Nükleer silahlar büyük tehdit
Konferansın ilk gündemi olan “Nükleer Silahların İnsani ve Çevresel Boyutu”nda, Türkiye’den ve diğer ülkelerden konuşmacılar nükleer silahların sadece kullanılmasının değil aynı zamanda varolmasının dahi ne kadar maliyetli olduğuna değindiler. ICAN Avrupa, Afrika ve Ortadoğu Koordinatörü Arielle Denis konuşmasında, Norveç hükümetinin de çağrısıyla 4-5 Mart 2013 tarihlerinde nükleer silahların insani ve çevresel maliyetini konuşmak üzere uluslararası bir konferans toplanacağını duyurdu. Devletler düzeyinde toplanacak bu konferansın hemen öncesinde, 2-3 Mart 2013 tarihlerinde ise ICAN tarafından organize edilen sivil toplum zirvesi gerçekleşecek. Zirveye tüm dünyadan aktivistlerin katılması bekleniyor.
Gündemin İran’dan gelen konuşmacısı Leila Moein ise ülkesinde İran-Irak savaşı sırasında kimyasal silaha maru kalmış çok sayıda kurban olduğunu, nükleer silahların da aynı şekilde insanlık için çok büyük bir tehdit oluşturduğunu ve yasaklanması gerektiğini söyledi.
Greenpeace Akdeniz Ofisi Kampanyalar Sorumlusu Hilal Atıcı ise, nükleer silahların güvenlik sağladığı ilan edilmesine rağmen, nükleer silah sahibi olan ülkelerle mutluluk endeksi karşılaştırıldığında, nükleer silah sahibi ülkelerde yaşayan insanların aslında kendilerini hiç de mutlu hissetmedikleri, dolayısıyla nükleer silahlar ile güvenlik duygusu arasında doğrudan bir bağ kurulamayacağını söyledi.
İsrail Silahsızlanma Hareketi adına toplantıya katılan Sharon Dolev ise İsrail’de nükleer silahlar hakkında konuşmanın mümkün olmadığını ancak kendilerinin bu konuyu gündeme getirmek için çeşitli çalışmalar yaptıklarını anlattı.
NATO, Nükleer silahlar ve Ortadoğu
Konferansın ikinci gündemi olan “NATO’nun Nükleer Politikası ve Ortadoğu’nun Komşularının Bölgedeki Rolü” başlıklı panele ise araştırmacı-yazar Selin Bölme, gazeteci Mete Çubukçu, aktivist ve Yeşiller ve Sol Gelecek partisi eş sözcüsü Arif Ali Cangı, Hollanda’dan gelen aktivist Susi Snyder, Küresel BAK yürütme kurulu üyesi ve Devrimci Sosyalist İşçi Partisi eş sözcüsü Şenol Karakaş konuşmacı olarak katıldı.
“İncirlik Üssü” kitabı yazarı Selin Bölme, Türkiye’de Nato’nun tarihsel sürecini ve nükleer silahların Türkiye’de depo edilme amaçlarını şu sözlerle ifade etti: “Türkiye’de nükleer silah hikâyesi İncirlik üssü ile başlamıştır. Özellikle 1950′den başlayarak ABD nükleer silahlarını Avrupa’ya taşımış ve Türkiye’de 70′li yıllarda sevk edilen nükleer silah sayısı 7300 en büyük rakamına ulaşmıştır. Soğuk savaşı bitmesine rağmen, nükleer silahlar azaltılacağı yerden 1980 sonrası Türkiye, nükleer silah deposu haline gelmiştir. 1982’de Washington- Ankara arasında “10 hava sahası modernizasyonu” mutabakatı imzalanarak nükleerler silahlar hava üsselerine kaydırılmıştır.”
NATO, nükleer silahları artırıyor
Bölme, Türkiye’de şu an 6 nükleer silah deposu olduğunu ve bu depoların soğuk savaş bitmesine rağmen aktif olarak yenilenmesini şu sözlerle ifade etti: “Soğuk savaş bitmesi ile NATO’nun politikaları, enerjinin merkezi Ortadoğu’ya kaydı. Nükleer silahların yayılmasını önleme anlaşmasını imza atan bir ülke olmasına rağmen Türkiye de, nükleer silahlar daha da artırılmaktadır. NATO bu silah fazlalığına olmasına karşı, bu silahlarla nerede ve nasıl kullanacağına dair hiçbir açıklama yapmamıştır.”
İncirlik’ten kimsenin haberi yok
Avukat/Aktivist ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi eş sözcüsü Arif Ali Cangı NATO ve İncirlik üssü hakkında şunları kaydetti: “İncirlik, NATO’nun en büyük Ortadoğu’daki üssüdür. Fakat burada neler depolandığından ya da neler olduğunda kimsenin haberi yok. Ben itiraf ediyorum ki; Milli Savunma Bakanın’ın bile yok. “Nükleer silahlar neden Türkiye’nin bütçesinden ödenmiyor?” sorusu bile Türkiye’de çok sayıda nükleer silah olduğunu bize gösteriyor. Türkiye’ye getirilen nükleer silahlar ile ilgili kararlar malesef Türkiye’deki anayasası maddelerine bakılarak değil; imzalamış olduğumuz uluslararası anlaşmalara göre alınmaktadır. “
NATO, kapitalizmin en büyük silahlı gücü
Küresel BAK Yürütme Kurulu üyesi ve Devrimci Sosyalist İşçi Partisi eş sözcüsü Şenol Karataş, NATO’nun kapitalizm en büyük silahlı gücü olduğunu ve artık kurulma nedenlerinin ortadan kaldığı bir dünyada bu örgütün var olmasını hiç bir mantıklı açıklamasının olmadığı belirtti. İncirlik üssü hakkındaki bilgileri bile ABD’deki bir sivil toplum örgüttünden öğrendiklerini ve Türkiye’de sadece İncirlik’te 60-90 arasında nükleer silah olduğu sözlerine ekledi.
NATO’nun yaramaz çocuğu İsrail
Gazeteci-yazar Mete Çubukçu ise, Ortadoğu’daki son gelişmeleri ve bölgedeki ülkelerin her türlü silah çoğaltımına gitmesinin nedenlerini şu sözlerle ifade etti: “Öncelikle Patriot meselesi ile başlamak lazım. Adana ve Kahraman Maraş’a patriot yerleştirilmesinin nedeni; Suriye’ye tehdit vermek ve Türkiye’nin bölgede yalnız olmadığını hissetmemektir. NATO’nun nükleer silahları bölge entegre etme dışında, bu bölgede bu silahlar sahip iki ülke var. Bunlar; İran ve İsrail. İran’ı büyük bir tehdit olarak algılayan NATO ve ABD malesef İsrail’in bir tehdit unsuru olarak görmüyor. İsrail, NATO’nun yaramaz çocuğu gibi davranıyor.
Ortadoğu’daki silahlanma hakkında verilere değinen Çubukçu şunları ekledi: “Nükleer silahların dışında Ortadoğu’daki birçok ülke 2020’ye 20 milyar dolarlık konvensiyol silahlar satın almışlardır. Ortadoğu, silah üreten şirketler için tam bir alıcı bölgedir. Bu üzerinde durulması gereken ciddi bir konudur.”
Nükleersiz Bir Ortadoğu
Toplantının son gündemi olan “Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Ortadoğu Mümkün mü? Bizim Rolümüz ne?” başlıklı gündemde Mısır’dan Ahmed Sa’da, Bahreyn’den Nasser Burdestani, İsrail’den Sharon Dolev, Türkiye’den ICAN Türkiye Koordinatörü Arife Köse ve Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Ümit Şahin konuştu.
