Bütün gün türlü türlü güzelliklerle dolu bir ülkede ağır ağır ilerledik. Zaman zaman küçük kasabalar ya da eski missal kitaplarında** gördüklerimize benzer dik tepeler üzerine kurulmuş şatolar görüyorduk; zaman zaman da her iki yanlarındaki geniş, taşlı kenarlarından anlaşıldığı üzere büyük sellere maruz kaldığı anlaşılan nehirler ve ırmaklar boyunca ilerliyorduk. Bir ırmağın kıyılarından taşması için hem epeyce su hem
* Tavuk, balık veya sığır etinden yapılan ve dolmalarda
kullanılan bu kıymada çok fazla baharat bulunur. ** Katolik kilisesinde Asai Rabbani ayini kitabı, dua kitabı.
-36-
de güçlü bir akıntı gerekir. Her istasyonda her tür kılıkta insan, bazen de kalabalıklar oluyordu. Kimileri tıpkı bizim oralarda ya da Fransa ve Almanya'dan geçerken gördüğüm köylüler gibiydi; kısa ceketler, yuvarlak şapkalar ve ev yapımı pantolonlar giymişlerdi, ama kimisi de çok değişikti. Kadınlar yanlarına yaklaşmadığınız sürece güzel görünüyordu, ama belleri pek biçimsizdi. Hepsinin şu ya da bu türden uzun, beyaz kollu gömlekleri vardı ve çoğu, bale giysilerindeki gibi aşağı sarkan, üzerlerinde bir sürü şerit bulunan büyük kemerler takmışlardı, ama elbette altlarında iç eteklikleri vardı. Gördüğümüz en garip tipler; büyük kovboy şapkaları, kocaman, bol, kirli-beyaz pantolonları, beyaz keten gömlekleri ve her yerine pirinç çiviler çakılmış, neredeyse bir ayak genişliğindeki kocaman, ağır deri kemerleriyle diğerlerinden daha vahşi görünen Slovaklar'dı. Pantolonlarını içine soktukları uzun çizmeler giyiyorlardı ve uzun, siyah saçları, gür, siyah bıyıkları vardı. Çok değişik görünüyorlardı ama ilgi çekici bir yanlan yoktu. Sahne üzerinde, eski Şarklı harami çeteleri olarak görülebilirlerdi. Bununla birlikte bana bunların oldukça zararsız oldukları, hatta kendi haklarını bile savunamadıklan söylendi.
Çok ilginç, eski bir yer olan Bistritz'e vardığımızda alacakaranlığın karanlık tarafın-daydık. Hemen hemen sınırda olduğu için -çünkü Borgo Geçidi buradan Bukovina'ya açılır- çok fırtınalı bir geçmişi vardı ve kesinlikle bu geçmişin izlerini taşıyordu. Elli yıl
-37-
önce, bir dizi büyük yangın çıkmış ve bunlardan beşi korkunç bir hasara neden olmuştu. On yedinci yüzyılın başında, şehir üç hafta kuşatma altında kalmış ve savaş kayıplarına ek olarak bir de açlık ve hastalıktan dolayı toplam 13.000 kişi hayatını kaybetmiş.
Kont Drakula bana Golden Krone Oteli'ne gitmemi önermişti ve ülkenin bütün âdetlerini elimden geldiğince görmek istediğimden, tamamıyla eski tarzda bir otel bulmak beni çok sevindirdi. Beni bekledikleri belliydi; çünkü kapıya yaklaştığımda geleneksel köylü elbiseleri içinde -hem önünde hem arkasında olmak üzere, neredeyse iffetli demlemeyecek kadar dar, renkli kumaştan iki uzun önlük-şen şakrak, yaşlıca bir kadınla karşılaştım. Yaklaştığımda başını eğdi ve şöyle dedi: "Herr İngiliz?" "Evet," dedim, "Jonathan Harker." Kadın gülümsedi ve onu kapıya kadar takip eden beyaz gömlekli yaşlı bir adama bir şeyler söyledi. Adam gitti ve biraz sonra elinde bir mektupla geri döndü.
Dostum, -Karpatlar'a hoş geldiniz. Sizi heyecanla bekliyorum. Bu gece iyi uyuyun. Posta arabası, yarın saat üçte Bukovina'ya doğru yola çıkacak; sizin için bir yer ayırttım. Arabam sizi Borgo Geçidi'nde bekleyecek ve sizi bana getirecek. Londra'dan buraya kadar yolculuğunuzun keyifli geçtiğini ve benim güzel topraklarımda kalmanın hoşunuza gideceğini umuyorum.-
Dostunuz,
Drakula.
-38-
4 Mayıs - Otel sahibinin de Kont'tan, arabada benim için en iyi yeri ayırtmasını belirten bir mektup aldığım öğrendim; ama ayrıntılar hakkında sorular sorduğumda biraz ağzı sıkı çıktı ve Almancamı anlamıyormuş gibi davrandı. Bu doğru olamazdı, çünkü o zamana kadar söylediklerimi son derece iyi anlıyordu; en azından sorularımı anlıyormuş gibi yanıtlıyordu. O ve karısı -yani beni karşılayan yaşlı kadın- birbirlerine korkmuş gibi bakıyorlardı. Adam, paranın mektupla gönderildiğini ve bütün bildiğinin bu olduğunu geveledi. Ona Kont Drakula'yı tanıyıp tanımadığını ve bana onun şatosuyla ilgili bir şeyler söyleyip söyleyemeyeceğini sorduğumda hem o hem de karısı haç çıkardılar ve hiçbir şey bilmediklerini söyleyerek daha fazla konuşmayı reddettiler. Yola çıkma vakti çok yaklaştığından başka hiç kimseye bunu soracak zamanım yoktu; her şey çok esrarengizdi ve hiç de huzur verici sayılmazdı.
Tam ben yola çıkmadan önce yaşlı kadın odama geldi ve isterik bir şekilde şunları söyledi:
"Gitmeniz şart mı? Ah, genç Herr, gitmeniz şart mı?" O kadar heyecanlıydı ki, bildiği azıcık Almanca'yı da unutmuşa benziyor; benim hiç bilmediğim başka bir dille karışık konuşuyordu. Söylediklerini ancak bir sürü soru sorarak anlayabildim. Ona hemen gitmek zorunda olduğumu ve önemli bir işim olduğunu söylediğimde bu sefer:
"Hangi günde olduğumuzu biliyor musunuz?" diye sordu. Mayısın dördü olduğunu söyledim. Kafasını iki yana sallayarak:
-39-
M^^W
"Ah, evet! Bunu biliyorum," dedi. "Bunu biliyorum! Ama ne günü olduğunu biliyor musunuz?" Hiçbir şey anlayamadığımı söyleyince devam etti:
"Aziz George gününün arifesindeyiz. Bu gece saatler gece yansını vurduğunda dünya yüzündeki bütün kötü güçlerin ortaya çıkacağını bilmiyor musunuz? Nereye gittiğinizi, ne yaptığınızı biliyor musunuz?" Kadın felaket endişeliydi. Onu rahatlatmaya çalıştım, ama bu bir işe yaramadı. En sonunda dizleri üzerine çökerek bana gitmemem, hiç olmazsa bir iki gün bekleyip öyle yola çıkmam için yalvarmaya başladı. Bütün bunlar çok saçmaydı, ama yine de kendimi pek rahat hissetmiyordum. Bununla birlikte, yapılması gereken işlerim vardı ve hiçbir şeyin beni engellemesine izin veremezdim. Bu yüzden kadını ayağa kaldırmaya çalıştım ve elimden geldiğince ciddi bir tavır takınarak ona teşekkür ettiğimi, ama görevimi yerine getirmemin şart olduğunu ve gitmek zorunda olduğumu söyledim. Sonunda ayağa kalktı, gözlerini sildi ve boynundan bir haç çıkararak bana uzattı. Ne yapacağımı bilemiyordum, çünkü İngiliz Kili-sesi'ne bağlı biri olarak* bana bu tür şeylerin bir bakıma putperestlik olduğu öğretilmişti, ama bu kadar iyi niyetli ve böyle bir ruh hali içindeki yaşlı bir kadını reddetmek kabalık olurdu. Yüzümdeki kararsızlığı görmüş olsa gerek ki, tespihi boynuma astı ve "Annenizin
* Viktoryen Anglikanlan Katolik andaçları ve ritüellerin-den hiç hoşlanmazlardı. Özellikle de 1830'lar ve 1840'larda Oxford Hareketi bazı Katolik pratiklerini değiştirmeye çalışmıştı.
-40-
hatın için," diyerek odadan çıktı. Günlüğün bu kısmını, elbette ki yine geç kalan arabayı beklerken yazıyorum ve haç hâlâ boynumda. Yaşlı kadının korkusundan mı kaynaklanıyor, bilmiyorum; ama içim pek rahat değil. Bu defter, Mina'ya benden önce ulaşırsa, ona vedam olsun. İşte araba da geliyor!
5 Mayıs. -Şato- Sabahın griliği geçti ve güneş uzaktaki sivri karaltılarla dolu ufukta yükseldi; ufuk çok uzakta olduğundan ve bu nedenle de büyük şeylerle küçük şeyler birbirine kanştığı için bu sivri sivri şeylerin ağaç mı, tepe mi olduğunu anlayamıyorum. Uykum yok ve uyanana kadar kimse bana seslenmeyeceğinden doğal olarak uykum gelene kadar yazacağım. Not edecek bir sürü tuhaf şey var ve bunları okuyanlar Bistritz'den ay-nlmadan önce çok ağır bir yemek yediğimi sanmasınlar diye, yemekte tam olarak ne yediğimi belirteyim: "Soyguncu bifteği" dedikleri basit bir yemekten yedim -kırmızı biberle çeşnilendirilmiş ve Londra usulü, ateşte kızartılmış jambon, soğan ve sığır eti! Şarap, dilde tuhaf bir kekrelik bırakan, ama tadı fena sayılmayacak olan Golden Mediasch idi. Bundan sadece birkaç bardak içtim ve başka bir şey de yemedim.
Arabaya bindiğimde arabacı henüz yerini almamıştı ve onun ev sahibesiyle konuştuğunu gördüm. Arada sırada bana baktıklanna göre belli ki benim hakkımda konuşuyorlardı. Kapının dışındaki bankta oturan birkaç kişi de -bunlara "laf taşıyan" anlamına gelen bir isim veriyorlar- gelip onlan dinlediler ve
-41-
sonra bana baktılar -çoğunun yüzünde bir acıma ifadesi vardı. Sık sık tekrarlanan birçok sözcük duydum; bu sözcükler yabancı dillerdeydi, çünkü kalabalıkta birçok ulustan insan vardı; bu yüzden çantamdan usulca çok dilli sözlüğümü çıkardım ve bu kelimelerin anlamlarına baktım. Beni neşelendirmediklerini söylemek zorundayım çünkü sözcüklerin arasında Ordog-Şeytan, pokol-ce-hennem, stregöica-c&dı, biri Slovakça, öbürü de Sırpça olmak üzere ikisi de aynı anlama; yani kurt adam ya da vampir anlamına gelen vrolok ve vlkoslak vardı. [Not Bu batıl inançları Kont'a sormalıyım.)
Yola çıktığımızda, han kapısında toplanmış ve o ana dek kayda değer bir derecede genişleyen kalabalıktaki herkes haç çıkarıp iki parmaklarını bana doğru uzattı. Biraz güçlükle de olsa yol arkadaşlarımdan birine, bunun ne anlama geldiğini sordum; başta cevap vermeye niyeti yoktu, ama İngiliz olduğumu öğrendikten sonra bu işaretin kem gözlere karşı bir büyü ya da tılsım gibi bir şey olduğunu söyledi. Tam da tanımadığım bir adamla buluşmak üzere bilmediğim bir yere gitmek üzere yola çıktığım sırada, bu benim için pek de hoş değildi; ama herkes öyle iyi kalpli, öyle mazbut ve öyle anlayışlı görünüyordu ki, etkilenmekten kendimi alamadım. Garip tiplerden oluşan kalabalığıyla hanın avlusunu son görüşümü hiç unutmayacağım; arkalarında gür zakkum yapraklan ve avlunun ortasına yerleştirilmiş yeşil saksılarda portakal ağaçlarıyla, geniş kemerli kapıda durmuş, hepsi de haç çıkanyor-
-42-
du. Sonra, geniş, dizden sıkmalı keten pantolonu -bunlara gotza diyorlar- arabanın önündeki koltuğu tamamıyla örten arabacımız, koca kırbacını, aynı hizada duran dört tıknaz atın sırtında şaklattı ve yola koyulduk.
Kısa bir süre sonra, yoldaki manzaranın güzelliği sayesinde hayaletlerle ilgili korkularımı unuttum, ama yol arkadaşlarımın konuştuğu dili ya da daha doğrusu dilleri bilseydim, bunlan o kadar kolay aklımdan çıka-ramayabilirdim. Önümüzde ormanlar ve ağaçlarla dolu eğimli, yeşil bir arazi uzanıyordu; orada burada ağaç kümeleri ya da boş yan duvarlannı yola doğru çevirmiş çiftlik evleriyle taçlandırılmış dik tepeler uzanıyordu. Her yer şaşırtıcı bir şekilde meyve tomurcuk-lanyla kaplıydı -elmalar, erikler, armutlar, kirazlar- ve ilerledikçe, ağaçların altındaki yeşil çimenlerin, yere dökülmüş taçyaprakla-nyla bezendiğini görebiliyordum. Yol, "Mittel Land" denilen bu yeşil tepelerin arasına dalıp çıkıyor; çimenlerle kaplı dönemeçlerde kayboluyor ya da düzensiz bir biçimde yayılan, ara sıra tepelerin yamaçlarından alev dilleri gibi aşağı akan çam ormanlarıyla kapanıyordu. Yol engebeliydi, ama biz yine de hummalı bir aceleyle uçarcasına ilerliyorduk. O sırada bu acelenin ne anlama geldiğini anlayamamıştım, ama belli ki, arabacı bir an önce Borgo Prund'a* ulaşmaya niyetliydi. Bana bu yolun yazın şahane olduğunu, ama kışın ya-
* Romanya'daki bir köy ve demiryolu kavşağı olan, Bist-rita yakınlarında bulunan Prundul-Bârgâului'nin Macarca ismi olan Borgöprund'un İngilizce versiyonu.
-43-
ğan karlardan sonra henüz onanlmadığını söylediler. Bu bakımdan, Karpatlar'daki diğer yolların genel durumundan farklıydı, çünkü burada yolların iyi durumda tutulmaması eski bir gelenekti. Eskiden Hospadar'lar;* yolları onanrlarsa, zaten bir saldın fırsatı kollayan Türklerin, buradan yabancı birlikler geçirilecek diye bunu bir savaş vesilesi saymalann-dan ve kendi elleriyle savaşa davetiye çıkarmaktan çekindikleri için yollan onarmazmış.
Mittel Land'in kabank, yeşil tepelerinin ötesinde, Karpatlar'ın doruklarına çıkınca ormanlarla kaplı yüksek yamaçlar başladı. Sağımızda ve solumuzda yükseliyorlar; tam üzerlerine düşen ikindi güneşi bu güzelim otlakla-nn bütün muhteşem renklerini ortaya çıkan-yordu. Zirvelerin gölgesinde kalan yerlerde koyu mavi ve mor, çimenlerle kayalann birbirine karıştığı yerlerde yeşil ve kahverengi renkli ve bunlar ufukta kaybolunca karşımıza çıkan yalçın kayalıklardan ve karlı doruklardan oluşan sonsuz ve görkemli bir manzara... Ara sıra dağlann içinde derin yanklar görülüyordu; güneş batmaya başladığında bunların arasından, aşağı dökülen suyun beyaz pınltısını görüyorduk. Bir tepenin dibinden süzüldüğü-müzde karla kaplı bir dağ zirvesini görünce -yılan gibi kıvrımlı bir yolda ilerlediğimiz için tam karşımızdaymış gibi görünüyordu- yol ar-kadaşlanmdan biri koluma dokundu:
"Bak! isten SzekF -'Tann'nın Koltuğu"-dedi ve saygıyla haç çıkardı. Sonu gelmeye-
• On beşinci yüzyılla 1866 yıllan arasında Wallachia ve Moldavya'yı hâkimiyet altında tutanlar.
-44-
cekmiş gibi görünen yolda kıvnla kıvnla ilerledik; güneş, arkamızda gittikçe alçaldı ve akşam gölgeleri sürünerek gelip çevremizi kuşattı. Dağın karlı doruğu günbatımını hâlâ üzerinde tuttuğu ve zarif, soğuk pembe bir ışık yansıtır gibi göründüğü için güneşin al-çaldığı daha da çok belli oldu. Ara sıra Çek-ler'in ve Slovaklar'ın yanından geçiyorduk; hepsi de görülmeye değer kıyafetler içindeydi, ama guatrın acı verici bir şekilde yaygın olduğunu fark ettim. Yol kenannda pek çok haç vardı ve yanlanndan geçerken bütün yol arkadaşlarım da haç çıkanyordu. Ara sıra bir türbenin önünde diz çökmüş, erkek ya da kadın köylüler görüyorduk; bunlar kendilerini ibadetlerine öyle kaptırmışlardı ki, dış dünyayı ne duyuyor ne de görüyorlar; biz geçerken arkalarını dönüp bakmıyorlardı bile. Benim için bir sürü yeni şey vardı: Örneğin, ağaç gövdelerine yığılmış saman öbekleri, şurada burada, yapraklann zarif yeşil rengi arasında gümüş gibi parlayan beyaz dallanyla çok güzel, salkım salkım huş ağacı kümeleri. Ara sıra bir leiterwagoriun yanından geçiyorduk -yolun engebelerine uyum sağlaması için yılan gibi kıvrılabilen uzun bir omurgası olan sıradan köylü arabalanydı bunlar. Elbette, bunun üzerinde, evlerine dönen bir grup köylü oturuyordu; Çekler'de beyaz ve Slovak-lar'da renkli koyun pöstekileri oluyordu; Slovaklar, ucunda bir balta olan uzun değneklerini kargı taşır gibi taşıyorlardı. Akşam bastırdıkça hava soğumaya başladı ve ortalığa giderek daha da hâkim olan alacakaranlık, ağaç-
-45-
lann, meşelerin, kayınların ve çamların kasvetli görüntüsünü tek bir karanlık sis örtüsüne dönüştürdü, ama tepelerin arasından derinlere inen vadilerde, biz Geçit'e doğru çıktıkça, beklenildiğinden daha uzun süredir yerde kalan karların üzerinde, ara sıra kara-köknarlar görünüyordu. Yolumuz zaman zaman, karanlıkta üzerimize kapanıyor gibi görünen çam ormanlarının içinden geçtiğinde ve alçalan günbatımı, Karpatiar'ın arasındaki vadilerde hiç durmaksızın dolaşır gibi görünen hayaletimsi bulutlan tuhaf bir rölyefe çevirdiğinde, etraftaki bazı ağaçların üzerine serpiştirilmiş büyük gri kütleler, adeta akşamın erken saatlerinde doğan düşünceleri ve korkulu kuruntuları sürdüren tuhaf ve kasvetli bir etki yaratıyordu. Zaman zaman da tepeler öyle dikleşiyordu ki, sürücümüzün telaşına karşın, atlar mecburen ağır ağır ilerleyebiliyorlardı. Arabadan inip bizim oralarda yaptığımız gibi kayalıkların arasında yürümek istedim, ama arabacı bu fikri duymak bile istemedi. "Hayır, hayır," dedi; "burada yürüyemezsiniz; köpekler çok vahşidir." Sonra korkutucu bir şaka yapmış gibi bir edayla ekledi: -çünkü öbürlerinin onaylayan gülümsemelerini görmek için arkasına bakmıştı- "Yatana kadar bu türden şeylerle zaten yeterince karşılaşabilirsiniz."
Arabacı yalnızca bir kere, o da bir dakikalığına, lambalarını yakmak için durdu.
Hava daha da karardıkça, yolcular arasında bir huzursuzlanma başlar gibi oldu; birbiri ardına sürücüyü daha hızlı gitmeye ikna et-
-46-
meye çalışıyorlardı. Arabacı uzun kamçısıyla atlara acımasızca vurdu ve yüreklendirici vahşi haykırışlarla onları daha fazla çaba göstermeleri için cesaretlendirdi. Sonra karanlığın içinden, sanki tepelerin içinde bir yarık varmış gibi, önümüzde gri ışıktan bir leke gördüm. Yolcuların heyecanı daha da arttı; çılgın araba, kocaman gri yaylan üzerinde sarsıldı ve fırtınalı bir denizde bir oraya bir buraya savrulan bir kayık gibi sallandı. Tutunmak zorunda kaldım. Yol biraz düzleşmişti ve uçarcasına ilerliyorduk. Sonra dağlar, iki taraftan da sanki bize yaklaştı ve üzerimize ka-panacakmış gibi görünmeye başladı; Borgo Geçidi'ne giriyorduk. Yolculardan birkaçı bana sırayla hediyeler verdiler; hiçbir şekilde itiraz kabul etmez bir içtenlikle ısrar ettiler; bu hediyeler kesinlikle tuhaf ve farklıydı, ama her biri basit bir iyi niyetle, ince sözler, kutsama ve Bistritz'deki otelin dışında gördüğüm korku ifade eden hareketlerin garip bir kanşımıy-la verilmişti -haç çıkarma ve kem gözlere karşı koruma işareti. Sonra, biz hızla ilerlerken, sürücü öne doğru eğildi ve yolcular, başlanın arabanın iki tarafından da dışanya doğru uzatarak büyük bir merakla karanlığa baktılar. Çok heyecan verici bir şeyin olduğu ya da beklendiği açıktı; ama bütün yolculara teker teker sormama rağmen hiçbiri bana en ufak bir açıklama yapmadı. Bu heyecan, kısa bir süre devam etti ve en sonunda, doğu tarafından dışa doğru açılan geçidin önümüzde uzandığını gördük. Tepemizde, kara kara bulutlar dolaşıyordu ve her an patlayacakmış gi-
-47-
bi ağır, sıkıntılı bir hava vardı. Sanki sıradağlar iki atmosferi birbirinden ayırmış gibiydi ve şimdi biz göklerin gürlediği atmosfere girmiştik. Ben de şimdi dışarı bakıyor, beni Kont'a götürecek olan aracı arıyordum. Her an, simsiyah havanın içinden lambaların parıltısını görmeyi bekliyordum, ama her yer zifiri karanlıktı. Görünürdeki tek ışık, içinden yorulmuş atlarımızdan çıkan buharın beyaz bir bulut halinde yükseldiği, kendi lambalarımızın titrek ışığıydı. Şimdi önümüzde beyaz beyaz uzanan kumlu yolu görebiliyorduk, ama üzerinde herhangi bir araç falan yoktu. Yolcular rahatlayıp içlerini çekerek arkalarına yaslandılar; sanki benim hayal kırıklığımla alay ediyorlardı. Yapmam gereken en iyi şeyin ne olduğunu düşündüğüm sırada sürücü saatine bakıp öbür yolculara benim duyamadığım bir şey söyledi, -öyle kısık ve alçak bir tonla konuşmuştu ki- ama adamın "Zamanından bir saat erken," dediğini zannediyordum. Sonra bana dönüp benimkinden daha kötü bir Al-manca'yla şunları söyledi: "Burada araba yok. Herr'i bekleyen kimse yok yani. Kendisi şimdi Bukovtna'ya gelsin ve yarın ya da ertesi gün geri dönsün; ertesi gün olsa, daha iyi olur." O konuşurken atlar kişnemeye, burunlarından solumaya ve vahşi bir şekilde ileri atılmaya başladılar; öyle ki, arabacı onları gemlemek zorunda kaldı. Sonra hepsi birden haç çıkaran köylülerden yükselen çığlıklar korosunun eşliğinde, dört atlı hafif bir araba arkamızdan gelip bize yetişti ve bizim yanımızda durdu. Lambalarımızın ışığı üstlerine düştüğünde atış-
kömür karası, çok güzel hayvanlar olduğunu görebiliyordum. Atlan, uzun kahverengi sakallı, sanki yüzünü bizden gizlemek istermiş gibi kocaman, siyah bir şapka giymiş, uzun boylu bir adam sürüyordu. Yalnızca, bize döndüğünde lambanın ışığında kırmızı gibi görünen, bir çift çok parlak gözün ışıldadığını görebildim. Sürücüye şunları söyledi:
"Bu akşam erkencisiniz, dostum." Sürücü kekeleyerek:
"Herr İngiliz'in acelesi var," diye cevap verdi yabancıya.
"Sanırım bu yüzden onu Bukovina'ya götürmek istiyordunuz. Beni kandıramazsın, dostum; ben çok şey bilirim ve atlarım da hızlıdır." Konuşurken gülümsüyordu ve lambanın ışığı, haşin görünüşlü bir ağzı aydınlattı; dudakları çok kırmızı, keskin hatlı, dişleri de fildişi kadar beyazdı. Yol arkadaşlarımdan biri yanındakine Burger'in Lenore'undan dizeleri fısıldadı:
Denn die Todten retten schnell. -(Çünkü ölüler çabuk yol alır.)
Garip arabacı belli ki, bu sözleri duymuştu, çünkü parıltılı bir gülümseyişle gözlerini kaldırıp baktı. Yolcu aynı anda hem haç çıkararak hem de iki parmağını uzatarak yüzünü çevir-
• Lenore, Alman şair, Gottfried August Burger (1747-1794) tarafından yazılmış, 1773 yılında basılmış, ünlü bir şiirdir. İngilizce'ye 1796 yılında William Taylor tarafından çevrilmiştir. Harker şiirin nakaratı olan "ölüler hızlı sürer," dizesini yanlış alıntılamıştır (orijinali "the dead ride fast" olan dize, Harker'ın alıntısında "the dead travel fasf'e dönüşmüştür).
-49-
di. "Bana Herr'in bagajını verin," dedi sürücü ve çantalarım aşırı bir çeviklikle dışarı çıkarılıp hafif arabaya konuldu. Sonra posta arabasından indim; adamın arabası, bizim arabanın yanında durduğundan sürücü bana yardım etmek için elini uzattı ve ben kolumu çelikten bir şeyin kavradığını sandım; bu adam şaşılacak derecede güçlü olmalıydı. Tek bir söz etmeden dizginleri şakırdattı, atlar döndü ve Ge-çit'in karanlığına doğru yol aldık. Arkamı dönüp indiğim arabaya baktığımda, lambaların yaydığı ışıkta atların solumalarından çıkan buharları, arabanın ve içinde haç çıkaran önceki yol arkadaşlarımın siluetini gördüm. Sonra sürücü kamçısını şaklattı ve atlan dehledi; atlar da Bukovina'ya doğru hızla yola koyuldu.
Karanlığın içinde kaybolduklarında garip bir ürperti hissettim ve içimi bir yalnızlık duygusu kapladı; ama bu arada omuzlarımın üzerine bir pelerin, dizlerimin üstüne de bir battaniye atıldı ve sürücü mükemmel bir Al-manca'yla şunları söyledi:
"Geceler soğuk olur, mein Herr ve efendi Kont bana, size iyi bakmamı emretti. Koltuğun altında bir matara slivovitz (ülkeye özgü erik konyağı) var, ihtiyacınız olursa diye." Konyaktan hiç içmedim, ama bütün o süre boyunca orada olduğunu bilmek rahatlatıcıydı. Kendimi biraz garip hissediyordum; epey de korkuyordum. Başka bir seçenek olsaydı, bu bilinmeyen gece yolculuğuna çıkmaktansa onu denerdim sanırım. Araba hızlı bir şekilde dümdüz ilerliyordu, sonra tam bir dönüş yaptık ve başka bir düz yol boyunca ilerlemeye
-50-
başladık. Sanki aynı yerde dönüp duruyor-muşuz gibi geliyordu bana; bu yüzden bir daha oraya gelip gelmeyeceğimizi anlamak için dikkat çeken bir noktayı seçtim ve gerçekten de aynı yerde dönüp dolaştığımızı anladım. Arabacıya bütün bunların ne demek olduğunu sormak isterdim, ama bunu yapmaktan gerçekten korkuyordum; çünkü bu, oyalanıp zaman kazanmak için yapılıyorsa benim ye-rimdeki birinden gelecek herhangi bir itirazın hiçbir işe yaramayacağını düşünüyordum. Bununla birlikte, az sonra ne kadar zaman geçtiğini merak ettim. Bir kibrit yaktım ve ale-viyle saatime baktım; gece yansına birkaç dakika vardı. Bu bende şok etkisi yarattı; çünkü sanırım, o çevrede gece yansıyla ilgili olan batıl inancın üzerimdeki etkisi son tecrübelerimle daha da artmıştı. Endişe içinde bekledim.
Sonra yolun aşağılannda, bir çiftlik evinde bir köpek ulumaya başladı -sanki korkudan kaynaklanıyormuş gibi uzun, acı dolu bir inleyiş. Bu sesi başka bir köpeğin sesi takip etti, sonra bir başkasının, sonra yine bir başkasının; ta ki, o anda Geçit'te hafif hafif esen rüzgârla kulaklarıma gelen vahşi bir uluma başlayana kadar; gecenin karanlığında aklın alabileceği kadanyla, bu uluma sanki civardaki her yerden geliyordu. İlk ulumayla birlikte, atlar gerilip şaha kalkmaya başladı, ama arabacı onları yatıştıracak bir şeyler söyledi ve sakinleştiler, ama aniden karşılanna çıkıp onları korkutan bir şeyden kaçıyorlarmış gibi titreyip terliyorlardı. Sonra, uzaklardan, her iki yanımızdaki dağlardan çok daha yüksek ve
-51-
çok daha keskin bir uluma sesi -kurt ulumaları- gelmeye başladı. Bu, atları da beni de aynı şekilde etkiledi; çünkü onlar geri çekilip çılgın gibi şaha kalkarken -öyle ki, arabacı geri dönmemeleri için müthiş gücünü sonuna kadar kullanmak zorunda kalmıştı- ben de arabadan atlayıp kaçmayı düşünüyordum. Bununla birlikte, birkaç dakika içinde, kulaklarım seslere alıştı; atlar giderek sakinleştiler ve sürücü de aşağı inip önlerinde durabildi. Atlan okşayıp yatıştırdı ve kulaklanna bir şeyler fısıldadı; at terbiyecilerinin bu hareketlerinin son derece işe yaradığını duymuştum; gerçekten de onun okşamalanyla atlar, hâlâ titriyor olmalarına rağmen tekrar baş edilebilir bir hale geldiler. Sürücü tekrar koltuğuna oturdu ve dizginleri sallayarak büyük bir hızla yola çıktı. Bu sefer, Geçit'in en ucuna vardıktan sonra, aniden, keskin bir şekilde sağa sapan dar bir yola girdi.
Kısa sürede çevremizi ağaçlar sardı, bu ağaçlar ara sıra bir tünelden geçiyormuşuz gibi yolun üzerinde bir kemer oluşturuyorlardı ve sonra tekrar büyük, kaşlarını çatmış kayalar gözüpek bir şekilde iki tarafımızı çevrelemeye başladı. Korunaklı bir yerde olmamıza rağmen, artan rüzgârın sesini duyabiliyorduk, çünkü kayaların arasından inleyip ıslıklar çalarak içeri süzülüyor, hızla yanlarından geçtiğimiz ağaçların dallan birbirine çarpıyordu. Hava gittikçe daha da soğudu ve toz gibi incecik bir kar yağmaya başladı; öyle ki, biraz sonra hem biz hem de çevremizdeki her şey beyaz bir örtünün altında kalmıştık. Sert rüzgâr hâ-
Dostları ilə paylaş: |