlamda tıp devriminin 1952’de başladığı söylenir. 1996 da ilk kopyalama, koyun Dolly ile girdi dünyamıza. 1978 yılında dünyanın ilk tüp bebeği olarak dünyaya Louise Brown geldi ki o da büyüdü ve 2008 yılında anne oldu. 1952’den başlayarak kurbağa, maymun, koyun ve keçi gibi birçok hayvan klonlandı. Gerek sosyal hayatın kendisinde, gerek tıp literatüründe biyoetik kavramının insanlık tarafından daha da üzerinde düşünülmesine sebep olacak, insan haklarını tekrar yazdırmaya gidecek bir süreç de başlamış oldu. Biyoetik, biyoiktidar çağının geldiğini vurguladı.
Ishiguro’nun romanı ve ondan uyarlanan film, işte bu dünyayı anlatıyor. Barışçıl bir dille bu dünyanın şiddetini, acımasızlığını gözümüze sokuyor ve bizleri düşüncelerimizle, dillendirdiklerimizle baş başa getiriyor;”Bir şeyler öğrenmeye çalışanlardan mıyız, bir şeye inanmak isteyenlerden mi?”
Bir distopia kuruluyor. Yakın ya da uzak gelecekle ilgili olan hikâyenin, bugün henüz mümkün olmayan teknoloji ile anlatılması, bir bilim kurgu değil. Tam tersine hikâye geçmiş yıllarda 1974, 1985, 1994 de yaşanmış ve bizde ‘acaba gerçek olabilir mi?’ sorusunu sorduruyor.
1970′li yıllarda İngiltere’de, kimsesiz çocukların yetiştirilmesi için zenginler tarafından finanse edilen okulda, özel olduğuna inandırılan, dış dünyadan kopuk yaşayan çocukların dünyasına giriyoruz. Seçilmiş olma şerefi hissettirilen çocuklara sıklıkla misyonları hatırlatılıyor. En önemli misyonları bedenlerine iyi bakmak. Çünkü onlar, başka insanlara hayat vermek için klonlanarak dünyaya getirilmiş çocuklar, bağışçılar.
“Bizler ayaktakımından kopyalandık. Eroinmanlar, fahişeler, tırlaklar, seks düşkünlerinden, mahkûmlardan, belki sapık olmadıkları sürece tabii.”
Asla yaşlanamayacak, asla normal bir insan gibi yaşayamayacak, zamanı geldiğinde organlarını bağışlayarak başkalarına hayat verecek ve misyonlarını tamamlayarak ölecek klonlar onlar. Yedek organ deposu muamelesi yapılan yedek insanlar.
Gözetmen Lucy “….Doğru düzgün bir hayat yaşayacaksanız bilmeniz gerekir. Hiçbiriniz Amerika’ya gitmeyeceksiniz, hiçbiriniz film yıldızı olmayacaksınız. Geçen gün bazılarınızın planladığı gibi, hiçbiriniz süper marketlerde çalışmayacaksınız. Hayatlarınız sizin için önceden kararlaştırıldı. Yetişkin olacaksınız ve sizler yaşlanmadan, hatta orta yaşa gelmeden, hayati organlarınızı bağışlamaya başlayacaksınız. Her biriniz bu nedenle yaratıldınız….” diye gerçeği haykırıyor çocukların yüzlerine bir gün. Ve hemen okuldan ‘Öğrencileri daha da bilinçlendirmek yalnış ‘ diye verilen bir kararla uzaklaştırılıyor.
Çünkü çocukların varoluş nedeni, sağlıklı insanlardan kopyalanarak, klonu oldukları insanların ihtiyacı olduğunda, organlarını bağışlamaktır. Verilen tüm eğitimlerin arasında içlerindeki yaratıcı gücü çıkarmaları konusunda da baskı uygulanıyor. Bu da bir başka korkunç deney; onların bir insan olduğunu kanıtlama deneyi. Gerçekten de başarılı çalışmalar ortaya koyuyor çocuklar. Kendileri gerçek olmasa da sanatları gerçek. “Şu sanat eserlerine bir bakın! Bu çocukların birer insan olmadığını kim iddia edebilir?”
Kitap ve film, bireyin soyut ve kalıtsal bir formüle, tüm ruhani ve fiziksel duyarlıklardan, ince zevklerden yalıtılarak bir-biyo-feed back’e ve üst üste eklenmiş bir dijital bilgi haline getirilişini anlatıyor bize.
Masumiyeti, aşkı, ihaneti, kötülüğü normal insanlar gibi yaşayan bu çocukların konumuna bizler isyan ederken onların isyan etmesini beklemek beyhude bir çabaya dönüşüyor kitap ve film boyunca. “Neden kaçmıyorsunuz? Nedir bu kabullenmişlik? Varolanı değiştirmeye çabalamaktan kaçmak ve olduğu gibi kabullenmek. Haydi kaçın! En azından deneyin!” diyoruz.