Mısır’dan IPPNW ve ICAN Mısır Adına katılan Ahmed Sa’da, Mısır’da yaşanan devrim sürecinin büyük bir değişim dalgası yarattığını ve bunun kendilerine büyük olanaklar sağladığını anlattı. Devrim dalgasıyla birlikte insanların farklı ve yeni fikirlere daha açık hale geldiğinden söz etti.
Bahreyn ICAN adına katılan Nasser Burdestani ise Bahreyn ve körfez bölgesinde nükleer silahların yasaklanması için yaptıkları çalışmalardan söz etti.
İsrail Silahsızlanma Hareketi adına konuşan Sharon Dolev ise nükleer silahlardan ve kitle imha silahlarından arındırılmış ortadoğu projesinin tarihini anlattı. Projenin aslında 70’li yıllarda İran ve Mısır’ın girişimiyle başladığını, ancak geçen yıl yeni bir ivme kazandığını söyledi. Dolev, “Geçen sene Aralık ayında bir konferans toplanacaktı ancak İsrail’in henüz hazır olmadığı gerekçesiyle yapılamadı. Bu konferans mutlaka toplanmalı ve başarılı bir şekilde sonuçlanmalı, diğer ülkeler de bunun gerçekleşmesi için elinden geleni yapmalıdır” dedi.
Ümit Şahin ise nükleer silahlanma ve nükleer enerji arasındaki bağlantıyı anlattı.
ICAN Türkiye Koordinatörü Arife Köse ise “Bir gün Ortadoğu’daki bu ülkelerden bu diktatörlerin gitmesi nasıl bir zamanlar bi rüya gibi görünüp şimdi gerçek olduysa, nükleer silahlardan ve kitle imha silahlarından arındırılmış Ortadoğu’da rüya gibi görünse de aslında gerçek olmaya çok yakın. Bizim yapmamız gereken ise bu konuyu sadece devletlerarasında bir konu olmaktan çıkarıp kamuoyunun görüşünün ve baskısının yansımasını sağlamaktır. Bu süreç, nükleer silahların tüm dünyada yasaklanmasında çok önemli bir adım olacaktır” dedi.
4 Şubat 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Yedinci Kitap - İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin yedinci kitap/filmi TOZA SOR’u (John Fante/Robert Towne)bize Esra AKBALIK, Özlem TATLICAN ve Kamer EĞİLMEZ tanıttı ve tartışmaya açtı.
Kitap, 1930’ların Amerika’sında, farklı coğrafyalardan ve ülke içinden yaşanan göçlerle bir kimlik yaratmaya çalışan bir ülkedeki var olma mücadelesini anlatmaktadır. Meksikalılar, Filipinliler, Yahudiler, İtalyanlar… Hem mağduru hem de kimi zaman uygulayıcısı olunan ırkçılık,(s:42 ‘Yağlı bir Meksikalı olduğunu ve hep öyle kalacağını cümle aleme duyurmak zorunda mısın Camila? /s:44 Ah Camila Kolarado’da küçük bir çocukken onlar beni yağlı İtalyan diye çağırıp benim seni yaraladığım gibi beni yaralamışlardı. Eski bir yara titreşti yaptığımdan utanıyorum.) dışlanma ve önyargının en sert haliyle yaşandığı bu yıllarda, Arturo Bandini de, hep dışlandığı ve hor görüldüğü çocukluğunu geride bırakıp zengin ve Amerikalı bir yazar olma hayalleriyle Los Angeles’tadır.
Kolombiya Birahanesi’nde garson olarak çalışan Meksikalı Camilla Lopez ile girdiği karşılıksız aşk, karşılıklı sevgi-nefret ilişkisi ekseninde umudu, tutunmayı ve kaybolmayı işler. Bu anlamıyla başkarakterler bencillik yaşam karşısındaki gelgitleriyle bugünkü Amerikan toplumunu oldukça iyi yansıtmaktadırlar.
Romanın geçtiği yıllardaki Los Angeles da, en gerçekçi haliyle, romanın başkarakterlerinden biridir. Alta Loma Oteli’nin lobisinden, köşedeki manava, striptiz kulübünden sokaklara kadar; Amerikan Rüyası’nın yığınları nasıl yağmaladığını ve bu hayatların Mojave Çölü’nün tozuna nasıl karıştığını anlatır.
Dönemin ırkçı, milliyetçi ve ayrımcı gerçeği, olduğu gibi gösterilir romanda. Bazen Bandini’nin bazen sokaktaki polisten, bazen de otel sahibesinden ‘s:47 Bu otele Meksikalıları ve Yahudileri kabul etmiyoruz’ yansıtılarak. Tüm bu sert ve acımasız atmosferde, ‘bol endişe ve bol portakal içindeki’ Bandini’yi parlatan şey ise en basit haliyle vicdan-iyilik ve hayallerdir. Kendi gerçekliğinin farkında ve en uç hayallerden en acımasız eleştirilere kadar dürüsttür kendine Bandini. İyisi ve kötüsüyle kendinin farkındadır ve yazarak hayatta kalmayı tercih etmiştir. Bu sebeple de Fante’nin dilinin milliyetçi, ırkçı değil gerçekçi ve döneme dair olduğunu düşünüyoruz.
Kitabı özetleyen paragraf ise s: 42 … Amerikalı olduğum için şükürler olsun.
Toza Sor, 2006 yılında Amerikalı senaryo yazarı ve yönetmen Robert Towne tarafından sinemaya uyarlanmış. Hollywood’un önemli senaryo doktorlarından ve pek çok filme imza atmış olan Towne’nin kitabı farklı bir yorum ve bakış açısıyla aktardığı söylenebilir. Film karakter, zaman ve mekânlara bağlı kalmış. Gerçi kitabın yarattığı harika bir o kadar da gerçek Los Angeles atmosferi görüntüye aktarılırken kitaptaki kadar büyülü geçememiş ama filmin de California’ya has egzotik bir havası var. Büyük Buhran olarak geçen “Great Depression” günlerinin yaşandığı Los Angeles’ta bin dokuz yüz otuzlu yıllarda geçen kitap gibi filmde aynı yıllarda geçiyor. (1933)
Kitapta ve filmde sıkça vurgulanan Amerikan kimliği ve Amerikalı olmak hevesi o dönem göçmenlerin ‘Amerikalı’ olabilmek için soyadlarını değiştirmeleri sık başvurulan bir yöntem. Rus kökenli olan yönetmenimiz de (Robert Bertram Schwartz) sonradan soyadını ‘Towne’ olarak değiştirmiştir. Belki de kendinden bir şeyler gördüğü için Towne kitabı çok beğenmiş ve Fante’nin romanında anlattığı dünyanın tamamen içine girebilmiş ve filmi çekmiştir. Ortaya çıkan film “Toza sor” birçok farklı eleştiri ve yorum almış.
Filmin iki müzisyeni var: Heitor Pereira 1960 doğumlu Brezilyalı bir gitarist müzisyen. Filmin diğer müzisyeni RAMİN DJAWADİ 1974 Almanya doğumlu ve İranlı bir aileden geliyor.
Sonuçta John Fante’nin yazdığı, Robert Towne’un uyarlamasını ve yönetmenliği yaptığı Toza Sor etkileyici, sahici ve yalındı. Arturo’nun Camilla’ya yenilip onun kendisinin gerçek aşkı olduğunu kabul etmesine dair aşağıdaki kısa tirad ı dönüp dönüp okuyacağımız kesin.
“Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım Meksika ekmeğine. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran, beyaz gerdanında ölmeme izin ver. Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, Camilla ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal…”
18 Şubat 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Sekizinci Kitap - İstanbul
Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin sekizinci kitap/filmi Venedik’te Ölüm’ü (Thomas Mann 1912/ Luchino Viconti 1971)bize Yalçın Akyıldız ve Burcu Aktaş tanıttı ve tartışmaya açtı. Takıntılı aşk, elde edeme duygusu, sanatçı duyarlılıkları ve bunalımları, örtülü cinsellikler, çökmekte olan aristokrasi ve burjuvazi alışkanlıkları, hastalık ve ölüm temaları yazarın hayatı boyunca etrafında dönüp durduğu temalar olduğundan Venedik’te Ölüm’de de bu temalarla karşılaştık. Alman yazarın zaman içinde değişiklik gösteren siyasi ve toplumsal görüşleri yazarlığını şekillendiriyor; kendinde olmayana sahip olma arzusu, sanatçının çektiği acılar, çökmekte olan bir toplum ve gelenekler, hastalık ve ölüm, kendi hayatından yansıyan otobiyografik özellikler, bir türlü dışa vuramadığı homoseksüelliği nedeniyle yaşadığı bunalımlar gibi özellikler de okuduğumuz eserde dikkatimizi çekti.
Thomas Mann (ve Luchino Visconti), 1.Dünya Savaşı arifesinde yazdığı bu romanda bize bir yazarın/bestecinin trajedisini anlatmaktadır. Anlatılan aslında savaş öncesi dönemde Almanya’da milli burjuva ahlakının çöküşüdür.
Bu trajedi, bireyin önce ruhsal sonra anatomik bütünlüğünü bozucu bir şiddete dönüşerek yazarın dengesini, huzurunu, sükûnetini bozan, içsel barışını alt üst eden bir savaş alanı yaratıyor. Kitap ve film boyunca okunan/ izlenen de bir aydının içsel savaşına yenilerek ölümle sonuçlanan trajik yaşamı oluyor.
Eser, turist gelmez, para kazanılmaz kaygısı/hırsıyla belediye ve güvenlik kuvvetlerince salgın bilgisinin saklandığı Venedik’de geçmektedir.
Venedik’te yaşlı bir adamın bir erkek çocuğuna aşkı ahlâkî yargılamaya girilmeden anlatılmaktadır. Bu durum mitolojik göndermelerle, tanrısal motiflerle destekmişti. Eser boyunca yaşamla ölüm, sevmekle sevmemek, durmakla hareket etmek çatışmalarında bireyin ikilemlerini görürüz. Bu amansız iç savaş başkahramanın güzelliğe teslim olup yenilmesiyle sona erer.
Metin, burjuva sanatın ve sanatçısının sorumluluk alanlarını çizerken, güzellik tutkusunun, burjuva ahlakına göre olanaksız bir aşk hikâyesinin bireyi soktuğu çıkmazları anlatır. Bir yanda sanata dair fikirler, ahlâkî yargıları, statüsünü koruma içgüdüsü dururken, diğer yanda tutkular, arzular, aşk vardır.
Başkahramanın zihninde ve bedeninde süregiden savaş, mantığın çöküşünü de beraberinde getirecek, yazarın o güne kadar inandıklarının, mantığı saf dışı bırakan güzellik tutkusu yüzünden silinmesine neden olacaktır. Gemi yolculuğunda tiksinti ile anlattığı kendini genç göstermeye çalışan adamın durumu, otele gelen çalgıcıların solisti gibi karakterler, hikâyedeki olduğu gibi görünmeyenlerin, başka birine dönüşmek isteyenlerin düştüğü durumu anlattı bize. Bazı Atölye katılımcıları, eser boyunca yazarın, olduğundan farklı görünenleri, çirkin, yanlış göstererek başka yaşam biçimini seçenleri üstü örtük olarak eleştiren bir yaklaşımını sezinlediklerini dile getirdiler.
Ötekileştirmenin en belirgin biçimi olarak yazarda Almanya, Polonya, Rusya gibi slav ırklarını (büyük dünya dilleri) yücelten, İtalyan, İngiliz, Amerikan halklarını aşağılayan üstün Alman bakış açısı ve üslubu Atölyemizce eleştirildi. Ayrıca yazarın erkeksi, militarist simgeleri, betimlemeleri kullanması dikkatimizi çekti ve bunun ilk gençlik yıllarındaki milliyetçi damarının etkisi olduğunu konuştuk. “Bu tip, kılıç ve mızraklarla vücudu delik deşik olurken, gururlu bir utançla dişlerini sıkarak kımıldamadan ayakta duran, aydın ve delikanlılığını aşamamış bir erkekliğin verimidir.”
Sevenin de sevilenin de birbirine zarar vermeden tutkularını yaşamalarını barışçıl bulduk. Saflığı, güzelliği barışçıl insan üzerinden anlatmasını beğendik. Yazarın üst bakışını eleştirsek de burjuva şiddetine yer vermemesini önemsedik. Bütün eleştirilen noktalarına, çekincelerimize karşın, eserin genel olarak barışçıl bir dille yazılıp filme çekildiği konusunda genel bir kanıya vardık.
26 Şubat 2013 – “Diyalog Sürecine ve Barış Adımlarına Tam Destek” Yazılı Basın Açıklaması - İstanbul
26 Şubat’ta Küresel BAK yürütme kurulu adına Yıldız Önen çözüm sürecine destek veriyoruz yazılı basın açıklaması yaptı. Önen Barışın sesini yükseltme çağrısı yaptı.
4 Mart 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Dokuzuncu Kitap - İstanbul
’Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin dokuzuncu kitap/filmi -Karanlığın Yüreği, Joseph Conrad (1902), Apocalypse Now, Francis Ford Coppola (1979)- bize Özlem Tatlıcan, Faruk Sevim, Esra Akbalık tanıttı ve tartışmaya açtı. Karanlığın Yüreği’nin yazarı Joseph Conrad, kitabını 1902 de yayınladı. Kitap yayınlamadan önce denizcilik yapan yazar, 1890′da Belçika sömürgesi olan Kongo’da bir buharlı geminin kaptanlığını yapmış ve yolculuğu sırasında karşılaştığı zulüm manzaralarına dayanamayıp kısa bir süre sonra bu işi bırakmış. Karanlığın Yüreği, Conrad’ın bu çalışmaları sıralarda yaşayıp gördüklerinin izini taşıyordu. Kitap dünyanın ve tarihin olduğu kadar insanın kendi karanlığına da eğiliyordu. Sömürgeciliği analitik ve etik açıdan ele alıyordu.
Kitap kahramanı, heyecan ve para için bir şirketin gemi kaptanı olarak başladığı yolculukta, bölgede en fazla fildişini toplayan, bir dahi kabul edilen, ancak hastalanan Avrupalı taciri bulup İngiltere’ye geri götürmekle görevlendirilir. Kongo ile bütünleşmiş olan tacir geri dönmek istememektedir. Çünkü o sömürgeciliğin bir neferi olarak gittiği Afrika’da kendi yetiştiği toplumun bir aynası olarak, aydın bir toplumun meyvesi olarak, emperyalizmin sahtekâr sloganlarına kanarak, ‘ışık götürmek’ gibi yüce bir görevle gittiği Afrika’nın karanlığında ruhsal olarak iflas etmiş ve içindeki karanlık ortaya çıkmıştı. Bu karakter bize Avrupalı burjuva sınıfının emperyalizmle birlikte manevi olarak çöküşünü yansıtıyordu. Emperyalizmin yozlaşmasını, bu tacirin hasta bedeninde somutlaşıyordu.
