-229-
Daha önce de belirttiğim gibi, kayığımı kullanmak için bir bakıma sabırsızlanıyordum, ama yeni tehlikelere atılmaya da gönülsüzdüm; bu yüzden bazen oturup adanın çevresinden dolaştırarak kayığımı getirmenin yollarını düşünüyor, bazen de onsuz yaşama fikrini benimsiyordum. Ama dediğim gibi, son yolculuğumda kıyının nasıl uzandığını, akıntının durumunu görmek ve ne yapacağıma karar vermek için tırmandığım tepenin bulunduğu yere tekrar gitmek gibi garip, huzursuz edici bir düşünce vardı aklımda. İçimdeki bu istek gün geçtikçe artıyordu. En sonunda deniz kıyısını takip ederek oraya karadan gitmeye karar verdim. Böyle de yaptım; ama İngiltere'de benim gibi bir adamla karşılaşan biri ya korkar, ya da kahkahayı patlatırdı; ben bile ikide bir durup kendime bakıyor, böyle bir kılıkta ve elimdeki bu malzemelerle Yorkshire'da dolaştığımı düşündükçe gülmekten kendimi alamıyordum. Aşağıda kendimi nasıl tasvir ettiğime bakabilirsiniz.
Başımda keçi derisinden yapılma kocaman, oldukça yüksek, şekilsiz bir şapka vardı ve arkasından da, hem beni güneşten korumak, hem de yağmur sularının enseme girmesini engellemek için yaptığım kuyruk gibi bir parça sarkıyordu; bu iklimlerde, yağmurun elbiselerin içine sızıp teninize değmesinden daha zararlı bir şey yoktu.
Etekleri aşağı yukarı kalçalarımın yarısına kadar gelen keçi derisinden yapılma kısa bir ceketim ve yine aynı deriden diz boyu bir
-230-
pantolonum vardı. Yaşlı bir tekenin derisinden yapılan bu pantolonun tüyleri iki taraftan aşağı o kadar çok sarkıyordu ki, palyaçoların pantolonları gibi bacaklarımın yansına kadar iniyordu. Çorabımla ayakkabım yoktu; kendime, ne ad vereceğimi bilmediğim, potin gibi bacaklarımı saran, tozluk gibi yanlardan bağlanan bir şey yapmıştım; ama bunlar gördüğüm en kaba saba şeylerdi, aslında bütün giyeceklerim öyleydi ya!
Belimde; kurutulmuş keçi derisinden, toka yerine iki parça sırımla tutturduğum geniş bir kemer vardı. Kemerin iki yanına da kılıçla hançer yerine, küçük bir testereyle küçük bir balta takmıştım. Bunun kadar geniş olmayan ama yine aynı şekilde tutturulan başka bir kemeri de omzumdan geçirmiştim; sol kolumun altında kalan ucuna da yine ikisi de keçi derisinden yapılma iki kese asmıştım; bunların birinde barutum, diğerinde saçmam vardı. Sırtımda sepetimi, omzumda tüfeğimi, başımın üstünde de çarpık çurpuk, çirkin, keçi derisi şemsiyemi taşıyordum; ama bu şemsiye tüfeğimden sonra eşyalarımın içindeki en gerekli şeydi. Yüzüme gelince; rengi, ekvatorun on dokuz derece yakınında yaşayan ve kendine pek bakmayan bir adamdan beklenebileceği kadar da zenci melezine ben-zemişti. Bir keresinde sakalımı neredeyse bir karış uzatmıştım, ama makasım ve usturam olduğu için sonradan oldukça kısaltmış, yalnız üst dudağımın üzerindeki kıllara dokunmamış, Sale'de gördüğüm bazı Türklerin bıraktığı Müslüman bıyığı şekline sokmuştum;
-231-
I
Mağripliler Türkler gibi bıyık bırakmıyordu. Bu bıyıkların, uçlarını şapkama asabileceğim kadar uzun olduğunu söyleyemeyeceğim; ama İngiltere'de korkunç sayılacak uzunlukta ve biçimdeydiler.
