Bram Stoker Drakula



Yüklə 1,63 Mb.
səhifə4/38
tarix22.08.2018
ölçüsü1,63 Mb.
#74295
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   38

-52-

lâ köpeklerin ulumalarını kulaklarımıza kadar getiriyordu, ama ilerledikçe bu ses zamanla hafifledi. Kurtların uluması ise sanki dört bir yanımızı sarmışlar gibi gittikçe daha yakından geliyordu. Ben dehşet dolu bir korkuya kapılmıştım ve atlar da bu korkumu paylaşıyordu; ama arabacı hiç etkilenmemişti. Durmadan kafasını bir sağa bir sola çeviriyordu, ancak ben karanlıkta hiçbir şey göremiyordum.



Ansızın, sol tarafımızda zayıf, titrek, mavi bir alev gördüm.* Bunu aynı anda sürücü de gördü; hemen atları durdurdu ve yere atlayarak karanlığın içinde kayboldu. Ne yapacağımı bilemiyordum ve kurtlann uluması yaklaştıkça şaşkınlığım daha da artıyordu; ama ben böyle endişe içindeyken sürücü ansızın ortaya çıktı, tek bir söz etmeden yerine oturdu ve yolculuğumuza devam ettik. Uyuyakalmışım ve durmadan aynı rüyayı gördüğümü sanıyorum, çünkü aynı şey sürekli tekrar ediyordu ve şimdi geri dönüp baktığımda bu bana korkunç bir kâbus gibi geliyor. Bir keresinde alev yolun o kadar yakınında belirdi ki, çevremizdeki karanlığa rağmen sürücünün hareketlerini izleyebiliyordum. Hızla, mavi alevin yükseldiği yere doğru gitti -ışık çok zayıf olmalıydı, çünkü çevresindeki alanı hiç aydınlatmıyor gibiydi-ve birkaç taş toplayarak bunları belli bir şekilde dizdi. Bir keresinde garip bir optik yanılsama ortaya çıktı: Arabacı benimle alev

• Ortaçağ folkloründe vebadan ölenlerden mavi bir alev yayıldığına inanılır. Ejder avcısı ve Hıristiyan şövalye Aziz George'un anıldığı 23 Nisan'daki Aziz George Günü arifesiyle ilişkili olarak gizemli nitelikler kazanır.

-53-

arasında duruyor, ancak alevi görmemi engellemiyordu, hayaletimsi, titrek ışığı sürekli görebiliyordum. Bu beni korkuttu, ama sadece bir anlığına olduğu için karanlıkta zorlanan gözlerimin beni yanılttığını düşündüm. Bir süre sonra mavi alev falan kalmadı ve karanlığın içinden hızla ilerledik; kurtların ulumaları sanki hareket eden bir çember halinde bizi takip ediyorlarmış gibi sürekli çevremizdeydi.



En sonunda bir an geldi ve arabacı bu sefer her zamankinden daha uzağa gitti, onun yokluğunda atlar her zamankinden çok daha kötü titremeye, kişnemeye ve adeta korku çığlıkları atmaya başladılar. Ben bunun için bir neden göremiyordum, çünkü kurtların ulumaları tamamen kesilmişti; ama tam o sırada ay, kara bulutların arasından sıyrılarak çamlarla kaplı bir kayalığın tepesinde yükseldi ve ay ışığının altında, kırmızı dilleri ağızlarından dışarı sarkmış, beyaz dişli, uzun ve kaslı bacaklı, gür kıllı kurtların bir halka şeklinde çevremizi sarmış olduğunu gördüm. Üzerlerindeki vahşi ve gaddarca havadan ve uludukları zamanki durumdan yüz kat daha dehşet verici bir sessizlikti bu. Kendimi korkudan felç olmuş gibi hissettim. Bir insan, ancak gerçekten de bu türden bir korkuyla karşılaştığında benim o anda neler hissettiğimi anlayabilir.