Yazarın kitapta hacılar olarak bahsettiği karakterler ise fildişi toplamak için Avrupa’dan gelen kâşifler, misyonerlerdi. Bu hacılar imgesiyle, Avrupa’da emperyalizmin bir din kadar kutsallaştığına dair vurucu bir göndermenin yapıldığını konuştuk.
Kenya kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta emperyalizmi şöyle tanımlamıştı; “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.”
Yazarın yerlileri vahşi, yamyam, yaratık ve hayvani özelliklerle anlatmasının ırkçılık sayılıp sayılmayacağını konuştuk. Acaba yazar Afrikalıyı bir insan unsuru olarak görülmüyor muydu? Yerli betimlemeleri, ırkçı söylemlerden çok o yıllarda Afrika’ya gitmiş Avrupalı’nın iç sesi ve bu iç sesin dışa vurumu olarak değerlendirdik. Bu yazarın, kitabın başlangıçtaki söylemiydi. Dünyanın kararlığına doğru yolculuk ederken aynı zamanda yüreğinin de karanlığına doğru yola çıkmıştı. Kitabın sonunda yazarın serüvenini, yolculuktaki dönüşümünü gözlerken dilinin de değiştiğini gördük. ‘Afrikalı arkadaşlar’ olmuştu.
Yerli halk için kullandığı betimlemeler üzerinde de durduk. “Yavaş, yavaş ölmekteydiler, apaçıktı bu. Düşman değildiler, hükümlü değildiler, dünyayla ilgili hiç bir şey değildiler artık hastalığın ve açlığın kara gölgelerinden başka bir şey değildiler.”,”Boynuna bir parça beyaz yün kumaş bağlamış yerli. Deniz aşırı yerlerden gelme bu kumaş çok çarpıcı duruyordu kara boynunda. Bu beyaz yün parçasının beyaz adamın yerliye verebileceği tek şey.”
Mürettebattaki yerlilerin aç oldukları halde beyazları yemediklerine tanık olur.”Yakala onu dedi birden… Yakala onu. Bize ver. Size ha diye sordum. Ne yapacaksınız onları? yiyeceğiz dedi… Onun ve arkadaşlarının çok aç olduklarını düşünmeseydim, dehşete düşebilirdim… tüm kemirgen açlık şeytanlarının adına, niçin bize saldırıp, biz beş kişiydik, onlar otuz, iyice karınlarını doyurmadıklarına hala şaşarım… ama onları engelleyen bir şeyin, olanak hesaplarını alt üst eden o insan gizlerinden birinin burada da etkisini gösterdiğini anladım… Kısa bir süre sonra beni yiyebileceklerini düşündüğümden değil; ama birden, onlara yeni bir ışık altında bakıyormuşum gibi…hiç bir korku açlığa karşı direnemez, hiçbir sabır onu aşındıramaz, açlığın olduğu yerde iğrenme var olamaz…”
İnsan olmaktan çıkıp dehşetle yüz yüze gelmek insanı dönüştürüyordu. Karanlığın yüreğindeki ince çizgide yürümek, iyilikle kötülüğün iç içe geçtiği, duyguların bilinen anlamlarını yitirdiği bir karabasanı anlatmaktaydı. ‘Bu ne dehşet!?’ diyordu hem yaşayan, hem yazan hem de okuyan.
Eserin yönetmen Coppola tarafından Kıyamet’e dönüştürülmesinin ardında da bu vardı; gördüğü dehşet, şiddet, savaş karşısında insanoğlunun değişim/dönüşüm süreçleri. Olayları 19.yüzyıl sömürge alanı Afrika’dan alıp 20.yüzyıl sömürgecilik alanına, Vietnam Savaşı dönemine, Batılı düşüncenin sömürgeci tavrının bir başka coğrafyasına getirmişti. Film, yönetmenin elinde sinema tarihinde savaş karşıtı olarak bilinen en görkemli filmlerden birine dönüşmüştü. Yönetmen, savaşın insan ruhunu paramparça eden doğasını gösterip, dehşeti tüm acımasızlığıyla yaşatan deneyimler olarak açığa çıkartmıştı.
Tehlikeyi ortadan kaldırmak üzere yola çıkanların, asıl tehlikenin kendisi gibiler olduklarını fark etmemeleri, böylece savaşı pohpohlayan bir zihniyetin temsilcisi olmalarını görürüzhem kitapta hem de filmde.
Kitapta, sömürgecilik için kullanılan geçen yüzyılın fildişi motivasyonu, 20 ve 21. yüyılda yerini “özgürleştirme’ eğilimine dönüştürdüğünü görüyoruz. Sömürgeci zihniyetin pervasızlığının yansımaları, biçim değiştirerek devam ediyor. Bölge için iyi bir şey yapıyor olduğunu düşünen Batılılar, aslında yokedici kimliğine sahip olduklarını ve yöredeki insanları yok etmeye yönelik bir eylem planını uyguladıklarını görmemezlikten geliyorlar. Halen devam eden ve dünyayı gizli sömürgelerle donatan bu yaklaşım, kendi kendini mahvedecek dehşete, karanlığın yüreğine doğru yolculuğuna devam ediyor.
O yolculuk, insanlığı korkunç noktalara getirdiğini konuştuk. “Hiçbir korku açlığa karşı direnemez, hiçbir sabır onu aşındıramaz, açlığın olduğu yerde iğrenme varolamaz, hurafelere, inançlara, ilke diyebileceğimiz şeylere gelince de, bunlar rüzgârın savurduğu saman çöplerinden farksızdırlar. Ağır ağır öldüren açlığın şeytanlığını, bıktırıcı acısını, kara düşüncelerini, karanlık ve suratsız yabanıllığını Bilir misiniz?… Yokluğa, onursuzluğa, ruhsuzluğa dayanmak, bu uzayan açlığa dayanmaktan daha kolaydır. Üzüntü verici bir şey bu ama GERÇEK?”
Atölye’de kitapta kadınların betimlenmelerine, neleri simgelediklerine de değindik. Kadın ötekiydi. “Tuhaftır, kadınların gerçeklere böylesine yabancı olmaları. Kendi dünyalarında yaşarlar. Böyle bir dünya da hiçbir zaman olmamıştır, olamaz. Fazla güzel bir dünya onlarınki; gerçekten kuracak olsalar da, ilk günbatımından önce paramparça olurdu. Biz erkeklerin, dünyanın kuruluşundan beri iç içe yaşadığımız herhangi bir Allah’ın cezası gerçek, kalkıp yıkıverirdi dünyalarını?”, “Onlar-kadınlar yani- hep dışındadırlar-dışında olmalıdırlar. Onlara kendi güzel dünyalarında kalmaları için yardımcı olmalıyız, yoksa bizim dünyamız daha da kötüleşir.”
Yapıt Avrupa sömürgeciliğinin uygarlık maskesi altındaki korkunç yüzü, yirminci yüzyılın insanının ahlak yönünden çöküşü gibi değişik anlamlarda da okunabiliyordu
Kitapta, yaşananları görmezlikten gelerek yaşamlarını sürdürenlere de vurgular vardı. “Anlayamazsınız. Nasıl anlarsınız- ayağınızın altında sağlam kaldırım, çevrenizde sizi alkışlamaya, üstünüze düşmeye hazır iyi yürekli komşular, polisle kasabın arasında kibar adımlar atıp rezaletten, darağacından ve tımarhaneden korkarak yaşıyorsunuz…”
Kişinin yapacakları da vardı. “Yaşamdan tek umulacak şey, insanın biraz kendini öğrenmesi o da geç gelir hep ve sönmek bilmeyen bir yoğun pişmanlık. Ölümle dövüştüm ben. Düşünebileceğiniz en can sıkıcı karşılaşmadır bu. Elle tutulmaz bir pusun içinde yer alır, ayağının altında bir şey yoktur… Bilgiçliğin son aşaması buysa eğer, yaşam sandığımızdan da gizemli bir bilmece demek? Son sözü söyleme fırsatının geldiği ana varmama kıl payı kalmıştı, büyük bir olasılıkla da söylenecek hiçbir şeyim olmayacağını utanarak gördüm. Kurtz’un olağanüstü bir adam olduğunu bu yüzden doğruluyorum. Söyleyecek bir sözü vardı. Söyledi!?”
Avrupa uygarlığı, Fransız devrimiyle birlikte, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi ilerici kavramlarla, hem Avrupa’yı, hem dünyada aydınlanma hareketini başlattı. Bütün dünya Avrupa uygarlığını ulaşılması gereken hedef olarak gördü. Avrupa, Fransız devriminin etkisinde eşitlik, kardeşlik, özgürlük kavramlarının savunucusu olduysa da daha sonraki yıllarda bu devrimci özelliğini yitirerek barışçı tutumunu bırakıp saldırgan bir politika izledi. Sömürdüğü ülkelerin özgürlüğünü, eşitliğini, kardeşliğini unuttu.
Mandela, 1994 seçimlerinin ertesinde halkına hitaben yaptığı konuşmasında,’Affet, ancak unutma’ demişti.
Karanlığın Yüreği, insan eli değmemiş Kongo’da mı daha hızlı çarpar, sömürgeciliğin tohumlarının yeşerdiği Avrupa’nın derinliklerinde mi?
18 Mart 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onuncu Kitap – İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin onuncu kitap/film olan Tiffany’de Kahvaltı’yı Erman Ata Uncu (Truman Capote, basım yılı 1958)ve Evren Ergeç (yönetmen Blake Edwards çekim yılı 1961)tanıttı ve tartışmaya açtı. Kitapta anlatılan hikâye 1943-1944 yıllarında, bütün dünyayı olduğu gibi ABD’yi de etkisi altına alan II. Dünya Savaşı yıllarında geçmektedir. Roman kahramanı Holly Golightly, Teksas’ın küçük bir kasabasında yaşadığı kötü çocukluktan, on dört yaş gibi küçük bir yaşta, dört çocuklu dul veterinerle evlenerek, bir diğer deyişle kardeşi Fred ile sığınarak, kurtulmuştur. Ancak Amerika’nın küçük bir kasabasının sınırlı ufku kahramana dar gelir ve her şeyi geride bırakarak New York’a kaçar. Fred ise, bugüne kadar süregelen bir yazgıyla, yoksulluktan kurtulmak, kendisine sunulmayan eğitim, iş ve gelecek umudunu yeşertmek ve kahraman olmak için askere yazılarak savaşa katılır.
“Fred asker. Fakat hiçbir zaman bir heykeli olacağını sanmıyorum. Olabilir de. Ne kadar aptal olursan o kadar cesur olursun derler. Fred oldukça aptaldır.
Her şeyin paraya tahvil edilebileceği bu düzen çarkının içinde, şüphesiz kahramanın da yazgısı farklı olmayacaktır. Güzelliğini, gençliğini, çekiciliğini, ilginçliğini, şakacılığını erkeklere karşı kullanarak hayatını sürdürmeye başlar. Ana hedefini yüksek sosyetenin içine kapağı atma olarak belirler. Özgürlüğüne müdahale edilmesine izin vermemekle birlikte kurnazca numaralarıyla hedefine ulaşmak için mücadele eder.
Kapitalist düzen içinde sıkışıp kalan bu genç kızın, büyük kuyumcu dükkânı Tiffany’ye olan tutkusundan anladığımız ışıltılı dünya özlemini, kendisini pazarlayarak giderme çabasında olduğunu okuruz/izleriz. Kahraman yazıldığı ve filme çevrildiği yıllarda roman ve filmde anlatılan bir anti-kahramandır. Ancak o yıllardan bu yana 60 yıl geçtikten ve sayısız örneğini gördükten/görmeye devam ettikten sonra artık bizim için sıradan bir kişi haline gelir. Her şeyin alınıp satıldığı, piyasasının oluştuğu, fiyatının belirlendiği bu ‘mükemmel!’“Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” düzeninde, güzelliğin, gençliğin pazarlanması da artık sıradanlaşmıştır.
Kafese koyulamayacak kadar hırçınlığı, acımasız kuralları olan düzen karşısında onu bir çocuk kadar korumasız kılmaktadır. Özgürlüğünü hiçbir şeye değişmeyeceği, hiçbir erkeğin onu karar verdiği yoldan saptıramayacağını söylese de, o göz kamaştırıcı dünyaya girmek, onun bir üyesi olmak için elinden geleni yapar. O bir ‘Amerikan geyşası’dır artık. Amerikan rüyasının peşinde koşan milyonlarca örnekten biridir.
Yazar bize savaş döneminin acımasızlığında Amerikan toplumunun kaçış yollarını, hayata bakışlarındaki belirsizlikleri, kişiler üzerinden anlatmaktadır. Kahramanın dramı, bir toplumun değişim/dönüşüm arayışının da ipuçlarıyla doludur. Hayatı tersten okumak isteyen ve bu nedenle marjinalleştirilen bir karakterin dünyasındaki dalgalanmalar Amerikan toplumunun sarsılmasının göstergeleridir.
Yazarın kolay okunan, hafif hikâyesinin altına bir sürü katmanı sezinledik. Yazarın dilinden Amerikan toplumunun ayrımcılığını, ötekileştirdiklerini görürüz; cinsel tercihlere bakışını gösteren temizlik hastası lezbiyenler, Amerika’nın, siyahilerden arınmış steril toplum anlayış tercihini ele veren partiler, ev toplantıları, karikatürize edilen komşular, kitapta İtalyan Madam Spanella/filmde Japon fotoğrafçı.
“Bir oda arkadaşı arıyorum. O kadar düzensizim ki, bir hizmetçi tutmaya da gücüm yetmiyor. Lezbiyenler gerçekten de çok iyi ev hanımı olurlar, bütün işleri yapmaya bayılırlar.” “Zenciler ve çocuklar kimin ilgisini çeker ki?” “Sakın bir yabaniyi sevmeyin… Kalbini yabaniye vermemelisin… Kendini yabanıl bir şeye kaptırırsan sonunda gökyüzüne bakakalırsın.”
Ayrımcı değinmelere karşın Atölye’de kitabı genel olarak barışçıl bulduk. “Neymiş sanki vatan dediğin rahat ettiğin yerdir” ve benzer saptamalar barışçıl esintiler hissettirdi. Barış ve baharın dünyanın dört bucağında kalıcı olması umudumuzu tazeledik.
18 Mart 2013 – Yazılı Basın Açıklaması Metni– İstanbul
Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Şengül Çifci, Newroz kutlamaları öncesi yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada “2013 yılının barışın kazanacağı ve Kürt sorununun barışçı çözümü için kalıcı adımların atılacağı bir yıl olması için, “Şimdi barış zamanı” diyenler seslerini yükseltmeli, barıştan vazgeçmeyeceğimizi göstermeliyiz” dedi.
22 Mart 2013 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Faruk Sevim 21 Mart’ta Newroz’da milyonlarca Kürd’ün barış talebi ile alanları doldurmaları üzerine yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada çözüm sürecine desteğin altı çizildi.
27-29 Mart 2013 – Dünya Sosyal Forumu – Tunus
27-28-29 Mart'ta Tunus'ta Dünya Sosyal Forumu gerçekleşti. Arap devrimleri, İklim değişikliği, Kadınların özgürlüğü, Barış hareketi, Sendikal örgütlenme gibibaşlıklar altında yüzlerce toplantı oldu. Her gün üç ayrı saat diliminde aynı anda 100'den fazla toplantı yapıldı. Hem DSF alanında hem merkezde tiyatrolar, konserler, sergiler ama en çok gösteriler gerçekleşti.
Tunus'un başkenti Tunus şehrinde El- Manar Üniversitesi kampüsünde yapılan DSF'na dünyanın her tarafından binlerce aktivist katıldı. Kampüs çok büyük 6 bölüme ayrılmış, bir bölümden öbürüne geçmek bazen 10 dakika alıyor. Ama giriş çıkışlarda problem yaşanmadan bu kadar toplantı başarıldı.
İlk kez DSF ana çoğunluğunu Araplar oluşturdu. Binlerce Arap aktivisti dünya deneyimlerini dinlemeye hem de kendi deneyimlerini anlatmaya çalıştılar. Arapça, Fransızca ve İngilizce dillerinde çeviriler başarılı bir şekilde bazen ardıl, bazen simultane yapıldı. Yüzlerce Tunus'lu aktivist yardımcı olmak için çırıpındı.
Tunus'taki devrim havası DSF'na da yansıdı. Daha önce Caracas'ta Latin Amerika için hisettiklerimi burada yeniden yaşadım. Devrim değiştiriyor...Her yerde kadın, erkek, yaşlı, genç binlerce Arap aktivisti bir şeyler anlatıyor, şarkılar söylüyor, dans ediyor, slogan atıyor. Her yerde en önde kadınlar var. Çeşit çeşit örtüler ile başlarını bağlayanlar, saçı açık kadınlar omuz omuza yaşadıkları büyük deneyimi anlatıyorlar, taleplerini haykırıyorlar. Gün boyunca mahkûmların serbest bırakılması için, daha iyi iş koşulları için, demokrasinin genişletilmesi için onlarca gösteri oluyor.
Filistin Arapların en önemli problemi olmaya devam ediyor. Filistin mücadelesi için büyük bir alan ayrılmış. Burada toplantılar, gösteriler, sergiler sürekli vardı. DSF'ye katılanların nerdeyse yarısında ya Filistin bayrağı veya tişörtü veya eşarbı vardı. Her konuşan devrimlerin Filistin sorununu çözmede yardımcı olmasını umut ediyordu. İHH'nin Mavi Marmara toplantısı ilgi gördü, pek çok Tunuslu konu hakkında oldukça bilgiye sahiptiler, dava devam edecek değil mi diye soruyorlardı.
Türkiye ilişkin Kürtlerin durumu da bize en çok sorulan soruydu. Barış görüşmelerinin başlaması herkesi heyecanlandırmış. Hem DSF, hem merkezde, çarşıda, pek çok Tunuslu Türkiye hakkında bayağı bilgi sahibil. Kardeş deyip duruyorlar.
30 Mart'ta önce DSF sosyal hareketler meclisinin kararları alınacak, sonra Filistinlilerin toprak günü için yürüyüş düzenlenecek.
Böylece bir DSF daha binlerce aktivisti biraraya getirme görevini yerine getirdi. Belli ki antikapitalist hareket hala devam ediyor.
Binlerce aktiviste beraber mücadele etme çoşkusunu aşılıyor.
29 Mart 2013 - Dünya Sosyal Forumu Sosyal Hareketler Meclisi Raporu
DSF'nin son toplantısında büyük anfi tümüyle doldu. Anfinin araları, giriş kapısı DSF Meclis toplantısına katılan yülerce insanla, her yerde sallanan bayraklarla, duvarlara asılan afiş ve pankartlarla Tunus devriminin coşkusunu yansıttı.
Hiç durmadan slogan atıldı. ''Biz antikapitalistiz!'', ''Halk borçların ödenmesini istemiyor'', ''Başka bir dünya mümkün'', ''Yaşasın Tunus devrimi!'' sloganları, uluslararası sloganlarla birleşti. Her konuşma alkışlarla, sloganlarla kesildi.
Özellikle açılış konuşmasını yapan Tunuslu aktivistin konuşması salondaki coşkuyu daha da yükseltti: ''Tunus devrimi adına size hoşgeldiniz diyorum. Son iki yıldır Tunus'taki herkes mücadele ediyor. İki yıl önce devrim arap ülkelerini ve dünyayı sarstı. Devrimimiz sırasında, mücadelmizin her evresinde şehit düşenleri saygıyla anıyoruz. Bu mücadele sayesinde devrim her yere yayıldı. Ama biliyoruz ki kapitalizm var oldukça işimiz bitmeyecek. Devrimler tüm dünyaya yayılmalı. Diktatörlük yıkıldı ama biz devrimciler pes etmedik. Biz, mücadeleciyiz.
Mübarek ve Binali rejimleri artık yok, biliyoruz ki sırada diğer diktatörlükler var, hepsi yıkılacak. Bilşyoruz ki, devrimin önündeki gerçek duvar, kapitalist sistemdir. İşte onu yıkmamız gerekiyor. Mücadele devam etmeli, halkların mücadelesi devam etmeli.
Diktatörlüklerin borçlarını ödemiyeceğiz. Kapitalist sistemin borçlarını ödemiyeceğiz. Halk, borçların ödenmesini istemiyor.
Tüm dünya sosyal hareketleri, burada biraraya gelen hepimiz kapitalist sisteme karşı mücadele etmeliyiz. Yunanistan'da, İspanya'da, her yerde dayanışmalıyız. Pes etmek yok!
Sosyal hareketlerin meclisi tüm sosyal hareketleri kapsayan bir meclis...Tüm dünya halkları, meclisinize hoş geldiniz!
Tunus devrimi yeni, daha güzel bir dünyaya yol açtı. Devrim her yere yayılıyor. Tunus devrimi Ocak 2011de başladı, hala devam ediyor. Tunus halkı özgür bir halktır, ne Katar ne de ABD bu halkın iradesine sahip olabilir.
Tunus devrimi, sadece bir Tunus devrimi değildir. Tunus halkı, Filistin için de mücadele ediyor: Surekli sloganlar ''Halk Filistin'inin özgürleşmesini istiyor!''
Açılış konulmasından sonra, kürsüye Dünya Kadın Yürüşü aktivisti çıktı ve şunları söyledi:
Vahşi kapitalizme karşı mücadelede Dünya Kadın Yürüyüşü olarak aktif bir odak olmaya, mücadelenin kopmaz bir parçası olmaya devam edeceğiz. Sınıf savaşında tüm sömürü biçimlerine karşı mücadele edeceğiz. Sloganımız, 'tüm dünya kadınları ile dayanışmaya',
'patriyarkiye karşı mücadele ediyorum, kapitalizme karşı mücadele ediyorum!', 'emperyalizme ve kapitalizme ölüm', 'Filistine özgürlük'tür.
Arkadaşlar, kadınlar, onur adına buradayız, yoldaşlarım üç gündür buradayız. Kapitalizmde onur yok, sisteme karşı mücadele etmeden onurumuzu kazanamayız. Onurlu hayat antikapitalist hareketten, feminist hareketin mücadelesiyle mümkün.
Kapitalizme karşı mücadele etmeden, patriarşiye karşı mücadele etmeden kazanamayız.
Biz kadınların mücadelesi diğer tüm demokrasi verenlerin mücadelesinin bir parçası. Sosyal adalet ve demokrasi için verilen bir mücadele.
Dünyanın her yerinde taciz, tecavüzler devam ediyor. Bunlara karşı, kapitalizme karşı erkek ve kadınlar birlikte kapitalizme mücadele etmeliyiz. Mücadele olmadan onurumuzu koruyamayız. Kadınlar adalet bulmadan kapitalizm bitmeyecek.
Kapitalist sistemde kadınlara öncelik verilmez, yoksulluk, baskı öncelikle hep kadınlara uygulanıyor. En çok ayrımcılığa kadınlar uğruyor.
DSF”de rüyamızı yaşıyoruz, bu dayanışma rüyasını gerçekleştirmeye çalışacağız.
Sloganlar= 'Tüm dünya kadınları dayanışın' 'Feministiz, antikapitalistiz.'
Konuşması uzun süre alkışlanan Dünya Kadın Yürüşü aktivistinin ardından kürsüye, Katalanya'dan bir aktivist çıktı ve şu vurguları yaptı: ''Arap devrimleri dünyaya yayılıyor. Devrim devam ediyor. Devrimcilere selam olsun. Dünya sokaklarını işgal edenler adına Tunus'tan Mısır'a kadar her yerdeki devrimcileri selamlıyoruz. 'Birleşen toplumlar asla yenilmeyecekler
Chavez için yapılan saygı duruşunun ardından Fransa Via Campasina aktivisti söz aldı ve şunları söyledi:
'Antikapitalizm hakkında konuşmak beni öfkelendiriyor. Adaletsizlikten, büyük şirketler, bankalar asıl sorumlu. Kapitalizmde iyi bir şey yok. Küresel bir kriz var, borçlar bizim değil, biz istemedik, biz ödemeyeceğiz.
Başka bir dünya mümkün ve biz bunu dünyanın egemenlerine göstereceğiz. Kapitalist sistemden kurtulamıyacağımızı söylüyorlar. Berlin duvarının çöküşünden beri bunu söylüyorlar. Bu yüzden birbirimize, size ihtiyacımız var, enerjinize ihtiyacımız var.
Slogan 'Başka bir dünya mümkün!', evet hep birlikte devrim yapacağız'
Son konuşmalardan birisini iklim hareketi kampanyaları sözcüsü yaptı ve özetle şu temel sorunu vurguladı: ''İklim sorununu çözmenin yolu kapitalizmden kurtulmaktır. Büyük şirketler karlarını kaybetmemek için dünyada iklimin değişmesini engellemek istemiyorlar. Dünyayı zehirleyenler, ekolojik dengeyi darmadağın eden onlar. İklim değişikliğyle ilgili tüm toplantılarda dünyayı tüm canlı yaşamıyla uyumlu bir yer haline getirmek için küresel mücadelenin önemliolsuğunu tartıştık.'
DSF Meclis toplantısı şarkılarla, sloganlarla, konuşmalarla devam etti. İlk kez, yakın zamanda devrimin gerçekleştiği bir ülkede düzenlenen Dünya Sosyal Forumu, tam da bu yüzden devrimci coşkunun yaşandığı, başka bir dünyanın kurulması için kitlesel eylemlerin gücüne vurgunun daha yoğun yapıldığı, her zamankinden daha umutlu, daha kazanma isteğiyle doluydu.
Yarın bir dizi değerlendirme toplantısının ardından yapılacak final yürüyüşüyle, Dünya Sosyal Forumu sona erecek. Mücadele ise devam edecek.
Senol Karakas-Yildiz Onen
1 Nisan 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onbirinci Kitap – İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin on birinci kitap/filmi olan Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nı Ümmü Burhan (Roald Dahl basım yılı 1964)ve Emre Arda (yönetmen Tim Burton çekim yılı 2005)tanıttı ve tartışmaya açtı. Dört dönemdir süren Atölye’nin ilk çocuk kitabı incelemesi olan Charlie’nin Çikolata Fabrikası kitabı bir çocuk klasiği sayılıyor. Quentin Blake’in resimlediği kitap, yazıldığı dönem göz önüne alınırsa, çocuklara büyülü bir dünyanın kapılarını aralıyor. Özellikle fabrikanın betimlenmesi, burada yapılan araştırma ve geliştirme çalışmalarının anlatımı, büyülü bir gerçekliği, resimlerin de katkısıyla gözlerimizin önüne seriyor. Umpa-Lumpalar, çiklet makinesi, her şeyi ışınlayabilen tele çikolata, ışınlayıcı kamera, hiçbir yere bağlı olmadan havalanabilen cam asansör, çikolata ırmakları, çayırlar, şelaleler…
Bir çocuk kitabı değerlendiriyor olmanın bilinciyle yazarın okur çocuklara bir ders vermek istediğine hazırdık. Ancak bu ders, biz büyüklerin artık çok iyi bildiği, çoktan öğrendiği bir dersini, bize nasıl çocukken verilmeye başlandığını görmüş olduk.
Kitabın başında yazar bize fakir bir ailenin dramını, yaşamını betimlerken fakir ama onurlu, kalabalık ve mutlu bir aile yaşamının değerliliğini vurguluyordu. Daha sonra, fabrikayı gezme şansını yakalayan çocuklar ve onların aileleri üzerinden (oburlar, şımarıklar, ukalalar, bağımlılar…) iyi- kötü, doğru-yanlış, akıllı-aptal, uslu-yaramaz gibi değerleri tanıtıyor, kitabın sonunda da Charlie üzerinden ( hiç soru sormayan, yorum yapmayan, karşı çıkmayan, elindekiyle yetinen, şaşırmayan, sıra dışına çıkmayan) iyinin ve doğrunun kazanacağını gösteriyordu. Kiloluların, bağımlılıkları olanların, kolay elde etmeye alışmış olanların, çocuk da olsalar değersizliğini gösterip bir şekilde cezalandırılacaklarını, iyi ve güzel olan bütün özelliklere(!)sahip Charlie’nin büyük ödülü kazanacağını anlatıyordu. Adeta kutsal bir metin okuyor gibi olduk.
Çikolata fabrikasını gezdiren Bay Wonka, tam bir kapitalistti. Fabrikasında daha önce çalışmış ve bilgilerini çalıp rakiplerine götürmüş sanayi casusu çalışanlarından kurtulmak için, bir süre üretimine ara vermiş sonra da açlık sınırında yaşadıkları Pasifik Okyanusu’ndaki bir adadan getirdiği, sıra dışı, küçük, kısa boylu insanları, kakao çekirdeği karşılığında, fabrikadan dışarıya çıkmalarına izin vermeden çalıştırıyordu. Bu Umpa Lumpa’lar üzerinde deneyler yapabilecek kadar işi ileriye götürüyor ve de koşullarından çok mutlu olduklarını her fırsatta belirtiyordu. Bu betimlemeler bize Afrika’daki vatanlarından kopartılarak zorla Amerika’ya taşınan 17-18. yüzyıl, ya da ekonomik darboğaz, işsizlik nedeniyle ailelerinden, ülkelerinden kopartılarak düşük ücretle başka ülkelere çalışmaya gelen ve de ellerinden pasaportları alınarak, onlara gösterilen getto ve şantiyelerin dışına çıkmalarına izin verilmeden işe koşulan 20-21.yüzyıl kölelerini çağrıştırdılar.
Bu koşullarından çok mutlu olan Umpa Lumpa’lar işyeri sahibinin en güvendiği insanlardı. O kadar mutluydular ki, sahiplerinin sesleri olarak, hiç beklenmedik anlarda fabrikanın bir köşesinden çıkıp şarkılar söylüyorlardı. İşveren malını, mülkünü, çikolata fabrikasını, bırakabileceği birini arıyor ve kendi kriterlerine uyup uymadığını görmek için de bir yarışma düzenliyordu. Duygularına, nefislerine, alışkanlıklarına yenik düşen ‘kötü çocuklar’ bir bir yenilip oyunu kaybediyor, bir diğer deyişle işveren tarafından devre dışı bırakılıyorlardı. İşte bu ‘güvenilir ve mutlu çalışanlar, Umpa Lumpa’lar, işverenin kendine ‘varis olacak kadar güvenilir, kendi gibi düşünen kişiyi bulma yarışmasından’ elenen çocuklar ve ailelerin tutumları üzerine eleştirel, ayırımcı, hakaret içeren şarkılar söyleyip, onları toplumda deşifre ederek uzaklaştırıyorlardı. Bu şarkılarla biz büyükler de, tragedyalardaki koroların işlevini üstlenen Umpa Lumpa’lar sayesinde, ‘büyük abi’nin verdiği dersi anlıyor, kıssadan hisselerimizi çıkartıyorduk.
Filmde ise işveren, akıllı bir kapitalist olarak daha da göze çarpmakta, kar hırsı kutsanmakta ve bulduğu çözüm yolu ve bu yolda başkalarını aşağılama, kullanma, dışlama önerileri daha da olağanlaştırılmaktaydı. Firma iflasın eşiğine gelmiştir. Yeniliklere ayak uyduramayan fabrika tarihe karışmak üzeredir. Çikolata imparatorluğunun sahibi eski ününü canlandırmak, imparatorluğuna yeni bir soluk getirmek için bir plan yapar; tüm ülkeye dağıtılacak çikolata paketlerinin sadece beşine çekiliş biletleri koyar. Bu biletleri bulan çocuklar hem Çikolata Fabrikasında bir gezi yapacak hem de diledikleri kadar çikolata yiyeceklerdir. Böylece Wonka Çikolataları yeniden gündeme gelecek ve satışlar artacaktır. Çikolata imparatorluğunda düşsel bir yolculuğa çıkan çocuklar reklam yıldızı olmak isteyen, şiddete meyilli, bağımlı, obez çocuklardır.
Yazar, çocukların adlarını kişilik yapılarına uygun sözcüklerden seçerek alaycı bir anlatım yolunu benimsemişti. Mike Teevee (TV), Violet Beauregarde (violet sözcüğünün karşılığı hem menekşe rengi hem de bir çeşit kimyasal boya maddesidir)Beauregarde” (Fransızcada iyi görünümlü, güzel anlamına gelir), Augustus Gloop (Lokmaları ağzına öyle bir doldurur ki gören onun boğulduğunu sanır. Gloop İngilizcede boğulma sesini anlatan bir ünlemdir),Charlie Bucket (bucket İngilizcede para kazanmak ve işine dört elle sarılmak anlamına gelmektedir).
Yazar, televizyon bağımlılığı, lüks tutkusu, her şeye sahip olma isteği, ünlü olma arzusu, sakız çiğneme rekorunu kırma saplantısı, oburluk gibi kusurları ‘Her şeyin fazlası zararlıdır!” demekteydi. “Çocukların tutumlarından, yaptıkları ya da yapmadıkları şeylerden ana babaları sorumludur! Yanlışlar yapılabilir, önemli olan bu yanlışları yinelememek ve zamanında dönmeyi bilmektir.”
Kazanan her zaman dingin, huzurlu ve azla yetinmeyi bilen kişidir. Yoksul ailede en bol olan şey sevgidir. Birbirlerine, kendilerine, dünyaya duydukları sevgi yaşadıkları sıkıntıyı çekilir kılmaktadır. Asla açgözlülük yapmazlar, içinde oldukları durum onlara hep azla yetinmeyi öğretmiştir. Yazar adeta kutsal kitaplardaki yedi günaha gönderme yapıldığı izlenimi uyandırıyordu.
Kitap, fantastik unsurlarla eğlencenin iç içe geçtiği bir kara mizah örneği, bir çocuk klasiği olmakla birlikte, oldukça zalim, acımasız yetişkinlerin olduğu, yoksulluk, açlık ve acının ve bunlara yol açan nedenlerin yüceltildiği, içerik ve diliyle Atölyemiz açısından barışçıl olmayan bir metin olarak değerlendirildi.
4 Nisan 2013 – Çözüme Evet Koalisyonu Kuruluş Basın Toplantısına Çağrı - İstanbul
Çözüme Evet Koalisyonu 6 Nisan’da yapılacak kuruluş basın toplantısına yazılı bir basın açıklaması ile çağrı yaptı. Çağrıda “Kürt sorunu konusunda tarihi adımlar atılıyor. Bizler çözüm için atılan adımları desteklemek ve çözüme engel olmak isteyenlere, “Hayır, bizler bu topraklarda yaşayan milyonlarca insan, çözümden yanayız” diyebilmek için yola koyuluyoruz” dendi.
6 Nisan 2013 – Çözüme Evet Koalisyonu Kuruluş Basın Toplantısı – İstanbul
Çözüm ve Barış sürecini destekleyen onlarca aydın, aktivist, gazeteci, yazar ve sanatçı 6 Nisan’da Taksim Hill Otel’de biraraya gelerek Çözüme Evet Koalisyonunu ilan etti ve Barış için 26 Mayıs’ta İstanbul’da büyük bir gösterinin duyurusu yapıldı.
Taksim Hill Otel’de gerçekleşen toplantının açılışını Balçiçek İlter yaptı. İlk imzacılardan söz alan katılımcılar Çözüme Evet koalisyonu olarak farklı kesimlerden insanları biraraya getirerek barış sesini yükseltmeyi ve çözüm sürecine olan desteğin sokakta yanısmasını sağlamak istediklerini belirtiler.
İlk sözü alan Küresel BAK sözcüsü Yıldız Önen, Çözüme Evet koalisyonun neden kurulduğunu anlattı.
İHH’dan Avukat Gülden Sönmez, barışın yeryüzünde yaşayan tüm insanlar için en hayırlısı olduğuna inandıklarını söyleyerek, “Çözüme ilk kez bu kadar yaklaştık” dedi. Gülden Sönmez, 26 Mayıs’ta İstanbul’da büyük bir gösteri yapmayı planlanan yürüyüşü ve 5 Mayıs’ta da yine İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde yapılacak gösteriyi duyurdu.
Sivil Dayanışma Platformu’ndan Ayhan Ogan ise kampanyanın yerellerde yapacağı faaliyetlerden bahsetti. Ayhan Ogan’ın konuşmasının ardından Balçiçek İlter, Çözüme Evet Koalisyonu’nun kuruluş çağrısını okudu.
İlk imzacıların söz aldığı basın toplantısında ortak olarak dile getirilen barış ve çözüm sürecine verilen destek ve bu desteğin arttırılması için herkesin harekete geçebileceği kanalları yaratmanın gerekliliği oldu.
Basın toplantısı herkesin bir fırça darbesi ile renk kattığı “Çözüme Evet” pankartının boyanması etkinliği ile sona erdi.
Dostları ilə paylaş: |