Danıel Defoe Robınson Crusoe



Yüklə 1,09 Mb.
səhifə2/26
tarix26.08.2018
ölçüsü1,09 Mb.
#75006
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   26

Öykü alçakgönüllülükje, ciddiyetle ve bilge adamların daima başvurduğu dinsel bir yorumla; bu örnekten başkalarının da ders almasını sağlamak, yaşadığımız bütün her şeyde Tann'nın bilgeliğinin izi bulunduğu gerçeğini doğrulayıp yüceltmek ve olayların akışına engel olunmaması gerektiğini göstermek amacıyla anlatılmıştır.

Yayıncı bu öykünün gerçek olayları anlattığına inanmaktadır; bu öyküde uydurma gibi görünecek hiçbir şey yoktur. Uydurma olduğu düşünülse bile -bu türden sözler dolanıyor çünkü etrafta- bu, öykünün okuyucuyu eğlendirmesi kadar eğitmesi bakımından da hiçbir şeyi değiştirmeyecektir; yayıncı aynca bu öykünün yayımlanmasıyla büyük bir hizmet gerçekleştirdiğini ve dünyaya çok büyük bir faydası dokunduğunu düşünmektedir.

Daniel Defoe

-23-


1632 yılında, York şehrinde iyi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim, ama ailem o bölgeden değildi. Babam Bremenli* bir yabancıydı ve ilk önce Hull'a yerleşmişti. Ticaretten iyi mal mülk edinmiş ve mesleğini bıraktıktan sonra da York'ta yaşamaya başlamıştı. O bölgede saygın bir aile olarak tanınan Robinson ailesinden annemle evlenmiş, bana da bu yüzden Robinson Kreutznaer" adını vermişlerdi. Ama İngiltere'de yabancı sözcükler genelde değiştirilerek kullanıldığı için artık bize Crusoe deniliyor; hatta biz de kendi adımızı öyle söyleyip öyle yazıyoruz ve arkadaşlarım da beni öyle çağırıyor.

İki ağabeyim vardı; biri, Flanders'te, daha önce ünlü Albay Lockhart*** komutasındaki

Saksonya'da, Weser nehrinin ağzında bir kent.

* İsim Almanca Kreuz (çarmıh - dargın) kelimesinden türetilmiş ya da kreuzen (darılmak) fiiliyle ilgili gibi görünüyor ve nâher (daha yakın) ya da Narr (aptal) kelimelerinden birinin değiştirilmiş hali eklenmiş.

*• Sir William Lockhart'ın (1621-76) Dunkirk yakınlarındaki Dunes zaferinin kazanılmasında büyük bir payı vardı. Cesur ve merhametsiz anlamına gelen Ironsides adı verilen altı bin kişilik ordusu Marshall Turenne'nin Fransız birliklerine yardım ederken York Dükü (daha sonraki II. James) komutası altındaki İngiliz kral taraftarları İspanyollara yardım etmişti. Fransız-İspanyol çatışmasının sonunda Dunkirk ve İspanyollara ait olan Flanders, Fransızlara geçti. Kendilerine verdiği destek karşılığında, Dunkirk'i Cromwell'e bıraktılar ama II. Charles bu bölgeyi XTV. Louis'ye satmıştır. Crusoe'nun 1650'de gönderme yaptığı savaş aslında bundan sekiz yıl sonra olmuştur.

-25-


İngiliz piyade alayında yarbaydı ve İspanyol-larla yapılan Dunkirk savaşında öldü. İkinci ağabeyime ne olduğu konusundaki bilgim, hiçbir zaman annemle babamın sonradan benim başıma gelenler hakkında sahip olduğu bilgiyi geçmedi.