Ansızın, kurtlar sanki ay ışığı üzerlerinde özel bir etki yaratmış gibi ulumaya başladılar. Atlar tepinip gerilediler ve acınası bir şekilde gözlerini devirerek çaresizce etraflarına bakın-dılar, ama kanlı canlı bir dehşet çemberi dört

-54-

bir yanlarını kuşatmıştı ve ister istemez bu çemberin içinde kalmak zorundaydılar. Yanımıza gelmesi için arabacıya seslendim, çünkü bana öyle geliyordu ki, tek kurtuluş şansımız arabacının geri dönmesi ve hareket edip çemberi yarmamızdı. Gürültünün bir yandan kurtlan korkutmasını bir yandan da arabacının arabaya yaklaşması için bir fırsat yaratmasını umarak bağırıp arabanın yan tarafına vuruyordum. Oraya nasıl geldiğini bilmiyorum, ama buyurgan bir tonda yükselen sesini duydum ve sesin geldiği yöne baktığımda onun yolun üzerinde durduğunu gördüm. Uzun kollarını, elle tutulup gözle görülemez bir engeli kenara itiyormuşçasına salladı ve kurtlar geri geri çekilmeye başladılar. Tam o sırada ayın önünden kara bir bulut geçti ve bir kez daha karanlıkta kaldık.



Sürücünün tekrar arabaya tırmandığını gördüğümde kurtlar ortadan kaybolmuştu. Bu o kadar garip ve esrarengiz bir durumdu ki, içimi dehşet verici bir korku kapladı ve korkudan ne konuşabildim ne de kıpırdayabildim. Şimdi, gökyüzünde dolaşan bulutlar ayı örttüğü için tam bir karanlık içinde ilerlerken, sanki zaman hiç geçmiyordu. Yukarı tırmanmaya devam ettik, ara sıra hızlı inişler yapıyor, ama genelde sürekli yukarı çıkıyor-duk. Ansızın, sürücünün, atlan bakımsız bir şatonun avlusuna sokmakta olduğunu fark ettim; şatonun yüksek, siyah pencerelerinden hiç ışık gelmiyordu ve kınk, mazgallı burçlan ay ışığıyla aydınlanan gökyüzüne doğru sivri sivri yükseliyordu.

-55-


İKİNCİ BÖLÜM

JONATHAN HARKER'IN GÜNLÜĞÜ

(Devam)

5 Mayıs - Uyuyakalmış olmalıyım, çünkü tam olarak uyanık olsaydım, böylesine olağanüstü bir yere yaklaştığımızı kesinlikle fark ederdim. Avlu, karanlıkta gözüme epeyce büyük göründü. Belki de avludan dışarıya, yüksek, yuvarlak kemerlerin altından pek çok karanlık açıldığından gerçekte olduğundan daha da büyük görünüyordu. Avluyu henüz gün ışığında göremedim.



Araba durduğunda sürücü aşağı atladı ve inmeme yardım etmek için elini uzattı. Yine olağanüstü gücüne dikkat etmekten kendimi alamadım. Eli gerçekten de, istese benimkini ezip parça parça edebilecek çelik bir mengeneye benziyordu. Sonra çantalarımı çıkardı ve yanıma bıraktı; eski, üzerine büyük demir çiviler çakılmış, devasa bir taştan yapılmış, dışan doğru çıkıntı yapan kocaman bir kapının yanında duruyordum. O loş ışıkta bile taşlarda iri oymalar olduğunu, ama oymaların zaman ve kötü hava koşullarının etkisiyle çok fazla yıpranmış olduğunu görebiliyordum. Ben kapının önünde durunca, sürücü zıplayarak yine arabadaki yerine geçti ve dizginleri salladı; atlar öne doğru atılarak yola

-57-


koyuldu ve karanlık alanlardan birinden aşağı doğru giderek gözden kayboldular.