Bütün bunları aklıma gelmişken anlatıver-dim; çünkü zaten etrafımda kılığıma dikkat edecek kimse olmadığı için bunların hiç önemi yoktu; dolayısıyla bu konuyu burada kesiyorum. İşte böyle bir kılıkla yeni yolculuğuma çıktım ve beş altı gün dışarıda kaldım. İlkin deniz kıyısından, doğruca, önceki gezimde kayalıklara tırmanmak için kayığımı demirlediğim yere gittim. Şimdi göz kulak olacağım bir kayık olmadığından, kestirme yoldan, daha önce çıktığım tepeye çıktım; kayığımla çevresini dolaşmak zorunda kaldığımı söylediğim, kıyı boyunca bir burun gibi uzanan kayalıklara bakıp da denizi o kadar durgun görünce şaşırdım; diğer yerlerdekinden farksızdı; ne bir dalga, ne bir kıpırtı, ne de akıntı vardı.
Bu duruma bir türlü aklım eriniyordu; gelgitin bir sonucu olup olmadığını anlamak için bir süre orada kalıp denizi incelemeye karar verdim. Kısa bir süre sonra da bunun nasıl olduğunu anladım; o zamanki akıntı, deniz batıdan alçalırken kıyıdaki büyük bir nehrin sularıyla karışınca meydana geliyor olmalıydı; rüzgârın batıdan ya da kuzeyden esişine göre de bu akıntı ya kıyıya yaklaşıyor ya da uzaklaşıyordu. Akşama kadar o civarlarda oyalandım ve akşam olunca yine tepeye çıktım; sonra denizin çekilmesiyle aynı akıntının tekrar oluştuğunu açıkça gördüm. Ama
-232-
bu sefer, daha uzaktan, kıyının yaklaşık yarım fersah ötesinden geçiyordu; oysa ben kayığımla denizdeyken, karanın yakınında olduğu için beni de, kanomu da kıyı boyunca sürüklemişti, ama başka bir zaman böyle bir şey olmayabilirdi.
Bunu görünce denizin yükselme ve alçalma zamanlarına dikkat ederek kayığımı adanın çevresinden kolayca geri getirebileceğime ikna oldum. Ama bunu uygulama fikrini düşündükçe geçirdiğim tehlikeleri hatırlayarak öyle bir korkuya kapılıyordum ki, bir daha böyle bir şeye cesaret edebileceğimi sanmıyordum. Daha yorucu olmakla birlikte, daha güvenli başka bir çözüm buldum: Kendime başka bir periegua ya da kano yapacaktım; böylece adanın iki yanında da birer sandalım olacaktı.
Şimdi adada iki çiftliğim -herhalde çiftlik diyebilirdim- olduğunu siz de biliyorsunuz. Birincisi, kayanın dibindeki, etrafına bir duvar ördüğüm, arkasında bir mağara bulunan küçük korunağım ya da çadınmdı; bu zamana kadar mağaramı genişleterek iç içe birkaç bölme yapmıştım. Bunlardan en kuru ve en büyük olanını -duvarımın dışına açılan, yani duvarımın kayayla birleştiği yerin ilerisinde bir kapısı olan- daha önce sözünü ettiğim büyük toprak kaplar ve her biri beş altı kile alan on dört on beş büyük sepetle doldurmuştum. Bu kaplara ve sepetlere erzağımı, özellikle de sapı koparılmış başaklarla birlikte elimle ovalayıp ayıkladığım tahıllarımı koyuyordum.
Duvarıma gelince, önceden de söylediğim
-233-
gibi uzun kazıklardan yapılmıştı ve sürgün verip ağaç olan bütün bu kazıklar şimdi öyle büyümüşler, etrafı öyle bir sarmışlardı ki, arkalarında bir barınak olduğunu kimse anlayamazdı.