Ben, ailenin üçüncü oğluydum ve herhangi bir meslek edinemediğim için kafam çok erken yaşta ipe sapa gelmez düşüncelerle dolup taşmaya başlamıştı. Çok yaşlı bir adam olan babam, evde verilen eğitimin ve bölgedeki parasız okulun sağlayabileceği derecede yeterli bir öğrenim görmemi sağlamış ve hukukçu olmamı tasarlamıştı. Ama ben denize açılmaktan başka bir şey istemiyordum; ve bu isteğim beni babamın isteklerine, daha doğrusu emirlerine; annemin ve diğer arkadaşlarımın yalvarıp yakarmalarına ve öğütlerine o kadar kuvvetli bir şekilde karşı durmaya itiyordu ki, ileride başıma gelecek dertlere düpedüz vesile olan bu isteğimde kaderimle ilgili kaçınılmaz bir şeyler vardı sanki.

Bilge ve saygıdeğer bir adam olan babam, bu tasarımı sezdiğinde, bana ciddi ve parlak önerilerde bulundu. Bir sabah beni, damla hastalığı yüzünden hiç çıkamadığı odasına çağırıp bu konuda dostça öğütler verdi. Bana, kolaylıkla iş hayatına atılıp biraz özen ve gayretle servetime servet katabileceğim, rahat ve keyifli bir hayat sürebileceğim baba-evimi ve memleketimi terk etmek için sırf gezme özleminden başka ne gibi sebeplerim olduğunu sordu. Bana bunun, ya hiçbir umudu olmayan talihsiz insanların ya da girişimciliğiyle

-26-


yükselmek ve sıradışı işlerle ünlü olmak için yabancı ülkelere gidip maceralara atılan hırslı, zengin insanların işi olduğunu; böyle şeylerin bana ya çok uzak olduğunu ya da benim için hafif kaldığını; benim, alt tabaka hayatın en üst mertebesi de sayılabilecek olan orta tabakada yer aldığımı; ve kendisinin uzun yıllara dayanan deneyimlerine göre bunun, insanın mutlu bir hayat sürmesine en çok uyan; bir yandan, insanlığın çalışmak zorunda olan üyelerinin çektiği sefalete ve güçlüklere, yorgunluk ve acılara maruz kalmayan ve diğer yandan, üst tabaka hayatta görülen kibir, gereksiz lüksler, hırs ve kıskançlıklardan uzak, dünyadaki en iyi mevki olduğunu söyledi. Bana bunun ne kadar güzel bir hayat olduğunu bir tek şundan bile anlayabileceğimi belirtti; krallar bile büyük işler için doğmuş olmanın getirdiği dertler yüzünden sık sık yakınıyorlar ve iki aşın ucun ortasında, aşağılık ile yücelik arasında bir yerlerde yaşamış olmayı diliyorlardı; bilge adamlar da dua ederken ne yoksul düşmeyi ne de zengin olmayı dileyerek bu orta mevkinin gerçek mutluluğun ölçüsü olduğunu onaylıyorlardı.

Bana biraz düşünürsem, hayattaki felaketlerin üst ve alt tabakalar arasında paylaşıldığını, ama orta tabakadaki insanların çok az felaketle karşılaştığını, insanlığın alt ve üst tabakalarının yaşadığı kadar çok dalgalanmaya maruz kalmadıklarını daima göreceğimi söyledi. Dahası, orta tabakadakiler; bir tarafta düzensiz yaşam, gereksiz lüksler ve aşırılıklar yüzünden, diğer tarafta da çok

ma, yoksulluk ve kötü ya da yetersiz beslenme yüzünden hayat tarzlarının doğal bir sonucu olarak sıkıntılar çeken insanların duyduğu pek çok rahatsızlık ve sıkıntıyı ne bedenen ne de zihnen çekmezlerdi; yani orta tabaka hayatı her türlü erdemi ve zevki yaşamaya elverişliydi. Huzur ve bolluk orta tabaka hayatının hizmetindeydi; ılımlılık, ölçülülük, sadelik, sağlık, toplum bağlan, kabul edilebilir bütün eğlenceler ve arzu edilen bütün zevkler orta tabaka hayatına eşlik eden lütuflardı. Böyle bir yaşam süren insan, koluyla ya da kafasıyla fazla emek harcayıp yorulmadan, o günün ekmeğini kazanmak için köle gibi satılmadan ya da ruhundan huzuru, bedeninden rahatı alıp götüren karmakarışık durumlardan bezmeden sessizce ve kolaylıkla yaşayıp, bu dünyayı rahatça terk edebilir; kıskançlık duygusu ya da büyük şeylere duyulan gizli ve yakıcı bir ihtirasla öfkelenmeden, aksine rahat koşullarda ve acı çekmeden yaşamın bütün tatlarını alıp mutlu olduğunu hissederek, her geçen gün bunu daha da iyi anlayarak güzelce yaşayıp giderdi.

