"Demek yorgunsunuz, dostum? Yatağınıza gidin. En iyi öyle dinlenirsiniz. Bu gece sizinle konuşma zevkini tadamayacağım, çünkü yapmam gereken bir sürü işim var; ama rica ederim siz uyuyun." Odama geçtim ve yatağıma girdim; tuhaftır, hiç rüya görmeden uyudum. Umutsuzluk da kendi dinginliklerini getiriyor.
31 Mayıs - Bu sabah uyandığımda çantamdan birkaç kâğıt ve zarf almaya, bunlan cebimde taşımaya karar verdim; böylelikle karşıma bir fırsat çıkarsa yazabilecektim; ama yine bir sürpriz, yine bir şok!
Tüm kâğıtlar yok olmuştu ve bunlarla birlikte, bütün notlanm, demiryollan ve seyahat tarifelerim, referans mektubum, aslında şatodan çıktığımda işime yarayacak her şey.
-105-
Oturdum ve bir süre düşündüm. Sonra aklıma bir şey geldi ve giysilerimi yerleştirdiğim bavula ve gardırobun içine baktım.
Yolculukta giydiğim takımım yoktu; ayrıca paltom ve battaniyem de. Hiçbir yerde izlerine rastlayamadım. Bu yeni bir şeytanlık planına benziyordu...
17 Haziran - Bu sabah, yatağımın kenarında oturmuş, kafa patlatırken dışarıda bir kırbaç şaklaması ve avlunun ötesindeki taşlı patikada atların nal seslerini duydum. Sevinçle pencereye koştum ve her biri sekiz güçlü at tarafından çekilen iki büyük leiter-wagoriun avluya girdiğini gördüm. İki arabayı da geniş şapkaları, büyük kopçalı kemerleri, kirli koyun pöstekileri ve uzun çizmeleriyle birer Slovak sürüyordu. Ayrıca ellerinde uzun birer sopa vardı. Aşağı inip onlar için açılacağını düşündüğüm ana salonda aralarına katılmak niyetiyle kapıya koştum. Yine bir şok: Kapım dışarıdan kilitlenmişti!
Sonra pencereye koştum ve onlara seslendim. Başlarını kaldırıp aptal aptal bana baktılar ve parmaklarıyla işaret ettiler ama tam o sırada Szgany'lerin hetmariı* dışarı çıktı ve benim penceremi işaret ettiklerini görünce bir şeyler söyleyerek onları güldürdü. Ondan sonra, hiçbir çabam, hiçbir acıklı haykırışım ya da ıstırap dolu yakarışım bana bakmalarını bile sağlayamadı. Büyük bir kararlılıkla bana sırtlarını döndüler. Leitenuagon'larm. içinde kalın halattan kulpları olan, büyük, kare ku-
• Lehçe, Almanca Hauptmann'dan gelen kelime kaptan ya da komutan anlamına gelir.
-106-
tular vardı; Slovaklann bunları kolaylıkla taşıdığına ve kabaca hareket ettirirken kutulardan çıkan sese bakılacak olursa, boştular. Hepsi indirilip avlunun bir köşesine büyük bir yığın halinde konulduktan sonra, Szgany, Slo-vaklara bir miktar para verdi ve Slovaklar da şans getirsin diye paraların üzerine tükürerek tembel tembel atlarının başına gittiler. Bundan kısa bir süre sonra, kırbaç şaklamalarının uzaklaşarak kaybolduğunu duydum.
24 Haziran, sabahtan önce - Dün gece Kont erkenden yanımdan ayrıldı ve odasına kapandı. Cesaretimi toplar toplamaz, merdivenlere koştum ve güneye açılan pencereden dışarı baktım. Kont'u izlemeye karar vermiştim, çünkü bir şeyler olduğunu düşünüyordum. Szgany'ler şatoda bir yerlere yerleşmişler, bir tür iş yapıyorlardı. Bunu biliyorum çünkü ara sıra, uzaktan, boğuk kazma kürek sesleri geliyordu ve bu her neyse, şeytani bir kötülükle ilgili olmalıydı.