Bu evimin yakınlarında, ama adanın biraz daha içlerinde yer alan bir düzlük üzerinde, zamanı gelince sürüp ektiğim, mevsimi gelince de düzenli olarak ürün veren iki parça tarlam vardı ve daha fazla ürüne ihtiyaç duyduğum zaman bu tarlalara eklemeye elverişli bir toprak parçası daha bulunuyordu.
Bunun yanı sıra, bir de kır evim vardı ve orada da orta halli bir çiftliğim olmuştu artık. Önceleri çardak adını verdiğim ve düzenli olarak onardığım küçük yerim vardı; onarmak derken şunu demek istiyorum; çardağımın çevresindeki çiti her zaman aynı yükseklikte tutuyor, merdiveni hep içeride bırakıyordum. İlk başta, sadece birer kazık olan, ama sonradan büyüyüp kuvvetlenen ağaçlarımı, sık ve yabanıl bir şekilde büyüyüp daha hoş bir gölgelik oluştursunlar diye her zaman buduyor-dum; tam istediğim gibi oluyorlardı. Bu çitin ortasında da her zaman çadırım duruyordu; direkler üzerine gerilmiş bir yelken parçası olan çadırım hiçbir zaman tamir ya da yenilenme gerektirmiyordu; bunun altına, vurduğum hayvanların derilerinden ve başka yumuşak şeylerden yaptığım bir döşek sermiş, üzerine bizim gemicilerin yatak takımlarından aldığım battaniyelerden birini yaymış, kendi üstümü örtmek için de kocaman bir palto bırakmıştım. Ne zaman büyük kona-
-234-
ğımdan ayrılmaya fırsatım olsa işte buraya, kır evime geliyordum.
Bunun bitişiğinde keçilerimin çiftliği vardı. Bu yerin çevresini çitle çevirmek için akla hayale sığmaz emekler vermiştim; ama yine de keçiler kaçabilir diye huzursuz olduğumdan yeniden sonsuz çabayla, çitin dışına da küçük kazıklar çakıp iyice kapatana kadar çalışmayı bırakmamıştım. Bu kazıklar birbirine o kadar yakındı ki, yaptığım şey, bir çitten çok, tahta perde gibi bir şey olmuştu, aralarında bir el geçecek kadar bile yer yoktu. Bu kazıklar, ertesi yağmur mevsiminde yeşe-rince bir duvar gibi sağlam, aslında duvardan bile sağlam bir çit çıktı ortaya.
Bütün bunlar boş boş oturmadığımı, rahat yaşamamı sağlayacak her şeyi hayata geçirmek için hiçbir şeyden kaçınmadığımı doğrulayacaktır; çünkü evcil bir sürünün, isterse kırk yıl olsun, burada yaşadığım sürece bana taze et, süt, yağ ve peynir kaynağı olacağını düşünüyordum. Bunları elimin altında bulundurmanın tek yolu çitimi, keçileri bir arada tutabileceğim derecede sağlamlaştırmaktan geçiyordu. Bu yöntem gerçekten de işe yaradı, öyle ki, küçük kazıklarım yeşermeye başladığında çok sık dikmiş olduğum için içlerinden bazılarını söküp atmak zorunda bile kaldım.
Bütün yiyeceklerim arasında en iyi, en lezzetli şey olduğu için özenle saklamayı asla ihmal etmediğim kışlık kuru üzümlerin başlıca kaynağı da burasıydı. Aslında kuru üzüm sadece güzel değil, aynı zamanda son derece
-235-
yararlı, sağlıklı, besleyici ve güç verici bir yemişti.
Burası ayrıca diğer evimle, kayığımı bıraktığım yer arasındaki yolun ortasında kaldığı için oraya gideceğim zaman genellikle burada kalıyordum; çünkü sık sık kayığımı görmeye gidiyor ve hem kayığımın parçalarını hem de çevresindeki her şeyi çok düzenli tutuyordum. Zaman zaman eğlenmek için kayığımla gezmeye de çıkıyordum; ama akıntılar ve rüzgârla açığa sürüklenmekten o kadar gözüm korkmuştu ki, artık tehlikeli yolculuklara çıkmıyor, kıyıdan da ancak bir ya da iki taş atımı uzağa açılıyordum. Ama artık hayatımdaki yeni dönemi anlatacağım.