Sonra da bana açık açık ve en içten duygularla çocukluk etmememi, düşünmeden kendimi içinde bulunduğum hayat ve mevkide hiçbir zaman karşılaşmayacağım sıkıntılara atmamamı; ekmeğimi kazanmak gibi bir zorunluluğum olmadığını; çünkü bunu benim yerime onun yapacağını ve beni biraz önce önerdiği hayata dahil etmek için elinden geleni ardına koymayacağını; eğer bu dünyada çok rahat ve mutlu bir yaşam süremezsem

-28-

bunun ya kaderimde yazılı olduğunu ya da kendi hatalarım yüzünden olacağını ve bu yüzden buna diyecek bir şeyi olamayacağını çünkü zararıma olacak şeyler konusunda beni uyarma görevini yerine getirdiğini belirtti. Kısacası sözünü dinleyip evde kalır ve hayatımı orada sürdürürsem, benim için çok güzel şeyler yapacağını, dolayısıyla uzaklara gitmemi cesaretlendirmediği için başıma gelecek felaketlerden sorumlu olmayacağını söyledi. Ve konuşmasını bitirirken de bana ağabeyimi örnek almamı söyledi. Felemenk ülkelerindeki savaşlara gitmesini önlemek için ona da aynı ciddi uyarılarda bulunmuş ama bu öğütlerle onu orduya katılmaya sevk eden gençlik arzularının üstesinden gelememiş ve sonuçta ağabeyim orada ölmüştü. Ayrıca, benim için dua etmeyi hiçbir zaman bırakmayacağını söylemesine rağmen, yine de aptallık edip bu adımı atarsam Tann'nın bir daha asla beni korumayacağını ve ilerde etrafımda bana yardım eli uzatacak tek bir kişi bile bulamadığım zaman, bu öğütlerini nasıl da göz ardı ettiğimi düşünecek bol bol vaktim olacağını söylemeyi de ihmal etmedi.



Babam bunu bilmiyor olsa bile konuşmasının bu son kısmında doğru çıkacak kehanetler bulunduğunu hissettim ve özellikle de ölen ağabeyimden bahsederken yüzünde gözyaşlarının süzüldüğünü gördüm. Bir gün pişman olacağımı, bana yardım edecek kimse olmayacağını söylerken de o kadar duygulanmıştı ki yüreğinin daha fazla konuşamayacak kadar dolu olduğunu söyleyerek sustu.

-29-


Bu konuşmadan gerçekten etkilenmiştim -kim etkilenmezdi ki zaten- ve artık yabancı ülkelere gitmekten vazgeçip babamın arzusu doğrultusunda evde kalmaya karar vermiştim. Ama nerede! Bu karar birkaç gün içinde uçup gidiverdi; kısacası, babamın daha fazla ısrar etmesini önlemek için birkaç hafta içinde ondan mümkün olduğunca uzaklara kaçmaya karar verdim. Bununla birlikte, ilk karar verdiğim zamanki gibi aceleci davranmak yerine, annemin her zamankinden daha yumuşak olduğunu düşündüğüm bir zamanda onunla konuşup düşüncelerimin tamamıyla dünyayı görmekten yana olduğunu; bu tecrübeyi yaşama düşüncesi kafamdayken herhangi başka bir şeye odaklanamayacağımı; ve babamın beni, izni olmadan gitmek zorunda bırakmak yerine, bu izni vermesinin daha iyi olacağını; artık on sekiz yaşında olduğum için çırak olarak bir mesleğe atılmak, kâtip ya da avukat olmak için çok geç olduğunu; böyle bir işe başlasam bile daha işi öğrenemeden ustamdan kaçıp denize açılacağımdan emin olduğumu; tek bir seyahate çıkmama izin vermesi için babamla konuşursa, bu seyahatten eve döndüğümde, hoşuma gitmediyse bir daha asla gitmeyeceğimi, kaybettiğim zamanı telafi etmek için iki kat gayretle çalışacağıma söz verdiğimi söyledim.

Bu sözlerim annemi fazlasıyla heyecanlandırdı. Bana, böyle bir konuda babamla konuşmanın hiçbir faydası olmayacağını; babamın benim yararıma olacak şeyleri çok iyi bil-

-30-

diğinden, bana yarardan çok zarar getirecek bir şeye izin vermeyeceğini söyleyip babamla yaptığım o konuşma ve babamın bana söylediğini bildiği nazik ve sevgi dolu onca sözden sonra nasıl olup da böyle bir şeyi düşünebildiğimi sordu. Kısacası, bile bile kendimi yıkıma sürükleyecek olursam, kimsenin bana yardım edemeyeceğini; bunun için asla onların iznini alamayacağımdan emin olmamı; kendi adına, hayatımın mahvoluşunda katkısının bulunmasını istemediğim ve babam karşı çıkıyorken kendisinin kabul etmesini asla beklememem gerektiğini söyledi.



Annem bu konuyu babama açmayı reddetmişti ama yine de daha sonra onun, aramızda geçen bütün konuşmaları babama ilettiğini duydum, babam da bunun üzerine büyük bir üzüntüyle iç çekerek, "Bu çocuk evde kalırsa mutlu olabilir, ama kalkıp da giderse bugüne kadar dünyaya gelmiş en sefil yaratık olacaktır. Buna asla izin veremem," dedi.

Bunun üzerinden daha bir yıl bile geçmemişti ki ipimi koparıp kaçtım. Geçen bu süre içerisinde bir işe girmem konusundaki bütün önerileri inatla duymazlıktan gelmeye devam etmiş ve yapmak istediğim şeyi bildikleri halde bu kadar kesin bir kararlılıkla karşı koydukları için sık sık annem ve babamla tartışmıştım. Ama bir gün öylesine Hull'a gittim. O sıralar kaçmayı falan düşünmüyordum; ancak oradayken, arkadaşlarımdan biri babasının gemisiyle Londra'ya gideceğini; gemicilerin kullandığı o cezbedici ağızla, yolculuk etmenin bana hiçbir zararı dokunmayacağını

-31-

söyleyerek beni de onlarla birlikte gitmeye teşvik ettiğinde ne anneme, ne babama danıştım, ne de onlara bir haber yolladım; tam tersine nereden duyarlarsa duysunlar diyerek, ne Tann'nın ne de babamın kutsamasını almadan, içinde bulunduğum şartlan veya bu yolculuğun getireceği sonuçlan hiç düşünmeden 1651 yılında Eylül ayının ilk günü, Tann bilir hangi uğursuz saatte, Londra'ya giden bir gemiye bindim. Sanınm, hiçbir genç serüvencinin başına gelen talihsizlikler benimki kadar erken başlamamış ya da benimkinden uzun sürmemiştir. Gemi daha Humber'dan çıkar çıkmaz rüzgâr var gücüyle esmeye, dalgalar korkutucu bir şekilde kabarmaya başladı; daha önce hiç gemiye binmediğim için hem bedensel olarak çok kötü bir rahatsızlık duymuştum, hem de zihnim korkuyla dolmuştu. Ciddi ciddi ne yaptığımı, babamın evini ve görevlerimi bırakıp gitmek gibi kötü bir harekette bulunduğum için Tann'nın gazabına uğradığımı düşünmeye başladım. Ailemin bütün o güzel öğütleri, babamın gözyaşlan ve annemin yalvarıp yakarmalan daha dünmüş gibi aklıma geliyor; öğütleri küçümsediğim, Tann'ya ve babama karşı görevlerimi yerine getirmediğim için, o sıra şimdiki kadar katılaşmamış olan vicdanım suçluluk duygusu içinde kıvranıyordu.



Bütün bu süre içinde fırtına hızlanmıştı; daha önce hiç yolculuk yapmadığım deniz de daha sonralan pek çok kez göreceğim ve hatta birkaç gün sonra tanık olacağım kadar olmasa bile gittikçe kabarmıştı. Ama bu bile, o

-32-


zamana kadar böyle bir şeyle karşılaşmamış olan benim gibi genç bir denizciyi etkilemeye yetiyordu. Her dalganın bizi yutmasını bekliyor ve geminin her alçalışında iki dalga arasındaki çukurlardan veya deniz yanklann-dan bir daha asla çıkamayacağımızı düşünüyordum; ve bu kafa kanşıklığı içerisinde birçok yeminler edip kararlar alıyordum: Tann bu yolculuktan sağ çıkmama izin verirse ve ayağımı tekrar karaya basabilirsem doğruca eve, babama gidecek ve yaşadığım sürece bir daha asla bir gemiye ayak basmayacak, babamın öğütlerini dinleyip bir daha asla kendimi böyle sıkıntılara sokmayacaktım. Şimdi babamın orta tabaka hayat tarzıyla ilgili gözlemlerinin ne kadar da doğru olduğunu açıkça görüyor; onun bütün hayatı boyunca ne kadar kolay ve ne kadar rahat yaşadığını, ne denizlerde fırtınalarla ne de karada güçlüklerle boğuşmadığını düşünüyor ve yaptıklarına pişman olan gerçek bir hayırsız evlat* gibi eve, babamın yanına dönmeyi planlıyordum. Bu bilge ve aklı başında düşünceler fırtına süresince, hatta fırtına geçtikten sonra da bir süre devam etti; ama ertesi gün rüzgâr dindi, deniz yatıştı ve ben de buna biraz alışmaya başladım. Bununla birlikte, deniz tutmasının etkisi hâlâ üzerimde olduğu için bütün gün temkinli davrandım; ama akşama doğru hava açıldı, rüzgâr iyice dindi ve bunu da akşamın büyüleyici güzelliği takip etti; güneş kusursuz bir durulukla battı ve ertesi sabah da aynı durulukla doğdu; rüzgâr ya çok hafifti ya

Orj.: Repenting Prodigal, Luka 15:ııffden alıntı. -33-

da hiç esmiyordu, durgun deniz ve üzerinde parlayan güneş o zamana kadar gördüğüm en güzel manzaraydı.

O gece iyi uyudum, artık deniz tutmasından da eser kalmamıştı üzerimde, aksine çok neşeliydim; denize bakıyor, bir gün önce o kadar haşin ve korkunç olan denizin kısacık bir süre sonra bu kadar sakin ve tatlı olabilmesine hayret ediyordum. Ve sonra, sanki güzel kararlanmdan caymayayım diye, kaçmak için beni ayartan arkadaşım yanıma geldi; "Ne haber, Bob?" dedi omzuma dokunarak, "Olanlardan sonra nasılsın, bakalım? Dün geceki ufak esintide korkmuşsundur eminim." "Sen ona ufak esinti mi diyorsun?" dedim. "Korkunç bir fırtınaydı." "Fırtına mı, kendini kandırıyorsun sen," diye cevap verdi; "ona da fırtına dersen! Hiçbir şeydi o; iyi bir gemimiz bir de engin denizimiz olsun, gör bakalım, o türden fırtınaları umursuyor muyuz? Sen daha acemi bir tatlı su denizcisisin, Bob. Gel birer bardak punç içelim de her şeyi unutalım; baksana, hava şimdi ne güzel." Öykümün bu hüzünlü kısmını kısa tutmak gerekirse, bütün denizcilerin geçtiği yoldan biz de geçtik; punç* hazırlandı, beni içirip sarhoş ettiler, ben de o gecenin hınzırlığından ötürü bütün pişmanlıklarımı, geçmişteki davranışlarımla ilgili bütün düşüncelerimi ve gelecekle ilgili bütün kararlarımı bastırdım. Kısacası, fırtına dinip de denizin yüzeyi eski

* Punç: (Bileşimindeki beş madde nedeniyle Hindu dilinde beş anlamına gelen 'panç'tan.) Çay, şeker, tarçın, limon ve romun ya da kanyak gibi damıtılmış bir alkollü içkinin karıştınlmasıyla yapılan bir içki.