Kont'un penceresinden bir şeyin çıktığını gördüğümde neredeyse yarım saattir penceredeydim. Geri çekildim ve dikkatlice baktım; adamın bütün bedeninin dışarı çıktığını gördüm. Buraya gelirken giydiğim takımın üzerinde olduğunu görmek benim için yeni bir şok oldu ve omzunda da kadınların alıp götürdüğünü gördüğüm o ürkütücü torba asılıydı. Neyin peşinde olduğu su götürmezdi, hem de benim giysilerimle! Demek yeni şeytanlık planı buymuş: Başkalarının beni gördüğünü sanmasını sağlayacak; böylece kendi mektuplarımı postalarken kasabalarda ya da
-107-
köylerde görüldüğüme ilişkin kanıt bırakacak ve yapabileceği her türlü kötülük, yörenin insanları tarafından bana atfedilecekti.
Ben burada gerçek bir mahkûm gibi kapatılmışken ve suçluların bile hakkı ve tesellisi olan yasaların korumasından mahrumken, bu adamın neler yaptığını düşünmek bile beni çıldırtıyor.
Kont'un dönüşünü beklemeye karar verdim ve uzun bir süre inatla pencerede oturdum. Sonra ay halesinin içinde küçük, tuhaf beneklerin uçuştuğunu fark ettim. Toz zerreciklerine benziyorlardı ve havada dönenerek bir bulut gibi bir araya toplanıyorlardı. Onları izlemek beni yatıştırdı ve içimi bir huzur kapladı. Bu hava gösterisini, tadına vara vara seyredebilmek için pencere boşluğuna daha rahatça kuruldum.
Vadinin epey aşağılarında, benim göremeyeceğim bir yerlerden gelen uzak, iç kıyıcı köpek ulumaları beni irkiltti. Köpeklerin ulumaları kulaklarımda daha tiz bir sesle çınladı ve uçuşan toz zerrecikleri ay ışığında dans edip seslere göre yeni şekiller aldı. İçgüdülerimin çağrısı karşısında uyanmaya çabaladığımı hissediyordum; hatta ruhum çabalıyordu ve yarı yarıya hatırladığım güdülerim, seslenişe karşılık vermeye uğraşıyordu. Hipnotize oluyordum! Toz gittikçe daha hızlı dans ediyor ve yanımdan geçerek ötedeki karanlığa uzanan ay ışığı titriyor gibi görünüyordu. Toz bulutu, gittikçe daha çok yoğunlaştı ve belirsiz, hayali biçimlere büründü. Ve sonra irkildim, tamamen uyandım, duyularımı tümden
-108-
denetim altına aldım ve çığlıklar atarak oradan fırlayıp kaçtım. Ay ışığından ötürü gittikçe somutlaşan hayali biçimler benim ölüm fermanım demek olan üç korkunç kadına aitti. Kaçtım ve odamda kendimi daha güvende hissettim. Orada ay ışığı yoktu ve bir lambanın parlak aydınlığı işiyordu.
Birkaç saat geçtikten sonra Kont'un odasından bir ses geldiğini duydum; çabucak bastırılan, tiz bir çığlığa benzer bir ses. Ve sonra her şey yine sessizliğe gömüldü; tüylerimi ürperten, derin, korkunç bir sessizlik. Kalbim küt küt atarak kapıyı yokladım, ama hapishaneme kilitlenmiştim ve hiçbir şey yapamazdım. Oturup ağladım.
Otururken dış avluda bir ses duydum -bir kadının acı dolu haykırışı. Pencereye koştum ve pencereyi yukarı kaldırarak parmaklıkların arasından dışarı baktım. Orada gerçekten de bir kadın vardı, saçı başı darmadağındı ve koşmaktan sıkışmış gibi ellerini kalbinin üzerine bastırmıştı. Kapının bir köşesine yaslanıyordu. Pencerede benim yüzümü görünce öne fırladı ve tehdit dolu bir sesle bağırdı:
"Canavar, bana çocuğumu geri ver!"
Kendini dizleri üzerine, yere attı ve ellerini kaldırarak yüreğimi burkan bir sesle aynı sözleri haykırdı. Sonra saçlarını yolmaya, göğsünü yumruklamaya, dövünmeye başladı. Sonunda ileriye doğru atıldı. Onu göremesem bile, çıplak elleriyle kapıya vurduğunu duyabiliyordum.
Tepede bir yerlerden, muhtemelen kuleden Kont'un sert, metalik bir fısıltıyla tısladı-
-109-
ğını duydum. Seslenişine çok uzaklardan kurt ulumaları cevap verdi. Çok geçmeden, ağzına kadar dolmuş bir barajın serbest bırakılmış sulan gibi, avlunun geniş girişinden içeri bir kurt sürüsü akın etti.
Kadından çığlıkları kesildi ve kurtların ulumaları çok kısa sürdü. Çok geçmeden, yalanarak teker teker uzaklaştılar.
Kadına acıyamadım; çocuğunun başına neler geldiğini artık bildiğim için kadının ölmesi daha iyiydi.
Ne yapacağım? Ne yapabilirim? Gecenin, karanlığın ve korkunun bu dehşet verici esaretinden nasıl kurtulabilirim?
25 Haziran, sabah - Gecenin acısını çekmeyen kimse sabahın kalbine ve gözüne ne kadar tatlı ve hoş görüneceğini bilemez. Bu sabah güneş yükselip de penceremin karşısındaki büyük avlu kapısının tepesinde asılı kalınca, dokunduğu yüksek noktada bana sanki kemerdeki güvercin ağarmış gibi geldi. Korkum, sanki sıcaktan eriyen buhardan bir giy-siymiş gibi üzerimden akıp gidiverdi. Gündüzün verdiği cesaret hâlâ üzerimdeyken bir şekilde harekete geçmeliyim. Dün gece, üzerine üeriki bir tarih atılmış mektuplarımdan biri postaya gitti; varlığımın izlerini dünya yüzünden silecek olan ölümcül dizinin ilk parçası.
Bunları düşünmeyip eyleme geçmeliyim! Hep geceleri saldırıya uğradım, tehdit edildim, bir şekilde tehlike ya da korkuya maruz kaldım. Henüz Kont'u gün ışığında hiç görmedim. Acaba herkes uyanıkken uyuyor, herkes uyurken uyanık kalmayı böyle mi ba-
-110-
şanyor? Keşke odasına girebilsem! Ama bu olanaksız. Kapısı her zaman kapalı.
Evet, aslında cesaret edilebilirse, bunun bir yolu var. Onun bedeninin geçtiği yerden neden başka bir beden de geçemesin? Onun penceresinden dışarı süründüğünü kendi gözlerimle gördüm; neden onu taklit edip penceresinden içeri girmeyeyim? Çok az umut var, ama şu anki durumum daha umutsuz. Tehlikeyi göze alacağım. En kötüsü ölüm olur. Ve bir insanın ölümü bir buzağının ölümüyle aynı değildir, korku sonsuza dek üzerimde olabilir. Tanrım, bu işte bana yardımcı ol! Başaramazsam, elveda Mina; sadık dostum ve ikinci babam, elveda; herkese ve son olarak Mina'ya elveda!
Aynı gün, daha sonra - Denedim ve Tan-n'nın yardımıyla, bu odaya sağ salim geri döndüm. Her ayrıntıyı sırasıyla yazmalıyım. Cesaretim henüz yerindeyken, doğruca odamın güney cephesindeki penceresine gittim ve hemen dışarı, binanın bu tarafım çevreleyen taştan, dar çıkıntının üzerine çıktım. Taşlar iriydi ve kocaman kocaman kesilmişti; aralarındaki harç zamanla akıp gitmişti. Çizmelerimi çıkardım ve umutsuz yolculuğuma başladım. Korkunç derinliği aniden görürsem altüst olmayayım diye, aşağı yalnız bir kez baktım, ama sonra bundan kaçındım. Kont'un penceresinin yönünü ve uzaklığını çok iyi biliyordum ve elimden geldiğince o yöne doğru ilerledim. Başım dönmüyordu -sanırım, başımın dönmesine izin veremeyecek kadar çok heyecanlıydım- ve kendimi pence--ııı-
re eşiğinde, çerçeveyi kaldırmaya çalışırken buluncaya kadar geçen zaman bana çok kısa geldi. Ama eğilip ayaklarımı öne uzatarak pencereden kaydığımda büyük bir heyecana kapıldım. Sonra Kont'un içeride olup olmadığına baktım, ama şaşkınlık ve sevinç içinde bir şey keşfettim. Oda boştu! Hiçbir zaman kullanılmıyor gibi görünen birkaç parça tuhaf şeyden başka bir şey yoktu; mobilyalar güney tarafındaki odalardakilerle aynı stilde görünüyordu ve tozla kaplıydı. Anahtarı aradım, ama kapının üstünde değildi, hiçbir yerde de bulamadım. Bulabildiğim tek şey bir köşedeki kocaman altın yığınıydı -her türden altın; sanki uzun zamandır yerde duruyorlarmış gibi ince bir toz tabakasıyla kaplı Roma, İngiliz, Avusturya, Macar, Yunan ve Türk paraları. Gördüklerimden hiçbiri üç yüz yaşından daha yeni değildi. Zincirler ve süs eşyaları da bulunuyordu, bazılarının üstünde mücevherler vardı ama hepsi de eski ve lekeliydi.
Odanın bir köşesinde ağır bir kapı vardı. Bu kapıyı denedim, çünkü odanın ya da dış kapının anahtarını -araştırmamın temel amacı- bulamadığım için başka şeyleri incelemek zorundaydım, yoksa bütün emeklerim boşa gidecekti; kapı açıktı ve taş bir koridordan, dik bir şekilde aşağı inen sarmal bir merdivene açılıyordu. Yalnızca ağır, taş duvarlardaki deliklerden gelen ışıkla aydınlandığından ve merdivenler karanlık olduğundan nereye bastığıma dikkat ederek aşağı indim. En dipte karanlık, tünel gibi bir koridor vardı; öbür uçtan ölümcül, mide bulandırıcı bir ko-
-112-
ku geliyordu -yeni altüst edilmiş eski toprak kokusu. Koridorda ilerledikçe koku yaklaştı ve ağırlaştı. En sonunda yan açık duran ağır bir kapıyı çektim ve kendimi mezarlık olarak kullanıldığı anlaşılan eski, harabe bir şapelin içinde buldum. Çatısı çökmüştü ve iki yerde, yeraltı mezarlarına açılan basamaklar vardı, ama toprak daha yeni kazılmış ve büyük tahta kutulara doldurulmuştu; bunların Slovak-lann getirdiği kutular olduğu apaçık ortadaydı. Etrafta kimse yoktu, dışarı çıkan bir yol aradım, ama bulamadım. Sonra herhangi bir şansım varsa kullanmamış olmamak için zeminin her bir santimini inceledim. Bunu yapmak ruhumu korkuyla doldursa da loş ışığın can çekiştiği yeraltı mezarlarına bile gittim. Bunlardan ikisinde eski tabut parçalan ve toz yığınlanndan başka bir şey görmedim, ama üçüncüsünde bir şey buldum.
Orada, büyük kutulardan birinin içinde -ki bunlardan toplam elli tane vardı- yeni kazılmış bir toprak yığınının üzerinde Kont yatıyordu! Ya ölüydü ya da uyuyordu, ama hangisi bilemiyorum -çünkü gözleri açık ve taş gibiydi, ama ölümün donukluğu yoktu- ve yanaklannda, bütün solgunluklanna rağmen canlı sıcaklığı vardı ve dudaklan her zamanki gibi kırmızıydı. Ama herhangi bir kıpırtı, nabız, soluk, kalp atışı yoktu. Üzerine eğildim ve herhangi bir yaşam belirtisi bulmaya çalıştım, ama bulamadım. Orada uzun süredir yatıyor olamazdı, çünkü toprak kokusu birkaç saat içinde geçerdi. Kutunun yanında kapağı duruyordu, birkaç yerinde delikler açılmıştı.
-113-
Anahtarların Kont'un üzerinde olabileceğini düşündüm, ama aramaya kalkıştığımda ölü gözlerini ve ölü olmalarına rağmen, benim ya da varlığımın farkında olmamalarına rağmen, içlerinde öyle nefret dolu bir bakış gördüm ki, hemen oradan kaçtım ve Kont'un odasını pencereden terk ederek yine şato duvarından yukarı tırmandım. Odama geri döndüğümde kendimi soluk soluğa yatağa attım ve düşünmeye çalıştım...
29 Haziran - Bugün son mektubumun günü ve Kont mektubun gerçek olduğunu kanıtlamak için gerekli adımları attı; çünkü onun yine aynı pencereden ve yine benim kıyafetlerimle şatoyu terk ettiğini gördüm. Bir kertenkele gibi duvardan aşağı indiği sırada bir silahım ya da onu yok edebileceğim, öldürücü bir aletim olmasını diledim. Ama korkarım, insan eliyle yapılmış hiçbir silah ona işlemezdi. O esrarengiz kız kardeşleri* görmekten korktuğum için dönüşünü beklemeye cesaret edemedim. Kütüphaneye geri döndüm ve uyuyana kadar okudum.
Kont tarafından uyandırıldım; bana bir adamın bakabileceği en korkunç ifadeyle bakarak şunları söyledi:
"Yarın ayrılmamız gerekiyor, dostum. Siz güzel İngiltere'nize dönüyorsunuz, ben ise sonuçlandırdığımda belki bir daha hiç karşıla-şamayacağımız işimi yapmaya gidiyorum. Eve yazdığınız mektubunuz yollandı; yarın ben burada olmayacağım, ama yolculuğunuz için gerekli her şey hazır olacak. Sabahleyin,
Macbetfı'teki üç cadıya gönderme yapılıyor. -114-
Szgany'ler gelecek; burada bazı işleri var ve ayrıca birkaç Slovak da gelecek. Onlar gittikten sonra arabam gelip sizi alacak ve Bukovi-na'dan Bistritz'e giden posta arabasına bine-bilmeniz için sizi Borgo Geçidi'ne götürecek. Ama sizi Drakula Şatosu'nda tekrar görebilmeyi umut ediyorum." Söylediklerinden şüphe ediyordum ve samimiyetini sınamaya karar verdim. Samimiyet! Bunu böyle bir canavarla bağlantılı olarak yazmak kelimeye saygısızlık etmek gibi geliyor, bu yüzden doğruca:
"Neden bu gece gitmeyeyim?" diye sordum.
"Çünkü, sevgili bayım, arabacım ve atlarımı bir iş için gönderdiğimden burada değiller."
"Ama ben seve seve yürürüm. Hemen uzaklaşmak istiyorum." Gülümsedi, öyle yumuşak, nazik ve şeytani bir gülümsemeydi ki, bu nazikliğin arkasında bir hile olduğunu hemen anladım. Dedi ki:
"Ya valizleriniz?"
"Önemli değil. Daha sonra birisini gönderip aldırtabilirim."
Kont ayağa kalktı ve gözlerimi ovuşturmama sebep olan tatlı bir incelikle -o kadar gerçek gibi görünüyordu ki- şöyle dedi:
"Siz İngilizlerin yüreğime yakın bulduğum bir sözü var; çünkü bu sözün ruhu bizim boyarlarımıza hükmedenle aynıdır: 'Geleni hoş karşıla, gideni çabuk uğurla.'* Benimle gelin, sevgili, genç dostum. Bu evde, isteğiniz dışında bir saat bile geçirmeyin ama gitmenize ve
* Orj. "Welcome the coming, speed the parting guest" Ho-meros'un Odyssey'inden alman bu sözün İngilizce çevirisi Alexander Pope'a aittir.
-115-
bunu bu kadar ani bir şekilde arzulamanıza üzüldüm. Gelin!"
Aşırı bir ciddiyetle, elinde lambayla beni merdivenlerden aşağı götürdü ve koridor boyunca yürüdük. Aniden durdu.
"Dinleyin!"
Yakınlardan birçok kurdun uluması duyuldu. Ses sanki elini kaldırmasıyla aniden yükselmişti; tıpkı şefin bagetini* kaldırmasıyla, büyük bir orkestranın müziğinin aniden yükselmesi gibi. Bir an durduktan sonra yine abartılı bir şekilde kapıya doğru yürümeye devam etti, büyük sürgüleri çekti, ağır zincirleri çengellerinden çıkardı ve kapıyı açmaya başladı.
Kapının kilitli olmadığını görmek beni çok şaşırttı. Kuşkuyla etrafa bakındım, ama herhangi bir anahtar göremedim.
Kapı açılmaya başladığında dışarıdaki kurtların uluması daha da yüksek ve öfkeli gelmeye başladı; gıcırdayan dişleriyle kırmızı çeneleri ve kör tırnaklı pençeleri, açık kapıdan göründü. O an için Kont'a karşı çıkmanın faydasız olduğunu anladım. Bir emriyle harekete geçen böyle müttefikleri varken hiçbir şey yapamazdım. Ama kapı yavaş yavaş açılmaya devam etti ve arada yalnızca Kont'un bedeni duruyordu. Aniden sonumun o an, o şekilde gelebileceğini fark ettim; kurtlara verilecektim, hem de bunu kendim davet etmiştim. Bu fikirde Kont'a yaraşır büyüklükte şeytani bir kötülük vardı. Son şansımı kullanarak bağırdım:
* İnce, kısa değnek.
-116-
"Kapıyı kapatın; yarın sabaha kadar bekleyeceğim!" Ve yaşadığım acı hayal kırıklığının gözyaşlarını gizlemek için ellerimle yüzümü kapattım. Kont güçlü kolunun tek bir hareketiyle kapıyı kapadı ve büyük sürgüler yerlerine geri çekilirken çınlayıp bütün salonda yankılandı.
Sessizlik içinde kütüphaneye geri döndük ve ben bir iki dakika sonra kendi odama gittim. Kont Drakula'yı son görüşümde, gözlerinde kırmızı zafer pırıltıları ve cehennemdeki Yahuda'nın gurur duyacağı bir gülümsemeyle, eliyle bana öpücük yolluyordu.
Odama girmiş, uzanmak üzereyken kapımın dışında fısıltılar duyduğumu sandım. Yavaşça kapıya gittim ve dinledim. Eğer kulaklarım beni yanıltmıyorsa, Kont'un sesini duyuyordum.
"Geri çekilin, yerlerinize dönün! Sizin vaktiniz daha gelmedi. Bekleyin. Sabırlı olun. Yarın gece, yarın gece sizindir!" Hafif, tatlı bir kahkaha dalgası yayıldı; öfke içinde, hızla kapıyı açtım ve dışarıda dudaklarını yalayan, üç korkunç kadını gördüm. Beni gördüklerinde hepsi birden korkunç bir kahkaha koparıp kaçtılar.
Odama geri döndüğümde kendimi dizlerimin üzerine yere attım. Demek sonum bu kadar yakın öyle mi? Yarın! Yarın! Tanrım, bana ve beni sevenlere yardım et!
30 Haziran, sabah - Bunlar bu günlüğe yazdığım son sözler olabilir. Neredeyse şafak sökene kadar uyudum ve uyandığımda dizlerimin üzerine yere çöktüm, çünkü ölüm
-117-
geldiğinde beni hazır bulması gerektiğine karar vermiştim.
Sonunda havadaki o ince değişikliği fark ederek sabahın geldiğini anladım. Sonra, horozun beklenen ötüşü geldi ve kendimi güvende hissettim. Sevinçli bir yürekle kapımı açtım ve koridordan aşağı koştum. Kapının kilitli olmadığını görmüştüm ve kaçış şansı şimdi önümdeydi. Sabırsızlıkla titreyen ellerle zincirleri kancalarından çıkardım ve devasa sürgüleri çektim.
Ama kapı kımıldamadı. Üzerime umutsuzluk çöktü. Kapıyı çektim, çektim; o kadar büyük olmasına rağmen kasasında takırdayana kadar sarstım. Kilidin sürgüsünün kapalı olduğunu görebiliyordum. Ben Kont'un yanından ayrıldıktan sonra kilitlenmişti.
Sonra, her ne olursa olsun, o anahtarı ele geçirmek gibi çılgınca bir arzuya kapıldım ve hemen o anda yine duvarda sürünerek Kont'un odasına girmeye karar verdim. Beni öldürebilirdi ama ölüm şimdi kötülüklerin arasındaki en iyi seçim gibi görünüyordu. Bir an bile duraksamadan koşarak odama gittim, pencereye çıktım ve önceki gibi duvarda sürünerek Kont'un odasına girdim. Boştu, ama ben de bunu bekliyordum zaten. Anahtarı hiçbir yerde göremedim, ama altın yığını duruyordu. Köşedeki kapıdan içeri girdim ve merdivenden aşağı inip karanlık koridordan eski şapele geçtim. Aradığım canavarı nerede bulacağımı şimdi çok iyi biliyordum.
Büyük kutu aynı yerde, duvarın dibinde duruyordu, ama kapağı üzerine konmuştu.
-118-
Kapak çivilennıemişti, ama çiviler çakılmaya hazır bir durumda yerlerinde duruyordu. Anahtarı bulmak için Kont'un üzerini aramam gerektiğini biliyordum, bu yüzden kapağı kaldırdım ve duvara dayadım. Sonra bütün yüreğimi korkuyla dolduran bir şey gördüm. Kont orada uzanmış yatıyordu, ama sanki yarı yarıya yeniden gençleşmiş gibi görünüyordu; çünkü beyaz saçları ve bıyıklan koyu demir grisine dönüşmüş; yanakları dolgunlaş-mıştı ve beyaz cildinin altı, yakut kırmızısı görünüyordu; ağzı her zamankinden daha kırmızıydı, çünkü dudaklarında taze kan damlaları vardı; bunlar ağzının köşelerinden süzülüp çenesine ve boynuna akıyorlardı. Derin, alev alev gözleri bile, şişmiş etlerinin arasına gömülmüş gibi görünüyordu, çünkü gözka-paklan ve gözaltlanndaki torbalar kabarmıştı. Sanki korkunç yaratık bütünüyle kanla dolmuş gibiydi, orada tıka basa yemekten bitkin düşmüş iğrenç bir sülük gibi yatıyordu. Ona dokunmak için öne eğildiğimde ürperdim ve bütün duyularım bu temasa karşı isyan etti; ama üstünü aramak zorundaydım yoksa mahvolacaktım. Yaklaşan gece, benim kendi bedenimi o korkunç üçlü için benzer şekilde hazırlanmış bir ziyafete dönüştürebilirdi. Ellerimi bütün bedenin üzerinde gezdirdim, ama anahtara dair hiçbir ize rastlayamadım. Sonra durdum ve Kont'a baktım. Davul gibi şişmiş yüzünde beni çılgına çeviren alaycı bir gülümseme vardı. Londra'ya taşınmasına yardım ettiğim varlık buydu; belki gelecek yüzyıllarda, milyonların arasında kan arzusu-
-119-
nu tatmin edecek; savunmasız insanların üzerinden semirecek, yeni ve sürekli genişleyen bir yan-iblisler çemberi yaratacaktı. Bu düşünce beni çılgına çevirdi. Dünyayı böyle bir canavardan kurtarmak gibi korkunç bir arzuya kapıldım. Elimde öldürücü bir silah yoktu, ama işçilerin kutuları doldurmak için kullandığı küreklerden birini aldım ve kenarını nefret verici yüze vurmak üzere kaldırdım. Ama ben bunu yaptığımda baş döndü ve gözler, yılan gibi dehşet verici parlaklıklanyla bana çevrildi. Bu görüntü beni felç etmiş gibiydi, kürek elimde dönerek yüzünün ortasını ıskaladı, yalnızca alnının üstünde derin bir yara açtı. Kürek elimden kutunun üstüne düştü ve tekrar elime aldığımda küreğin ucu kapağın kenarına takılarak yine düştü ve korkunç şeyi gözlerimden sakladı. Gördüğüm son şey kanlı, şişmiş bir yüz ve kendi başına cehennemin en dibini tutabilecek kötülük dolu, sabit bir sırıtıştı.
Bundan sonra ne yapmam gerektiğini düşündüm durdum, ama beynim ateşler içinde kalmış gibiydi ve içimde durmadan büyüyen umutsuzluk verici bir hisle bekledim. Beklerken uzaktan neşeli seslerle söylenen Çingene şarkılarının geldiğini duydum. Şarkılarının arasından, ağır tekerleklerin dönüşü ve kırbaç şaklamaları duyuluyordu; Kont'un bahsettiği Szgany'ler ve Slovaklar geliyordu. Çevreme ve iğrenç bedenin bulunduğu kutuya son bir kez bakarak oradan kaçtım ve kapı açılır açılmaz dışarı fırlamaya karar vererek Kont'un odasına gittim. Seslere kulak verdim
-120-
ve aşağıda, büyük kilidin içinde dönen bir anahtarın gıcırtısını ve büyük kapının açılma sesini duydum. Başka bir giriş yolu olmalıydı ya da birisinde kilitli kapılardan birinin anahtarı vardı. Sonra, koridordan patır patır ilerleyen ve ardından azalan ayak sesleri geldi; bunlar çın çın yankılanıyorlardı. Yine yeraltı mezarlarına koşmaya karar verdim; orada yeni girişi bulabilirdim; ama tam o sırada sert bir esinti oldu ve dönen merdivenlere açılan kapı, üst eşikteki tozlan kaldırarak sertçe kapandı. Kapıyı açmaya koştuğumda umutsuzca sıkışmış olduğunu gördüm. Yine tutsak kalmıştım ve kader ağlannı gittikçe daha sıkı örmeye başlamıştı.
Ben bunları yazarken aşağıdaki koridordan bir sürü ayak sesi ve yere konan ağır şeylerin gümbürtüsü geliyor; kuşkusuz içlerinde toprak taşınan kutular... Çekiç sesleri geliyor, kutulann kapaklan çivileniyor. Şimdi koridor boyunca yankılanan ağır ayak seslerini duyabiliyorum, arkalarından da bir sürü başka ayak sesi geliyor.
Kapı kapandı ve zincirler şıngırdadı; kilitte anahtarın döndüğünü; anahtann kilitten çıkarıldığını duyabiliyorum; sonra başka bir kapı açılıyor ve kapanıyor; kilidin ve sürgünün gıcırtısını duyuyorum.
İşte! Avluda ve taşlı yolda ağır tekerleklerin dönüşü, kırbaç şaklamalan ve uzaklaşan Szgany'lerin korosu.
Şu korkunç kadınlarla şatoda yalnızım. Off! Mina da bir kadın ve tek bir ortak noktalan yok. Onlar cehennem zebanileri! -121-
Onlarla yalnız kalmayacağım; şatonun duvarından, şu ana kadar denediğimden daha aşağı inmeye çalışacağım. Daha sonra ihtiyacım olabilir diye yanıma biraz altın da alacağım. Bu dehşet verici yerden kaçmanın bir yolunu bulabilirim.
Sonra doğruca eve! En yakındaki, en hızlı trene! Bu lanetli yerden uzağa, şeytan ve çocuklarının hâlâ insan kılığında dolaşabildiği bu lanetli topraklardan uzağa!
En azından, Tanrı bu canavarlardan daha merhametlidir; uçurum dik ve yüksek. Dibinde bir insan uyuyabilir -bir insan olarak. Herkese elveda! Elveda Mina!
Dostları ilə paylaş: |