Bir gün, öğle sularında sandalıma doğru giderken kumun üzerinde açık ve net bir şekilde görülen çıplak bir insan ayağının iziyle karşılaşınca büyük bir şaşkınlığa kapıldım. Yıldırım çarpmış ya da bir hayalet görmüş gibi, olduğum yerde donakaldım. Kulak kabartıp etrafı dinledim ve çevreme bakındım; ama ne bir şey görebildim, ne de duyabildim. Daha uzaklara bakabilmek için bir tümseğe çıktım. Kıyıyı boydan boya yürüdüm, ama başka hiçbir iz yoktu; o tek ayak izinden başka hiçbir şey göremedim. Başka var mı diye bakmak ve bir de hayal görüp görmediğimden emin olmak için o tek izin yanına döndüm; ama hayal olmasına imkân yoktu, bu tam bir ayak iziydi; parmaklan, topuğu, her şeyiyle bir insan ayağı. Oraya nasıl geldiğini ne biliyor, ne düşünebiliyordum. Kafası karmakarışık olmuş, kendini kaybetmiş bir
-236-
adam gibi darmadağın düşüncelerle, deyim yerindeyse bastığım yeri bilmeden, büyük bir korkuyla her iki üç adımda bir dönüp arkama baka baka, her çalıyı, ağacı ve kütüğü bir insan sanarak eve geldim; yolda giderken korkudan, gördüğüm kaç nesneyi başka başka şeylere benzettiğimi, ne kadar çok çılgınca kuruntuya kapıldığımı ve aklıma ne acayip, olağandışı şeyler geldiğini anlatmam mümkün değil.
Şatoma varınca -sanırım, bu adı evime o olaydan sonra vermiştim- arkamdan kovalı-yorlarmış gibi kendimi içeri attım. Önceden düşündüğüm gibi merdivenden mi, yoksa kapı adını verdiğim kayadaki delikten mi girdim, bir türlü hatırlayamıyordum; ertesi sabah da hatırlanamadım; çünkü hiçbir tavşan ya da tilki yeraltındaki kovuğuna kaçarken benim bu sığınağıma girerken kapıldığım kadar büyük bir korkuya kapılmamıştır.
O gece hiç uyuyamadım. Korkuma yol açan olayın üstünden zaman geçtikçe endişelerim daha da artıyordu; oysa bu, böyle olayların doğasına, özellikle de korkuya kapılan yaratıkların alışılmış davranışlarına aykırı bir şeydi. Ama kendi kuruntularım yüzünden içim öyle bir kararmıştı ki, şimdi olayın üzerinden epeyce zaman geçmiş olsa bile kötü şeylerden başka bir şey düşünemiyordum. Ara sıra bunun şeytanın ayak izi olması gerektiğini kuruyordum, mantığım da bu düşüncemi destekliyordu; insan şeklinde başka herhangi bir varlık oraya nasıl gelebilirdi ki? Onlan adaya getiren gemi neredeydi? Öbür
-237-
ayak izleri neredeydi? Bir insan nasıl olup da oraya gidebilirdi? Ama şeytanın ortada hiçbir sebep yokken sadece öyle bir yere ayak izini bırakmak için insan kılığına girdiğini düşünmek anlamsızdı, öyle olsa bile benim bu izi göreceğimden emin olamazdı; bu tam bir bilmeceydi. Şeytanın beni korkutmak için tek bir ayak izinden başka bir sürü yol bulabileceğini; adanın ta öbür ucunda yaşadığım için on binde bir olasılıkla görebileceğim bir yere, hem de kumun üstüne, bir dalga veya kuvvetli bir rüzgârla tamamen silinecek bir iz bırakacak kadar saf olmadığını düşündüm. Bütün bunlar hem olayın kendisine, hem de şeytanın kurnazlığıyla ilgili inanışlarımıza aykırı görünüyordu.
Bunun gibi bir sürü düşünce, bunun şeytanın işi olduğuna dair kuruntuları kafamdan atmamı sağladı. Bunun ardından da hemen, o zaman o izin daha tehlikeli başka bir yaratığa, örneğin karşıda gördüğüm kara parçasından gelen bazı vahşilere ait olması gerektiği sonucuna vardım; kanolanyla denizde dolaşırken akıntıyla ya da ters esen bir rüzgârla sürüklenerek adaya çıkmış, ama nasıl ben onları görmek istemiyorsam, belki onlar da bu ıssız adada kalmayı istemeyip çekip gitmiş olmalıydılar.
Bu düşünceler aklımda dolaşırken o sırada oralarda olmadığıma ya da sandalımı görmediklerine sevinerek şükrediyordum; sandalımı görselerdi, adada yaşayan birilerinin olduğunu anlar ve belki de adanın içlerine doğru girerek beni ararlardı. Sonra sandalımı
-238-
bulup burada insanlar olduğunu anlamış olabilecekleri aklıma gelince korkudan kıvranmaya başladım; eğer öyleyse, mutlaka kalabalık bir grup halinde tekrar gelerek beni öldürüp yerlerdi; beni bulamasalar bile barınağımı bulur, bütün tahılımı ziyan edip keçilerimin hepsini alıp götürürler, ben de sonunda başka bir şeyden değil de açlıktan ölürdüm.
Böylece, duyduğum korku bütün dini umutlarımı da alıp götürdü. Tann'ya duyduğum, O'nun iyiliği sayesinde edindiğim o olağanüstü tecrübelere dayanan güven; şimdiye kadar mucizelerle beni besleyen Tanrı, sanki kendi bağışladığı yiyeceği koruyamayacakmış gibi bir anda silinip gitti. Sanki ektiğim ürünü almamı engelleyecek bir kaza çıkmasına imkân yokmuş gibi ertesi mevsime yetecek kadar tohum ekmediğim için kendi kendime, tedbirsizliğime kızıyordum. Bundan ders alarak bir dahaki sefere iki üç yılın ürününü önceden hazırlamaya karar verdim; böylece ne olursa olsun, hiç olmazsa ekmeksizlikten ölmezdim.
İnsan hayatı kaderin ne garip bir cilvesi-dir! Şartlar değişince insanın içinden ne de gizli, değişik değişik duygular çıkıyor! Bugün sevdiğimizden ertesi gün nefret ediyor, bugün aradığımızdan ertesi gün kaçıyor, bugün arzuladığımızdan ertesi gün korkuyoruz; korkmak ne kelime, düşüncesi bile bizi titretiyor. İşte ben şimdi, bunun akla gelebilecek en canlı örneği olmuştum; çünkü tek üzüntüm toplumdan uzak, yapayalnız, uçsuz bucaksız bir okyanusla çevrili, insanlıktan koparılmış,
-239-
sessiz bir hayata mahkûm edilmiş olmak; Tann'nın, yarattığı canlı cansız tüm diğer varlıkların arasına sokmaya layık bulmadığı biri olmaktı. Kendi türümden birini görmenin, ölümden uyanıp tekrar hayata başlamak gibi bir şey, Tann'nın, yüce kurtuluştan sonra bağışlayabileceği en büyük kutsama olacağını sanıyordum. Ama şimdi bir insan göreceğim korkusuyla tir tir titriyordum ve adaya ayak basacak bir insanın sessiz gölgesini ya da kendisini göreceğime yerin dibine gizlenmeye hazırdım!
İşte insan hayatı böyle değişkendir; ilk şaşkınlığımı biraz atlattıktan sonra bu durum beni birçok ilginç düşünceye yöneltti. Tann'nın sonsuz bilgeliği ve iradesinin bana uygun gördüğü hayatın bu olduğunu; tanrısal aklın bütün bunlarla neyi amaçladığını anlayamayacağımı; dolayısıyla O'nun egemenliğini sorgulamaya hakkım olmadığını; O'nun yarattıklarından olduğum için beni uygun gördüğü biçimde yaşatma hakkına sahip olduğunun şüphe götürmediğini; O'nu gücendiren bir kulu olduğum için de aynı şekilde bana uygun gördüğü cezayı verme hakkının bulunduğunu; O'na karşı günah işlediğim için bana düşenin, öfkesine boyun eğmek olduğunu düşündüm.
Sonra Tann'nın yalnız haklı olmakla kalmadığını, her şeyi yapmaya gücünün yeteceğini, bana ceza verip acı çekmemi uygun gördüğü gibi kurtulmamı da sağlayabileceğini; beni kurtarmayı uygun görmüyorsa, o zaman bana düşenin, kendimi sorgusuz sualsiz, bü-
-240-
t
tünüyle ve mutlaka O'nun iradesine teslim etmek olduğunu; diğer taraftan da Tann'dan umudumu kesmemem gerektiğini, benim görevimin O'na dua etmek, her gün O'ndan gelebilecek her şeye, bütün buyruklarına boyun eğmek olduğunu düşündüm.
Bu düşünceler beni saatlerce, günlerce, hatta diyebilirim ki, haftalar ve aylarca meşgul etti. Bu düşüncelerin garip bir sonucunu anlatmadan geçemeyeceğim. Bir sabah erken saatlerde, yatağımda yatmış, vahşilerin ortaya çıkmasıyla karşılaşacağım tehlikeleri düşünüp dururken bu olayın beni çok sarstığını fark ettim; o sırada Kutsal Kitap'taki şu sözler geldi aklıma: "Sıkıntılı günlerinde Bana sığın, Ben seni kurtannm, sen de Bana şükredersin."*
Bunun üzerine sevinçle yataktan çıktım. Yalnız yüreğim rahatlamamış, kurtuluşum için Tann'ya içtenlikle dua etme cesaretini de bulmuştum. Duamı bitirdikten sonra İncil'i aldım ve okumak üzere açtığımda karşıma çıkan ilk sözler şunlardı: 'Tann'ya kulluk et ve sevincini kaybetme, Tann senin yüreğini güçlendirecektir; derim ki, Tann'ya kulluk et."** Bu sözlerin bana verdiği huzuru ifade etmek olanaksız. Ben de buna karşılık olarak, minnettar bir şekilde kitabı bıraktım ve bir daha hiç üzülmedim, hiç olmazsa bu konuda.
Bu düşüncelerin, kuruntulann, endişelerin arasında bir gün, bütün bunlann kendi uydurduğum bir hayal olabileceğini düşün-
* Zebur, 50:15'ten alıntı. *• Zebur, 27:14'ten alıntı.
-241-
düm; o ayak izi, sandaldan karaya çıkarken bıraktığım kendi ayak izim bile olabilirdi. Bu düşünce keyfimi biraz daha yerine getirdi ve kendi kendime bütün bunların bir kuruntu olduğunu, o izin kendi ayak izimden başka bir şey olamayacağını söylemeye başladım. Sandala o yoldan gidiyordum, yine o yoldan dönmüş olamaz mıydım? Sonra, sandaldan gelirken nereye basıp nereye basmadığımı kesin olarak hiçbir şekilde bilemezdim; bu iz en sonunda kendi ayak izim çıkarsa, insanları korkutmak için türlü hortlak, hayalet hikâyeleri uydurup da sonra kendileri herkesten daha çok korkan budalalar gibi davranmış olacaktım.
Şimdi cesaretlenmeye, tekrar dışarısını gözetlemeye başlamıştım. Üç gün üç gecedir şatomdan dışarı adım atmadığım için yiyeceğim iyice azalmıştı; evde biraz arpa ekmeğiyle sudan başka bir şey ya var ya yoktu. Sonra keçilerimi sağmam gerektiğini biliyordum; bu benim akşam isimdi. Zavallı hayvanlar sa-ğılmadıklan için çok acı çekmiş, rahatsız olmuş olmalıydılar. Gerçekten de kimisi hastalanmış, kimisinin de sütü çekilmişti.
Böylece, gördüğüm izin kendi ayak izimden başka bir şey olamayacağı inancıyla kendimi yüreklendirerek, artık neredeyse kendi gölgemden korkacağımı düşünerek tekrar dışarı çıktım ve sürümü sağmak için kır evime gittim. Ama ne biçim bir korku içinde ilerlediğimi, sık sık dönüp arkama baktığımı, her an sepetimi bırakıp canımı kurtarmak için kaçmaya hazır olduğumu gören biri, ya kötü bir
-242-
I
suç işlediğimi, ya da az önce beni çok korkutacak bir olay yaşadığımı sanırdı; gerçekten de öyleydi ya.
Bununla birlikte, iki üç gün böyle gidip geldikten sonra hiçbir şey göremeyince, biraz daha cesaretlenmeye ve bütün her şeyin benim kendi kuruntumdan başka bir şey olmadığını düşünmeye başladım. Ama tekrar kıyıya gidip o izi görmeden, kendi ayağımla ölçüp uyup uymadığına bakmadan, ayak izinin bana ait olduğundan tam olarak emin olamıyor-dum. İzin bulunduğu yere vardığımda birincisi, sandalı bıraktığımda kıyının o civarına adımımı bile atmış olamayacağımı açıkça gördüm; ikincisi, ayağımla izi ölçtüğümde iz ayağımdan epey büyük çıktı. Bu ikisi kafamı yine endişelerle doldurdu ve son derece canımı sıktı; öyle ki, sıtmaya yakalanmışım gibi titremeye başladım. Kıyıya bir ya da daha çok insanın geldiğine iyice inanarak eve döndüm. Kısacası, adaya insanlar gelmişti ve ben daha ne olduğunu anlamadan karşıma çıkabilirlerdi; ben ise güvenliğimi sağlamak için ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
İnsan korkuya kapıldığında ne gülünç kararlar veriyor! Korku, insanı kurtuluş için aklın gösterdiği yollardan yararlanmaktan alıkoyuyor. Kendi kendime önerdiğim ilk çözüm; düşman onları bulup da yağmalamak umuduyla sık sık adaya gelmesin diye ağıllarımı yıkıp evcil keçilerimi ormana salmaktı; sonra aklıma gelen bir başka aptalca şey de ekinimi bulup yine adaya dadanmasınlar diye iki tarlamı da bozmaktı; sonra da adada
-243-
birilerinin yaşadığını gösterecek herhangi bir şey bulup da yaşayanları aramaya kalkmasınlar diye çardağımı ve çadırımı da yıkmayı düşündüm.
Bunlar eve döndüğüm ilk geceki düşüncelerimin ürünüydü; o sıra kapıldığım korku daha yeniydi ve kafam da, dediğim gibi türlü türlü kuruntularla doluydu. Tehlikeyle karşılaşma düşüncesi, tehlikenin kendisi gözümüzün önündeyken duyduğumuzdan bin kat daha korkutucudur. Bir kötülükten duyduğumuz endişe, o kötülüğün kendisinden çok daha ağır bir yüktür. Bütün bunların en kötüsü, bu sıkıntılar içinde beni rahatlatacağını umduğum, önceden Tann'ya duyduğum güvenden şimdi yoksun olmamdı. Yalnız Filistinlilerin kendisine karşı gelmesinden değil, Tann'nın da ondan yüz çevirmesinden yakman Saul gibi* hissediyordum kendimi; çünkü bu sefer, önceden yaptığım gibi beni koruması ve kurtarması için acılar içinde Tann'ya yakarmak, O'nun iradesine sığınmak gibi beni rahatlatacak yollara başvurmamıştım; oysa bunu yapmış olsaydım, bu yeni olay karşısında hiç olmazsa daha yürekli olur, belki de daha büyük bir kararlılıkla bunu atlatabilirdim.
Bu karmakarışık düşünceler yüzünden bütün gece gözüme uyku girmedi; ama sabahleyin uyuyakalmışım. Zihnim bir hayli yorgun, ruhum da bitkin olduğundan deliksiz uyumuşum; uyandığımda bir gece öncesinden çok daha iyi hissettim kendimi. Sakin
Samuel 28:15.
-244-
sakin düşünmeye başladım ve uzun uzadıya kendi kendimi sorguladıktan sonra, karşıda gördüğüm anakaradan pek de uzak olmayan bu son derece güzel, verimli adanın sandığım kadar ıssız olmadığı; adaya yerleşmiş insanlar olmasa bile ara sıra isteyerek ya da istemeyerek, ters rüzgârlara kapılan sandalların bu kıyılara gelebileceği; on beş yıldır burada yaşadığım halde henüz bir insanın ne kendisine, ne de gölgesine rastlamadığım; bir şekilde buraya sürüklenmişlerse bile, yerleşmeye hiç de elverişli görmeyerek gelir gelmez dönmüş olabilecekleri; düşünebileceğim en büyük tehlikenin, karşıda gördüğüm kara parçasında yaşayan bazı insanların, kendi iradeleri dışında, bir tesadüf eseri buraya sürüklenmiş olabilecekleri; burada hiç kalmadıkları ya da akıntının dönmesini ve havanın aydınlanmasını beklemek için kıyıda en fazla bir gece geçirdikleri, ertesi gün de ellerinden geldiğince çabuk adayı terk ettikleri; dolayısıyla vahşilerin adaya çıkması ihtimaline karşı elimden gelecek tek şeyin kendime güvenli bir gizlenme yeri yapmak olduğu sonucuna vardım.
Şimdi mağaramı o kadar büyüttüğüm, duvarımla kayanın birleştiği yerin dışına açıldığını söylediğim bir kapı yaptığım için büyük bir pişmanlık duyuyordum. Bunu uzun uzadıya düşündükten sonra duvarımın dışına, bundan aşağı yukan on iki yıl önce iki sıra ağaç diktiğimi söylediğim yere, yine yanm daire şeklinde, ikinci bir korunak daha yapmaya karar verdim. Bu ağaçlar önceden çok sık
-245-
dikilmiş olduklarından, daha sık ve sağlam olmaları için, yalnız aralarına birkaç kazık çakmak ikinci duvarımın da çabucak bitmesi için yeterli olacaktı.
Böylece, artık iki duvarım oldu. Dış duvarımı kereste parçalan, eski halatlar ve duvarı sağlamlaştıracağını düşündüğüm her türlü şeyle iyice kalınlaştırdım ve kolumun geçebileceği kadar yedi küçük delik bıraktım. Mağaramdan çıkardığım topraklan getirip iç taraftan duvann dibine yığdım, üzerlerini de ayağımla ezerek duvarımı on ayaktan daha fazla kalınlaştırdım; duvardaki deliklere de gemiden çıkarmış olduğumu söylediğim yedi adet piyade tüfeğini yerleştirdim. Bunlan top kundağına benzer ayaklıklar üzerine koyarak top gibi dizdim; böylece iki dakika içinde yedisini birden ateşleyebilecektim. Bu duvan bitirmek için aylarca emek verdim ama tamamıyla bitene kadar yine de hiçbir zaman kendimi güvende hissedemedim.
Bu iş tamamlandıktan sonra, duvarımın dışında kalan geniş bir alana, her yönden, çok çabuk büyümekle birlikte, dayanıklı olduğunu bildiğim kazıklardan ya da daha doğrusu sepetçi söğüdüne benzer ağaçlardan diktim, her tarafı bunlarla doldurdum; öyle ki, bunlardan yirmi bin tane bile dikebilirdim. Düşmanlar dış duvanma yaklaşmaya kalkarsa, fidanlann arasında gizlenemesin-ler, onlan rahatlıkla görebileyim diye de duvarımla bu fidanlar arasında oldukça geniş bir açıklık bıraktım.
Dostları ilə paylaş: |