Ne yapacağımı bilmediğimden olduğum yerde sessizce bekledim. Kapıda ne zil ne de tokmağa benzer bir şey vardı; bu koca duvarlardan ve karanlık pencerelerden sesimi içeri duyurabilmeme de imkân yoktu. Beklediğim bütün o süre bana hiç bitmeyecekmiş gibi geldi ve içime şüpheler ve korkular üşüştü. Nasıl bir yere, ne türden insanların arasına gelmiştim? Ne gibi korkulu bir maceraya atılmıştım? Bir yabancıya Londra'daki bir mülkün satın alındığını açıklamaya gönderilen bir müşavir avukat* kâtibinin sıradan hayatında alışılmış bir olay mıydı bu? Müşavir avukat kâtibi! Bu Mina'nın hoşuna gitmezdi. Müşavir avukat... Çünkü Londra'dan ayrılmadan önce sınavımın başarılı geçtiğini ve artık tam bir müşavir avukat olduğumu öğrenmiştim! Uyanık olup olmadığımı anlamak için gözlerimi ovuşturmaya ve kendimi çimdiklemeye başladım. Bütün bunlar bana korkunç bir kâbus gibi geliyor ve haddinden fazla çalıştığım bir günün sabahında ara sıra yaşadığım gibi birdenbire uyanıp kendimi, günün ilk ışıklan pencereden içeri girmeye çalışırken evimde bulmayı umuyordum. Ama etim çimdikleme testine yanıt verdi ve gözlerim de aldanmıyordu. Gerçekten de uyanıktım ve Karpatlar'daydım. Elimden gelen tek şey, sabırlı olmak ve sabahı beklemekti.

* Or). Solicitor (müşavir avukat) İngiltere'de avukatlar için davayı hazırlayan, ama kendisi mahkemeye pek çıkmayan avukat.

-58-


Tam ben bu karara varmışken birisinin güçlü adımlarla, büyük kapının arkasına yaklaştığını duydum ve kapının çatlaklarından, yaklaşmakta olan bir ışığın pırıltısını gördüm. Sonra zincirlerin şangırtısını ve açılan sürgülerin takırtısını duydum. Uzun zamandır kullanılmamış bir kilidin yüksek, gıcırtılı sesiyle bir anahtar çevrildi ve kocaman kapı içeri doğru açıldı.

İçeride, uzun boylu, yaşlı bir adam duruyordu; uzun beyaz bıyığı güzelce kesilmişti ve adam herhangi bir yerinde, başka renkten tek bir nokta bile olmaksızın tepeden tırnağa siyahlara bürünmüştü. Elinde antika gümüş bir lamba tutuyordu ve lambanın herhangi bir şişesi ya da karpuzu olmamasına rağmen içinde bir alev yanıyor; lambadan yayılan ışık, açık kapının cereyanında titreşiyor, uzun, titrek gölgeler oluşturuyordu. Yaşlı adam sağ eliyle nazik bir hareket yaparak beni içeri davet etti ve mükemmel bir İngilizce'yle, ama garip bir tonlamayla şunları söyledi:

"Evime hoş geldiniz! Özgürce, kendi iradenizle girin!"

Beni karşılamak için öne doğru tek bir adım bile atmadı, eliyle yaptığı karşılama işareti onu taşa çevirmişçesine bir heykel gibi olduğu yerde durdu. Bununla birlikte, eşikten adımımı atar atmaz, heyecanla ileri doğru atıldı ve elini uzatarak, beni irkilten bir kuvvetle elimi sıktı; bu elin buz gibi soğuk olması -yaşayan bir adamın değil de, sanki daha çok bir ölünün eli gibi- üzerimdeki irkilmeyi çoğalttı. Sonra:

-59-

"Evime hoş geldiniz," dedi. "Rahatça girin. Sağ salim evinize dönün. Ve getirdiğiniz mutluluğun bir kısmını ardınızda bırakın!"



Tokalaşırken hissettiğim kuvvet arabacının tokalaşmasında dikkatimi çeken kuvvete çok benziyordu; arabacının yüzünü görmediğimden bir an için karşımdakinin de aynı insan olabileceği kuşkusuna kapıldım; bu yüzden, emin olmak için sordum:

"Kont Drakula?"

Yanıtlarken nezaketle başını eğdi.

"Ben Drakula. Ve size, evime hoş geldiniz, diyorum Bay Harker. İçeri girin; geceleri hava soğuk olur ve sizin yemek yiyip dinlenmeye ihtiyacınız olmalı."

Bunları söylerken lambayı duvardaki bir konsolun üzerine koydu ve kapının dışına çıkarak eşyalarımı aldı; ben ona engel olama-dan eşyalarımı içeri taşıdı. İtiraz ettim, ama o ısrarlıydı:

"Hayır, efendim, siz benim konuğumsu-nuz. Saat geç oldu ve hizmetkârlarım burada değil. Bırakın, size ben hizmet edeyim."

Çantalarımı, koridor ve sonra büyük, dolambaçlı bir merdiven ve taş zemininde ayak seslerimizin çınladığı başka büyük bir koridor boyunca taşımakta ısrar etti. Bu koridorun sonuna gelince ağır bir kapıyı açtı ve iyi aydınlatılmış bir odada akşam yemeği için hazırlanmış bir masanın bulunduğunu ve kocaman şöminesinde odun kütüklerinin alev alev yandığını görmek beni sevindirdi.

Kont durdu, çantalarımı yere bırakarak kapıyı kapattı ve odanın diğer tarafına geçe-

-60-

rek tek bir lambayla aydınlatılmış ve görünüşte herhangi bir penceresi olmayan sekizgen bir odaya açılan bir başka kapıyı açtı. Sonra bu odayı geçerek bir kapıyı daha açtı ve bana içeri girmemi işaret etti. Güzel bir görüntüydü; çünkü burada iyi aydınlatılmış ve geniş bir bacaya kesif bir duman gönderen, odun ateşiyle ısıtılmış, büyük bir yatak odası vardı. Kont eşyalarımı içeriye bıraktı ve çekilip kapıyı kapatmadan önce şöyle dedi:



"Yolculuğunuzdan sonra banyo yapıp üstünüzü değiştirmek sizi dinlendirecektir. Burada dilediğiniz her şeyi bulacağınıza emin olabilirsiniz. Hazır olduğunuzda öbür odaya gelin, akşam yemeğinizi orada hazır bulacaksınız."

Kont'un incelikli karşılamasındaki aydınlık ve sıcaklık bütün şüphe ve korkularımı dağıtmıştı. Bu şekilde normal ruh halime tekrar kavuşunca açlıktan bitkin düşmüş olduğumu fark ettim; bu yüzden hızla yıkanarak öbür odaya gittim.

Yemeğin hazırlanmış olduğunu gördüm. Büyük şöminenin bir tarafında, şöminenin oymalı taşlarına yaslanmış duran ev sahibim, elini nazikçe uzatarak masayı işaret etti:

"Sizden rica ediyorum, oturup istediğiniz gibi yemeğinizi yiyin. Size katılmadığım için beni bağışlayacağınıza inanıyorum; çünkü akşam yemeğimi yedim ve gece geç saatte yemek yemiyorum."

Ona, Bay Hawkins'in bana emanet ettiği mühürlü mektubu uzattım. Mektubu açıp ciddi bir yüz ifadesiyle okudu; sonra büyüle-

-61-


yici bir gülümsemeyle okumam için bana verdi. Mektubun bir paragrafı içimin zevkle ür-permesine sebep oldu:

Sürekli çektiğim damla hastalığından ötürü yaşadığım bir kriz bir süreliğine seyahat etmeme kesin olarak engel olduğu için çok üzgünüm; ama benim yerime, kendisine her konuda güvenebileceğim uygun bir vekil gön-derebildiğimi söylemekten memnunum. Kendisi, enerji dolu ve kendine özgü yetenekleri, sadık bir karakteri olan genç bir adam. Ağzı sıkı ve sessizdir, benim hizmetimde yetişmiştir. Ziyareti süresince ne zaman ihtiyacınız olursa hizmetinizde olacak, her konudaki talimatlarınıza uyacaktır.

Kont öne doğru gelerek bir tabağın kapağını kaldırdı ve ben de hemen, mükemmel kızarmış bir tavuğu yemeye başladım. Bu tavuk, biraz peynir, salata ve iki bardak içtiğim eski bir şişe Tokay,* akşam yemeğimi oluşturuyordu. Yemeğimi yediğim süre boyunca, Kont bana yolculuğumla ilgili bir sürü soru sordu ve ben de ona yaşadıklarımın bir kısmını anlattım.

Yemeğimi bitirince ev sahibimin arzusuyla ateşin yanına bir sandalye çekerek bana ikram ettiği puroyu içmeye başladım; ama Kont kendisi içmediği için onu bağışlamamı söyledi. Şimdi onu inceleme fırsatı bulmuştum ve çok ilgi çekici bir yüzü olduğunu fark ettim.

Kontun yüzü inceydi, ama epey kemerli

Macaristan'da, Tokaj şehri yakınlarından yapılan tatlı, beyaz şarap.

-62-

burnuyla, son derece iri ve yukarı kalkık burun delikleriyle, şakaklarında seyrek, ama diğer taraflarında epey gürleşen saçlarıyla, güçlü -çok güçlü- bir kartala benziyordu. Neredeyse burnunun üzerinde birleşen kaşları da çok gürdü ve bu nedenle de kıvrılıyor gibiydiler. Ağzı, yine epeyce gür olan bıyığın altından görebildiğim kadarıyla kararlı, daha doğrusu acımasız görünümlüydü, beyaz dişleri oldukça keskin görünüyordu; ve bu dişler onun yaşında bir adam için şaşırtıcı bir sağlık belirtisi olan pespembe dudaklarından adeta dışarı fırlıyordu. Gerisine gelince, kulakları soluk renkliydi ve üst uçları son derece sivriydi; çenesi geniş ve güçlüydü; yanakları, zayıf olmalarına rağmen, sarkmamış ti. Genel görünümünde ise sıradışı bir solgunluk göze çarpıyordu.



O zamana kadar, ateşin ışığında, dizlerinin üzerine koyduğu ellerinin yalnızca üst kısmını görebilmiştim; oldukça beyaz ve güzel görünüyorlardı; ama onları yakından görünce epeyce kaba olduklarını fark ettim -elleri iri, parmakları da küttü. Bunu söylemem garip gelebilir, ama avuçlarının ortasında kıllar vardı. Tırnaklan uzun ve düzgündü; sivri uçlu kesilmişti. Kont öne doğru eğilip elleri bana değdiğinde ürpermekten kendimi alamadım. Nefesi koktuğu için olsa gerek, ne yaparsam yapayım, gizleyemediğim korkunç bir mide bulantısına kapıldım. Kont belli ki bunu fark ederek geri çekildi ve öne doğru fırlak dişlerini o zamana kadar olduğundan daha fazla gösteren uğursuz bir gülümseyişle, şöminenin yanındaki kendi yerine geri oturdu. Bir

-63-


süre ikimiz de sessiz kaldık ve ben pencereye bakarken yaklaşmakta olan şafağın ilk solgun ışıklarını gördüm. Her şeyin üzerine garip bir durgunluk çökmüştü sanki; ama kulak verdiğimde bir sürü kurdun sanki vadinin aşağısından geliyormuş gibi ulumasını duydum. Kont'un gözleri ışıldadı ve şöyle dedi:

"Onları dinleyin... Gecenin çocukları... Ne müzik yapıyorlar ama!" Sanırım, yüzümde ona tuhaf gelen bir ifade görerek ekledi:

"Ah, efendim, siz şehirde yaşayanlar bir avcının hislerini anlayamazsınız." Sonra ayağa kalktı ve şöyle dedi:

"Ama siz yorgun olmalısınız. Yatak odanız hazır ve yarın istediğiniz saate kadar uyursunuz. Ben akşama kadar evde olmayacağım; bu yüzden iyi uyuyun ve güzel rüyalar görün!" Sonra nazik bir şekilde başını eğerek benim için sekizgen odanın kapısını açtı ve ben de yatak odama girdim...

Esrarengiz şeylerle dolu bir denizdeyim. Kuşkular içindeyim; korkuyorum; kendi kendime bile itiraf etmeye cesaret edemediğim tuhaf şeyler düşünüyorum. Tanrım, hiç olmazsa, sevdiklerimin hatırı için beni koru!

7 Mayıs - Yine sabahın erken saatleri, ama ben son yirmi dört saattir dinlenip keyif çatıyorum. Gündüz geç vakte kadar uyudum ve sonra kendiliğimden uyandım. Giyindiğimde akşam yemeğini yediğimiz odaya gittim ve masanın üzerinde soğuk bir kahvaltı buldum, ama çaydanlık şöminenin üstüne yerleştirilmiş ve kahve sıcak tutulmuştu. Masanın üzerinde, şunlann yazılı olduğu bir kart vardı:

-64-

"Bir süreliğine evde olmayacağım. Beni beklemeyin. -D."



Masaya oturdum ve doyurucu bir kahvaltının tadını çıkardım. Doyduğumda hizmetkârlara kahvaltımın bittiğini bildirmek için bir zil aradım, ama bulamadım. Çevremdeki sıradışı zenginlik belirtilerini göz önüne aldığımda, evde kesinlikle garip birtakım eksiklikler olduğunu düşünmeden edemedim. Sofra takımı altındandı ve öyle güzel işlenmişti ki, paha biçilemez olmalıydı. Perdeler, sandalyeler ve divanların kaplamaları, yatağımın perdeleri en pahalı ve en güzel kumaşlardandı ve yapıldıkları dönemde olağanüstü bir değer taşıyor olmalıydılar, çünkü hiç yıpranma-mış olmalarına rağmen yüzlerce yıllıktılar. Buna benzer şeyleri Hampton Court'ta* görmüştüm, ama onlar yıpranmış, aşınmıştı ve üzerlerinde güve yenikleri vardı. Burada odaların hiçbirinde ayna yoktu. Hatta masamın üzerinde küçük bir tuvalet aynası bile yoktu ve tıraş olmak ya da saçımı taramak için çantamdan, küçük tıraş aynamı çıkarmak zorunda kalmıştım. Henüz hiçbir yerde ne bir hizmetkâr görmüş ne de kurtların uluması dışında şatoda tek bir ses duymuştum. Yemeğimi bitirince -buna kahvaltı mı, yoksa akşam yemeği mi demem gerekiyor, bilmiyorum, çünkü kahvaltımı saat beşle altı arası yemiştim- Kont'un iznini almadan şatoda do-

• 1515'te Kardinal Wolsey tarafından kurulmuş ve on sekizinci yüzyıla kadar kraliyet konutu olarak kalmış olan Hampton Court, Londra'dan aşağı yukarı on beş mil kadar uzaklıktadır ve Wolsey'nin çöküşünden sonra VIII. Henry'nin eline geçmiştir.

-65-

laşmak istemediğimden, okuyacak bir şeyler bulmak için çevreme bakındım. Odada kesinlikle hiçbir şey yoktu; ne bir gazete ne bir kitap ne de yazı yazacak bir şeyler; bu yüzden odadaki başka bir kapıyı açtım ve bir tür kütüphaneyle karşılaştım. Benimkinin karşısındaki kapıyı denedim, ama kilitli olduğunu gördüm.



Kütüphanedeki rafların bir sürü İngilizce kitap, ciltlenmiş dergi ve gazetelerle dolu olduğunu görmek beni çok sevindirdi. Ortadaki bir masanın üzerine İngilizce dergi ve gazeteler saçılmıştı, ama hiçbirinin tarihi yeni değildi. Kitaplar çok çeşitliydi -tarih, coğrafya, politika, ekonomi politik, botanik, jeoloji, hukuk- hepsi de İngiltere, İngilizlerin yaşamı, gelenekleri ve âdetleriyle ilgiliydi. Hatta Londra Rehberi, "Kırmızı" ve "Mavi" kitaplar, Whi-taker'ın Almanağı, Kara Kuvvetleri ve Donanma Listeleri ve Hukuk Listesi* gibi -bunu görmek nedense içimi sevinçle doldurdu- başvuru kitapları bile vardı.

Ben kitaplara bakarken kapı açıldı ve Kont içeri girdi. Beni içten bir şekilde selamladı ve geceleyin iyi dinlenmiş olduğumu umduğunu söyledi. Sonra devam etti:

"Burada bulunmanıza sevindim; çünkü burada ilginizi çekecek çok şey olduğuna

* Londra Rehbert Londra ve çevresindeki banliyölerdeki işadamlarının ayrıntılı bir listesi. "Kırmızı" ve "Mavi" kitaplar: Bir komite ya da kraliyet komisyonuna dair hükümet raporları ve devlet hizmeti yapan ya da emekli olmuş kişilerle ilgili rehberler. Kara Kuvvetleri ve Donanma Listeleri: Her iki daldaki yetkili bütün subayların ve gerektiğinde göreve geri çağrılacak yedek subayların resmi listesi. Hukuk Listesi: Profesyonel avukatlar rehberi.

-66-

eminim. Bunlar..." -elini kitaplardan birkaçının üzerine koydu- "benim için iyi birer dost oldular ve son birkaç yıldır, Londra'ya gitmeyi düşünmeye başladığımdan beri, bana keyif dolu saatler yaşattılar. Yüce İngiltere'nizi ve onu tanımanın onu sevmek olduğunu bu kitaplar aracılığıyla öğrendim. Muazzam Londra'nızın kalabalık sokaklarında dolaşmayı, insanlığın keşmekeşi ve telaşının içinde olmayı; onun hayatını, değişimini, ölümünü ve onu o yapan her şeyi paylaşmayı çok istiyorum. Ama ne yazık! Dilinizi henüz sadece kitaplardan biliyorum. Konuşmayı öğrenmek için size güveniyorum, dostum."



"Ama Kont," dedim, "Çok iyi İngilizce biliyor ve kusursuz konuşuyorsunuz!" Ciddiyetle başını eğdi.

"Dostum, bu fazlasıyla övgü dolu görüşleriniz için teşekkür ederim, ama korkarım henüz kat edeceğim yolun daha ancak küçük bir kısmını gitmiş durumdayım. Dilbilgisini ve kelimeleri bildiğim doğru, ama henüz bunlarla nasıl konuşacağımı bilmiyorum."

"Gerçekten de," dedim, "mükemmel şekilde konuşuyorsunuz."

"O kadar değil," diye cevap verdi. "Şunu biliyorum ki, Londra'nızda dolaşıp konuş-saydım, benim bir yabancı olduğumu anlamayacak kimse çıkmazdı. Bu benim için yeterli değil. Ben burada bir soyluyum, bo-yar'ım;* sıradan insanlar beni tanıyor ve ben efendiyim. Ama yabancı bir ülkedeki bir ya-

* Boyar: Rusya'da soylular ve Romanya'da da üst sınıf üyeleri için kullanılır.

-67-


bancı,* hiç kimsedir; insanlar onu tanımaz -ve tanımamak umursamamaktır. Herkes gibi olsaydım, memnun olurdum, böylece kimse beni gördüğünde durmaz ya da konuşmamı duyduğunda duraksayıp, 'Ha, ha! Bir yabancı,' demezdi! O kadar uzun zamandır efendiyim ki, yine efendi olmalıyım ya da en azından, başka hiç kimse benim efendim olmamalı. Siz buraya, sadece bana Lond-ra'daki yeni mülkümü anlatmak üzere Exe-ter'li dostum Peter Hawkins'in bir temsilcisi olarak gelmediniz. Bir süre burada benimle kalacağınıza eminim. Bu arada hem sizden İngiliz aksanını öğrenirim hem de siz beni herhangi bir hata yaptığımda, bunlar ufak hatalar olsa bile, uyarırsınız. Bugün bu kadar uzun süre dışarıda kalmak zorunda olduğum için üzgünüm; ama yapılacak bir sürü önemli işi olan birini bağışlayacağınızı biliyorum."