-34-


durgunluğuna ve sakinliğine kavuştuğunda çalkantılı düşüncelerim de sona erdi. Denizin bizi yutacağına dair korkularımı ve endişelerimi unuttum, eski özlemlerim geri döndü, endişe içinde ettiğim bütün yeminler ve verdiğim bütün sözler tamamıyla aklımdan çıktı. Gerçi ara sıra derin düşüncelere dalıp geri dönme fikrini ciddi ciddi gözden geçirmiyor değildim, ama bu düşünceleri sanki bir hastalıktan kaçınıyormuş gibi üzerimden silkip atıyordum. Kendimi içmeye ve arkadaşlara vererek kısa sürede bu nöbetlerin -böyle durumlara bu adı takmıştım da- geri dönmesini engelledim ve beş altı gün içerisinde, bu tür şeyleri kendine dert etmemeye karar veren her genç adamın isteyeceği gibi vicdanım üzerinde tam *bir zafer kazandım. Ama önümde vermem gereken bir sınav daha vardı; ve Tanrı böyle durumlarda genellikle yaptığı gibi, beni hiçbir mazeret öne süremeyecek bir durumda bırakmaya kararlıydı. O fırtınadan kurtulmuş olmayı Tann'nın beni bağışlaması olarak kabul etmediğim için, bundan sonra başımıza gelenler, aramızdaki en günahkâr ve en katı yürekli adamın bile gerçek tehlike ve kurtuluş olduğunu söyleyeceği bir durum olacaktı.

Denize açılmamızın altıncı gününde Yarmouth sularına vardık; rüzgâr tersten estiği ve hava da durgun olduğu için fırtınadan beri çok az bir yol katedebilmiştik. Rüzgâr ters yönden, yani güneybatıdan esmeye devam ettiği için orada demir atıp yedi sekiz gün beklemek zorunda kaldık, burası nehre girecek

-35-

li

gemilerin rüzgâr beklediği genel liman olduğu için bu süre içinde Newcastle'dan birçok gemi daha bizimle aynı yere geldi.



Bununla birlikte gelgit sırasında nehre girebilirdik, bu kadar uzun süre beklememize gerek kalmazdı, ama rüzgâr çok sertti ve ilk dört beş günü geçirdikten sonra çok şiddetli esmeye başlamıştı. Ancak bulunduğumuz sular bir liman kadar güvenliydi, demirlediğimiz yer iyi, zincirimiz çok sağlam, adamlarımız da kayıtsızdı; tehlikeye karşı en ufak bir kaygı taşımıyor, zamanlarını denizcilere özgü bir şekilde dinlenerek ve eğlenerek geçiriyor-lardı; ama sekizinci günün sabahı rüzgâr arttı, biz de gemi mümkün olduğunca hafiflesin diye el ele verip gabya çubuklarını indirdik ve her şeyi bir araya topladık. Öğle üzeri deniz iyice kabardı, gemimiz baş tarafa doğru yatmaya başladı, güverte birkaç kez deniz suyuyla dolup taştı ve bir iki kez de demirin yerinden çıktığını düşündük, bunun üzerine kaptanımız iki demir üzerinde kalalım diye ocaklık demirinin atılmasını emretti ve palamarlar sonuna kadar salındı.

Bu sefer gerçekten korkunç bir fırtına kopmuştu; şimdi denizcilerin bile yüzlerinde korku ve şaşkınlık görmeye başlamıştım. Kendisini gemiyi kurtarma işine vermiş olmakla birlikte kamarasına girip çıkarken yanımdan geçtiği sırada kaptanın birkaç kez kendi kendine, "Tanrım, bize acı, hepimiz boğulacağız, hepimiz yok olacağız," gibi sözler mırıldandığını duydum. Bu ilk kargaşa anında aptala dönmüş, kasaraaltındaki kama-

-36-

ramda kımıldamadan yatıyordum; o an ne gibi bir ruh hali içinde olduğumu anlatmak imkânsız. O kadar açık bir şekilde ayaklar altına aldığım ve etkisine karşı kendimi duy-gusuzlaştırdığım ilk pişmanlığımı zar zor aklıma getiriyor; o acı ölüm korkusunun geçtiğini ve ilk fırtına gibi bunu da atlatacağımızı düşünüyordum. Ama az önce söylediğim gibi kaptan yanımdan geçerken hepimizin yok olup gideceğini söylediğinde tam bir dehşete kapıldım; ayağa kalkıp kamaramdan dışarı baktım. Bu kadar kasvetli bir manzarayla daha önce hiç karşılaşmamıştım; denizdeki dalgalar dağ gibi yükseliyor, her üç dört dakikada bir üzerimize boşanıyordu. Şöyle bir göz gezdirdiğimde etrafımızda felaketten başka bir şey göremedim. Yakınlarımızda demirli duran, epey yüklü iki geminin direklerinin bordalarından kırılmış olduğunu gördük; adamlarımız bağırarak bir mil kadar ötemizde duran bir geminin de su alıp battığını söylüyorlardı. Demirleri yerinden çıkmış olan iki gemi sulara kapılmış, açık denizdeki türlü türlü tehlikelere doğru savruluyor ve bu gemilerin bir direği bile yerinde durmuyordu. Denizde çok fazla baş kıç yapmadıkları için hafif gemiler daha iyi dayanmışlardı ama bunlardan iki üç tanesi sürüklenip bize doğru geldiler ve yalnız açavele gönderli yelken-leriyle rüzgârın önünde savrulup uzaklaştılar.



Akşama doğru ikinci kaptanla lostromo, pruva direğini kesmelerine izin vermesi için kaptana yalvardılar; kaptan bunu yapmak-

-37-


tan yana değildi. Ama lostromo,* direğin kesilmesine izin vermezse geminin batacağını söyleyerek itiraz ettiğinde kaptan izin verdi. Pruva direğini kestiklerinde ana direk serbest kalıp gemiyi öyle bir sarstı ki onu da kesip güverteyi bomboş bırakmak zorunda kaldılar. Bütün bunlar olup biterken, benim gibi, çok kısa bir süre önce o kadar büyük bir korkuya kapılan acemi bir denizcinin nasıl bir durumda olduğunu herkes tahmin edebilir. Ama o sıra aklımdan geçen düşünceleri bunca zaman geçtikten sonra ifade etmem gerekirse, önceden verdiğim kararların doğru çıkması ve benim bunları bir kenara bırakıp ilk baştaki uğursuz kararıma geri dönmüş olmamdan dolayı duyduğum korku, burnumun ucundaki ölüme karşı duyduğum korkudan on kat daha fazlaydı; bunlara bir de fırtınadan duyduğum korkunun eklenmesi beni öyle bir hale getirmişti ki, durumumu kelimelerle ifade etmem olanaksız. Ama daha kötüsü de varmış; fırtına öyle bir şiddetle esmeye devam ediyordu ki, denizciler de daha önce bundan daha kötüsünü görmediklerini kabul ediyorlardı. İyi bir gemimiz vardı ama yükü fazlaydı ve denizin içinde sallanıp duruyordu. Denizciler ikide bir, 'gemi kaynıyor' diye bağınşıyor-lardı. Sorup öğrenene kadar bu kaynamak la-fıyla ne demeye çalıştıklarını bilmemek, benim için bir bakıma daha iyi olmuştu. Bununla birlikte, fırtına öyle şiddetlenmişti ki, pek nadir görülebilecek bir şeye şahit oldum; kaptan, lostromo ve diğer gemicilerin arasında

Ticaret gemilerinde tayfaların başı. -38-

daha aklı başında olanlar dualar ediyor, geminin her an denizin dibini boylamasını bekliyorlardı. Bütün bu çektiklerimizin üzerine, bir de gece yansı adamlardan biri gemide bir sorun var mı diye bakmak için aşağı indiğinde, 'gemi su alıyor' diye bağırmaya başlamasın mı? Bu sırada başka bir gemici de ambarda yüz yirmi santim yüksekliğinde su olduğunu söyledi. Sonra herkes tulumba başına çağrıldı. Bu söz üzerine kalbim sıkışıyormuş gibi oldu ve oturduğum yataktan düşerek kamaranın ortasına sırtüstü yığılıverdim. Ama adamlar beni ayılttılar ve daha önce elimden bir şey gelmemiş olsa da şimdi herkes gibi tulumbaya yardım edebileceğimi söylediler. Bunun üzerine ben de kendimi toplayıp tulumbanın başına giderek canla başla çalışmaya başladım. Biz bu işi yaparken kaptan, fırtınada tutunamayıp sürüklenerek denize açılmak zorunda kalan birkaç hafif kömür gemisi görmüş ve yanımıza gelerek, tehlikede olduğumuzu bildirmek için bir top atışı yapılmasını emretmiş. Ben kopan gürültünün ne olduğunu anlamadığımdan o kadar çok şaşırdım ki geminin parçalanmaya başladığını ya da ona benzer korkunç bir felaket olduğunu sandım. Kısacası, o büyük şaşkınlıkla düşüp bayılıver-dim. Herkes kendi canını kurtarmakla uğraştığından kimse beni ya da bana ne olduğunu umursamadı; dahası, tulumba başına başka bir adam geçti ve ölmüş olduğumu sanarak beni ayağıyla bir kenara itip orada öylece yatmama aldırmadı. Kendime geldiğimde epey uzun bir süre geçmişti.

-39-


Çalışmaya devam ediyorduk, ama ambardaki su sürekli yükseliyordu, geminin batacağı apaçık ortadaydı. Gerçi fırtına biraz yatışmaya başlamıştı ama biz limana girene kadar gemiyi ayakta tutmak mümkün olmadığı için kaptan toplan ateşleyerek yardım istemeye devam ediyordu. Tam önümüzden geçen hafif bir gemi bize yardım etmek için bir sandalını göndermeyi göze aldı. Sandal çok büyük bir tehlikeye atılarak bize yaklaştı, ama bizim sandala binebilmemiz ya da sandalın gemiye daha çok yanaşıp durması imkânsızdı. Sandaldaki adamlar var güçleriyle kürek çekiyor, bizim hayatımızı kurtarmak için kendi canlarını tehlikeye atıyorlardı. Bizimkiler geminin kıç tarafından, ucunda bir şamandıra bulunan bir halatı onlara atıp epey bir saldılar. Sandaldaki adamlar çok tehlikeli olmasına karşın epeyce uğraştıktan sonra halatı yakalamayı başardılar; biz de onları geminin kıç tarafının altına doğru çektik ve hepimiz sandala bindik. Biz sandala bindikten sonra, ne onlar için ne de bizim için gemilerine varmayı düşünmenin hiçbir anlamı kalmamıştı, bu yüzden gemiye ulaşmayı bir kenara bırakıp sandalı elimizden geldiğince karaya doğru çekme fikrini herkes kabul etti. Bizim kaptan onlara, eğer sandal karaya çarpıp parçalanırsa, kaptanlanyla görüşüp bunu telafi edeceğini söyledi. Böylece sandalımızda bazen kürek çekerek bazen de sürüklenerek kuzeye doğru gittik. Yönümüzü karaya çevirerek neredeyse Winterton Ness* sularına vardık.

Norfolk kıyısında bir yer.


Yüklə 1,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   26




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin