Konuşmacı ve Temsiciler:
Mustafa Paçal (Hak İş Sendikası)
Roni Margulies (Yazar)
Kuban Kural (Kafkasya Forumu)
Abdurrahman Dilipak (Yazar)
Kerem Kabadayı (Sanatçı, Mor ve Ötesi)
Yaman Yıldız (Demokrasi ve Özgürlük Hareketi)
Şenol Karakaş (DSIP- Devrimci Sosyalist İşçi Partisi)
Yıldız Önen (Küresel BAK)
Gülden Sönmez (İHH)
Hasan Avşar ( Sivil Dayanışma Platformu)
Aydın İnci (Beyaz Hareket Derneği)
Ahmet Mercan (Yazar)
23 Mayıs 2013 – Çözüm ve Barış için Balonlarımızı Uçuruyoruz! Eylemi - İstanbul
26 Mayıs yürüyüşünden önce Çözüme Evet koalisyonu Eminönü vapur iskelesinde bildiri dağıttı, denizin üzerine balonlar bıraktı ve basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasını okuyan Meltem Oral çözüm ve barış için herkesi sokağa eyleme çağırdı.
25 Mayıs 2013 - Küresel BAK: Çözüme evet yürüyüş çağrısı - İstanbul
Çözüme Evet’in 26 Mayıs’ta yapacağı yürüyüş için Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Faruk Sevim bir çağrı yaptı.
25 Mayıs 2013 – “Barışa Evet, Çözüme Evet Yürüyüş” çağrısı - İstanbul
Çözüme Evet Koalisyonu, 26 Mayıs’ta yapılacak yürüyüş için yazılı bir basın açıklaması yaptı.
26 Mayıs 2013 – Çözüme Evet Yürüyüşü – İstanbul
Çözüme Evet koalisyonu’nun kuruluş basın toplantısında ilan ettiği yürüyüş 26 Mayıs’ta Saraçhane’den Beyazıt’ta yapıldı. Yürüyüş sırasında e"Barışa evet" , "Çözüme evet" yazılı dövizler taşıyan kitle "Biji bratiya gelan", "Öz öz özgürlük Kürt ulusuna özgürlük", "Be zıman jiyan nabe", "Yükselt yükselt, barışın sesini yükselt" sloganlarını attı.
Beyazıt Meydanı'nda Çözüme Evet Koalisyonu adına Yıldız Önen ve Gülden Dönmez açıklama yaptı. Kürt sorunun çözümü konusunda tarihi adımlar atıldığını belirten Yıldız Önen, "çözüm kapısının ilk defa net olarak aralandığını" söyledi. Çözüm süreci ile birlikte aylardır hiçbir çatışmanın ve can kaybının yaşanmadığını kaydeden Önen, "Ne mutlu ki bize bir tek insan bile ölmedi. Sadece bu bile bize çözüm sürecine gözümüz gibi bakmamız gerektiğini kanıtlıyor" dedi. Savaş isteyenlerin hep küçük bir azınlık olduğunu dile getiren Gülden Dönmez de"Artık yollarda şehirlerde, sokaklarda, camilerde, kiliselerde, işyerlerinde okullarda barışı örgütlemeye, barışı konuşmaya, başlıyoruz. Şimdi barış zamanı" dedi.
27 Mayıs 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onbeşinci Kitap – İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin on beşinci çalışması Ryunosuke Akutagava’nın ‘Raşömon (Tanrı Raşho’nun kapısı) ve diğer öyküler’ isimli kitabındaki Raşömon ve Çalılıklar Arasındaki öyküleriydi. İki öyküyü bir arada okuma nedenimiz yönetmen Akira Kurosawa’nın 1950 yılında bu iki öyküden hareketle Rashomon filmini çekmiş olmasıydı. Japon kültürü ve yazarın yaşadığı dönemin özelliklerini bize Alev Yapışkan-Tahmaz, yazar ile ilgili bilgileri Kamer Badur-Eğilmez ve Faruk Sevim, filmi ise Pınar Demircan tanıttı ve tartışmaya açtı. Kitabın ilk hikâyesi olan Raşömon’da işinden atılmış bir uşak, Raşömon kulesinde, peruk yapmak için ölü bir kadının saçlarını yolmakta olan yaşlı bir kadını görmektedir. Kadın ‘yaşamak için bunu yapmaya mecbur olduğumu bilseydin, belki bana kızmazdın’ diyerek durumunu açıklamaya çalışır. Uşak ‘Yaa, öyle mi? O zaman hırsızlık yapma sırası bende. Yapmazsam ben de açlıktan öleceğim’ der ve elbiselerini üstünden çıkarıp alarak kadını bir tekmeyle kokmuş cesetlerin arasına yuvarlar.
‘Sırtında ten renkli kimonosu olan maymun kılıklı yaşlı kadın…yaşlı cadı…lanet cadı…’ gibi tanımlamaları ile yazarın üslubunu ayrımcı ve aşağılayıcı bulduk. Bu üslup ve içerik, erkek egemenliğin çok ağır bastığı, kadına yönelik aşağılama ve kadının bizzat kendisini kadın olmaktan ötürü aşağılamasıyla ‘Çalılıklar arasında’ öyküsünde de artarak devam ediyordu.
Akutagava’nın diğer öykülerini de okuyanlar için metinlerinde yaratmış olduğu ırz düşmanları, katiller, haydutlar, fanatikler üzerine hiçbir zaman merhamet güneşi doğmamaktaydı. Yazar, insanların aczine uzaktan ve soğuk bakmaktaydı. Nihilizmi son dönem eserlerinde daha da çokça görünmekteydi.
Çalılıklar arasında ise insanoğlunun zaafları üzerine kurulmuş bu psikolojik dramdı. 12. yy Japonya’sında karısıyla birlikte ormandan geçmekte olan bir samuray, bir haydudun saldırısına uğrar, karısı tecavüze uğrar, kendisi de öldürülür Haydut yakalanır. Ancak onun, samurayın karısının, olayı çözmesi için devreye giren bir medyumun vasıtasıyla alınan ölen samurayın ifadesi taban tabana zıttır. Cesedi bulan oduncunun ifadesi ise hiçbirisininkine uymaz. Aynı suçun dört çelişkili ama bir o kadar da inandırıcı olarak anlatıldığı, yani herkesin ‘gerçeği’nin farklı olduğu bu olayda kimin doğru söylediği anlaşılmaz.
Sağanak yağmurun altında Raşömon kapısı altına sığınan yabancıya, mahkemede şahit olarak dinlenen Budist rahip, cesedi bulan oduncu ‘inanılması güç’ olayı anlatırlar. Budist rahip ‘İnsanoğlu zayıftır, o yüzden yalan söyler. Hatta kendine bile!’ der. Yabancı ise ‘İnsanlar kötü şeyleri unutmak ve yalan da olsa iyi şeylere inanmak ister. Böylesi daha zahmetsizdir.’ diyerek hem öyküleriyle yazarın hem de diyaloglarıyla yönetmenin filminin ana fikrini açıklar.
Filmin sonunda, şehir kapısının yıkıntılarında, anlatıcıların sözleri terk edilmiş bir bebek ağlaması keser. Bebeğin bırakıldığı şapka/sepette bulunan bazı değerli eşyaları çalmaya kalkışan yabancıyla, onu kınayan oduncu tartışırlarken uyanık yabancı daha önce anlatılanlardan bir ipucu yakalar. Oduncuyu biraz sorgulayıp sıkıştırınca onun da bir hırsız olduğunu ve samurayın karısının değerli hançerini onun çalmış olduğunu ortaya çıkartır. Bütün bu bencillikler ve yalanlar rahibin insanlığa olan inancını zayıflatır. Ancak fakir oduncunun evde altı çocuğu daha olmasına rağmen bebeği evlat edinmek istemesi, rahibin ona karşı yumuşamasına neden olur ve hançeri çalmış olmasını farklı bir gözle değerlendirmeye başlarlar. Oduncunun kucağında bebekle uzaklaşırken yağmurun birden kesilmesi ve havanın açması, her şeye rağmen insanlığa olan inancın ve umudun hâlâ var olduğunu sembolize eder. Film boyunca devam eden şiddet, aşağılamalar barışçıl bir sonla tatlıya bağlanır.
Gerek yazarın gerekse yönetmenin, silahı, savaşı, saldırıyı, kavgaları normalleştiren hatta zaman zaman öven tavırlarını, her ne kadar erkek egemen toplum özelliklerine bağladıysak da eleştirdik.
Kadına yönelik yaklaşımlarını ise Atölyemiz adına son derece sorunlu bulduk. Kadının annesinin yargıca verdiği ifadedeki ‘kızımın erkekten farkı yoktur’, haydudun ifadesindeki ‘böyle azgın karı görmedim… eğer cinsel arzuların ötesinde onu kendi kadınım yapmak gibi bir fikrim olmasaydı, vururdum tekmeyi kadına, yıkardım yere sonra da basar giderdim’, kadının ifadesindeki ‘Bundan böyle ırzına geçilmiş…şerefsiz… bir kadın olarak sana yar olamam. İntihar etmeye karar verdim’, samurayın ifadesindeki ‘Haydut karıma ‘Bir kez bile tecavüze uğrasan, artık sen kirletilmiş bir kadınsın…Bundan sonra, dünyada kocanla aran düzelmez…Onun için artık kocanı unut, gel benimle evlen’ dedi. Bunun üzerine karım büyülenmiş gibi başını kaldırıp ona baktı. Karımı hiç bu kadar güzel görmemiştim. Karım hayduda ‘öldür o adamı. O adam sağ kaldıkça ben seninle olamam’ diye beni öldürmesini istedi’ bunlara örnek olarak görüldü.
Kadının hem sevilen, güzel bir yaratık hem de şerefsizliği temizlemek için öldürülesi bir günah öznesi olarak görülmesi de ayrıca sorunluydu. Kadının tecavüze uğramış kişi olarak mağduriyeti, ezikliği ile ‘Ya senin ölmen gerek ya da kocamın! İçinizden birinin ölmesi gerek…Düştüğüm bu günah mezbelesini iki kişinin bilmesi benim için ölümden beter…Hanginiz sağ kalırsanız ben yalnız onun kadını olurum’ sözleri ile mağrur ve güç severliğini kadınlık durumundaki bir çelişki olarak değerlendirdik. Kadının kendini korunma gereksinimdeki biri olarak görmesini bu erkek egemen anlayışın bir tezahürü olarak yorumladık.
10 Haziran 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onaltıncı Kitap – İstanbul
Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin on altıncı ve son çalışması Bohumil Hrabal’ın Sıkı kontrol edilen trenlerdi. Çek kültürü, yazar ile ilgili bilgileri ve yazarın yaşadığı dönemin özelliklerini bize Nilüfer Uğur-Dalay, filmi ise Faruk Sevim tanıttı ve tartışmaya açtı. Çek Cumhuriyeti tarihi boyunca sık sık işgal edilmiş; Avusturya, Macaristan, Almanya, Rusya tarafından. 5 Ocak 1968tarihinde iktidara gelen Dubcek siyasi bir liberalleşme dönemi başlatmıştı. Ancak Prag Baharı adı verilen bu dönem aynı yılın 20 Ağustosunda S.S.C.B. ve Varşova Paktı üyeleri devletlerinin(Romanya hariç) ülkeyi işgal etmesi ile sona erdi. Kasım 1989′ da Çekoslovakya Kadife Devrim adı verilen kansız bir devrimle kapitalizme dönüş yaptı. Çekler sanatlarında mizahı hiç terk etmemişler. Mizahı gerek kişisel gerekse toplumsal direniş, dayanma için sıkça kullanmışlar, edebiyatlarında önemli bir yer tutmuş. Jaroslav Hasek’in I.Dünya Savaşı sırasında geçen savaş karşıtı, çılgın Aslan asker Şvayk’ı, Milos Forman’ın Guguk Kuşu filmi bu yaklaşımın örnekleridir.
Hrabal, 1959’dan itibaren yasaklanan, yakılan, sansürlenen, yeraltından, samizdat (kendi yayım, kişisel yayım, kendi basım),çoğu da ülke dışında, batılı yayınevleri tarafından tamizdat (orada, oralarda yayınlanan)yayımlanan, el yazısıyla ya da daktiloyla kopyalanan, çoğaltılan, el altından dağıtılan kitapların yazarı. Ancak yazar, tüm baskılara karşın ülkesini hiç terk etmemiş. Sıkı kontrol edilmiş trenler korkunç olaylarla örülmüş bir light komedi. Öykü, II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde, Bohemya bölgesinde, Dresden’e yakın Lodenice istasyonunda geçiyor. Kahramanımız Milos, içsel sorunları olan, genç, utangaç, âşık bir istasyon görevlisi. Almanlar işgal ettikleri topraklarda denetimlerini, hava sahası gücünü yitirmiştirler. Ancak tren yollarında bazı anahtar önemde hat kalmıştır. Bu hatlardan, Alman yetkililerin hat sorunları ya da sinyal hatalarına tahammül edilmeyen, öncelikli, lojistik önemde, ‘sıkı kontrol edilecek’ emri verilmiş trenler geçmektedir. Genç kahramanın kaderinin onun dışında gelişen olaylarla, bu sıkı kontrol edilen trenlerin taşıdığı yüklerle, nasıl beklenmedik bir biçimde örüldüğünü ve bundan kaçınmanın zorluğunu anlıyoruz.
Hikâye ilerledikçe öykü komik ile trajik arasında salınmaya başlıyor. Mizahla kader ağlarını örmektedir. Öykü boyunca ölüm hep yanı başımızdadır. Ölüm zaman zaman kara komedi ile anlatılır. Savaş nedeniyle ‘Haritadaki bir yerde, bir delikle kaybolmuş oğul’dan söz edilir. Yazar bağırmadan, göze sokmadan, alttan alta direniş ve dayanışmayı örer. Yaşamın hem çok değerli hem de kolayca kaybedilebilinen bir şey olduğunu anlatır. Öykü Milos’un bakirliğini yitirmesi ve kazaen anti-nazi kahraman olması gibi ikili finalle biter. Okuduğumuz savaşın ironisini yapan bir öyküydü. Kahraman Miloş “Şu kırk beş yılında, Almanlar, bizim kent üzerindeki hava hâkimiyetini elden kaçırdılar artık.” diyerek öyküsünü anlatmaya başlıyordu. Halkın savaşı dışladığı bir atmosfer çizilmişti.‘ Biz yaşta herkes eline silah alıp Almanlara karşı koysaydı Almanların hali ne olurdu?’. Şiddetin her türü insan üzerinden verilmişti. Ancak Atölye, bu erkek merkezli anlatımı, savaşa erkek merkezli göndermeleri ve kadını komedi malzemesi olarak merkeze yerleştirmesini çok sorunlu buldu. ‘Korkmuyor musun? Hayır, erkeğim artık, erkek’,’ Karılarına kiminle evlenmeleri gerektiğini, çocuklarla kalan öteberiyi nasıl yönetmeleri gerektiğini salık veren Alman askeri’, ‘Bizim istasyon şefi Bay Hubiçka kadınları öteden beri iki kısma ayırırdı. Belinden aşağısı hürmetli olanlara, kontes gibi olanlara yani, popozella der, belinden yukarıya doğru göğüsleri hürmetli olanlara da memezilla adının verirdi.’ Kahramanın ‘erkek olma’ deneyimini yaşadıktan sonra, erkekliğini ispat ettikten sonra, savaş kahramanı olması da eleştirildi. İstasyon müdürünün ahlak söylevi ise çok faşizanca bulundu. Öykü aynı zamanda barışçıl vurgularla yazarın barışçıl yanını da açığa çıkartıyordu. ‘Bütün dünyayla savaşmaya karkışmasaydınız böyle…’,’Dresden’den geldikleri sırada Almanlara acımıyordum artık. Acıyacaklarsa kendileri açısınlardı kendilerine. Ve bu Almanlar farkındaydılar bunun. Evinizde oturup kalsaydınız ya götünüzün üstüne’,’O da benim gibi, istasyon şefi gibi bir insandı. Onun da rütbesi, nişanı falan yoktu. Birbirimize ateş edip birbirimizi ölüme yolcu etmiştik. Kimbilir, birer sivil olarak, herhangi bir yerde karşılaşmış olsaydık, birbirimizden hoşlanır, arkadaş olurduk’, ‘ Son ana, kendi kendimi gözden yitirinceye kadar ölü erle el eleydik.’
Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin dördüncü dönemi, ‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ irdelemeleriyle sona erdi. Bir sonraki buluşmaya kadar edebiyatla ve barışla kalın.
29 Ağustos 2013 – “Suriye’ye Askeri Müdahaleye Hayır” Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
29 Ağustos’ta Küresel BAK yürütme kurlu “Suriye’ye askeri müdahaleye ve savaşa hayır” başlıklı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada “Suriye’ye yapılacak askeri müdahale meşru değildir, karşı çıkılmalıdır. Özellikle Türkiye’nin Suriye veya başka bir ülkeye yönelik operasyona katılması veya lojistik destek vermesine kesinlikle karşı çıkılmalıdır” dendi.
30 Ağustos 2013 – “1 Eylül'de Barışa Sahip Çıkalım” Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK, 30 Ağustos’ta 1 Eylül barış günü için yürütme kurulu olarak yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada “Barışa sahip çıkalım” çağrısı yapıldı. Açıklama 1 Eylül’de yapılacak mitinge çağrı ile bitiyor. “Barışa güçlü bir şekilde sahip çıkmak için tüm savaş karşıtlarını 1 Eylül Pazar yapılacak BARIŞ MİTİNGİNDE buluşmaya davet ediyoruz.”
6 Eylül 2013 – “Suriye’de Savaşa Hayır” Basın Açıklaması çağrısı - İstanbul
Küresel BAK, 9 Eylül’de yapacağı basın açıklaması için bir çağrı yayınladı. Suriye’de savaşa değil, barışa ve silahsız çözüme hazırız denilen çağrıda Amerikan müdahalesine hayır dendi.
9 Eylül 2013 – “Suriye’de Savaşa Hayır” Basın Açıklaması – İstanbul
9 Eylül’de Amerikan kongresinin Suriye’ye müdahale etmeyi tartışmaya başlayacağı gün. Türkiye’de Küresel BAK, Avrupa ve Amerika’daki savaş karşıtlarına paralel olarak bu kararın çıkmaması için gösteri yaptı. Galatasaray meydanında yapılan gösteriye katılan aktivistler “savaşa hayır” sloganları attılar. Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Kerem Kabadayı Suriye’ye müdahale edilmemesini isteyen basın açıklamasını okudu.
15 Eylül 2013 – Hrant Dink Davası’na Çağrı - İstanbul
Hrant’ın Arkadaşları 17 Eylül’de yapılacak Hrant Dink davasına çağrı yaptılar. Açıklamada Hrant Dink davasının gerçek katillerinin bulunup yargılanması çağrısı yapıldı.
17 Eylül 2013 – Hrant’ın Arkadaşları Basın Açıklaması – İstanbul
Yargıtay’ın bozma kararının ardından bugün yeniden başlayan Hrant Dink cinayeti davası öncesinde, Hrant’ın Arkadaşları, Çağlayan Adliyesi’nin önünde bir açıklama yaptı.
Açıklamaya DTK Eş Başkanı Aysel Tuğluk, BDP milletvekilleri Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü, bağımsız milletvekili Levent Tüzel ile CHP milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu ve Mahmut Tanal da katıldı.
“Müsamereyi bırakın, asıl sorumluları yargılayın” yazılı pankart açan Hrant’ın Arkadaşları, “Hrant için, adalet için”, “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz”, “Katil devlet hesap verecek”, “Bu dava böyle bitmeyecek”, “Faşizme inat kardeşimsin Hrant”, “Öldür diyenler yargılansın” sloganları attı.
Hrant’ın Arkadaşları adına basın açıklamasını Gülten Kaya okudu. Kaya, Hrank Dink davasında mahkemenin “örgüt yok” diyerek karar verdiğini, ancak Yargıtay’ın “örgüt var” diyerek kararı bozması üzerine yargılamanın tekrar başladığını kaydetti.
21 Eylül 2013 – Türkiye Barış Meclisi Barış Ödülü Gecesi - İstanbul
Türkiye Barış Meclisi’nin organize ettiği, 2007 yılında kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden 1994 yılında kapatılan Demokrasi Partisi (DEP) milletvekillerinden Orhan Doğan anısına verilen Barış Ödülü töreni Lütfü Kırdar Kongre ve Sergi Sarayında yapıldı.
Törenin açılış konuşmasını yapan Türkiye Barış Meclisi dönem sözcüsü Hakan Tahmaz ilki bu yıl yapılan ödül töreninin barışa hasret bu topraklarda barış için çabalayanların cesaretine cesaret, umuduna umut katmak için gerçekleştiğini belirtti.
Barış ödülü vermenin zor olduğunu ifade eden Tahmaz şunları söyledi: Kürt sorunu gibi bir sorun büyük ve kadim bir sorununda ödül vermek tahmin ettiğimizden daha zormuş. Bu zorluğun kaynağını ise hiç kuşkusuz 40 yıldır süren savaş, savaşın yarattığı toplumsal ayrışma ve kutuplaşma. Bir başka boyutu ise barışa dair her şeyin topluma kodlanarak sunulmasıdır. Barış Ödülü çalışmasını kritik bir dönemeçte başlattık. Çatışma ve savaş döneminin aşılmasının güçlü olanaklarının ortaya çıktığı bir ekipteyiz. Çözüm arayışlarının yoğunlaştığı ve demokratik mücadelenin esas olduğu döneme çok ağır bedeller ödeyerek girdik. Son aylarda yaşananlar da gösterdi ki bu yeni dönem de çok kolay olmayacak. Biz, burada bulunanlar ayrı kulvarlarda ama aynı hedefe yönelik çalışmalarla, eşit ve özgür bir arada yaşamı kuracağımıza ve kalıcı barışa ulaşacağımıza inanıyoruz. Her zaman ve her yerde olduğu gibi bu coğrafyada da savaş muktedirlerin eseri, barış hepimizin eseri olacak”
Barış adına, Türkiye’nin gerçekçi ve gerçekleşebilir yol haritasına ihtiyacı olduğunu söyleyen Hakan Tahmaz, “Birkaç aydır gözlemlediğimiz “ipe un seren” tutum terk edilmeli. Perakende demokratikleşme ve paket usulü kısmi düzenlemelerle kalıcı barışa ulaşmak oldukça zordur. Bizim ihtiyacımız, bütünlüklü demokrasi, eşitlik ve özgürlük. Bu çok doğal olarak büyük oranda hükümetin görev ve sorumluluğu. Bu da kuşkusuz diyalogla, müzakereyle, şeffaflık ve katılımcılıkla olmalı. Kürt sorunun çözümünde bunlar kilit role sahip. Zaman kaybetmenin, oyalanmanın anlamı yok. Barış yolunda ilerlemeyi hızlandıracak en önemli çaba, toplumda güven duygusunu geliştirmektir. Hrant Dink davasında 6 yıldır, Roboski’de 633 gündür ve Gezi protestosu etrafında yaşananlar toplumun güven duygusunun nasıl zedelendiğini gözler önüne seriyor” diye konuştu.
Ahmet Hakan, Prof. Ayşe Erzan, Fatih Polat, Gülten Kaya, Hakan Tahmaz, Murat Çelikkan, Hidayet Şefkatli Tuksal ve Orhan Dink’ten oluşan jüriye başkanlık yapan Prof. Ayşe Soysal ise yaptığı konuşmada ödülü Kardeş Türküler grubuna verme nedenlerini açıkladı.
Soysal şunları söyledi: Bulunduğumuz topraklarda yok sayılan, varlığı görmezden gelinen kültürlere ait müzikleri ve dansları yirmi yıldır araştırarak, yeniden yorumlayan; bu çaba ile farklı kültür, dil, inanç ve cinsiyet yönelimine sahip kişi ve toplumların bir arada, barış içinde yaşamasına dönük çalışmalar yürüten; yirmi yıl önce barış kelimesi egemenler tarafından bir tehdit olarak algılanır ve yasaklanırken yeni bir umuda kapı açmak için kendi projelerini başlatan; çabalarını bugüne kadar değişen politik koşullardan etkilenmeden, inatla ve ısrarla sürdüren; yok sayılan tüm “ötekileriö görünür kılarken, bu kültürlerin kendi aralarında da birbirlerini dinlemesi ve anlaması için gayret gösteren; bütün zorluklara rağmen, barış ve bir arada yaşama anlayışını geniş kitlelere ulaştırma başarısı gösteren; müzik alanında savaş karşıtlığının öncülüğünü yaparken, diğer sanatçı, kurum ve kişilerle işbirliği içinde bulunmaya özen gösteren; barışı sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu’dan Avrupa’ya, Amerika’dan Afrika’ya kadar her yerde seslendiren ve yaşadığımız topraklardaki tüm barışseverlerin umudunu ve sesini dünyaya duyuran BGST Kardeş Türküler’e verilmesi oy birliğiyle kararlaştırılmıştır”
Ressam Mehmet Güleryüz’ün tasarladığı ödülü Kardeş Türküler grubuna yazar Yaşar Kemal verdi. Ödülü grup adına Vedat Yıldırım alırken, Feryal Öney ise bir teşekkür konuşması yaptı.
Kardeş Türküler grubunun mini bir konser verdiği ödül töreninde Mahir Günşıray da şiir okudu.
27 Eylül 2013 - ”Çözüme Evet Barışa Evet” Basın Toplantısı - İstanbul
Çözüme evet koalisyonu demokrasi paketi açıklanmadan önce barışın sürekli kılınabilmesi konusundaki fikirlerini paylaşmak için bu gün bir basın toplantısı düzenledi. Cezayir toplantı salonunda yapılan basın toplantısında İHH’dan Avukat Gülden Sönmez, Akademisyenler Bekir Berat Özbek, Ferhat Kentel, Eski İstanbul Milletvekili Ufuk Uras, Gazeteci Nevzat Çiçek, Kafkasya Forumu aktivisti Kuban Kural ve Küresel BAK aktivisti Kerem Kabadayı birer konuşma yaptı.
Gülden Sönmez paket açıklanmadan önce bir basın toplantısı ile seslerini duyurmak istediklerini söyledi.
Ardında Küresel BAK’tan Kerem Kabadayı “çözüme evet, barışa evet” imza metnini okudu. Aşağıda yer alan metinde sürecin devamının ve çatışmasızlık koşullarının sürmesinin önemli olduğu vurgulandı.
Basın metni şöyle bitiyordu: “Yok sayılan, temel hakları gasp edilen halkların varlığı tanındığında ve hakları her düzeyde garanti altın alındığında kalıcı bir barış, gelişkin bir demokrasi ve savaşsız bir yaşam yönünde kalıcı adımlar da atılmış olacak.”
Daha sonra söz alan Bekir Berat Özipek tarihi bir dönemde olduğumuzun altını çizdi. Hükümete ve Kandile özel bir görev ve sorumluluk düşüyor dedi. Kürt sorununda talep edilen hakların sağlanması içim siyasi süreçlerin işletilmesi gerektiğini vurgulayan Özipek, bu konuda sivil toplum ve bireylere iş düştüğünü söyledi.
Ufuk Uras 2014 yılının barış yılı olacağını düşündüğünü söyledi. Uras, “Bu kesintisiz bir süreç, demokrasi paketlenemez ama demokrasinin alanının genişletecek her alanın desteklenmesi gerekir. “Sorunları, sorunların mağdurları çözer. Paketlerin kendisinin demokratik süreçlerle işletilmesi paket kadar önemli” dedi
Ferhat Kentel anadilin çözüm sürecinde çok önemli olduğunu vurguladı. Çözüme sürecinin devam etmesi gerektiğini söyledi.
Nevzat Çiçek paket sırasında kendi fikirlerinin alındığını, görebildiği kadarıyla paketin özellikle anadil konusunda herkesi tatmin edemeyeceğini söyledi. Ancak paket bir son değildir, bundan sonra demokrasinin genişlemesi için çalışmalara devam etmeliyiz dedi.
Kuban Kural çözüm süreci hem Kürtleri hem de diğer halkları umutlandırdı dedi. Çerkez, Türk, Kürt hepimizin istediği barış ortamının devam etmesi dedi.
Gülden Sönmez kapanış konuşmasında süreçle ilgili herkesin sorumluluğu arttı dedi. Demokrasi paketi açıklandıktan sonra çözüme evet koalisyonu olarak çalışmaya devam edeceğiz diye ekledi.
2 Ekim 2013 – “Suriye Tezkeresine Hayır” Yazılı Basın Açıklaması - İstanbul
2 Ekim tarihinde Küresel BAK yürütme kurulu adına Faruk Sevim yazılı bir basın açıklaması yaptı. basın açıklamasında Hükümetin Suriye için çıkaracağı tezkerenin barışa yarar getirmeyeceğinin altı çizildi. Savaşı durdurmanın yolu Suriye’ye asker göndermek değil, yardım göndermekte olduğu söylendi.
30 Ekim 2013 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Birinci Kitap – İstanbul
‘Orta Doğu Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin ilk toplantısında Nilüfer Uğur-Dalay Orta Doğu üzerine bize kısa bir bilgi verdi. Ardından Yıldız Önen, Suriyeli yazar Helim Yûsiv’in hayatını anlatarak Ölüler Uyumaz isimli kitabı tartışmaya açtı.
Orta Doğu kavramı ilk kez 2.Dünya Savaşı sırasında, İngilizlerce, Mısır’daki askeri birliğin ‘Orta Doğu Komutanlığı’ olarak adlandırılmasıyla, ulus-devlet yapılarının netleştiği 20. Yüzyılın başlarında kullanılmaya başlanmıştır. Tanım Avrupa bakış açısını gösteriyor olup İngiliz merkezli bir dünya coğrafyasının bölgeye düşen jeopolitik kavramın adını oluşturuyor.
Kavram karmaşası coğrafi sınırların çizilmesinde de yaşanıyor. En geniş anlamıyla Orta Doğu Fas’tan başlayarak Afganistan’a, Pakistan’a, Türkiye’ den Habeşistan’a kadar giden bir bölgeyi kapsıyor. Daha dar anlamıyla Ortadoğu(Kuzey Afrika, Arap Yarımadası, Afganistan, Türkiye)nüfusu 653 Milyon olan bir havza. Toplam dünya nüfusu 6,9 Milyar (BM 2010 verisi) olduğuna göre, dünyanın % 9,4’lük bir bölümünün yaşadığı bir bölgeden söz ediyor oluyoruz.
Orta Doğu dünyanın medeniyet beşiği. Tarihi M.Ö.9000’lere giden, insanlığın ilk yerleşik düzene geçtiği yerlerden biri, ilk kez tarımın yapıldığı, hayvanların evcilleştirildiği, tekerleğin kullanılmaya başlandığı, ilk yazılı uygarlığın doğuş yeridir. Dünyanın en büyük 3 semavi dini de Orta Doğu merkezli. Dolayısıyla Orta Doğu dünyanın kalpgâh noktası diyebileceğimiz bir yer.
Dünyanın beyni Batı ise, dünyanın kalbi de Orta Doğu’dur demek yanlış olmaz. Çünkü dünyanın yaşamasını, Batı ve Doğu diye nitelendirdiğimiz coğrafi alanlarının yaşam ihtiyacının büyük bölümünü Orta Doğu sağlamaktadır.
Orta Doğu büyük güçlerin her zaman ilgisini çekmiştir. Petrol yokken de Orta Doğu çok önemli bir yer olmuştu. Çağlar boyu ipek ve baharat yolları ile kültürlerin karıştığını, birbirleriyle tanıştığını ve kavga ettiğini görüyoruz.
Orta Doğu’nun önemli bir bölge olarak algılanmasının nedenlerinden biri de, doğuyla-batı, kuzeyle-güneyin kesiştiği coğrafi kavşak niteliğinde olması. Bu sebepledir ki, tarihi boyunca, dünyada ve bölgede güçlü ve söz sahibi olmak isteyen ülkelerin birincil hedefi durumunda olmuştur.
Orta Doğu’nun kendine özgü bir sosyo-kültürel yapısı bulunmaktadır. Bölgenin dünya sistemi içindeki hareketleri ve mevcut durumları bu özgül özellikleri çerçevesinde biçimlendirmektedir. Orta Doğu ülkelerinin büyük çoğunluğunun (azınlık olarak farklı din unsurları olsa da) İslam dininden ve toplumların genelde Arap etnik temelli olmaları, Orta Doğu siyasetinde, sosyo-kültürel yapısında, uluslaşma ve devletleşme sürecindeki ideolojileri, fikirleri, ekonomileri, kaynakları ve yaşam anlayışlarında belirleyici olmaktadır.
Orta Doğu’nun can damarını oluşturan bu kendine has yapının temelini üç unsur oluşturmaktadır; din, siyaset ve ideoloji. Ülkelerinin bu üç argüman üzerinden hareket ettikleri görülmektedir. Devvletlerinin yanı sıra Orta Doğu halklarının da bu üç prensip çerçevesinde düşünce sistemlerini oluşturduğu görülmektedir.
Orta Doğu’nun bu özgün yapısı bir baharatçı dükkânına benzemektedir. Her türden, renkten, taddan baharat vardır. Gizemli bir denge içinde hep beraber var olmaktadırlar. Dışarıdan birisi, bu baharatçı dükkânına girer ve hapşırırsan baharatlar havaya kalkar, dengeleri bozulur. Elbette bu karmaşada baharatları toplayacak birileri de çıkar. Yani birileri hapşırmaya başlıyorsa bilin ki dükkânı karıştıracak demektir. Bu karışıklık siyasi olaylar ile kan ve gözyaşını da beraberinde getirecektir.
Atölye’nin tartıştığı Ölüler Uyumaz isimli kitabın yazarı Suriyeli bir Kürt olan Helim Yûsiv’du. Kitap 1996’da yazılmış ve 1992 yılında öldürülen Musa Anter’e adanmış; ‘Bahçene ektiğin ağacın duvarın üstünden aşan dalları bizim Amûdê’deki evin bahçesine ulaştı’.
Suriye’nin kuzey sınırına yakın bir kasabada doğup yaşayan, sonra da Almanya’ya göçen yazar kendisini’Ben bir sınır çocuğuyum,’ diye tanımlıyor. Sınırda yaşamak, göz ucuyla başka bir ülkeye bakarak başka bir dünyayı düşlemek, sürekli polis, asker, mayın ve silahların gölgesinde yaşamak anlamına geliyor. Kitaplarını Kürtçe yazıyor ve bunu sırf Kürtçe yazmış olmak için yazmadığını söyleyerek yazıyor. O iyi bir Kürt Edebiyatı yazarı olmak için yazmayı hedefliyor.
Yazar ‘sınırda yaşayan’, ‘vatanı olmayan’, ‘vatan kurma hasreti çeken’ birisinin yaşayabileceği tüm acıları, ölümü, şiddeti, alegorik, metaforlarla zenginleştirilmiş, gerçeküstü bir dünya kurarak anlatıyor. Özellikle delilik metaforu sıklıkla kullanılıyor. ‘Yaşananlar, görülenler ve maruz kalınan aşağılanmalardan çıldırmamak için tek çıkış yolu işi deliliğe vurmak’. Baskıya karşı ses çıkartamama ya sessizliği ya da deliliği getiriyor.’Delilik ilahi bir sevgidir’.
Yersiz yurtsuzluk, bir vatanının, bir ulus devletinin olmaması, vatan hasreti kitabın çoğunluğuna egemen düşünce. ‘Nasıl olur da bir ülke boydan boya kirli bir ayağa ayakkabı olur?’,’Ülkeye gelince; o kara bahtlı,melül, ezilenlerin yeriydi. Kara bahtlı namuslu insanlar yaratamaz mıydı?’, ’Allah bizi niye vatansız, bahtsız kıldı’, ‘Allahım…bir gün ben… yanına tırmanacağım ve seni kendi kanımla yıkayacağım. Bütün kirlerinden arınana kadar iki ayağını sıcak gözyaşlarımın içinde tutacağım. Belki o zaman varlığımızdan haberdar olursun.’
Yazarın dili, önerisi ayrımcı, özellikle okumuş, eğitimlilere karşı kırıcı bulundu. ‘Yaşayanlar artık dünyanın bütün gazete ve dergilerine karşılık bir lira vermeye yanaşmıyor’,‘Üniversiteye yeniden döndü…Burunu havada kızlar, nevrotik hastalıklar…Uzun detaylı konuşmalar…Ne zaman ülke sözünü duysa elli ölü…Hala okumayı nasıl sürdürebilir, sonuca götürebilirim?…Çivi çiviyi söker…zoru ancak zor bertaraf edebilir.’
Çözüm önerisi de acılara acıyla, şiddete şiddetle cevap verecek yöntemlerde.’Bir mayın tarafından parçalansın, dönmesin, her bir parçası bir tarafa savrulsun istedi ama olmadı’, ‘İşe yaramaz sözcüklerle hakkını isteyenler, suda boğulmak üzere olan ve elleri, ayakları çürümüş insana benzer’. Silah onun için hayatın vaz geçilmezi. Silahlı mücadeleye methiyeleri çoğu satırlarda izliyoruz. ‘Silahla, tüfekle ilişkisi, bu duygusallıkla başladı’. Çoğu zaman aşk bile silahla özdeşiyor, aşk silahtan, savaştan esinleniyor. ‘Yiğidimin tüfeği nesrani Kaleye saldık, kale almadı Ne benim vardığım koca Ne senin aldığın karı.’
Atölye yazarın dilini, hayvanlarla ilgili betimlemelerini, toplumda birlikte yaşadığı ötekileri, onlardan olmayanlara ‘gavur’ olarak nitelemelerini, ‘Gavur gözlü Cemile’, savaşçıl buldu. ‘Kudurmuş askerler’,’Askerler de adeta koyunlaştı’, ‘Bu dağın kökü kazınmalı’,’Çuvaldan çıkardığı beyaz kediyi havaya kaldırdı ve iki eli, kedinin boynunda kement oldu. Sıktı, sıktı…Parmakları çözüldüğünde, beyaz kedinin cansız leşi ayaklarının dibine düşüverdi’;’okşamalarla kuzusunu tahrik eder, kızıştırırdı’.
Kadınlara karşı üslubu ise son derece erkek egemen ve aşağılayıcıydı. ‘Kendisini kocasının ve çocuklarının hizmetine adamış, ailesi ile bağlarını kopartmıştı,’ ‘Para karşılığı bacaklarını havaya dikmek, zevk ve günah ateşiyle bedenlerini dağlayan kadınlar’,’Misto üniversitdeki Kürt kızların gülü Şêrin’in ardına düşmüştü. Ve içlerinde güzeller az olduğundan ikiyüz genç Şêrin’in etrafında pervane olmuştu.’
Her ne kadar genel dili ataerkil olsa da yazar erkekleri de küçümsemeden duramıyordu. Erkek olmak da zordu.’Telo’dan başka kimseerkek olduğunu söylemesin’, ’Evet, kaçmak erkekliğin yarısı.’
Yaşanılan acı, yoksulluk, yoksunluk, öfke, aşağılama, sıkışmışlıklarla dolu vahşi ve acımasız bir dünya. Vatansızlık, ulus devletin olmaması insanlar için büyük bir eksiklik olabilir. Ancak Atölye’miz açısından çözüm yolu ve dili şiddetten, savaştan geçmemeli. Masalsı anlatımlar belki yazarın diline naiflik kazandırsa da gerçeküstücülüğün büyüsü, masalsı, romantik dünyası, gerçeği, yazarın canını acıtan gerçeği ve bu gerçekle silahla başa çıkmanın önerildiği bir dünyada yok oluyor.Yazarın edebiyatını da daha nitelikli kılmıyor.Yazarın duruşu Atölye tarafından kabul görmeyen, karşı çıkılan bir duruş olarak kabul edildi.
Çünkü biz de yazar da (!) biliyoruz ki, yaşanılan bu süreçte, varılan bu noktada;‘Eskiden, dünya daha güzeldi. İnsanların yüreğinde bu kadar kin ve garez yoktu. Şimdilerde kimse kimseyi sevmiyor. Kimsa, kimsenin iyiliğini istemiyor’.
20 Kasım 2013 - Edebiyat Atölyesi V. Dönem İkinci Kitap - İstanbul
‘Orta Doğu Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin ikinci toplantısında Kamer Badur-Eğilmez bize Suriye konusunda kısa bilgiler verdi. Ardından Faruk Sevim, Suriyeli yazar Fawaz Husen’in hayatını anlatarak Amidabad Göç, Çocuk ve Irmak isimli kitabı tartışmaya açtı.
Suriye coğrafi konumu, farklı mezhep ve etnik grupları barındıran nüfus yapısı ve karmaşık dış politika bağlantıları nedeniyle bölgenin fay hattı olarak görülmektedir. Doğal kaynaklar bakımından fakir bir ülkedir. Ormanlar, madenler, bitki örtüsü oldukça kıt olduğundan ekonomik olarak geri kalmış bir ülkedir. Halkın yoksulluğunda varolan kıt kaynakların eşitliksiz dağılımı önemli bir rol oynamaktadır.
Suriye uygarlığın ve yerleşik hayatın başlangıcından itibaren önemli bir bölge olmuştur. İlk yerleşim M.Ö. 5000 yıllarına tarihlenmektedir. Şam kenti, dünyanın en eski ve devamlılık gösteren kentlerinden biridir.
Bölgenin en eski sakinleri Natufien’lerdir(MÖ 8300-7000 Suriye Filistin bölgesinde ortaya çıkmış olan bir kültür). Sonrasında Akadlar, Amuriler, Hititler, Mısırlılar (İlk yazılı anlaşma olan Kadeşte Mısır ve Hitilerin Suriye topraklarını paylaşmaları üzerinedir), Asurlular, Medler, Persler, Roma, Bizans sonra da Osmanlı bölgenin topraklarına ayak basarlar.
634 yılında topraklar Müslüman Arapların egemenliğine girer. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bölge isyanlarla çalkalanır. Napolyon gibi Avrupalı askerler, Osmanlı, Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve oğlu İbrahim Paşa, Amerikalı ve Avrupalı Devletlerin misyoner okulları ve birtakım insani örgütler aracılığıyla bölgedeki faaliyetlerle bölge çatışma zeminine oturur. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile Hristiyanlara eşit haklar verilmesiyle Müslüman-Dürzi, Müslüman-Hristiyan çatışmaları kızışır. II. Meşrutiyetin ardından İttihatçıların izlediği politikalar Suriye’de Arap milliyetçiliğine dayalı bir muhalefetin gelişmesine zemin hazırlar.
I.Dünya Savaşı’nda Arap liderlerin Fransız ve İngilizlerle işbirliği, Osmanlı’ya karşı ayaklanmaları, Arapların desteğiyle İngilizlerin bölgeyi işgali, Fransız mandası (1920-1946) bölgeyi karmaşaya sürükler. Ülke, 1941-970 yılları arasında ardarda gelen askeri darbeler sonucunda radikal değişikliklere maruz kalır. 1958 yılında Mısır ve Suriye’nin birleşmesiyle Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulur. 1961 yılında Şamlı Sunni subaylar tarafından gerçekleştirilen askeri darbe neticesinde birleşme sona erer.
Uzun yıllardan bu yana ülkede iktidarını koruyan Baas Partisi, dışta Pan-Arap, içte sosyalizm propagandasıyla Suriye’de güçlenip, 1963’te ülkenin tek kanuni partisi hüvviyetini kazanmıştır. 1970 Yılında, Hava Kuvvetleri komutanı Hafız Esad yönetimi ele geçirir ve Düzeltme Hareketi ile kendince rejimi restore eder. 1970-2000 yılları arasında devlet başkanlığı, parti genel sekreterliği, silahlı kuvvetler komutanlığı makamları Esad’ın kişiliğinde tüm devlet ve toplum kurumlarını kapsayan karmaşık bir çıkar ağına dönüşür.
2000 Yılında Beşar Esad ordunun, istihbarat servislerinin, Baas Partisi’ndeki kökleşmiş kadroların ve referandumda halkın % 97’sinin tam desteğini alarak iktidara gelir. Göreceli bir Şam Baharı dönemi yaşanır. Ancak bir yıl gibi kısa süre sonra Şam Baharı sona erer ve demokratikleşme yönünde geri adımlar atılmaya başlar.
11 Eylül’den sonra ABD, Suriye’yi ‘bölgesel kaynaklı küresel teröre ve kitle imha silahlarına sahip serseri devlet’ler arasında saymış, Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu’nda Irak’ı desteklemekle suçlamış ve ülke üzerinde üzerindeki baskısını artırmıştır.
Hariri suikasti sonrası (14 Şubat 2005) Suriye’nin Lübnan’daki pozisyonunu değiştirir. Tunus, Mısır ve Libya’daki halk ayaklanmalarıyla başlayan Arap Baharı rüzgârı Suriye’ye sıçrar. 2011 yılından beri de Suriye’de sular bir türlü durulmak bilmez. ABD ve Batı baskısı altında olan Suriye’nin İran’ın desteğine sahip olması, Hizbullah, Hamas gibi örgütlerle yakın ilişkisi, Rusya ve Çin ile sıkı ekonomik işbirlikleri, bölgede çözülmesi zor bir kördüğüm oluşturmaktadır.
Suriye nüfusu 25 milyon civarındadır. En büyük etnik grup Araplar (%90), sonra Kürtler’dir (%9). Nüfusun geri kalanını Ermeni ve diğer etnik gruplar oluşturmaktadır. Halkın % 86 sı Müslüman, bunların %74’ü Sünni, % 12 Nusayri, % 10 Hristiyan, % 3 Dürzi’dir. Azınlık nüfusun % 12’sini oluşturan Nusayriler bugün Suriye’de iktidardadır. Suriye tarihi katliamlarla doludur. En büyüğü Hama Katliamı’dır. Müslüman Kadeşlerin 1980 yılında Hafız Esad’ı hadef alan başarısız suikast girişiminden sonra alevlenen Sünni Müslüman-Nusayri çatışması, Esad’ın cezaevlerindeki Sünnileri öldürmesi, Suriye ordusunun tamamının katıldığı 2 Şubat 1982 yılında on binlerce kişinin öldürüldüğü bir katliamla sonuçlanmış, 800.000 Suriyeli ülkeyi terketmek zorunda kalmıştır. Suriye bugün Ortadoğu’nun büyük ve derin faylarından biridir. Fawaz Husen Nusaybin yakınlarındaki Amude kasabasında doğan bir Kürt yazardır. 1978 Yılında eğitim için Fransa’ya gitmiş, kısa bir süre İsveç’de yaşadıktan sonra Paris’e geri dönmüştür.
Amidabad Göç, Çocuk ve Irmak ülkesinden uzakta yaşayan, ülkesine dönemeyen ama göçtüğü ülkeyle de bütünleşememiş bir göçmenin arada kalmışlığını anlatan psikolojik bir romandı. Kitabın bütününde, ezilen, yaşadığı bölge yağmalanan, göçe zorlanan, bir ulusun üyesinin acılarını buluyoruz. Bu durum, kurmaca anlatının kahramanında ve yazarda milliyetçilik olarak dışa vuruluyor. ‘Fransa Fransızların’dır cümlesi ile herkesin kendi ülkesinde var olabileceği, ‘kendi vatanı gibisi yok!’, kısıtlamasına düşüyordu. Bu da barışçıl olmayan bir çıkarsamaydı ve tehlikelei yerlere evrilebilirdi. ‘Fransa, mezarlık gibi bir ülke’, insanları ‘Azrail gibi tren memurları’ olup çıkıyordu. Biz Atölye katılımcıları biliyoruz ki dünya herkesindir. Her yerleşim binlerce yıldır insanların sırasıyla ve birlikte yaşadığı bir dünya mirasıdır.
Yazarın edebi başarısı bir yana bırakılacak olursa, Atölyemiz açısından genel olarak kötümser, dili öfkeli, ayrımcı, eril olarak değerlendirildi. Kadınlara karşı tavrı sorunluydu. Okumalarımızda ‘O sarışın kızların bizim gibi sıcakkanlı ve esmer delikanlılar için çıldırdıklarını düşünüyorduk’,’Genç ve ince kadınlar şişmanlaşıyor, genelev kadınlarına dönüşüyorlardı’, ‘beyaz göğüslü kadınlar’, ’sıcak bir kuşak gibi saran’, ‘yararlanamadığımız dünya nimeti’ kadınlara rastladık. Yazarın kendi dışındakilere bakış açısı da ayrımcı ve küçümseyiciydi.‘Çingeneler ve gezgin demircilerle düşüp kalkardı’. Ayrıca yazarın, yaşadığı çevredeki diğer etnik ve kültürel farklılıklardaki insanlardan söz etmediği de önemli bir eksiklik olarak değerlendirildi. Adeta yazar kendi gibi insanların var olduğu steril bir dünya kurmuştu. Kendi gibi olanlar ‘acının süvarisiydiler’,‘sidikleriyle seller yaratabilir’, ‘dağları yerinden sökebilir’, ’Ejderhaların başlarını bir kılıç darbesiyle kesebilir,’ ‘tüfek namlusundan fırlayan mermi’ gibi, ‘kurşun gibi’ hareket edebilirlerdi.
Yazar ezilen ulusların acıları başarıyla anlatılıyordu. ‘Göç yolu ölüm yolu gibiydi’,‘Bizi korku ve endişeden uzak tutacak ve o noktaya bir daha geri getirmeyecek bir Tanrı bekliyorduk’,’ Tanrıya çok yakındım, ama o ağır kulaklarına çığlıklarımı duyuramadım hiç’,’Çöplük kokmuyorlardı; bahtları vatanlarındaki kar gibi beyazdı!’, ‘Onlar konuşmadan da birbirlerinin derdini, tasasını anlayabiliyorlardı.’
Ancak Atölyemiz açısından, ezilen halkların başkalarını dışlama, aşağılama, ayırımcı davranma haklarının olmadığında görüş birliğine vardık. Bu toprakların söyleyecek daha çok sözü var. Bu topraklarda binyıllardır insanlar geldi, yaşadı, sevdi, göçtü, öldü. ‘Kumla ve yalanlarla ağırlaşmıştı yükler’. ‘Düşük yapmış düşler kurulmuştu’.Bu topraklarda‘Sözlerimiz toprak kadar eskiydi, içimizse söylenmemiş sözlerle doluydu’. Söylenmemiş sözlerde barışı aramayı sürdürüyoruz.
27 Kasım 2013 - Edebiyat Atölyesi V. Dönem Üçüncü Kitap - İstanbul
‘Orta Doğu Edebiyatında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye‘sinin üçüncü toplantısının konusu Salim Berakat’ın Demir Çekirge kitabıydı. Yazarı bize Beste Sezen Ateşpare tanıttı. Ümmü Burhan ise kitabı tartışmaya açtı.
Salim Berakat ‘Edebiyatta Arap dilinin yularını elinde tutan kişi’, ’Büyülü gerçekliğin Arap Edebiyatında temsilcisi’ gibi tanımlarla çok başarılı bulunsa da Atölyemiz açısından şiddeti içselleştirmiş, hatta bundan keyif ve haz alan, kurduğu yazınsal dünyada şiddeti aşama aşama arttıran, bunu kendi ve okuru için normalleştiren/normalleştirmeye çalışan bir yazar olarak değerlendirildi.
Demir Çekirge, beş dönemdir devam eden ‘Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin en şiddet yüklü kitabı olarak değerlendirildi. Yazarın, Kürt halkına uygulanan şiddeti anlamamız, içselleştirmemiz istiyor idiyse, bu kitapla bunu başaramadığı kabul edildi. Orta Doğu/Suriye/Kürt edebiyatından şimdiye kadar okuduğumuz üç kitap yazarlarının da iddia ettikleri ‘doğaya bağlılık’ın bizin anladığımız anlamda bir doğaya bağlılık olmadığının üstünde durduk. Kitabın eleştirilen diğer bir özelliği, çocuk gözüyle bu şiddetin anlatılmasıydı. Oysa yazım dili otuz yaşındaki bir yetişkinin diliydi. Böylesine katıksız bir şiddetin çocuk masumiyetiyle anlatılamayacağında fikir birliğine vardık. Yazar halkının yaşadığı acıları çocukluğa sığınarak anlatırken adeta şiddetin tarifini yapıyordu. Dünya üzerinde var olan her hayvanla ilgili, çocukluğunda yaşadığı/uyguladığı/ mahallesindeki istisnasız tüm çocukların uyguladığı işkenceyi bize keyifle anlatıyordu. Maruz kalınandan çok uygulanan şiddet anlatılıyordu.
‘Kuşların gırtlağını kesmek’, ‘Katırların ayağını kırmak’, ‘Köpeğin üzerine taş yuvarlayarak topal bırakmak’, ‘Ördekleri çılgına çevirmek’, ‘Keçinin boynuzunu kırmak’, ‘ Bukalemunun derisini yüzmek’, ‘ Hindilerin gagalarını birbirine bağlamak’, ‘ Tavşanları katlederek bilançosunun çıkartılması’, ‘Küçük serçeye ateş etmek’, ‘ Canlı canlı gömülen kuşlar’, ‘ Kırık boynuzu nedeniyle inleyen, yaraları kapanmamış koçlar’, ‘Katırların derisini yüzmek’, ‘ Çakalla boğuşan at’, ‘ Yuvası su doldurularak boğulan köstebek’, ‘Kızgın yağ dökülerek kuyruğu tutuşturulan, kafatası balon gibi patlayan kediler’, ‘Kuyruğuna bomba bağlanan inekler’, ‘ Dişleri sökülen su yılanları’, ‘Kovanlarına çubuk sokulan arılar’. Bölüm başlıklarından birini ‘Geometrik Şiddet’ olarak seçmiş olan yazar doğadaki diğer canlılara, bitki ve insanlara karşı da şiddet yüklüydü. ’Anneler sopa, taş, demir parçalarıyla çocuklarına dayak atıyorlardı’. ‘Başakları kopartıp ezmekten zevk alıyorduk’, ‘Şaşı Reşo boyadan boya biçilmişti’, ‘ Yağma, hırsızlık ve tahrip etmekten başka bir şey düşünmezdik’.
Çocuklar çevredeki ötekilere karşı da acımasız ve güvensizdi. Yezidilere inanışlarına dayanarak acı şakalar yapılıyordu. ‘Bedevi çocuklara güven duymazdık’. Satırlarındaki şiddet dozunu, sığındığı çocuk gözü anlatımına ‘Çocukta kim kusur arayabilir ki?’ diyerek gerekçe yaratıyordu. Çocuklar ‘Şiddet için can atıyorlardı’, ‘Biz çocuklar ölülere ilgi duyar, bununla beslenirdik’, ’İşkence ederek öldürme zevkini bize tattırmaları için…’, ‘Hayvanların sağ çıkamadıkları eğlenceler’, ‘ Nihayet cezalandırılma korkusu olmadan acı çektirebileceğimiz birisini bulmuştuk’. Kadınlar da elbette bu şiddet yüklü dilden nasibini alıyordu. ‘Sarışın, modern kadınları kucakta oturtmak’, ‘Tavuk gibi dövüşen Şuşe ve Besse’, ‘Kız kardeşlerini ağa çocuklarına pazarlayan ağabeyler’, ‘On bir yaşında gelin edilip tecavüze uğrayan yetim gelin’, ‘Tarlada çalışıp suya atlayarak yıkanan kadınların erotik betimlemeleri’.
Almanca çevirmeninin sonsöz olarak yazdığı ‘ Anlattığı olaylar, şiirsel tasvirler, kültürel imaların hepsi Kürt’tür… Yazar çocukların zorbalığı hiçbir şekilde haklılaştırılmaya ya da zararsızmış gibi göstermeye çalışmaz. Onları affetmez’ açıklamasına ise Atölye olarak itibar edemedik. Yazar yaşayamadığı çocukluğunu değil, çocukluk dönemini kullanarak savaşı anlatıyordu. Demir Çekirge, ‘Savaş nedir? Şiddet nedir?’ sorusuna verilebilecek en iyi yanıt olarak görüldü.
1 Aralık 2013 – Hrant Dink Davası’na Çağrı - İstanbul
Hrant’ın Arkadaşları, 3 Aralık’ta yapılacak Hrant Dink’i öldürenlerin davası öncesi yapılacak basın açıklamasına çağrı yaptılar. Çağrıda, Hrant’ın Arkadaşları gerçek katiller bulununcaya kadar davayı takip edeceklerini söylediler.
3 Aralık 2013 – Hrant Dink Davası - İstanbul
3 Aralık'ta Hrant’ın Arkadaşları, İstanbul Adalet Sarayı önündeydi. Hrant Dink'i öldürenlerin yargılandığı dava başlamadan önce Hrant'ın arkadaşları adliyenin önünde bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasında “Müsamereyi Bırak Asıl Sorumluları Yargıla!”, “Faşizme İnat Kardeşimsin Hrant” ve “Adaletin Bugün de İçi Geçecek mi” pankartları taşındı. Hrant’ın arkadaşları adına Sermiyan Midyat basın açıklamasını okudu.
18 Aralık 2013 - Edebiyat Atölyesi V. Dönem Dördüncü Kitap - İstanbul
'Orta Doğu Edebiyatında Savaş ve Barış' olarak belirlediğimiz V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye‘sinin son toplantısının konusu Zerdüşilerin kutsal metni olan Avesta’ydı. Zerdüşt ve öğretisini, Avesta’yı bize Asuman Kafaoğlu-Büke ve Görkem Yeltan tanıtıp tartışmaya açtı.
Avesta, Eski İran inancı olan Zerdüştlüğün kutsal kitabıdır. Metin yüzlerce yıl boyunca, İ.Ö 3000 yılından İ.S. 400’lere kadar sözel olarak nesilden nesle aktarılmış ve çok sonra, yaklaşık İ.S. 4 yy’da kaleme alınmıştır. İran, Azerbaycan ve Ermenistan bölgelerinde ve Hazar Denizi kıyılarında yüzyıllarca etkin olmuş bir inanıştır. Bugün, dünya genelinde, Zerdüştlüğü benimseyen yaklaşık 200.000 bin insanın olduğu söylenmektedir.
Bir bölümünün kendisinin yazdığına inanılan, inancın kurucusu Zerdüşt’ün sözleri, Gatalar denen dörtlükler halinde yazıp söylenmiştir. Bu dörtlükler, kutsal metinler, Avesta´da toplanmıştır. Avesta’nın 21 kitaptan oluştuğu, ancak İskender'in İran topraklarını işgali sırasında (İ.Ö.325) metnin büyük bölümünün yakıldığı/yok edildiği, geriye yalnızca Yasna, Visparad ve Vendidad bölümlerinin kaldığı iddia edilmektedir.
Zerdüşt’ün dini Hinduizm, Budizm, Taoizm, Şintoizm gibi Doğu dinleri ile Batı dinlerinin (tek tanrılı Ortadoğu merkezli dinler) bileşiminden oluşan bir dindir.
Zerdüşt’üğn yaşadığı (yaklaşık doğum tarihi İ.Ö.660), metnin şekillendiği, öğretinin yayılmaya başladığı dönem bölgede yerleşik düzene geçildiği, tarım ve hayvancılığın yapıldığı, zenginleşmelerin başladığı bir dönemdir. Eski ritüellerin bu yeni hayat biçimine uymuyor olması bir reformu gerektirmiş, Zerdüşt de bunu sağlamıştır. Dönemle ilgili sosyo-ekonomik gelişmelerini inceleyen çalışmalar, inananların yerleşik bir hayata geçmeleri ve ziraatla uğraşmalarını salık veren Zerdüşt’ün öğretilerinin önemli bir yer tuttuğunu söylenmektedir.
Öğretinin ana temasını iyi bir tanrının insanları daha iyi olmaları için teşvik etmesine araç olacak ahlak yasaları oluşturur. Dünya, iyi güçlerin efendisi/iyi ruh olan Ahura Mazda tarafından yaratılır, sonra iyi ile kötü, Ahura Mazda’nın ikizi, kötü güçlerin efendisi/kötü ruh Angra Mainyu’nun ortaya çıkması ile birbirine karışır, en sonunda da iyi ile kötünün birbirinden ayrılarak bölünür.
Zerdüşt öğretisine göre, dünya tarihi, her biri üç bin yıl süren dört dönemden oluşur. Henüz insan tohumunun atılmadığı ilk dönem, iyi ruh ile kötü ruh arasındaki savaşla geçer ve kötü ruhun cehennem çukuruna yuvarlanması ile son bulur. İkinci dönemde Agra Mainyu, altı kötü cin/devayla maddeden bir evren yaratır. Gökyüzüne saldırarak Ahura Mazda’nın yarattığı dünyaya kötülük yayar. İlk insan, bitkiler ve madenler bu dönemde türer. Üçüncü dönemde Zerdüşt peygamber doğar ve öğretisini dünyaya yaymaya başlar. Dördüncü üç bin yılın sonunda ise Kanvasa gölüne giren bakire bir kız, Zerdüşt’ün o gölde bulunan tohumlarından hamile kalarak insanlık tarihini bitirecek olan Saoşyans adlı son kurtarıcıyı dünyaya getirerek ‘Sonlu Zaman’, 12 bin yıl sonra yine ‘Öncesiz Zamana’ geri dönecektir. Bütün ölüler dirilip tekrar vücutlarına kavuşacak, ilk insan ‘Gayomart’ın kemikleri hayat kazanacak, iyiler Ahura Mazda’nın ülkesine, kötüler ise cehenneme gidecektir.
Zerdüşt, Ahura Mazda’nın üstünlüğüne inanır. Ahirette onun şeytanı yok edeceğini söyler. Kötülük asla iyiliği yenemez. Her şeyin sonunda, şimdiki dünya düzeni sona erdiğinde, kıyamet/diriliş günü geldiğinde, kötülük ile iyilik, en saf hallerinde, karşı karşıya geleceklerdir. Bu ateş ile metalin savaşı olacak ve sonunda ateş, metali işlenebilir hale getirip yumuşatacak, süt gibi bir doku sağlayacak, böylelikle iyilik kötülüğü dönüştürecektir.
Öğretiye göre her bireyin içinde, iyi ile kötü arasında bir savaş yer almaktadır. İnsanın yüreğinde hissettiği birincil önemdeki bu savaş ve aynı zamanda Ahura Mazda’nın yaratıcı gücüdür. Seçim insana bırakılır. Savaş süreklidir: Bir defalık bir karar ve seçim değil, her olay karşısında yeni bir savaş olarak insan yaşamı boyunca karşısına çıkacak bir savaştır bu. Öğretide bu seçimi yapabilecek olan insanın özgür iradesine özel bir önem atfedilir.
Angra Mainyu’nun tarafına geçen iblis tanrılar Deva’lara karşı “Silahınla onlara karşı gel” diye buyurur Zerdüşt. Aslında sağduyudan yanadır; ‘hayvanlara özellikle de ineklere, sığırlara, köpeklere, atlara iyi davran’, ‘toprağa iyi bak’, ‘temiz ol’, ‘çevreni, suyunu, toprağını temiz tut’, ‘kendini ve suyunu, toprağını kirlilikten arındır’, ‘yalan söyleme’,‘kimseyi aldatma’ der. Atölye’de, Avesta’da barışçıl bir dünya/düzen anlatılmaktaysa da, kurulmak istenen düzenin, hayvanlar için bile hiyerarşik, sınıflı, kastlı olduğu vurgulandı. Köpek hiyerarşisi, çoban köpeği, ev köpeği, Vohunazga köpeği, Tauruna köpeği, su köpeği diye uzayıp gidiyordu. Metin boyunca kadınlar asli olarak döllenmek ve doğurmak için vardılar. Başkanlar erkekti, önem dereceleri vardı; ev başkanı, aşiret başkanı, eyalet başkanı ve Zerdüşt. ‘Ve en iyi yönetenin Kral olmasına izin veren Ona!’ şükrediliyordu. Toplum sınıflıydı. Halk uğraşları ve önem derecelerine göre sıralanıyorlardı; din adamları/rahipler, arabacı ya da savaşçıların başı, çiftçiler ve zanaatkarlar. ‘Büyük bir evin efendisi olan’ önemliydi. Zengin ve fakir ayrımı, büyük ev/ küçük ev ayrımları yapılarak sınıfsal düzen sık sık vurgulanıyordu.
Devalar insanları dinden çıkartmak ve kanunları ihlal ettirmek için vardılar. Devalara uyanlar ağır bir biçimde suçlanıyor ve cezalandırılıyorlardı. ‘Beyazları olan ve kanama geçiren kadın ile cinsel ilişkiye girmek’, ‘Göğsüne süt gelmiş ya da gelmemiş hamile kadınla cinsel ilişkiye girmek’ gibi kırbaçla cezalandırılan çok sayıda suç vardı.
Erkekler de kendi içlerinde ‘aynı dinden olanlar ve olmayanlar’ olarak ayrılıyor ve suçlarına göre ağır kırbaç cezalarıyla cezalandırılıyorlardı. Hapsedilecek ‘cüzzamlılar, çürük dişliler ve akıl hastaları’ vardı. ‘Kemikler kırılıyor’, ’Fani bedeninden pirinç bir bıçakla organlar kesiliyor’, ‘Bedene çiviler batırılıyor’du. Atölye’de, Avesta metinleriyle tanımlanan öğreti, Zerdüşt ve Zerdüştlük, özellikle kendinden olmayana karşı çok katı, savaşçıl ve şiddet yüklü bulundu.
Ötekiler için çok katmerli beddualar olduğuna vurgu yapıldı. Hoşgörüsüz, affetme öğüdünün olmadığı, affedilme yollarının gösterilmediği bir metindi. ‘Bütün dinsizler ölmeyi hak ediyor’, ‘Bütün kötüler, kanunu hor görenlerin hepsi Hükümdar’a karşı gelen asilerdir. Hükümdara karşı çıkan bütün asiler dinsiz adamlardır ve bütün dinsizler ölmeyi hak ederler’, ‘Doğru dine ve doğru kanuna bağlı olmayan bir adam (yalnızca adam mı? Kadında mı?) ölse, bir yıl önce ölmüş kurbağadan daha fazla toprağı kirleyemez’. ‘Erkeğin kadınlarla(birden fazla), ya da kadının erkeklerle (birden fazla) cinsel ilişkide bulunması gibi erkeklerle ilişkide bulunana adam da Deva olan (iblis) adamdır’, ‘İster erkek olarak ister kadın olarak erkeklerle cinsel ilişkide bulunsun, o böyledir (iblistir)’.
Kadınlar, döllenmenin dışında bir de bazı cezaların kefareti olarak sunuluyordu; ‘Su köpeğini öldüren, ruhunu kurtarmak için dindarca ve sofuca, dindar adamlara, evlilikte hiçbir erkeğin tanımadığı, 15 yaşını geçmiş kız kardeş ya da bakire kız versin’. Kızların her durumda bir sahipleri vardı; ‘Eğer bir adam, ailenin reisine tabi olsun ya da olmasın, kocaya verilmiş olsun ya da olmasın genç bir kızla ilişki kurar da…’ Kadınların ödüller doğurganlıklarıyla paraleldi yalnızca;‘Ey kadın, seni çocukta ve sütte zengin yapacağım’, ‘Zürriyette zengin, sütte zengin, yağda zengin, ilikte zengin ve dölde zengin’, ‘Duamı çok sayıda oğul doğuran o kadınlara adıyorum’, ‘Ve ben bu Yasna’yı, pek çok oğlu olan şu kadınlar için…muzaffer bir şekilde vuran iyi ve heybetli bir biçimde biçimlenmiş Güç için… kutluyor ve yerine getiriyorum’.
Zerdüşt silahları ve savaşları yüceltiliyor, savaş araçları kutsanıyordu. ‘…güzel silahlarla, bütün silahların en görkemlileriyle, bütün silahların en muzaffer silahlarıyla silahlanmış bir tanrı olan Mithra’yı yardıma çağırıyorum’. Atölyemiz açısında metin, tüm kutsal metinlerde gördüğümüz gibi, yerleşik düzeni koruyucu, ondan olmayana karşı hoşgörüsüz bulundu. Bu içerikteki kutsal metinlerle her tanışmamızda şu soruyu sormadan geçemediğimizi konuştuk; ‘Savaşı ve kötülüğü Tanrı mı yarattı?’
25 Aralık 2013 - Edebiyat Atölyesi V. Dönem Beşinci Kitap - İstanbul
V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin beşinci toplantısında Sadık Cübek’in Tengsir kitabını tartıştık. Yalçın Akyıldız’ın İran hakkında genel bir vermesinin ardından Görkem Yeltan bize yazarı tanıttı ve kitabı tartışmaya açtı.
İ.Ö.550 yılında Büyük Kiros’un kurduğu Ahameniş İmparatorluğu Pers tarihinin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Ahamenişler’de Zerdüştlük resmi din olarak kabul ediliyor ve Zerdüşt rahipler bürokrasi işlerini üstleniyor. İ.Ö.331 yılında yıkılan Ahamenişler’den sonra bu topraklarda Büyük İskender, Selevkoslar ve Partlar hüküm sürüyor.İ.S. 224 yılında kurulan Sasani Devleti Zerdüştüğü kurumsallaştırıyor ve Avesta bu dönemde kanun olarak kabul ediliyor. 651 yılında Araplar, Pers topraklarını işgal ederek Sasani Devleti’ni yıkıyorlar. Bu tarihten sonra, 850 yıl boyunca Pers topraklarında önce Araplar (Emeviler) sonra Türkler ve Moğollar hüküm sürüyor. Moğol yüzyılı olarak anılan dönemde İran harap oluyor. 1501 yılında henüz 12 yaşındaki Şah İsmail’in Akkoyunlular’ı yenip Tebriz’i almasıyla Safevi Devleti kurulmuş oluyor ve yüzyıllar sonra Pers kökenli hanedan yeniden Pers topraklarına egemen oluyor. Hem 850 yıl sonra İranlıların tekrar egemen olması, hem de Şiiliğin resmi din olmasını göz önüne alınacak olursa, bugünün İran’ının kökünün Safevilere ve onun kurucusu Şah İsmail’e dayandığı söylenebilir. Söz konusu dönemde İran’da Şii ve Sünni inancı birlikte yaşıyor. Yerleşik devleti ve şehirli halkı temsil eden Sünniler bürokrasiyi, aşiret mensubu kır kökenlilerin heteredoks inancını temsil eden Şiiler ise askeriyeyi egemenlik altına alıyor.
İslam’ın ilk ayrışması kabul edilen ehl-i sünnet - ehl-i beyt tartışmasının İran’da doğmasa da burada geliştiği söyleniyor. Ehl-i Beyt taraftarlarının Şah İsmail’e kadar bir devleti olmuyor ve dağınık halde yaşıyorlar. Ehl-i Sünnetler ise her zaman iktidar olanların tercihi olarak Emevilerin, Abbasilerin ve Osmanlıların koruması altında bulunuyorlar. Şah İsmail’in kurduğu devlet 1796 yılına kadar yaşıyor. İran’da 1796’dan 1926 yılına kadar Şah İsmail zamanında Osmanlı baskısından kaçarak Şah’ın yanına katılan bir Türkmen aşireti olan Kaçar Hanedanı hüküm sürüyor. Bu dönem Perslerin gördüğü en adaletsiz ve başarısız dönem olarak kabul ediliyor. Bu dönem ayrıca İran’da kapitülasyonların başlangıcı olarak da biliniyor.
1800’lerin başından itibaren İran, Hindistan yolunu korumak adına bölgede etkili olan İngiltere ile sıcak denizlere açılma sevdalısı Rusya arasında sıkışmış durumda yaşıyor. Ekonomik açıdan zor durumda olan Şah, 1872 ylında Reuters’in kurucusu Baron Reuters’e maden, demiryolları, baraj, yol ve sanayi tesisi inşasını içeren imtiyazları satıyor. Rusların itirazı sonucunda hem bu imtiyaz hem de 1891’de bir başka İngiliz şirketine verilen tütün imtiyazı, halkın da direnişiyle iptal ediyor. Bu İran’ın ilk dış borcu olarak tarihe geçiyor. Bu sırada borçların geri ödenmesini garantiye almak adına vergi toplama işi de Belçikalılara veriliyor. Bu imtiyazlar, borçlanma ve şahın savurganlığı halkın ve ulemanın tepkisini doğuruyor ve 1906 yılında Meşrutiyet Devrimi gerçekleştirilerek ilk meclis açılıyor. Bölgenin bugünü anlamamızda büyük öneme sahip İran’ın petrol tarihi ise 1901’de İngiliz William Knox D’arcy 60 yıllığına ülkenin büyük bölümünü kapsayan petrol imtiyazını, bugünkü parayla 1.8 milyon sterlin ve nasıl hesap edileceği sözleşmede yazılı olmayan % 16’lık kar payı dağıtımı karşılığında Şah’tan almasıyla başlıyor. Bugün ismi BP olan şirketin başlangıcına işte bu imtiyaz kaynaklık ediyor.Petrolü çıkarmak için İngiliz-Pers Petrol Şirketi (Anglo-Persian Oil Co.) kuruluyor. 1912’de Churchill İngiliz donanmasında kömür yerine akaryakıt kullanılmasına karar verince, İngiliz devleti biraz da cebren şirkete ortak oluyor ve kontrolü eline geçiriyor. Şirket ertesi sene de Irak’ta petrol arayan Türk Petrol Şirketi’ne %50 ortak oluyor. 1914 yılında 17 yaşındaki Ahmet işte bu ortamda Şah oluyor. Savaşın başlamasıyla birlikte eski rakipler İngiltere ve Rusya anlaşarak kuzeyden ve güneyden İran’a giriyorlar. Bir takım yerel direnişlerle karşılaşıyorlar. Bu direnişi asıl örgütleyenin Almanya olduğu konusu bugün artık kesin olarak kabul ediliyor. Bolşevik Devrimi sonrası Sovyetlerin bölgeden çekilmesiyle, İngiltere dışişleri bakanı Lord Curzon, İran’ın tamamını ele geçirmek, hatta ülkeyi İngiliz Devletler Topluluğu’na sokmak için önemli bir fırsat olarak görüyor, İran’ı bütünüyle sömürge yapacak bir anlaşma hazırlıyor. Ancak bu rüya gerçekleşemediği gibi, Bolşevikler anlaşma metinlerini açıklayınca halkta İngilizlere duyulan nefret artıyor. 1917-1921 Yılları İran’ın savaş, kıtlık ve hastalık nedeniyle milyonlarca insanını yitirdiği acı dolu yıllar olarak biliniyor. Eşkıyalık ve zorbalık artıyor, hatta yamyamlık vakaları yaşanıyor. Bu karmaşık ortamdan sonra, 1925’de taht Pehlevi hanedanına kalıyor. Asker kökenli Rıza Şah döneminde devlet inşa ediliyor, merkezi idare güçleniyor, ülkenin daha çok yerinde görünür oluyor, aşiret ve ulemanın etkisi azaltılırken, milliyetçilik ve laiklik öne çıkıyor. Şah’ın askeri monarşiyle yönettiği devlet ülkenin modernleşmesi için hamleler yapıyor. Resmi yazışmalarda o zamana kadar kullanılan Pers kelimesinin yerine İran (Sanskritçe asil ya da onurlu anlamındaki Arya kelimesinin Avesta dilindeki benzeri Airya) adının kullanılmaya başlanıyor. Rıza Şah otuzların sonunda Sovyet ve İngiliz gücünü dengelemek için Nazi Almanya’sına yaslanıyor. Hitler o dönem yaptığı bir konuşmada İranlıların ari ırka mensup olduklarını söylüyor. Almanlar ülkenin yeniden inşasını üslenirken, Alman arkeologlar ve bilim adamları İran milliyetçiliğine zemin sağlama çabasıyla İran üzerindeki araştırmalara yoğunlaşıyorlar. Savaşla birlikte Almanlar Sovyetler Birliği topraklarına girince, 1.Dünya Savaşı’nda olduğu gibi İngilizler ve Ruslar ve sonradan Amerikalılar, savaş sırasında petrol kaynağı olarak kritik önem taşıyan İran’ı işgal ediyor ve Şah’ı ülke dışına yollayarak oğlu Muhammed Rıza’yı başa geçiriyorlar. Kırklı yılların başından itibaren İran, üç farklı siyasi grubun, komünistler, milliyetçiler ve ulemanın sürüklediği İslami hareket ile soğuk savaşın en şiddetli yaşandığı ülkelerden biri oluyor Milli Cephe’nin lideri Musaddık petrolün millileştirilmesi gibi düşünceleriyle parlıyor ve bu milliyetçi politikaları onu 1951’de başbakanlık koltuğuna çıkarıyor. İlk iş olarak Şahı etkisizleştiriyor ve petrolü millileştiriyor. İngiliz MI6 ve CIA, ‘Ajax Operasyonu’ adını verdikleri ortak bir operasyonla 1953 tarihinde Musaddık’ı deviriyorlar. Bu operasyon tarihe ABD’nin ilk yurtdışı operasyonu olarak geçiyor. Musaddık’ın devrilmesiyle halkın Şah’a olan nefreti iyice körükleniyor. Komünist ve milliyetçi hareketin tasfiye edilmesi sonucunda da baskı gurubu olarak ortada yalnızca İslami harekete kalıyor. Bugün, 1979 İslam Devrimi’nin kökenini Musaddık’ın emperyalist güçlerce devrilmesine bağlayan görüş genel kabul görmüştür. Musaddık’ın devrilmesinden sonra İran petrollerinin kontrolü, aralarında ABD’nin de bulunduğu çok uluslu bir konsorsiyuma devrediliyor ve İngiliz-Pers Petrol Şirketi’nin adı British Petroleum (BP) olarak değişiyor. Yeni anlaşmaya göre İran’ın payı % 20’den %50’ye çıkıyor. Bu noktadan sonra İran-ABD yakınlaşması iyice artıyor. Muhammed Rıza Şah Amerikan desteğiyle kurduğu istihbarat servisi Savak eliyle baskıcı bir tek adam rejimi inşa ediyor. 1963 Yılında “Beyaz Devrim” denilen, merkezinde toprak reformu olan bir modernleşme projesi, reform hareketi başlıyor. Sanayileşme, eğitim, sağlık reformları, tren ve kara yolarının inşası gibi işlere girişiliyor, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınıyor, evlenme yaşı 15’e çıkartılıyor. Ancak devrim hareketi, arttığı bilinen petrol gelirlerine rağmen nüfusun refah düzeyini yükseltmeye yol açmıyor. Halkın artan petrol gelirlerinin lüks tüketime, asker ve polisin harcamalarına gittiğini görmesi huzursuzlukları yeniden başlatıyor. Toplumun her kesimine yabancılaşmış, toprak reformu yüzünden geleneksel destekçisi aşiretlerin desteğini kaybetmiş, baskı rejimini kuvvetlendirmiş, ABD’nin Orta Doğu’daki jandarması olmaya çalışmış Şah, tek muhalif hareket olan İslami Hareketi’ne olan desteğin artmasına yol açıyor. Sokak olaylarıyla başlayan isyan, sürgündeki dini önder Humeyni’nin İran’a dönmesiyle 1979 da İran İslam Devrimi’ne dönüşüyor ve Pehlevi Hanedanı yıkılıp yerine İran İslam Cumhuriyeti kuruluyor. İncelediğimiz Tengsir kitabının yazarı Sadık Cübek 1916-1998 yılları arasında, yukarıda özetlediğimiz çalkantılı İran tarihi döneminde yaşamıştır. İslam Devrimi sırasında hiçbir üretimde bulunmuyor ve California’da ölüyor. İran’da ‘Toplumsal Romanı’ kuran kişi, ‘İran’ın Yaşar Kemal’i’ olarak adlandırıyor. İran’ın ‘Derinlikler Toplumu’ olarak adlandırıldığı bir döneminde, kimselerin irdelemediği, toplumun derinliklerindekilerini, ‘aşağıdakileri’ kaleme alıyor. Tengsir, 1917-1921 yılları arasında İran’ın doğu kıyısında, Tengistan denilen bölgede, haksızlığa uğramış Muhammed’in isyan ederek, ona bu haksızlığı yapanlara karşı giriştiği katliamı anlatıyor. Kitap boyunca, kahramanın sağlanmayan adaleti sağlamak için giriştiği bu katliamı haklı gösterilmeye çalışılıyor. Yazar eserinde, zulme zulümle karşılık vermeyi, şiddetin şiddet doğuracağını göz ardı ederek, meşrulaştırıyor. ‘Beş kişiyi öldürmüş, birini de kolundan baltayla yaralamış. Keşke on tane daha öldürse’. Yazar bize kitap boyunca kahramanın bu katliamı köy ve kasabanın desteğiyle, mahalle baskısıyla işlediğini kabul ettirmeye çalışıyor. Nitekim halk, Muhammed’e bu katliam sonrasında Şir (aslan) lakabı vererek ödüllendiriyor. Muhammed’i, katliamı gerçekleştirdikten nice sonra, saklandığı yerde hala öldürmeniz zevki ile heyecan içinde görüyoruz. Kendine engel olamıyor. ‘Yerinde duramıyor, kaçmak vekoşmak için can atıyor, bu acele içini kemiriyor, kafasının içini, örs üzerine inen balyoz sesleri dolduruyordu. Kafasının içinde hala o evden öbür eve gidiyor ve birini kana buluyordu. İşi, hala kafasının içinde devam ediyordu’. Tengsir’de bütün insanların, aç ve yoksulluk içinde, zalime karşı korku içinde yaşadığı, kişilerin kendilerine yabancılaştıkları acımasız bir dünya anlatılıyor. Ölüm soğuk ve ilgisizce tasvir ediliyor. Hayatın boş olduğunun anlatıldığı, acımasız, umut kırıcı bir ortam kuruluyor. Bütün kitap Tengsirli olmayanların ötekileştirilmesi üzerine kuruluyor. Tengsirli dışında herkes, İngiliz, Ermeni, Yahudi, Kürt ve ötekiydi. ‘İngilizlerin ramazan ayında dükkânına gelmelerine izin verme be dayı. Dükkânının bereketi kaçar’, ‘Eğer onlarla beni bir kazana koyup kaynatsalar yağlarımız bile karışmaz. Ben evdeki, martin tüfeğimle, Tengek savaşında ellerimle tam on beş tanesini öldürdüm’, ‘Bir Kürt kadar kabadayı olamaz. Ben bu ellerimle 50 tane Kürt öldürdüm’.
Dinsel ayrımcılık da sık sık vurgulanıyor. ‘Paraları da Ömer’in sikkesi değil ya!’, ‘Bütün iyi şeylerin hepsi onların. Tatlı ve soğuk su onların, güzel evler onların, çok para, at, fayton hepsi onların. Bunlar Ömer’den daha kötüdürler’. Yazar kitap boyunca kahramanı hayvanlara şefkat dolu sözlerle konuşturuyor olsa da eylemleri şiddet yüklüydü. ‘Karnına, acımasızca öldürücü bir tekme attı. Şakaklarına bayıltıcı yumruk…’,’Kalın ve acımasız parmaklarıyla öküzün burnuna halkayı geçiriyor’. Kadınlara yönelik üslubu da Atölye’mizce aşağılayıcı bulundu. ‘Erkek o… Dul kadınlar gibi sesini çıkartmadan, ninemizin başörtüsüne bürünerek hizmetçilik mi etsin’, ‘Erkek dediğin hakkını, başkaları alarak getirip avucuna koysun diye elini elinin üstüne koyup beklemez’, ‘Hiç kimse kadına el kaldırmamalıdır. Kadın biçaredir’. Kadın, diğer yandan çocuklarından vaz geçecek kadar erkeğine tutkuyla bağlı anlatılıyordu. ‘Hayatta hiç kimseyi senin kadar sevmedim. Hatta çocuklarımı bile. Allah dilmden alsın, dilim tutulsun, eğer ikisi birden ölse, sen başımda olduktan sonra gam yemem. Çünkü sen bana yeniden çocuk yapabilirsin yaptırabilirsin!. Ama sen olmazsan benim hayatım söner. Şunu sana söyleyeyim ki, eğer ömrümün sonuna kadar yeniden kocaya gidersem Allah iki gözümü de kör etsin. Senin gibi erkek artık bütün dünyada bulunmaz’. Kadının çocuklarından bu kadar kolay vaz geçebilmesi, erkeğini kaybedecek olmasının korkusunu çocuklarından nefret edecek kadar abartması yadırgandı. Erkek ise karısını şu sözlerle onurlandırıyordu; ‘Allah’ını bilen, evimin hanımı, canımın içi’. Kitap edebi özelliklerine ve başarısına karşın Atölye’miz tarafından şiddet ağırlığı yüksek ve ayrımcı bulundu.
Dostları ilə paylaş: |