olaylar çerçevesinde meydana geliyordu ve hiçbiri cinsiyetlerle ilgili yasalar kadar mücadelenin hedefi olmamıştı. Gerçekten de, Elaine Showalter'in yazdığı gibi, Victorian Çağın armağanı olan cinsel kimlik ve davranışlarla ilgili bütün yasalar alaşağı ediliyormuş gibiydi. Örneğin 1880lerin sonunda basında, edebiyatta ve el ilanlarında evlilik ve aile ile ilgili, daha önce benzeri görülmemiş bir kamuoyu tartışması ve eleştirisi vardı. 1880'de evlilikten sonra elde edilmiş olan kazançları ve mülkü, birliktelikleri sırasında sahip oldukları şeyleri elinde bulundurma hakkını kazanmış olan kadınlar tarafından kurulan Evli Kadınların Mülkleri Hareketi gibi hareketlerin de oluşmasıyla birlikte reform, patriark (babaerkil, erkek egemen) İngiliz hukuk sistemini etkilemeye başladı. Böylece evlilik patriark bir hegemonya ve kadının bağımlılığı üzerine kurulu bir ilişki olarak kabul edilmekten çıkarak, karı ve koca arasında eşit hakların ve görevlerin olduğu bir ilişki olarak görülmeye; 'homoseksüellik' gibi 'feminizm' (ve 'işsizlik') kavramları da ilk kez kullanılmaya başlandı.
Kadın Romancılar
Bu tartışmaların merkezinde sözde 'Yeni Kadın Romancılar' denen bir grup vardı. Lady Laura Ri-ding'in 1896 yılma ait Kadınlar Ne Okumalı? adlı denemesinde yazdığı gibi metinleri 'hastalıklı, karamsar, kaba (bayağı), küstah, saygısız [...] bağnaz [ve] tartışmalı olan bu romancılar, genellikle kadınların entelektüel başarılarını ve erkekler ile rekabeti savunuyorlardı; bunlar hikâyelerinde sık sık evliliğin getirdiği yıkımları ve zinayı dramatize etmekteydiler. Evlilik ve aile ile alay etmişler ve belki de hepsinden daha tartışmalısı, doğum oranının düşmesinin milli sermayenin iyi durumunu ve İngiltere'nin ekonomik ve askeri üstünlüğünün devamlılığını sarsacağından endişelenen ülkedeki -18-
muhafazakâr grupların daha fazla ve iyi anneler talep ettiği bir dönemde, anneliğin kutsallığını sorgulamışlardır.
Bu kadın romancılardan duydukları korkunun şiddetini gösteren bir işaret olarak, gelenekçiler, sık sık 'Yeni Kadınlar'ı çelişkili şekillerde tasvir etmişlerdir. Bu yeni kadınlar bir yandan sinirli bir tip, çoğunlukla anoreksik, sinir hastası, histeriye yatkın, entelektüel aktivitenin fizyolojik bütünlüğünü (fizyolojisini) zayıflattığı bir varlık olarak canlandırılırken diğer yandan, cinselliği, serbest eşliği ve hoşgörüyle karşılandığı takdirde, devlet ile kültür arasındaki bağları kopararak ve bencilce davranışları (tutumları) teşvik ederek toplumsal istikrarı sarsacak bir ilişki olarak canlandırmışlardır; çok zor kabul edilmiş olsa da bu düşünce çok açık bir şekilde Darwinci dünyanın rastgele, önüne gelen kişiden çocuk doğurma anlayışına da bir tepki içermektedir.
Stoker, Mina Harker, Drakula tarafından ilk kez ısırıldıktan sonra elinde olmadan devamlı ağlarken Drakula'ya şunu söyletir: 'There now, crying again!" (İşte gene ağlıyor) Mina günlüğüne, başına neler geldiğini çok merak ettiğini yazacaktır. Daha da önemlisi "Varney"nin izinden giden Stoker, Lucy Vestenra karakteriyle ikinci bir tip çizer. Mina'ya elinde olsa üç erkekle evlenebileceğini itiraf eden, özgürlüğüne yeni kavuşmuş kadının etkilerine fazlasıyla açık olan Lucy, Drakula tarafından tatlılığı ve saflığıyla karakterize edilir; Batı'nm ideal, geleneksel kadın figürü olmaktan çıkıp on dokuzuncu yüzyıl doğa tarihçileri tarafından dünyanın o ilkel dönemindeki, herkesle seks yapan Darwinci kadınına dönüşür; böyle bir kadın, o geleneksel annenin aksine, kalpsiz, insafsız, zalim ve seks budalası, nemfoman bir varlıktır.
Bu değişimle Stoker, Lucy'yi dönemin Anglo-Amerikan romanının içinde yer almaya başlayan çok sayıdaki, evli olmayan, hamile kadının arasına -19-
gönderir. İçlerinde Elizabeth Gaskell'm romanıyla aynı adı taşıyan karakteri Ruth'un, Nathaniel Hawthorne'un, yayınevimizce yayımlanmış Kızıl Harfinin Hester Prynne'ı ve Thomas Hardy'nin 'kocasız anne'si Tess'in de bulunduğu bu kadınlar, pek çok Victoria dönemi yazarının Yahudi-Hıristi-yan Platonizmini beslemiş olan bakire kadın figürünü olduğu kadar, kadını doğa ile özdeşleştirip onun, elbette aile bağları çerçevesinde, doğurganlığını toprak ana figürü ile birleştiren imgesini de tahtından indirmek için, bireysel ve kolektif hareket ederler. Danvincilik öncesi dünya görüşünü karakterize eden insan-hayvan ilişkisindeki hiyerarşi ile birlikte erkeğin hiyerarşik üstünlüğünü ve cinsiyetlerin karşıtlığını reddeden bu figürler, geleneksel kavramlarla söyleyecek olursak, bundan böyle 'doğal' (normal) olmayan bir dünya istiyorlardı. Bu kadınlar, daha sonra Drakula'dan farklı biçimlerdeki ve büyüklüklerdeki nesnelere dönüşme ve su buharı gibi görünüp kaybolma yeteneğini almış olan Lucy gibi, temelde geç on dokuzuncu yüzyılın maddiyatçı dünya anlayışına meydan okuyan kadının temsili ve sembolik değeri üzerine nasıl bir tartışmanın sürüp gittiğini ortaya koydular. Bu evli olmayan annelerin, statüko temsilcilerinin gözünde, dünyadan talep ettikleri; tamamen değil, ama son tahlilde maddiyattır. Yerleşik düzenin ödünsüz savunucuları için, bu yeni kadınlar dünyası, yoldan çıkmış, pervers, yani sapkın bir dünyadır (Oxford'un İngilizce Sözlüğüne göre "pervert" yoldan çevirmek, bozmak, tersine çevirmek ve dinsel bir inançtan ya da sistemden dönmek anlamlarına gelir). Bu sapkınlığın başlangıcı olan Draku-la'mn, iki dünya arasında kalmışlığından da bahsettiğimize göre, bu dünya ile ilgili söyleyebileceğimiz, onu en iyi karakterize eden şey, doğallığı bozulmuş ya da ahlaksız bir şekilde "doğal" oluşudur; (doğal kavramını birbirine zıt iki anlamda kullanmamızın temelinde, Batı kültür-düşünce dünya-
-20-
sında, bir yandan, doğal olan ile tanrısal olanın aynı olduğu, dolayısıyla doğal, dürtüsel dünya ile akıl, ahlak arasında bir çatışmanın düşünülemeyeceği anlayışı ile "doğallığı", tam da yerleşik muhafazakârlığın örtbas ettiği yanın ifadesi olarak kavrayan anlayış arasındaki karşıtlık yansıyor.)
Dr. Seward tarafından, 'yollarının hayata değil ölüme açılması gereken canlılara ait yeni düzenin lideri ya da bu düzenin sağlanmasına yardım etmiş olan kişi' olarak tanımlanan, yaygın bir sapkınlık duygusuyla toplumu etkileme tehdidi taşıyan Dra-kula, bu yeni yeni temsil edilen kadın figürlerinin cinsiyetlerini karmaşıklaştırmakla kalmaz, aynı zamanda romandaki İngiltere'nin metafizik görüşlerini, Tanrı tarafından yaratılmış, rasyonel yasaların hüküm sürdüğü bir dünya tasarımını da sarsar. Geleneksel iki cinsiyet arasındaki kararsızlığı bir yana, on dokuzuncu yüzyılın kültürel toplumdışı-larının ya da Emily Bronte'nin Heathcliff i gibi Gotik geleneğin 'ötekisi'nin ve yine benzer kanaldaki geleneksel figürler olan Jane Austen'm Emma'sın-daki Frank Churchill ve George Eliofın "Middle-march"ındaki Will Ladislaw'in ardından gelen son önemli erkek figürüdür Drakula. Gizemliliği kökenlerinde taşıyan, taşkın, ölçüsüz bir hayal gücüne sahip ve bazen Heathcliff gibi histerik ve deli olan bu figürler gibi, Drakula da, romanın içindeki tek bir cinsiyeti temsil eden insanların üstünlük taslayan tavırlarına ters özelliklere sahiptir. Ve yine o figürler gibi, sabit görüşlü ve duygulan bastıran erilliğe/erkekliğe dayalı Viktoryan ideallerine karşıdır.
Böyle bir toplumdışı olarak Drakula, İngiliz yazarlarının yüzyıl boyunca, hâkim varsayımlarını ve bu varsayımları destekleyen karşıtlıkları sarstıkları düşünüldüğü için kendilerini karşı koymaya mecbur hissettikleri, yaklaşmakta olan sosyal değişimin imalarını ve dinamiklerini temsil eder; değişimlerin vücut bulmuş, cisimleşmiş halidir o bir bakıma.
Atlantik'in iki tarafındaki on dokuzuncu yüzyıl -21-
yazarları için, kadın haklan düşüncesi, bireyselcilik, demokratik teoriler ve romantizmin de dahil olduğu sarsıcı etkilerin ürünüydü; özelikle de jeoloji ve doğal tarih alanlarındaki radikal bilim keşifleri, Fransa ve Amerika'daki sosyal ve politik devrimler, bu düşünceleri geleneksel dünyaya ihraç etmişlerdi. Maddi evrenin yeni özelliklerini ortaya çıkarmak ve dünyanın yaşının "Kutsal Ki-tap"ın söylediği gibi, birkaç bin yıla değil de jeolojinin yeni bulguları doğrultusunda milyonlarca yıla yayıldığını ispat etmek ve gezegenin hareketine, hayatın kökenlerine dair yeni açıklamalar getirmek; bütün bunlar İncil'in kültürel otoritesini tehdit eden güçlerdi. Bu yüzden oldum olası, varlıklı sınıfların erkeklerini iktidar sahibi yapan, Lucy gibi kadınları da evrensel saflığın ve Tanrı tarafından bahşedilmiş doğru'nun sembolik nesnelerine teslim eden (Maria Magdelena mitosu) sınıflı ve hi-yerarşik bir toplumun otoritesini sarsmaktaydılar. Ama bu, edebiyatta genel kavramla, "sol" siyasal bir tepki yaratmak yerine, eski toplumun muhafazakâr temellerine yönelik bir değerler kaosunun öne çıkmasına yol açacaktı. Bireyin deneyimlere açıklığım, 18. yüzyılın rasyonalizminin ve 19. yüzyıl faydacılığı ile pozitivist teorilerinin merkezinde temellenen sağduyu ve mantık idealleri yerine, deneyimin belirsizliğine ve bireysel algılar ile sezgilerin geçerliliğine bırakmaya eğilimliydiler. Hepsi deneyimin, yaşantının öznelliğine ve hakikatin (gerçeğin) metaforik ve melez olma özelliğine, olayların gidişatım ve insanların başlarına gelecek olan olayları belirleyen şeyin geleneksel sosyal itaat ve Tanrısal öngörüden ziyade, şans ve bireysel haklar olduğu ilkesine ayrıcalık tanıma düşüncesindeydi-ler. Tek sözcükle, yaşantı, özneldeneyim kutsallaş-mış, sosyal gerçeklik hor görülmüş, antisosyal bir egoizm ve ülkenin sosyal dokusunu çözümleme konusunda potansiyel olarak hiçbir şey yapmama düşüncesi yüceltilirken, her şeyin metafıziksel ola--22-
rak önceden belirlendiği (metafıziksel kesinlik) düşüncesi kalbinden vurulmuştur.
Bir keresinde halk arasında, ideal erkeğin tamamen ya da neredeyse tamamen eril olan, ideal kadının da tamamen ya da neredeyse tamamen dişil olan özellikleri temsil ettiğini, ancak sınır durumuna (borderline'a) yakın olan çok sayıda insanın da rahatlıkla herhangi biriyle ilişki kurabileceğini ifade etmiş olan Stoker, ilk bakışta, bizzat kendisinin temsil ettiği tartışmalı özelliklere düşman olan muhafazakârların tarafını tutuyormuş gibidir. Temsil ettiği o dinamiklere karşı, yabancı düşmanlığı kadar kadın düşmanlığı da bir tepkinin ifadesi gibi görülebilmektedir. Kendi meşguliyet alanları konusunda son derece bencil ve bireysel, yeterli mantıktan yoksun ve abartılı bir hayal gücüne sahip olduğu rahatlıkla anlaşılan Drakula'sı sonunda İngiltere'den sürülür ve daha önce bahsettiğimiz 'erkek gibi erkek' grup tarafından yok edilir. Bu gruptaki erkekler, tek tek çeşitli mesleklere ve sosyal rollere sahip insanlardır. Kolektif olarak ise arkadaşlıklara damgasını vurmuş olan geleneksel patriark düzenin ve metafizik dünya görüşünün yeniden tesisini temsil ederler. Bir hukukçu olan genç avukat Harker ve bir bilim adamı vardır; bir psikolog olan ve Drakula'nm büyüsünün etkisindeki ruh hastası Renfield'in bakımından sorumlu Dr. Seward (İngiltere'de psikiyatristler 'gücü kontrol etmekten yoksun' erkeklerin nevroz türünü 'borderline' olarak sınıflandırıyorlardı); Stoker'ın, ismini Lord God Almighty ve Lord Gold Aiming karışımı olarak okumamızı istediği; şefkatinin amacı sarışın saf Lucy'yi etkilemek olan, aristokratların ayrıcalıklarına ve maddi güce sahip, Lucy'nin nişanlısı Lord Godalming vardır ve nihayet, Yeni Dünya'nm, erilliğinin (virility) ve Stoker'ın Amerikalı şair Walt Whitman'da çok açık bir şekilde hayran olduğu sıkı erkek dostluklarının (homo erotik ilişkilerin) simgesi Amerikalı Quincey Morris var--23-
dır. (Bir zamanlar Stoker'ın kendiliğinden, Whit-man'a onu öven, hiç postalamadığı bir mektup yazdığı bilinir. Daha sonra şairle tanışmıştır ve Whit-man'm homoseksüel oluşu sonradan Stoker'ın cinsel eğilimleriyle ilgili spekülasyonlara yol açmıştır). Bu grubun lideri ise bir tıp, felsefe ve edebiyat doktoru ve bilgili bir sahte leagalist olarak Stoker'ın verdiği ismi hakkıyla taşıyan, pek çok konuda çok bariz bir biçimde Drakula'nın zıddı ve ikizi olan Dr. Abraham Van Helsing'dir.
Anlatıcı Perspektifi
Stoker'ın hikâye anlatım stratejisinde, anlatıcı daha girişte "teknik' bir çözümle sözü ben-anlatıcı-lara bırakır. Drakula metni, çoğunlukla bir şekilde olayın yan zincirlerini oluşturan tek tek gözlem ve yaşantıların dizisinden oluşur. Bu hikâyeler boyunca araya kitabın önemli karakterleri tarafından tutulmuş günlükler, gazete kupürleri (tabii ki Drakula'nın bizimle sadece bir defa; Mina'yı baştan çıkartmayı başardığında, okura hitap eder gibi konuştuğu zamanı bunun dışında tutuyoruz), mektuplar, gazete makaleleri, seyir defterleri ve bire bir yapılan görüşmeler girer. Bu anlatılardan bazıları üçüncü tekil kişi anlatıcının koyduğu tanım başlıklarına göre, steno makinesi ile yazılmış, bazıları ise bir fonografa* sesle dikte edilmiştir. Bütün bu birinci tekil kişi anlatımları 19. yy. pozitivistleri arasında da büyük ölçüde paylaşılan, gerçekliğin, gözlemlediğimiz ve sonra da inanç ve titizlikle kaydettiğimiz şeyle uyumlu olduğu düşüncesine dayanır ve bize tartışılmaz gerçekliğe tanıklık etme ve onu kaydetmiş olma izlenimi vermeye yöneliktir. Dönemin pozitivist dil anlayışında, kelimelerin anlamlarının doğadan, maddesel dünyanın özünde olan bir
* Thomas Edison tarafından 1877'de icat edilen, özel bir madde üzerine tespit edilmiş sesleri tekrarlayan cihaz, ses yazan, gramofon.
-24-
bağlantıyla türedikleri varsayılıyordu. Harker'a göre -giderek artan bir oranla diğerleri için de- düşünce ve olayları bir dil üzerinden ifade etmek, özellikle de o dil yaygın bir kültürel anlatım olarak ortaya çıkmış gibi görünen şeyin bir parçası olarak belirdiğinde, sadece belleğin zinde tutulmasına bir aracı olmakla kalmıyor, aynı zamanda yazanı da ruhsal olarak sağlıklı tutan bir etmen oluyordu. Bu da yine "'dışarıda' katı (cisimsel/maddesel/bütün halinde) bir dünya var ve biz onu en ince ayrıntısına dek öğrenebilir ve kayıt edebiliriz" düşüncesini güçlendirir. Stoker'ın yazıya dökülmüş sözcükleri onun grubu için sözle ifade bulmuş şeklinden daha önemliydi.
Dil'in bir işaretler sistemi olduğunu, anlamın sabit olmadığını, 'dil'in, ötesinde ya da dışında bir dünya ile özsel bir bağlantıdan çok işaretler arası ilişkinin bir fonksiyonunun sonucu olduğunu söyleyen 'göstergebilim' tarafından reddedilen bu eski bakış açısını sanki onaylar gibi Drafcuia'daki tek tek karakterler ağır, ama emin bir şekilde kişisel kayıtlarını birbirleriyle paylaşırlar. Toplumsal, kültürel, ahlaki yapılan yoluyla görünüşe göre potansiyel olarak kişiye göre değişebilen, güvenilmez çeşitli söylentilerden uyumlu tek bir anlatım çıkartırlar: Sonuçta parça parça, kişilere dağıtılmış anlatıcı rolleri, öznel deneyimi belirleyici kılma eğilimine bağlı kalan bir anlatı çıkartır karşımıza. Bu parça parça "tespitleri" birleştiren eksen ise elbette Drakula ile kurulan doğrudan ya da dolaylı ilişkidir. Öte yandan "birleşme" hem anlatıyı toparlar hem de içerik düzleminde anlamsal bir sonuç koyar ortaya: Başarıları Drakula'nın sapkınlığı karşısında kültürel bir birlikteliği yapılandırmanın halen mümkün olduğuna da işaret eder. Aynca bu, baş kahramanların romanda intikamlarını makul bir eylemler serisine indirgemelerini mümkün kılar ve bu şekilde onu (Drakula'yı) engelleyip, alt ederler.
Bu anlatım stratejinin asıl sonucu, romandaki -25-
biçimsel söylem yapısının, doğru ve objektif önermelerin ve nesnelerin rasyonel açıklamalarının mümkün olduğuna bizi inandırması tek tek kişilerin verdiği bilgi ve açıklamaların, genel, objektif doğru gibi sunulabilmesini sağlamasıdır. Neredeyse "bilimsel" tespitler yapan bir metne dönüştürür bu teknik Drakula'yı.
Mina'nm Kont'u arayan erkek kolektifçe dışta bırakılmasını da bu bağlamda algılayabiliriz. Diğerlerinin haberini gazetelerden ilk öğrenenlerden biri olarak Mina romanda ilk defa bu erkek grubunun eylemlerinin dışında bırakılır. Sebep onun bir kadın olmasından dolayı bu tür işler için ya da onları ilgilendiren tartışmalar için özellikle uygun olmamasıdır. Gelgelelim bunun sonucunda Drakula geldiğinde Mina yalnız ve korumasız kalır; kendisini koruyacak gardiyanlar o sırada Kont'u aramak üzere "Carfax"ta, onun sayfiye evinde olacaklardır. Onların ihtiyacı geleneksel cinsiyet ayranını tekrar kurmak, yoluna sokmaktır. Bu ihtiyaçlarından dolayı Mina'mn Drakula'nın bir kurbanı olmasına göz yumarlar. Roman boyunca, karakterler bir çeşit araştırmaya girdiklerinde Stoker karşımıza birtakım olaylar çıkartır. Bunlar çoğunlukla fiziksel olarak kaçış yollarının arandığı araştırmalardır. Aranılan gerçek bir anahtardır. Örneğin Harker, Drakula'nın bedenini araştırarak onun kalesini kilitleyip kendisini özgür bırakacak bir anahtar bulmaya yeltenir. Bununla birlikte, Stoker'ın araştırmaları farklı bir tür kaçışı temsil eder. Burada da aranılan gene gerçek 'yazınsal' bir anahtardır belki; ama söz konusu olaylarda aranılan anahtar, ayrıca metafo-rik bir anlam da taşır. Bu, bir ipucu verir, aranılan şeyin anlamını keşfetme arzusunu gösterir; dünyayı kontrol etme arzusuna, onu yeniden düzeltme ve Drakula'nın bir şekilde temsil ettiği sapkınlıktan kurtarma isteğine işaret eder.
Ve romanın sonunda Mina'mn yardımıyla erkekler bu metaforik anlamdaki "anahtar"ı bulmuşa -26-
benzerler. Drakula'yı kavrarlar. Onun hareketlerini çözerler ve bu sayede Drakula'yı bulup altederler. Gene de, erkekler (Van Helsing'in gözlemlediği gibi) anahtarla -durumlarına çözüm olacak en olası şeyle- karşılaştıkları anda, bir defa daha zaferlerini karakterize edip, inanç sistemlerini yeniden yapılandırır gibi rahatsız edici ve ve genel olarak sezilmemiş ironik bir durum yaşarlar. Drakula'nın Piccadilly'deki evine girmek ve Kontun içinde isti-rahatte olabileceği eski tabutları yok etmek için bir zamanlar bir şeyleri restore etmiş olan bir kilit ustasını yanlarına alıp eve girmeleri gerekir. Erkekler illegal girişimlerini gizlemek şöyle dursun, planlarını gün boyunca yoldan geçenlerin önünde uygularlar. Yine de bu stratejiyi uygularken kendi rasyonel önermeleriyle ters düşerler. Yaptıklarına tanık olanları başarılı bir şekilde eğlendirerek muhafazakâr, gerici inanışlarını, bilinen, görünen şeylerin gerçekliğinde sergilerler. Ev gerçek sahiplerinin eline geçtiğinde, diğer bir deyişle sahibi olmadıkları halde eve kabul edildiklerinde, onlar da ironik bir biçimde düşmanlarıyla ittifak kurmuş olurlar.
Veysel Atayman Ocak 2005, İstanbul
-27-
Bu belgelerin art arda neye göre sıralandığı okurken anlaşılacaktır. Modem inançların ön kabullerine neredeyse aykın olan bir öykünün basit bir gerçek olarak ön plana çıkması için bütün gereksiz konular aradan çıkanlmıştır. Seçilen bütün kayıtlar hem tam gününde tutulduğu, hem de bun-lan yazanın bakış açısından ve bilgi sınırlan çerçevesinde yazıldığı için, geçmişe dair anlatılarda belleğin yanılabileceği hiçbir yer yoktur.
-31-
BİRİNCİ BÖLÜM
JONATHAN HARKER'IN GÜNLÜĞÜ
(Steno* ile tutulmuştur)
3 Mayıs, Bistritz" - Mayıs'ın l'inde, akşam saat 8:35'te Münih'ten ayrıldık, ertesi sabah erken saatlerde Viyana'ya vardık; aslında 6:46'da varmamız gerekiyordu, ama tren bir saat geç kalkmıştı. Trenden ve caddelerde yaptığım küçük yürüyüşte görebildiğim kadarıyla Budapeşte*** harika bir yere benziyor. Geç vardığımız ve mümkün olduğunca zamanında yola çıkacağımız için istasyondan fazla uzaklaşmaya korkmuştum. Ayrıca burada Batı'dan ayrılıyor da Doğu dünyasına geçi-yormuşuz gibi bir izlenime kapılmıştım; asil bir genişliğe ve derinliğe sahip Tuna**** Neh-
Söylenen sözleri söylendiği kadar çabuk yazmaya elverişli, kısa ve yalın işaretlerden oluşan yazı yöntemi. Bristia olarak da anılan ve bugün Macaristan'ın doğusunda bir şehir olan Bistritz Transilvanya'ya bağlıdır. "Ormanın Ötesindeki Ülke" anlamına gelen Transil-vanya, Romanya'nın orta ve kuzeybatı kısımlarında yaylalık bir bölgedir. Stoker'ın zamanında bir Macar eyaleti olan Transilvanya esas olarak meyve bahçeleri, buğday tarlaları ve üzüm bağlarıyla ünlüdür. Budapeşte: Macaristan'mn başkenti olan Budapeşte bir endüstri şehridir. Tuna Nehri'nin sağ kıyısında bulunan Buda 1867'de başkent olmuş ve 1872'de sol yakadaki Peşte ile birleşmiştir.
•Tuna: Avrupa'daki en uzun ikinci nehir. Kaynağını Kara Ormanların doğu tepelerinden alan. Buda ile Peşte'yi ayıran nehir; Romanya sınırlan içinden Karadeniz'e dökülür.
-33-
ri'nin üzerindeki muhteşem köprülerin en Batılı olanları bile, sanki bizi Türk egemenliğinin geleneklerine götürüyordu.
Neredeyse zamanında yola çıktık ve akşam karanlığı bastırdıktan sonra Klausenburgh'a* ulaştık. Burada, geceyi Royale Oteli'nde geçirdim. Akşam yemeğinde, ya da daha doğrusu son gece yemeğinde, kırmızı biberle pişirilmiş tavuk yedim; tadı çok güzel ama susatıcıydı. [Not Mina için tarifi al.) Garsona sordum; buna paprika hendl dendiğini, ulusal bir yemek olduğunu ve Karpatlar'da her yerde bulabileceğimi söyledi. Çat pat Almancamın burada çok işe yaradığını gördüm; işin doğrusu, bu kadarcık da olsa Almanca da bilmeseydim ne yapardım, bilmiyorum.
Londra'dayken biraz boş zaman bulduğumda British Museum'a** gitmiş, kütüphanede, Transilvanya hakkındaki kitapları ve haritaları karıştırmıştım; ülkenin bir soylu-suyla görüşeceğim için burası hakkında ön bilgi edinmenin kaçınılmaz bir önemi olduğunu düşünmüştüm. İsmini verdiği bölgenin ülkenin en doğu ucunda, Karpat Dağlan'nın ortasında, Transilvanya, Moldavya ve Buko-vma'nın*** yani üç devletin tam sınırında (Av-
• Klausenburgh: Transilvanya'da bir şehir, günümüzde eyalet başkenti olan şehrin adı Cluj'dür.
** British Museum: İngiltere'nin en büyük müzesi olan British Museum 1759'da Bloomsbury'deki Montagu House'da açılmıştır. Stoker. Doğu Avrupa ve efsanele-riyle ilgili araştırma yapmak için, müzenin 1857'de eklenen yuvarlak okuma odasını kullanmıştır.
**• Önceden prenslik olan Moldavya 1861'den 1940'a kadar Romanya'nın doğu eyaleti olarak kalmıştır. Önceden Avusturya'ya ait olan Bukovina ise kuzeydoğu Romanya'da bir bölgedir.
-34-
rupa'nın en yaban ve en az bilinen kısımlarından biri) bulunduğunu öğrendim. Bu ülkeyle ilgili olarak bizim ordu donatım tetkik haritalanyla* kıyaslanabilecek bir harita bulunmadığından, Drakula Şatosu'nun tam yerini veren herhangi bir harita ya da çalışma bulamadım; ama ismini Kont Drakula'nın verdiği karakol kasabası Bistritz'in oldukça iyi bilinen bir yer olduğunu öğrendim. Yolculuklarımı Mina'ya anlatırken buraya bazı notlar düşeceğim.
Transilvanya halkı, dört ayrı ulustan oluşuyor: Güneyde Saksonlar ve bunlarla karışmış olan, Dacian'ların soyundan gelen Wal-lach'lar; batıda Magyar'lar ve doğuyla kuzeyde Szekely'ler.** Ben Atilla ile Hunlann soyundan geldiklerini iddia eden Szekely'lerin arasına gidiyorum. Bu doğru olabilir çünkü Magyar'lar on birinci yüzyılda ülkeyi fethettiklerinde Hunlann buralarda yerleşmiş olduğunu görmüşler. Dünya üzerinde bilinen bütün batıl inançların, sanki hayali bir girdabın merkezi gibi Karpatlar'ın oluşturduğu at nalının içine toplandığını okudum; eğer böyleyse, çok ilginç bir ziyaret olabilir. [Not: Kont'a bütün batıl inançları sormalıyım.)
Yatağım yeterince rahattı, ancak gördü-
* Askeri haritalar.
** Saksonlar: On iki ve on üçüncü yüzyıllarda Transilvan-ya'ya yerleşen Batı Almanya halkı. Wallach'lar: Önceden Wallachia Prensliği, şimdi ise Romanya'nın güney eyaleti olan bölgede yaşayanlar. Dacian'lar: Genel olarak Romanya'nın şimdiki topraklarına denk düşen eski bir bölgenin halkı. Magyar'lar: Aynı zamanda güneybatı Sibirya'da bulunan, Macaristan nüfusundaki en kalabalık etnik grup. Szekely'ler: Transilvanya'mn eski bir ailesi.
-35-
ğüm tuhaf rüyalar yüzünden hiç iyi uyuyamadım. Bütün gece boyunca penceremin altında bir köpek uluyup durdu; bununla bir ilgisi olabilir; ya da paprika yüzünden olabilir, çünkü sürahimdeki bütün suyu içtiğim halde hâlâ susuzluğum geçmemişti. Sabaha karşı daldım ve kapımın durmadan vurulmasıyla uyandım; demek ki o sırada derin bir uyku-daymışım. Kahvaltıda yine paprika, mamaliga dedikleri mısır unuyla yapılan bir çeşit lapa ve impletata dedikleri, kıymayla doldurulmuş patlıcandan* yedim ki bu çok güzel bir yemekti {Not: Bunun da tarifini al.) Kahvaltımı aceleye getirmek zorunda kaldım; çünkü tren sekizden biraz önce kalkacaktı ya da daha doğrusu öyle olması gerekiyordu. Yine de 7:30'da apar topar istasyona gittikten sonra tren hareket edene kadar bir saatten fazla bir süre vagonda oturmak zorunda kaldım. Öyle ki, Do-ğu'ya doğru gittikçe trenler daha fazla rötar yapıyor sanki. Kim bilir Çin'de nasıldır?
Dostları ilə paylaş: |