Oysa sistemin ürettiği, korku kültürüyle büyüttüğü bireylerde ne merak gelişiyor ne sorgulama ne de karşı koyma. Sistemin biçtiği değeri kabullenme, kendine değer vermemekle eşdeğer. Yedek parça olarak üretilen, hayatı bağışlayıcı olacağı günü beklemekle geçen donör, modern zamanlar kölesi; başkalarının hayatına ve hayallerine hayat veren kişi. Bütün hayatlar değerlidir ama bazılarının hayatı daha değerlidir. Masum bir bilimsel başarı olaması gereken organ nakli işte bu daha değerlilik anlayışı nedeniyle organ mafyasını oluşturdu. Tıbbı etikten koparıldığında organ bağışının geldiği noktayı anlatan film de “Kimse kendine takılan organın kimden alındığını soruyor mu?” sorusuyla bizi baş başa bırakıyor.
Film bizi çocukların/gençlerin isyan beklentisini son kareye kadar güçlü tutuyorsa da bize ” Ey seyirci, sen hayatın için ne yapıyorsun? Senin de bir misyonun yok mu? Misyonunu ne zaman tamamlayacaksın?” sorularını sorduruyor. Filmde bağışçılığa karar veren Kathy “Bizim hayatlarımız da kurtardığımız hayatlardan pek farklı değil. Belki de hiçbirimiz yaşadıklarımızı tam olarak anlamıyor ya da yeterince zamanının kalıp kalmadığını bilmiyor.” diyor.
“Birbirine gerçekten âşık bir kız ve bir erkek varsa, yani bu iki kişi gerçekten âşıksa ve bu konuda başkalarını ikna edebiliyorlarsa, o zaman Hailsham’ı yönetenler bu işi halledebiliyorlarmış.”Bir aşk hikâyesi vaadi sunan kitap/film, sanatın, aşkın ve edebiyatın gücünün mistifike edilen şiddeti önlemeye ne yazık ki yetmeyeceği ancak seyirci kalmakla da yetinmediği üzerine düşündürüyor okurunu.”Aşk ve sanat zamanı durdurabilir mi?”, “Aşk ve sanat insanı kurtuluşa götürür mü?” mitini alt üst ediyor.
‘Beni Asla Bırakma’, yeryüzündeki yerimiz, yalnızlığımız, yalnızlığımızdan duyduğumuz korkumuz, bir Allah ve ilk sebep arayışımız, bulamayışımız, çaresizliğimiz içinde bir araya gelişimiz, birlik oluşumuz ve birbirimize elimizden geldiğince sıkı sıkıya sarılışımız ve en sonunda da, ne kadar sıkı sarılsak da sevdiğimiz her şeyi yitirip yine tek başımıza kalmak zorunda olacağımız gerçeği hakkında bir kitap/film.
Sağlıklı bedenlerden üstün ırk yaratılması temeline dayanan nazizmden ve onun Napola okullarından hiçbir farkı yok kitabın ve filmin anlattığı okulun, insanın birer makineye indirgendiği, anlamları sadece yararlılıklarıyla sınırlı, faşist beden formunun sürekli teşvik edildiği, cinsiyet rolleri üzerinde sıkı kontrollerin yapıldığı, üstün soyun yüceltilip ötekinin asimile edildiği tek kamplı dünyamızı bir okul metaforu üzerinden anlatılıyor. Yıkıcı şiddet kısırdöngüsünün yerini ayinsel, yaratıcı ve koruyucu şiddete bırakıyor. Bu son derece gerçek ve ürkütücü.
19 Ocak 2013 – Hrant Dink Anması - İstanbul
Şişli Camii önüne gelen binlerce kişi “Buradayız Ahparik”, “Hepimiz Hrant’ız Hepimiz Ermeni'yiz” pankartı ve sloganları ile Hrant Dink’in katledildiği gazetesinin önüne kadar yürüdü. Yürüyüşe Dink ailesinin yanı sıra zorunlu askerlik görevini yerine getirirken vurularak öldürülen Sevag Balıkçı’nın ailesi de katıldı.
Yürüyüşün ardından Agos’un önünde anma başladı. Yüzlerce kişi, Hrant Dink’in vurulduğu yere karanfiller bıraktı.
Hrant Dink’in anmasında bu yıl konuşmayı, ilahiyatçı yazar Hidayet Şefkatli Tuksal yaptı. Tuksal konuşmasında hakikatin ve dostluğun hatırı için buradayız dedi ve şöyle devam etti: “Bizler, bu ülkenin resmi tarih öğretisiyle taammüden cahil bırakılmış kitleler olarak, üzeri ağır inkâr taşlarıyla kapatılmış olan o sağır ve dilsiz, o kanlı kuyunun varlığını senin sayende öğrendik.”
21 Ocak 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Altıncı Kitap - İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin altıncı kitap/filmi Koku’yu (Patrick Süskind 1979/ Tom Tykwer 2007)bize Görkem Yeltan ve Bekir Sinan Akboğa tanıttı ve tartışmaya açtı. Kitap 1738 – 1767 yıllarının Fransa’sında geçmektedir. Bu yıllar sanayi devriminin toplumda neden olduğu dönüşüm yılları, Fransız Devrimi öncesinin acımasız, vahşi, sert, zor yıllardır. Fransız ekonomisi uzun yıllar süren savaşlar nedeniyle küçülmüştür. Ticaret ve tarım büyük sıkıntıdadır. Kıtlık, açlık ülkenin her yerini kasıp kavurmaktadır. Göçlerle artan nüfusun ihtiyacını şehirler karşılayamaz duruma gelmiştir. İşsizlik toplumsal sorunların artmasına neden olmaktadır. Halkın içinde bulunduğu ekonomik sorunlar, uzayan savaşlar, teknolojinin gelişmesiyle savaş masraflarının artması devleti iflasın eşiğine gelmiştir. Bu dönüşüm yıllarında, aristokratlar, din adamlarının dışında, Fransa’daki sınıfsal yapının üçüncü halkası, zanaatkârlar, tüccarlar, bankacılar gibi iktisadi guruplardan oluşan yaklaşık 250.000 kişilik burjuvazi ve sayıları 600.000 i bulan işçi sınıfı günden güne büyümektedir.
Bu üçüncü sınıf günden güne kötüleyen ekonomik durumdan en çok etkilenen halk kesimini oluştururken talepleri de günden güne artmaktadır. Var olan aristokrat ve din adamları kesimi ile bu üçüncü sınıf arasında amansız bir çatışma yaşanmaktadır. Mülkiyet el değiştirmektedir ve bu değişim kanlıdır. Adalet yaralanmıştır. İnsanların “Özel bir ölüm lüksü isteyecek” kadar zavallılaştıkları, aşağılandıkları zamanlardır.
İşte roman/film kahramanı ‘kurbağa’ Grenouille bu acımasız ortamın en zayıf, en vahşi ortamında, Paris’in balık pazarında doğar. Kendinden önce ölüme terkedilen beşkardeşi gibi o da, çöplerle birlikte Seine Nehri’nin derin sularına gömülmek üzere tezgâhın altına bırakılmışken, ağlayarak hayata tutunur, hatta hatta annesini ipe götürerek. Nasıl doğduğunda, balık pazarının keskin kokusunu duyma yetisiyle ağlamaya başlayarak hayata tutunduysa, yine aynı şekilde hayatını yine bu yetisiyle, ama hep birilerinin ölümü pahasına sürdürür. ‘Deli burnuyla görür’ özdeyişini haklı çıkartarak “Doğumla ölüm arasındaki yolu, hayat üzerinden dolaşmadan geçebilecekken, yaşamaya sırf inat, sırf kötülük olsun diye karar vermişti”. “Ölenin yerine bol bol yenisi geliyordu. Paris her yıl on binin üstünde bulunmuş çocuk, piç, yetim üretiyordu.”
“Dünyaya dışkısından başka bir şey vermeyen” bir adam olarak büyür, “Tek başına yaşayan kene, iğrenç gulyabani, hiçbir zaman sevgi duymamış, hiçbir zaman sevgi uyandırmamış gayri insani Grenouille”. Tüm insani duyumlardan ve duygulardan yoksun, salt kokulara karşı görülmedik ölçüde duyarlı ve istediği kokuları üretebilmek için cinayet işlemekten kesinlikle çekinmeyen bir katil olur çıkar. Aşk sevgi, başkalarını düşünmek gibi duygulardan hiçbirine sahip değildir. Herkesin ve her şeyin kokusunu almakta, tüm kokuları üretmekte gerçek bir dâhi olmuştur. Ancak kendi kokusunun bulunmadığını, onun bulunduğu yerlerde insanların kokusunu alamadıklarını anladığı gün, dünyasını yitirir. Kendisi için tek çıkar yol, başkalarına onun için sanki insan mış izlenimini verebilecek kokular sürünmektir. Parfüm endüstrisinin temellerinin atıldığı bu yıllarda güzelliğin kokusunu yaratma fikriyle, kendine kurbanlar arar. “Onun kurbanları aşk uyandıran insanların kokusuydu.” Genç ve kızıl saçlı, kırmızı başlıklı bakire kızların peşine düşer.
Atölye gerek yazarı gerekse yönetmeni, dilleri nedeniyle cinsiyetçi ve ayrımcı gördü. “Kentsoylular kitap okuyordu, kadınlar bile…” Ayrımcılık çingeneler, İtalyanlar, yahudiler ve “bakire kanı ile beslenip üç kez evlenen markiler” için de yapılıyordu. Hayvanlara yapılanlar ve bunların anlatımındaki dil de şiddet yüklüydü.
Toplum içinde bireyselliğini hiçbir zaman edinememiş biri olan bu yalnız, kendi benliğinin dışında her şeyi yaratabilmiş dâhinin bir seri katil oluşunu izleriz. Ancak kendisi de vahşi bir ölümden kurtulamaz. Cinayet silsilesi sonunda elde ettiği koku sayesinde, Granouille’yi melek gibi gören insanlar ondan bir parça almak isterler ve onu paramparça edip öldürürler.”Bu çürümüş, kokuşmuş zamanın ortaya çıkartabileceği bir cinsti.”
Yazar ve yönetmen, sanatın, bütün dal ve hünerlerini, sesi, müziği, resimi, dansı, kostümü kullanarak, bizi, kendi yaşamı pahasına başkalarının yaşamını söndürmekten hiç çekinmeyen, üzülmeyen bu katili sevdirmeye, anlamaya dolayısıyla da normalleştirmeye çalışırcasına estetize etmişlerdi. Özellikle filmde kahramanın, daha ilk göründüğü sahneden itibaren, ikonlaştırıldığını izliyoruz.
Neredeyse, arka planda anlatılan, insanların yetişme koşullarından kaynaklı kötücüllüğünü, öykünün geçtiği dönem ve mekanı, dönüştürülen sistemin yarattığı şiddeti, dönemin sınıfsal uçurumlarının yarattığı sefalet, hastalık ve açlık unsurlarını unutarak, kötü bir tohum olarak doğan Grenouille’yi haklı görmeye yönlendiriliyoruz, hiç de barışçıl olmayan bir dille.
Yazarın ve yönetmenin dilinde betimlenen karakterin doğumundan itibaren üzerine sinen lanet, kokusuz doğması ama her türlü kokuya son derece duyarlı hale gelmesi, onu bir tür ‘seçilmiş insan’ konumuna taşıyor. ‘Tanrı vergisi’ yetenekle doğmuş bu varlık, kendi varoluşunu yalnızca kendisine kanıtlamak için güzel ve bakire kızları öldürerek özsularını alıyor ve bunu, üzerindeki laneti yok etmek için doğal bir refleksle yapıyor.
Filmde, dönem atmosferinde bir süper kahramana dönüşüyor, toplumdan soyutlanmış ve doğaüstü yetenekleri olan. Karakterin arayışının sonu da iyi ve kötü kavramlarını hiçleştiren bir platforma oturtuluyor.
O zaman Atölye’den şöyle bir yorum çıkıyor; ” Bu denli acımasız bir kahramanın yolculuğu yazılıyor, milyonlarca kişi tarafından okunabiliyor, milyonlarca dolar harcanarak filmi çekiliyor, milyonlarca kişi tarafından izlenebiliyor ve beğenilip, başarılı bulunabiliyorsa, bizim barışı yerleştirme umudumuz sekteye vurulup, beyhude bir çabaya dönüşmüyor mu?”.
Barışa yönelik tüm tehditlere, bunlar’estetik’ de olsa, karşı biz yine de umudumuzu yeşertmeyi, savaşın kazananının, barışın kaybedeninin olmadığına olan inancımızla sürdürüyoruz.
26 Ocak 2013 – Nükleersiz Bir Dünya ve Ortadoğu inşa etmek Konferansı – İstanbul
ICAN Türkiye (Nükleer Silahların Tamamen Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Kampanya) hareketi tarafından düzenlenen “Nükleersiz Bir Dünya ve Nükleer Silahlardan ve Kitle İmha Silahlarından Arındırılmış Bir Ortadoğu İnşa Etmek” adlı uluslararası konferans Taksim’de gerçekleştirildi.
Konferansa, Avrupa’da nükleer silahsızlanma alanında ve NATO konusunda faaliyet gösteren sivil toplum temsilcileri, Ortadoğu’dan Bahreyn, Mısır, İsrail ve İran’dan aktivistler katıldı. “Nato’nun nükleer politikası ve Ortadoğu” başlıklı panele Türkiye’den gazeteci Mete Çubukçu, araştırmacı- yazar Selin Bölme, avukat- aktivist Arif Ali Cangı, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’ndan Şenol Karakaş konuşmacı olarak katıldı.
Dostları ilə paylaş: |