* İngilizcesi, brool.
** İngilizcesi, "men like trees walking". Markos 8:24'e gönderme yapılıyor.
-158-
çalışıyor ve hızla limana doğru ilerlerken batıp çıkıyor, yan deliklerinin* üzerine yatıyorlar. İşte, yaşlı Bay Swales de geliyor. Doğruca bana doğru yürüyor ve şapkasıyla selamlamasından benimle konuşmak istediğini anlayabiliyorum...
Zavallı yaşlı adamdaki değişim çok içime dokundu. Yanıma oturduğunda çok nazik bir tavırla, "Size bir şey söylemek istiyorum, küçükhanım," dedi. Huzursuz olduğunu görebiliyordum, bu yüzden zavallı, yaşlı ve buruşuk elini tuttum ve her şeyi söylemesini istedim; böylece elini elimde tutarak şunları söyledi:
"Korkarım, canım, geçen haftalarda ölüler ve bunun gibi şeyler hakkında söylediğim bütün o kötü şeylerle seni sarstım; ama bunları söylerken ciddi değildim ve ben gittikten sonra bunu hatırlamanı istiyorum. Biz bir ayağı çukurda olan çatlak ihtiyarlar bu konuda düşünmekten hiç hoşlanmayız ve bundan korkmak istemeyiz; işte bu yüzden bu konuyu hafife alıyordum, böylece kendi yüreğimi biraz olsun neşelendiriyordum. Ama Tann seni sevsin, küçükhanım, ölmekten hiç korkmuyorum; yalnızca, elimden gelse ölmek istemezdim. Vaktim gelmiş sayılır çünkü yaşlıyım ve yüzyıl, bir insanın ümit edebileceğinden çok daha fazla ve o kadar yakınım ki, Yaşlı Adam tırpanını bilemeye başladı bile. Görüyorsun ya, bununla ilgili çene yorma alışkanlığından öyle hemen-
* İng. Scuppers, içeri dolan suların akması amacıyla geminin yanına, güverte hizasına açılmış delikler.
-159-
cecik kurtulamıyorum, çünkü bir kez gevşeyen çenem eskisi gibi çalışmaya devam edecektir. Yakında, bir gün Ölüm Meleği borusunu benim için çalacak. Ama sen üzülme, canım!" -ağladığımı görmüştü- "hemen bu gece gelse bile onu geri çevirmeyeceğim. Çünkü hayat, ne de olsa, şu anda yaptığımız şeyden başka bir şeyi beklemekten ibaret ve ölüm kesinlikle güvenebileceğimiz tek şey. Ama ben memnunum, çünkü benim için geliyor, canım, hem de hızla geliyor. Biz bakıp merak ederken geliyor olabilir. Belki de yanında kayıplar, enkazlar, acı sıkıntılar ve hüzünlü yürekler getiren, denizin üzerindeki o rüzgârla geliyordur. Bak! Bak!" diye haykırdı ansızın. "O rüzgârın içinde ve ötesinde bir şey var; sesi ölüm gibi geliyor, ölüme benziyor, tadı ve kokusu da öyle. Havada, geldiğini hissediyorum. Tanrım, beni çağırdığı zaman neşeyle cevap vermeme yardım et!" Yürekten bir hareketle kollarını kaldırdı ve şapkasını çıkardı. Ağzı dua ediyormuş gibi kıpırdıyordu. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra ayağa kalktı, benimle el sıkıştı, beni kutsadı ve hoşça kal diyerek to-pallaya topallaya uzaklaştı. Bütün bu konuşma içime çok dokunmuş ve beni çok üzmüştü. Sahil koruma görevlisi, kolunun altında dürbünüyle geldiği zaman sevindim. Her zaman yaptığı gibi benimle konuşmak için durdu, ama bütün bu süre boyunca durmadan yabancı bir gemiye baktı.
"Anlayamıyorum," dedi, "görünüşüne bakılırsa bir Rus gemisi, ama garip bir şekilde
-160-
dolanıyor. Ne yapacağını bilmiyor, fırtınanın geldiğini görüyor, ama kuzeye, açığa mı çıksın, yoksa buraya mı gelsin, karar veremiyor. Bakın, gene yapıyor! Çok tuhaf bir şekilde yol alıyor, sanki dümendeki ele aldırmıyor; rüzgâr nereden eserse, yönünü oraya çeviriyor. Yarın bu saate kadar, onunla ilgili daha çok şey öğrenmiş olacağız."
-161-
YEDİNCİ BÖLÜM
8 AĞUSTOS TARİHLİ DAILYGRAPH GAZETESİNDEN KESİLEN BİR KUPÜR
(Mina Murray'in Günlüğüne Yapıştırılmış)
Bir Muhabirden
Whitby
Tarihteki en büyük ve en ani fırtınalardan biri burada yaşandı ve tuhaf, benzersiz sonuçlar yarattı. Hava ağustos ayında da görülebilecek düzeyde nemli ve biraz da bunaltıcıydı. Cumartesi akşamı hatırlanan en güzel günlerdendi ve tatilcilerin çoğu dün, Mulgra-ve ormanları, Robin Hood Koyu, Rig Değirmeni, Runswick, Staithes* ve Whitby civarındaki çeşitli yerlere geziye çıkmıştı. Emma ve Scarborough vapurlan kıyı boyunca gezi yolculukları yaptı ve Whitby'de sıradışı bir "ge-liş-gidiş" vardı. Öğleden sonraya kadar olağandışı güzellikte bir gündü, ama sonra Doğu Falezi'ndeki kilise avlusuna sık sık giden dedikoduculardan bazıları ve kuzey ile doğudaki geniş deniz alanını izleyen saygıdeğer görevli, kuzeybatı yönünde, gökyüzünde aniden "kısrak kuyrukları" görüldüğünü haber verdi. Rüzgâr güneybatı yönünden, baromet-rik dilde "No. 2: hafif meltem" diye adlandın-
* Whitby civarındaki kasabalar ve görülecek güzel yerler. -163-
lan orta kuvvette esiyordu. Görev başındaki sahil koruma görevlisi hemen rapor verdi ve yarım yüzyıldan uzun zamandır Doğu Fale-zi'nden hava durumunu gözleyen yaşlı bir balıkçı, ani bir fırtına çıkacağı tahminini üstüne basa basa dile getirdi. Yaklaşan günbatımı o kadar güzeldi, parlak renkli bulut kümeleriy-le o kadar muhteşemdi ki, uçurumun kenarındaki eski kilise avlusunun yürüyüş yolunda, bu güzelliğin tadını çıkarmak isteyen oldukça büyük bir kalabalık toplanmıştı. Güneş, Kettleness'ın siyah kitlesinin arkasında batmadan önce, batı göğünde cesurca dururken, aşağıya inen yolu günbatımı renkleriyle rengârenk aydınlatmıştı -alev rengi, mor, pembe, yeşil, menekşe rengi ve altın renginin bütün tonları; şurada burada pek büyük olmayan, ama simsiyah görünen, muazzam siluetler gibi, türlü türlü şekillerde kütleler vardı. Bu yaşananlar ressamların gözünden kaçmadı ve hiç kuşkusuz "Büyük Fırtınanın Başlangıcı" ile ilgili resimler gelecek yılın mayıs ayında R.A. ve R.I'nın* duvarlarını süsleyecek. O sıra birden fazla kaptan, farklı tür teknelere verdikleri isimlerle söyleyecek olursak, "kaldırım taşı" ya da "katır"ını fırtına geçene kadar limandan çıkarmamaya karar verdi. Akşam boyunca esen rüzgâr tamamıyla durdu ve gece yarısı; bir ölüm sessizliği, boğucu bir sıcak başladı ve fırtına yaklaşır-
* R.A. Royal Academy of Arts (Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi-1786) resim, heykel ve mimariyi desteklemek için; R.I. Royal Institution of Great Britain (Büyük Britanya Kraliyet Enstitüsü-1799) bilim ve kültürü destekleyip yaymak ve geliştirmek için kurulmuştur.
-164-
ken duyarlı bir insanı mutlaka etkileyen, bir sıkıntı her yeri sardı. Denizde yalnız birkaç ışık görünüyordu çünkü genelde sahili "kucaklayarak" ilerleyen kıyı vapurları bile denize açılmıştı ve görünürde yalnız birkaç balıkçı teknesi kalmıştı. Göze çarpan tek cisim, yelkenleri fora etmiş, sanki batıya doğru giden yabancı bir gemiydi. Bu gemiyi görebildiğimiz sürece mürettebatının gözükaralığı ya da cahilliği konusunda epey bir konuşuldu. Tehlike yaklaşırken yelkenlerini indirmesi için sinyaller gönderildi. Gece bastırmadan, bu geminin dalgalarla kabaran denizin üstünde hafif hafif sallandığı ve yelkenlerinin de başına buyruk çırpındığı görüldü.
Resmedilmiş bir okyanusta resmedilmiş bir gemi gibi başıboş.*
Saat ondan biraz önce havadaki durgunluk epeyce bunaltıcı bir hale geldi ve sessizlik o kadar belirgindi ki, karanın içlerindeki koyunların melemeleri ya da kasabadaki bir köpeğin havlaması açıkça duyulabiliyordu ve rıhtımdaki bandonun çaldığı neşeli Fransız havalan doğanın sessizliğinin müthiş ahengini bozuyor gibiydi. Gece yansından biraz sonra denizin üzerinden tuhaf bir ses geldi. Havadan, yükseklerden, derinden, garip bir gümbürdeme gelmeye başladı.
Sonra ansızın fırtına patladı. O sırada inanılmaz gelen, hatta daha sonra fark edilmesi imkânsız olan bir hızla, doğadaki her şey şiddetle sarsılmaya başladı. Dalgalar git-
* Samuel Taylor Coleridge, Yaşlı Denizcinin Şiiri, II, 113-8. -165-
tikçe artan bir öfke ile kabardı, her biri bir öncekinin tepesinden devrildi, ta ki, birkaç dakika öncesine kadar cam gibi olan deniz, kükreyen, her şeyi yiyip yutan bir canavara dönüşene kadar. Doruğu köpüklü dalgalar çılgınca kumsalı dövüyor ve taraça yapan kayalıklara tırmanıyordu hızla. Bir yandan da iskelenin üzerine taşıyor ve Whitby Lima-nı'nın iki iskelesinin ucunda yükselen deniz fenerlerinin kulelerini süpürüyordu. Rüzgâr, gök gürültüsü gibi kükrüyor ve öyle şiddetli esiyordu ki, en güçlü adamlar bile ayakta durmakta ya da demir direklere sıkıca tutunmakta zorluk çekiyordu. Rıhtımdaki seyirci kalabalığını dağıtmanın zorunlu olduğu anlaşıldı, aksi halde kaza sonucu ölümler olabilirdi. O anki zorluklara ve tehlikelere ek olarak bir de deniz sisi kütleleri karaya doğru sürüklendi -hayalet gibi sürüklenen beyaz, ıslak bulutlar; o kadar nemli, ıslak ve soğuktu ki, denizde can verenlerin ruhlarının, ölümün nemli ve soğuk elleriyle, yaşayan kardeşlerine dokunduklarını hayal etmek için fazla çaba sarf etmeye gerek yoktu ve deniz sisinden çelenkler yanlarından süzülüp geçerken pek çok insan ürperiyordu. Zaman zaman sis açılıyor ve şimşeklerin ışığı altında, deniz belli bir uzaklığa kadar görülebiliyordu. Art arda ve sıklaşarak çakan şimşekleri, öyle ani gök gürültüleri izliyordu ki, tepedeki bütün gökyüzü fırtınanın ayak sesleriyle titriyor gibiydi. Böylelikle ortaya çıkan görüntülerden bazıları son derece muhteşem ve çok ilginçti- dağ gibi dalgalarıyla
-166-
yükselen deniz, gökyüzüne her dalgada kocaman, hey az köpük kütleleri fırlatıyor ve sanki fırtına bunları kapıp döndüre döndüre uzaya savuruyordu; yelkenleri paçavraya dönmüş tek tük balıkçı tekneleri fırtına iyice patlamadan önce korunaklı bir yere girmek için acele ediyordu; arada bir fırtınada savrulan bir deniz kuşunun beyaz kanatlan görünüyordu. Doğu Falezi'nin zirvesindeki yeni projektör çalışmaya hazırdı, ama henüz denenmemişti. Başındaki memurlar işbaşı yaptılar ve karayı kaplayan sisin çekildiği aralarda, denizin yüzeyini bununla taradılar. Bir ya da iki defasında projektör çok işe yaradı, bir keresinde borda firizi sulara gömülmüş bir balıkçı teknesi, ışığın yardımıyla iskelelere çarpma tehlikesinden kurtularak hızla limana girebildi. Bir teknenin, güvenli limana sığınabildiği her seferinde kıyıdaki kalabalıktan bir sevinç çığlığı yükseliyordu -bir an için fırtınayı yaran, ama sonra rüzgâr akınları tarafından dağıtılan bir çığlık. Projektör, çok geçmeden biraz uzakta, bütün yelkenlerini açmış bir gemi keşfetti; belli ki, akşamın erken saatlerinde görülen gemiydi bu. Rüzgâr bu sefer doğuya dönmüştü ve geminin içinde bulunduğu korkunç tehlikeyi fark eden falezdeki seyirciler arasında bir ürperti dolaştı. Gemiyle liman arasında, pek çok gemiye zaman zaman zorluklar yaşatan geniş, sığ kayalıklar vardı. Rüzgârın şimdiki yönü düşünüldüğünde geminin liman girişine gelmesi olanaksızdı. Artık neredeyse denizin yükselme zamanı gelmişti, ama dalga-
-167-
lar o kadar büyüktü ki, iki dalga arasındaki çukurluklarda, neredeyse kıyının sığ yerleri görünüyordu ve yelkenleri fora etmiş gemi öyle büyük bir hızla ilerliyordu ki, ihtiyar bir gemicinin deyişiyle "mutlaka bir yerlere ulaşacaktı, bu, cehennem bile olsa". Sonra o zamana kadar gelen nemli puslardan çok daha büyük bir deniz sisi hücum etti; öyle ki, gri bir tabut örtüsü gibi her şeyin üzerini örttü ve insanlara yalnızca işitme organını bıraktı, çünkü fırtınanın kükremesi, gök gürültüsünün çatırdaması ve güçlü dalgaların gümbürtüsü, nemli unutuluş içinde kulağa öncekinden çok daha yüksek geliyordu. Projektörün ışıklan, her an bir şok beklenen, Doğu İskelesi tarafındaki limanın ağzına tutuldu ve herkes nefesini tutup bekledi. Rüzgâr aniden kuzeydoğu yönüne döndü ve deniz sisinin kalıntıları kopan fırtınada eridi. Sonra mirabile dictu* iki iskele arasında, hiç düşünmeksizin hızla ilerleyip bir dalgadan diğerine sıçrayan tuhaf gemi, yelkenleri fora halde fırtınanın önünde sürüklendi ve güvenli limana sığınmayı başardı. Projektör onu izledi ve gemiyi gören herkes baştan aşağı ürperdi; çünkü dümene bağlanan adam, başı yana düşmüş, geminin her hareketinde korkunç bir şekilde bir oraya bir buraya sallanan bir cesetti. Güvertede başka kimse görünmüyordu. Geminin, dümende ölü bir adamın eli dışında kimse bulunmadan, mucize eseri limanı bulduğunu fark ettiklerinde herkesi bir dehşet sardı! Bununla
Anlatması harika.
-168-
birlikte, her şey bu sözleri yazmak için gereken süreden bile daha kısa bir zaman içinde olup bitmişti. Gemi durmadı, limanın içine doğru hızla ilerlemeye devam etti ve bir sürü gelgit ve fırtına tarafından, Doğu Fale-zi'nin altına çıkıntı yapan iskelenin, güneydoğu köşesine yığdığı ve bölgede Tate Hill İskelesi diye bilinen kum ve çakıl yığını üzerine oturuverdi.
Tabii ki, gemi kumsala oturunca hatırı sayılır bir sarsıntı oldu. Bütün direkler, halatlar ve payandalar gerildi ve "üst parçalardan"* bazıları parçalanarak aşağı düştü. Ama en tuhafı, gemi karaya dokunur dokunmaz, çok büyük bir köpek, sanki sarsıntıyla fırlatılmış gibi güverteden yukan sıçradı ve ileri doğru koşarak pruvadan kumlamı üzerine atladı. Doğruca dik kayalığa koşarak -buradaki kilise avlusu Doğu İskelesi'ne giden yolun üzerine sarkar ve o kadar diktir ki, düz mezar taş-lannın bir kısmı, kendilerini tutan uçurumun aşağı kaydığı yerlere doğru çıkıntı yapmıştır- projektörün ışığının hemen ötesinde daha da yoğunlaşmış gibi görünen karanlığın içinde kayboldu.
Tesadüf eseri, o sırada Tate Hill İskele-si'nde kimse yoktu, çünkü evi oraya yakın olan herkes ya yataklannda ya da yukandaki tepelerdeydi. Bu yüzden, limanın doğu yakasında görev başındaki sahil güvenlik görevlisi hemen küçük iskeleye koştu ve güverteye ilk çıkan o oldu. Projektörün başındaki adamlar
* Geminin üst kısımlarında ağırlık yapan çeşitli halatlar, yelkenler ve direklerin üst kısımları.
-169-
limanın girişini baştan başa tarayıp hiçbir şey göremeyince ışığı sahipsiz gemiye çevirdiler ve orada tuttular. Sahil görevlisi kıç tarafına koştu, dümenin başına geldiğinde incelemek için eğildi ve aniden irkilerek hızla geri çekildi. Bu herkesin merakını iyice artırdı ve bir sürü insan o tarafa koşmaya başladı. Drawbridge yanındaki West Cliff ile Tate Hill İskelesi arasındaki mesafe epeyce uzundur, ama muhabiriniz iyi bir koşucu olduğu için kalabalığın oldukça önünde gitti. Ama oraya vardığım zaman iskelede çoktan bir kalabalığın toplanmış olduğunu gördüm; sahil güvenlik görevlisi ve polis bunların güverteye çıkmasına izin vermiyordu. Başdenizcinin nezaketiyle muhabiriniz olarak benim güverteye çıkmama izin verildi ve gerçekten de dümene bağlanmış olan ölü denizciyi gören az sayıdaki insandan biri oldum.
Sahil koruma görevlisinin şaşırması, hatta dehşete düşmesi hiç de garip sayılmaz, çünkü böyle bir manzaraya pek sık rastlanmaz. Adam, birbiri üzerine konulan ellerinden dümenin bir kulpuna bağlanmıştı. Alttaki eliyle kulp arasında bir haç vardı, haçın asıldığı tespih hem bileklerine hem de dümene dolanmıştı ve hepsi iplerle sıkıca tutturulmuştu. Zavallı adam başta oturuyor olabilirdi, ama yelkenlerin çırpınışları ve darbeleri dümene kadar ulaşmış ve adamı bir oraya bir buraya öyle çok savurmuştu ki, bağlandığı ipler bileklerini kemiğine kadar kesmişti. Bu durumla ilgili ayrıntılı notlar alındı ve benim hemen ardımdan gelen
-170-
bir doktor -33, East Elliot Place adresindeki Cerrah J. M. Caffyn- cesedi inceledikten sonra adamın neredeyse iki gündür ölü olduğunu bildirdi. Cebinde, ağzı sıkıca tıkanmış bir şişe vardı, içinde seyir defterine ilave edilecek bir parça olduğu anlaşılan, rulo yapılmış bir kâğıttan başka bir şey yoktu. Sahil koruma görevlisi adamın düğümleri dişleriyle atarak kendi ellerini kendisinin bağlamış olması gerektiğini söyledi. Bu görevlinin güverteye çıkan ilk kişi olması daha sonra Denizcilik Mahkemesi'nde çıkabilecek olan bazı sorunları önleyebilir; çünkü sahipsiz bir gemiye ilk çıkan sivilin tasarrufu olan, gemiden kurtarılan mallar üzerindeki hakkı, sahil koruma görevlilerine tanınmaz. Ama hukukla ilgili laflar dönmeye başlamıştı bile ve genç bir hukuk öğrencisi, bağıra bağıra geminin sahibinin haklarının tamamıyla kaybedildiğini, mallarının meşruta sahipliği yasalarına* aykırı olarak tutulduğunu, çünkü dümen yekesine vekaleten sahip olanın kanıtlanmasa bile simgesel olarak ölü bir elde olduğunu iddia ediyor. Ölü dümencinin, onurlu nöbetini tuttuğu ve ölene kadar da bırakmadığı yerden saygıyla kaldırılıp -genç Casabianca'nınki** kadar soylu bir sadakat- soruşturmayı beklemek üzere morga götürüldüğünü söylemeye gerek bile yok.
* Or. Statutes of mortmain, kilise gibi kurumların satamadığı ya da devredemediği mülklerin daimi sahipliğini ifade eden yasal terim.
** Felicia Hemans tarafından 1827'de yayımlanan ünlü şiirdeki genç çocuk.
-171-
Ani fırtına geçmeye başladı ve şiddeti hafifliyor; kalabalık evlerine dağılıyor ve gökyüzü Yorkshire düzlükleri üzerinde kızarmaya başlıyor. Bir sonraki sayıda, fırtınada mucize eseri limana girmeyi başaran sahipsiz gemiyle ilgili öbür ayrıntıları yazacağım.
Whitby
9 Ağustos - Dün geceki fırtınada sahipsiz geminin garip gelişinin ardından olanlar, neredeyse bu olayın kendisinden bile ürkütücü. Geminin Varna'dan kalkan Demeter* adındaki bir Rus gemisi olduğu ortaya çıktı. Neredeyse bütün safrası gümüş kum ve içinde yalnızca küçük bir miktar kargosu var -toprak dolu büyük tahta kutular. Bu kargo Whitby'li bir avukat olan, 7, The Crescent adresindeki Bay S. F. Bülington'a gönderilmiş ve bu sabah güverteye çıkıp kendisine gönderilen malları resmi olarak aldı. Rusya konsolosu da gemiyi kiralayan kişi adına hareket ederek gemiyi resmi olarak sahiplendi ve bütün liman ücretlerini, vs. ödedi. Bugün burada garip tesadüflerden başka bir şey konuşulmadı; Ticaret Odası memurları her şeyin mevcut yönetmeliklere uygun şekilde yapılmasını sağlamak için çok çaba gösterdi. Mesele "dokuz günlük mucize" olacağı için sonradan şikâyet konusu olabilecek hiçbir şeyin yapılmaması konusunda kesinlikle kararlı gibiler. Gemi kıyıya oturduğu sırada karaya fırlayan köpek,
Demeter, Kızı Persepone Yeraltı Tanrısı tarafından kaçırılan. Yunan Bereket Tanrıçası.
-172-
her yerde çok merak ediliyordu ve Whitby'de oldukça güçlü olan S.P.C.A.'nın birden fazla üyesi hayvana yardım etmeye çalıştı. Ama köpek bulunamadı ve bu herkeste hayal kırıklığı yarattı; sanki kasabadan tamamen kaybolmuş gibiydi. Korkup çalılıkların oraya kaçmış ve hâlâ dehşet içinde orada saklanıyor olabilirdi. Sonradan köpeğin kendisinin bir tehlike oluşturabileceğini düşünerek böyle bir olasılığı korkuyla karşılayanlar var, çünkü köpeğin vahşi bir şey olduğu ortada. Bu sabah erken saatlerde, bir kömür tüccarına ait olan, mastif kırması iri bir köpek Tate Hill İskelesi yakınlarında, sahibinin avlusunun hemen karşısındaki yolda ölü bulundu. Kavga etmişe benziyordu ve belli ki, vahşi bir rakibi vardı, çünkü hayvanın boğazı parçalanmıştı ve sanki vahşi bir hayvanın pençesiyle karnı deşilmiş ti.
Daha sonra - Ticaret Odası müfettişinin lütfuyla Demetefin seyir defterine bakmama izin verildi. Son üç güne kadar düzenli bir şekilde tutulmuş, ama içinde kayıp adamlar dışında özel olarak ilgi çekici bir şey yok. Bununla birlikte, daha ilginç olanı, şişede bulunan ve bugün soruşturmada okunulan kâğıtla ilgili; daha önce hiç bu kadar garip bir olaya rastlamamıştım. Gizlemek için herhangi bir sebep olmadığından bunları kullanmama izin verildi; bu yüzden denizcilik ve yük taşımacılığıyla ilgili teknik ayrıntıları çıkararak size bir kopyasını gönderiyorum. Kaptan sanki bol bol deniz suyu yutmadan önce bir tür akıl hastalığına yakalanmış ve
-173-
bu hastalık yolculuk boyunca sürekli ilerlemiş. Elbette, benim ifadem cum grand" alınmak zorunda, çünkü zamanım az olduğundan bir iyilik yapıp benim için çeviri yapan Rus konsolosluğu memurunun dikte ettirmesiyle yazıyorum.
"DEMETER"İN SEYİR DEFTERİ
(Varna'dan Whitby'ye)
18 Temmuz'da yazılmıştır, o kadar garip şeyler oluyor ki, bundan sonra karaya çıkana kadar ayrıntılı bir kayıt tutacağım.
6 Temmuz'da ince beyaz kum ve kutular-ca topraktan oluşan kargoyu yüklemeyi bitirdik. Öğlende yelken açtık. Rüzgâr doğudan, sert. Mürettebat, beş tayfa... iki kaptan yardımcısı, aşçı ve ben (kaptan).
11 Temmuz'da şafak vakti İstanbul Boğa-zı'na girdik. Türk gümrük memurları güverteye çıktı. Bahşiş. Her şey yolunda. Öğleden sonra 4'te yola çıktık.
12 Temmuz'da Çanakkale Boğazı'na geldik. Yeni gümrük memurları, muhafız filosunu koruyan amiral gemisi. Yine bahşiş. Memurlar titiz, ama hızlı çalışıyor. Bir an önce gitmemizi istiyorlar. Karanlıkta takımadaları geçtik.
13 Temmuz'da Matapan Burnu'nu geçtik. Mürettebat bir şeylerden ötürü huzursuz. Korkuyor gibiler, ama bunu dile getirmiyorlar.
* Cum grano salts deyişinin kısaltması, "bir zerre tuz ile" anlamına gelir.
-174-
14 Temmuz'da mürettebat için endişeleniyorum. Hepsi benimle daha önce de sefere çıkan aklı başında adamlar. İkinci kaptan sorunun ne olduğunu anlayamıyor, ona yalnızca gemide bir şey olduğunu söylemişler ve haç çıkarmışlar. İkinci kaptan o gün sinirlerine hâkim olamayıp içlerinden birine vurmuş. Şiddetli bir tartışma çıkmasını bekledim, ama hiç kimseden ses çıkmıyor.
16 Temmuz'da ikinci kaptan, sabahleyin tayfalardan birinin, Petrofsky'nin kaybolduğunu rapor etti. İzah edemedi: Dün gece saat sekizde iskele nöbetini almış; sonra nöbeti Abramoff a devretmiş, ama ranzasına dönmemiş. Adamların morali her zamankinden daha bozuk. Hepsi böyle bir şeyi beklediklerini söylediler, ama gemide "bir şey olduğundan" daha fazlasını söylemiyorlar. İkinci kaptanın onlara karşı sabrı gittikçe tükeniyor; bir sorun çıkmasından korkuyorum.
17 Temmuz. Dün adamlardan biri, Olga-ren, kamarama geldi ve dehşet içinde bana gemide garip bir adam olduğunu düşündüğünü söyledi. Nöbeti sırasında, yağmur fırtına şeklinde yağdığı için güverte kamarasının arkasına sığındığını ve bu sırada mürettebattan kimseye benzemeyen, uzun boylu zayıf bir adam gördüğünü söyledi; adam dostça bir şekilde yanına gelmiş ve güverte boyunca ilerleyip gözden kaybolmuş. Olgaren onu dikkatlice takip etmiş, ama pruvaya gittiğinde kimseyi bulamamış ve ambar kapaklarının hepsi kapalıymış. Batıl inançlara dayanan bir korkuyla paniğe kapılmıştı, ben de bu pani-
-175-
ğin yayılmasından korkuyorum. Adamları yatıştırmak için, tüm geminin baştan kıça, tamamen aranmasını emredeceğim.
O gün, daha sonra, bütün mürettebatı bir araya topladım ve onlara gemide biri olduğunu düşündüklerine göre gemiyi baştan kıça aramamız gerektiğini söyledim. Birinci kaptan yardımcısı sinirlendi, bunun budalalık olduğunu ve böyle aptalca fikirlere teslim olmanın adamların moralini bozacağını, onları sopayla hizaya sokacağını söyledi. Diğerleri yan yana, ellerinde lambalarla aramaya başlarken dümeni ona bıraktım; aranmamış tek bir köşe bırakmadık. Yalnızca büyük tahta kutular vardı, bunlar da bir adamın saklanabileceği gibi değillerdi. Arama bittiğinde adamlar epeyce rahatladılar ve sevinç içinde işlerinin başına döndüler. Birinci kaptan yardımcısı kaşlarını çattı, ama bir şey söylemedi.
22 Temmuz - Son üç gündür hava çok sert ve herkes yelkenlerle meşgul olduğundan korkacak vakitleri yok. Adamlar korkularını unutmuş gibi görünüyorlar. Birinci kaptan yardımcısı tekrar neşelendi ve herkes iyi anlaşıyor. Adamları bu kötü havadaki gayretlerinden ötürü övdüm. Cebelitarık Boğazı'nı geçtik. Her şey yolunda.
24 Temmuz - Bu geminin üzerinde bir uğursuzluk dolaşıyor sanki. Zaten bir tayfamız eksik, bir de Biscay Koyu'na girince korkunç bir havaya yakalandık ve dün gece bir adamımızdan daha olduk; kayboldu. İlki gibi nöbetini devretmiş ve bir daha görülmemiştir. Adamların hepsi panik içinde; yalnız kalmak-
-176-
tan korktukları için nöbete çifter çifter çıkmak istediklerini belirten toplu bir dilekçe gönderdiler. İkinci kaptan deliye döndü. Korku başımıza bir dert açacak, ya o ya da adamlar işi şiddete dökecekler.
28 Temmuz - Cehennemde dört gün, bir çeşit girdabın içinde savrulup duruyoruz ve rüzgâr da fırtınaya dönüyor. Kimse uyuyamı-yor. Adamlar yorgunluktan bitkin düştü. Kimsenin hali kalmadığı için nasıl nöbet tutulacak, bilmiyorum. İkinci kaptan yardımcısı dümene geçip nöbeti devralmaya gönüllü oldu ve adamların birkaç saat uyumasını sağladı. Rüzgâr diniyor; dalgalar hâlâ korkunç, ama gemi sağlam durduğu için daha az hissediyoruz.
29 Temmuz - Yeni bir trajedi. Mürettebat ikişer ikişer nöbete çıkamayacak kadar yorgun olduğu için bu gece nöbette tek kişi vardı. Sabah nöbetçisi güverteye çıktığında dümenci dışında kimseyi bulamamış. Bir çığlık kopardı ve herkes güverteye toplandı. Her yeri aradık, ama kimseyi bulamadık. Artık ikinci kaptan yardımcısı yok ve mürettebat panik içinde. Birinci kaptan yardımcısı ve ben bundan sonra silahlı dolaşmaya ve tetikte olmaya karar verdik.
Dostları ilə paylaş: |