Elbette burada seve seve kalıp ona yardımcı olacağımı söyledim ve istediğim odaya girip giremeyeceğimi sordum. "Evet, kuşkusuz," diye cevap verdi ve ekledi:

"Şatoda kilitli kapılar dışında, istediğiniz her yere gidebilirsiniz, zaten oralara girmek istemeyeceksinizdir. Her şeyin olduğu gibi kalmasını gerektiren bazı nedenler var ve siz de benim gözlerimle görüp, benim bildiklerimi bilseydiniz, bunu belki daha iyi anlardınız." Bundan emin olduğumu söyledim ve sonra o sözlerine devam etti:

* Orj. Stranger in a strange land. Bkz. Hicret. 2: 22 Musa'nın Zipporah'tan olma oğlu. "yabancı bir ülkede bir yabancıydım," dediği için Gershom adını almıştır.

-68-

"Biz Transilvanya'da yaşıyoruz ve Transil-vanya İngiltere değildir. Âdetlerimiz âdetlerinize benzemez ve size tuhaf gelecek bir sürü şey olacaktır. Yine de bana yaşadıklarınızla ilgili olarak anlattıklarınıza bakılırsa, burada ne gibi tuhaf şeyler olabileceğine dair bir fikriniz vardır."



Bu, uzun bir sohbete yol açü. Ve onun yalnızca gevezelik etmek için de olsa, konuşmak istediği açık olduğundan, ona başıma gelen ya da dikkatimi çeken şeylerle ilgili bir sürü soru sordum. Bazen konuyu geçiştirdi ya da anlamamış gibi yaparak lafı değiştirdi; ama genelde bütün sorduklarıma büyük bir samimiyetle cevap verdi. Sonra zaman ilerledikçe ve ben de biraz daha cesaret bulunca ona önceki gece olan tuhaf şeylerden birkaçını; örneğin arabacının neden mavi alevleri gördüğümüz yerlere doğru gittiğini, bu alevlerin nerede altın saklandığını gösterdiğinin doğru olup olmadığını sordum. O da bana halk arasında, yılın belli bir gecesi -dün gece aslında, bütün kötü ruhların dizginlerini koparıp ortaya çıktığına inanılıyordu- hazinelerin saklı olduğu her yerde mavi bir alevin görüldüğüne inanıldığını açıkladı. "O hazine," diye devam etti, "sizin dün gece geldiğiniz bölgede gizlidir, buna pek şüphe yok; çünkü orası yüzyıllardır Wal-lach'ların, Saksonların ve Türklerin uğruna savaştığı topraklar. İşte bu yüzden bütün bu bölgede insanların, vatanseverlerin ve istilacıların kanıyla sulanmamış tek bir toprak parçası bile zor bulunur. Eskiden Avusturyalılar ve Macarların sürüler halinde geldiği karışık

-69-


zamanlar olurdu ve vatanseverler -kadınlar erkekler, yaşlılar ve çocuklar- onları karşılamaya gider, kendi yarattıkları çığlarla* onları yok etmek üzere, geçitlerin üstündeki kayalıklarda gelmelerini beklerlerdi. İstilacılar zafer kazandığında da pek bir şey bulamazlardı, çünkü ne varsa hepsi dost toprağın koruması altındaydı."

"Ama," dedim, "böyle kesin bir gösterge varken insanlar nasıl olup da kimse bakmadan ve nasıl bu kadar uzun süre keşfedilmeden kalabilmiş?" Kont gülümsedi ve dudakları dişetlerinin üzerinde gerilince keskin köpek dişleri tuhaf bir biçimde ortaya çıktı. Bana şöyle cevap verdi:

"Çünkü köylüler özünde ödlek ve budaladır! O alevler yalnızca tek bir gece görünür. Ve o gece de bu topraklarda yaşayan hiç kimse, mümkünse kapı dışarı bile çıkmaz. Ve sevgili dostum, zaten çıksalar ne yapacaklarını bilemezlerdi. Hatta, alevin yerini işaretlediğini söylediğiniz köylü bile kendi yaptığı işareti gündüz vakti nerede arayacağını bilemezdi. Bu yerleri sizin bile sonradan bulamayacağınıza yemin edebilirim, öyle değil mi?"


Yüklə 1,63 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   38




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin