İçine düştüğüm şaşkınlığı anlatamam; gerçi, bir gemi, özellikle de kendi yurttaşla-nmla, sonuç olarak dost insanlarla dolu olduğuna inandığım bir gemi görmekten duyduğum sevinç anlatılamayacak kadar büyüktü. Ama yine de nereden geldiğini bilmediğim gizli bir kuşku kafama üşüşmüş, tetikte kalmamı söylüyordu. İlk olarak, burası İngilizlerin ticaret yaptığı bölgelerin gidiş ya da dönüş yolu üzerinde olmadığı için, bir İngiliz gemisinin dünyanın bu ıssız köşesinde ne aradığını
-365-
soruyordum kendi kendime; onları buraya sürekleyecek bir fırtınanın çıkmadığını da biliyordum. Eğer bu gerçekten bir İngiliz gemi-siyse, buraya gelme niyetleri, büyük ihtimalle hiç de iyi değildi. Dolayısıyla haydutlarla katillerin eline düşmektense olduğum yerde kalmayı tercih ederdim.
Hiç kimse, gerçek olabileceğine ihtimal vermediği tehlikeleri haber veren içindeki hisleri görmezden gelmemeli. İçimize doğan böyle hislerle sezgileri, görmüş geçirmiş pek az insanın yadsıyabileceğine inanıyorum; bunların görünmez bir dünyanın, ruhlar arasındaki iletişimin göstergeleri olduğu da şüphe götürmez; bunların amacı bizi uyarmaksa, ister yüce bir kaynaktan, isterse de ikincil bir kaynaktan gelmiş olsunlar, bir dost tarafından gönderildiklerine, bizim iyiliğimiz için olduklarına neden inanmayalım?
Şimdi anlatacağım şeyler, bu düşüncenin doğruluğunu göstermeye fazlasıyla yetecektir; çünkü nereden gelirse gelsin, bu gizli uyarıyı dikkate almamış olsaydım, işim bitikti; hem de şimdi göreceğiniz üzere öncekinden çok daha kötü bir şey yüzünden.
Tepede fazla kalmamıştım, ama sandalın karaya çıkmak için yanaşmaya uygun bir koy arıyormuş gibi kıyıya yaklaştığını gördüm. Bununla birlikte kıyıya yeteri kadar yaklaşmadıkları için önceden sallarımı karaya çıkardığım küçük koyu görmediler; sandallarını benden yarım mil ötedeki kumsala yanaştırdılar ve bu benim için çok iyi oldu; yoksa tam kapımın önüne yanaşsalardı, beni hemen şa-
-366-
tomdan kapı dışarı edip belki de elimde avu-cumda ne varsa hepsini yağmalayacaklardı.
Kıyıya çıktıklarında, hiç olmazsa çoğunun İngiliz olduğuna iyice inandım; bir ikisini Hollandalı sandım, ama öyle çıkmadı. Toplam on bir kişiydiler; üçü silahsızdı ve bunlar bana bağlı gibi geldi. İlk dört beşi karaya atlayınca o üç kişiyi tutsak gibi dışarı atıverdiler. Bu üç kişiden birinin aşın sayılacak ölçüde yalvarıp yakarma, acı ve umutsuzluk ifade eden hareketler yaptığını gördüm; diğer ikisi de ellerini kaldırmışlardı ve kaygılı görünüyorlardı; ama birincisi kadar değil.
Bu manzara karşısında kafam allak bullak oldu; bütün bunlara bir anlam veremiyor-dum. Cuma yarım yamalak İngilizcesiyle bana seslenerek, "Hey efendi! Bak İngiliz adamlar da yemek tutsakları, vahşiler gibi," dedi. "Neden, Cuma?" dedim. "Sen onları yiyeceklerini mi sanıyorsun?" "Evet," dedi Cuma, "onları yiyecekler." "Hayır, hayır," dedim, "korkarım onları öldürecekler, ama yemeyeceklerine emin olabilirsin, Cuma."
Bütün bu süre boyunca neler olup bittiğini gerçekten anlayamıyordum; ama bu manzara karşısında, her an bu üç adamı öldürmelerini bekleyerek korkudan tir tir titriyordum; hatta bir ara bu alçaklardan birinin, büyük bir kılıcı ya da denizcilerin dediği gibi palayı, bu zavallı adamlardan birine indirmek üzere kaldırdığını gördüm; her an adamın düşmesini beklerken damarlarımda akan kan buz kesmişti.
İspanyol ile onunla giden vahşiyi şimdi
-367-
fazlasıyla arıyordum. Görünmeden onları tüfek menziline alabileceğim kadar yaklaşıp bu üç adamı kurtarmanın bir yolunu bulsam diye düşünüyordum; çünkü gördüğüm kadarıyla aralarında ateşli silahı olan yoktu; ama sonra aklıma başka bir şey geldi.
Bu ahlaksız adamların, o üç adama o kadar gaddarca davrandıktan sonra çevreyi incelemek ister gibi dört bir yana dağıldıklarını gördüm. Diğer üç adam da serbest kalmıştı, nereye isterlerse gidebilirlerdi; ama yere oturmuş kara kara düşünüyor, çok umutsuz görünüyorlardı.
Bu bana gemi kazasından sonra karaya ilk çıktığım zamanı hatırlattı; etrafıma bakı-nıp nasıl bir umutsuzluğa kapılmış, çılgın gibi dolanarak ne büyük korkular yaşamış, vahşi hayvanlara yem olacağım korkusuyla nasıl da bütün geceyi bir ağaçta tüneyerek geçirmiştim.
Benim o gece, bunca zamandır karnımı doyurup geçinmemi sağlayacak olan geminin fırtına ve gelgitle Tanrı tarafından karaya yaklaştırılacağını bilmediğim gibi bu üç zavallı, terk edilmiş adam da kendilerini mahvolmuş, çaresiz hissettikleri şu anda aslında kurtuluşlarının ve karınlarını doyurmalarının ne kadar kesin, ne kadar yakın olduğunu, gerçekten de büyük bir güven altında olduklarını bilmiyorlardı.
Dünyada önümüze serilecek nimetleri işte
bu kadar az görürüz; aslında evrenin Büyük
Yaratıcısı'na güvenmemizi gerektiren birçok
şey vardır; Tanrı kullarını asla tamamen yok-
-368-
sunluk içinde bırakmaz; en kötü durumlarda bile, insanın şükredecek şeyleri vardır ve bazen kurtuluş, umduğundan daha yalandır, hatta ölüme gittiği sanılan yol, kurtuluşuna giden yolun ta kendisi bile olabilir.
Bu adamlar suların en yüksek olduğu zamanda karaya çıkmışlardı; bir süre getirdikleri tutsaklarla uğraştılar, bir süre de adanın nasıl bir yer olduğunu görmek için dolaştıklarından suların çekilmeye başladığını fark etmediler; sular iyice alçalınca da sandalları karada kalıverdi.
İki adamı sandalda bırakmışlardı. Sonradan anladım ki, bu adamlar konyağı biraz fazla kaçırdıklarından sızıp kalmışlardı. Bununla birlikte bunlardan biri, öbüründen önce uyandı; sandalın, tek başına kımıldatama-yacağı kadar karada kalmış olduğunu görünce etrafa dağılmış olan diğer arkadaşlarına seslendi. Çok geçmeden hepsi sandalın başına toplandılar. Ama hem sandal çok ağır olduğundan, hem de kıyının o yanı neredeyse bataklık gibi bir hayli cıvık bir kumsal olduğundan sandalı denize indirmeye güçleri yetmedi.
Bu durumda, gerçek birer denizci gibi -bütün insanlık içinde en az öngörü sahibi olanlar belki de denizcilerdir- bu işten vazgeçip tekrar adada gezinmeye gittiler; bunlardan birinin kayığın başında kalan bir arkadaşına, "Sandalı kendi haline bırakamaz mıyız, Jack? Ne de olsa sular yükselince kendiliğinden suyun üzerine çıkar," dediğini duydum. Böylece bunların hangi ülkeden olduk-
-369-
larıyla ilgili görüşüm de tamamen doğrulanmış oldu.
Bütün bu süre boyunca kendimi onlara göstermemeye çalışmıştım. Tepenin üstündeki gözetleme yerim haricinde, şatomdan çıkmaya bir kez bile cesaret edememiştim; evimin etrafına sağlam bir duvar yapmış olmama şimdi çok seviniyordum. Sandalın tekrar yüzebilmesine en az on saat olduğunu biliyordum; o zamana kadar hava kararacak, böylece ne yaptıklarını görmek, konuşurlarsa, ne konuştuklarını duyabilmek için daha serbestçe hareket edebilecektim.
Bu arada, önceki gibi savaş hazırlıkları yaptım; ama bu sefer karşımda başka türlü bir düşman olduğunu bildiğimden daha dikkatli davranıyordum. Keskin bir nişancı olarak yetiştirdiğim Cuma'ya da silahlarını hazırlamasını söyledim. İki av tüfeğini kendim aldım, üç piyade tüfeğini de ona verdim. Kılığım da gerçekten çok korkunçtu. Üstümde daha önce sözünü ettiğim keçi derisinden heybetli ceketimle kocaman şapkam, yanımda kınsız bir kılıç, kemerimde iki tabanca, iki omzumda da birer tüfek vardı.
Planım, yukarıda da söylediğim gibi karanlık basmadan herhangi bir saldırıya girişmemekti. Ama günün en sıcak zamanı olan saat iki sularında, tahmin ettiğim gibi, hepsinin koruluğa dağıldıklarını, yerlere uzanıp uyuduklarını gördüm. Uyuyamayacak kadar endişeli olan üç zavallı üzgün adam ise benden çeyrek mil kadar uzaktaki büyük bir ağacın gölgesine sığınmışlardı ve düşündü-
-370-
ğüm gibi diğerlerinin göremeyeceği bir yerdeydiler.
Bunun üzerine kendimi onlara göstermeye ve durumlanyla ilgili bir şeyler öğrenmeye karar verdim. Hemen, yukarıda anlattığım kılıkta, onlara doğru yürüdüm. Bu arada, arkamdan gelen adamım Cuma da silahlarıyla benim kadar korkunç görünüyordu, ama benim kadar hayalete benzemiyordu.
Onlara gözükmeden sokulabildiğim kadar yakınlarına sokuldum, sonra onlar daha beni görmeden İspanyolca seslendim: "Baylar, siz kimsiniz?"
Sesimi duyunca irkilip ayağa kalktılar; ama beni ve çirkin kılığımı görünce on kat daha fazla şaşırdılar. Hiç cevap vermediler; ama tam kaçacaklarını anladığım sırada onlarla İngilizce konuştum. "Baylar," dedim, "görünüşüme bakıp şaşırmayın; hiç beklemediğiniz bir anda, karşınızda bir dost duruyor." İçlerinden biri büyük bir ciddiyetle, "Öyleyse doğrudan cennetten gönderilmiş olmalı, çünkü şu anda hiçbir insanın yardım edemeyeceği bir durumdayız," dedi ve aynı anda şapkasını çıkararak beni selamladı. "Bütün yardımlar cennettendir, bayım," dedim. "Ama bir yabancıya size yardım etmesi için yol gösterir miydiniz? Anlaşılan başınızda büyük bir dert var. Sizi karaya çıkarken gördüm; sizinle birlikte gelen o zalimlere yalvarırken, içlerinden birinin sizi öldürmek için kılıcını kaldırdığını gördüm."
Zavallı adam, yüzünden süzülen gözyaşlarıyla, şaşırmış gibi titreyerek, 'Tanrı'yla mı ko-
-371-
nuşuyorum, yoksa insanla mı? Bu gerçek bir insan mı, melek mi?" dedi. "Bu konuda korkmanıza gerek yok, bayım," dedim. 'Tanrı size yardım etmek için bir melek göndermiş olsaydı, bu melek herhalde benden daha iyi bir kılıkta ve bambaşka silahlarla gelirdi. Lütfen, korkularınızı bir yana bırakın; ben insanım, bir İngiliz; gördüğünüz gibi size yardım etmek istiyorum. Yalnız bir uşağım var; silahımız, cephanemiz var; hiç çekinmeden söyleyin, size yardım edebilir miyiz? Sıkıntınız nedir?"
"Sıkıntımız," dedi, "bayım, katillerimiz bu kadar yakındayken anlatılamayacak kadar uzun bir hikâye bu; ancak kısaca anlatayım; ben şu geminin kaptanıydım; adamlarım isyan etti; beni öldürmemeleri için çok yalvardım. En sonunda beni, bu iki adamla birlikte bu ıssız adaya attılar; biri ikinci kaptan, diğeri de yolcudur. Biz burasını ıssız bir yer sandığımız için ölüp gitmeyi bekliyorduk, ne yapacağımızı da henüz bilmiyoruz."
"Düşmanınız olan herifler nerede?" dedim. "Nereye gittiklerini biliyor musunuz?" Sık bir ağaçlığı göstererek, "Şurada yatıyorlar bayım," dedi. "Bizi görmüş, sizin konuşmalarınızı duymuş olmalarından ödüm kopuyor. Duydularsa, hepimizi öldürürler."
"Ateşli silahlan var mı?" dedim. Sadece iki tane olduğunu, birini de sandalda bıraktıklarını söyledi. "Peki, o zaman," dedim, "gerisini bana bırakın, hepsinin uyuduğunu görüyorum; topunu birden öldürmek kolay olacak. Yoksa onlan esir mi alsak?" Kaptan aralarında iki korkunç alçağın bulunduğunu, onlara
-372-
acımanın doğru olmayacağını; ama onların işini bitirirsek geri kalanların görevlerinin başına döneceğini söyledi. Bu ikisinin hangileri olduğunu sordum. Bu kadar uzaktan söyleyemeyeceğini, ama kendisine vereceğim bütün emirleri yerine getireceğini söyledi. "Peki," dedim, "onlan uyandırmamak için bizi görüp duyamayacaktan bir yere çekilelim, gerisine orada karar veririz." Ormanın görün-meyeceğimiz bir köşesine kadar benimle birlikte seve seve geldiler.
"Bakın, bayım," dedim, "sizi kurtarmak için kendimi tehlikeye atacak olursam, öne süreceğim iki şartı kabul edecek misiniz?" İsteklerimin ne olduğunu tahmin ederek hem kendisinin, hem de geri alınabilirse gemisinin tamamıyla benim emrim altına verileceğini; gemi geri alınmazsa da onu dünyanın hangi köşesine gönderirsem göndereyim hayatının sonuna kadar benim yanımda olacağını söyledi; diğer iki adam da onun bu sözlerine katıldı.
"Peki," dedim, "yalnız iki şartım var. Birincisi, bu adada benimle kaldığınız sürece kendinizi hiçbir konuda yetkili saymayacaksınız; size silah verirsem, istediğim zaman bunlan bana geri vereceksiniz, bana ve bu adada bana ait olan hiçbir şeye zarar vermeyeceksiniz; bu süre içinde de emirlerime uyacaksınız. İkincisi, gemi geri alınabilirse, beni ve adamımı hiçbir karşılık talep etmeden İngiltere'ye götüreceksiniz."
Bir insanın aklına gelebilecek ve yüreğinden geçebilecek bütün yeminleri ederek bu çok haklı isteklerimi yerine getireceğini, ayn-
-373-
ca hayatını bana borçlu olacağı için yaşadığı sürece kendisini bana adayacağını söyledi.
"Öyleyse," dedim, "bu üç tüfek, barut ve kurşunlar sizin için; şimdi, sizce ne yapmamız uygun olur, söyleyin." Elinden geldiğince duyduğu borçluluğu dile getirdi ve bütünüyle benim düşündüğüm şekilde hareket etmeyi önerdi. Ona herhangi bir tehlikeyi göze almanın zor olduğunu; düşünebildiğim en iyi yolun, uyurlarken aniden üzerlerine ateş açmak olduğunu; ilk yaylım ateşinden kurtulup da teslim olan olursa onları bağışlayabileceği-mizi, dolayısıyla kurşunlarımızın gidip kimi vuracağını bütünüyle Tann'ya bırakabileceğimizi söyledim.
Alçakgönüllü bir tavırla, elinden gelse hiçbirini öldürmek istemediğini; ama o ikisinin ıslah olmaz birer hain, gemideki isyanın da elebaşıları olduklarını, bu yüzden bu iki kişi şayet elimizden kaçarlarsa işimizin bitik olduğunu; çünkü gemiye gidip bütün tayfayı toplayacaklarını ve hepimizi öldüreceklerini söyledi. "Peki, o zaman," dedim, "bu şartlar altında benim önerim akla yakın görünüyor; çünkü canımızı kurtarmanın tek yolu bu." Bununla birlikte, hâlâ kan dökmek istemediklerini görünce onlara gidip bu işi uygun gördükleri şekilde halledebileceklerini söyledim.
Bu konuşmanın ortasında birkaçının uyandığını duyduk, hemen sonra da ikisi ayağa kalktı. İsyanın elebaşıları olduğunu söylediği adamların bunlardan biri olup olmadığını sordum. "Hayır," dedi. "Öyleyse," dedim, "bırakın kaçsınlar; anlaşılan canlarını
-374-
kurtarmalan için onları Tanrı uyandırmış. Şimdi, geri kalanlar kaçacak olursa, bu sizin hatanızdır."
Bunun üzerine canlanarak ona verdiğim tüfeği eline aldı, kemerine de bir tabanca sokarak yine ellerinde birer tüfek bulunan iki arkadaşını da yanına kattı. Önden giden bu iki arkadaşının çıkardığı gürültüye uyanan denizcilerden biri çevresine bakınıp onları görünce diğerlerine seslendi, ama artık çok geçti; çünkü o bağırdığı anda onlar ateş etmeye başladılar; ateş edenler sadece kaptanın iki arkadaşıydı, çünkü kaptan akıllılık ederek kendi tüfeğini hemen boşaltmayıp son ana saklamıştı. Tanıdıkları iki elebaşına öyle iyi nişan almışlardı ki, birini anında öldürmüşler, diğerini de ağır yaralamışlardı. Ama bu adam daha ölmediği için ayağa kalktı ve acı acı bağırarak ötekilerden yardım istedi. Ama kaptan onun yanına giderek yardım istemek için çok geç olduğunu, yaptığı alçaklığı bağışlaması için Tann'ya yalvarmasının daha yerinde olacağını söyledi. Bunu söyler söylemez de tüfeğinin dipçiğiyle vurduğu gibi adamı yere devirdi; adamın ağzından başka söz çıkmadı. Geriye üç kişi kalmıştı ve bunlardan biri çok hafif yaralanmıştı. O sırada ben de yanlarına gittim; tehlikeyi görünce direnmenin işe yaramayacağını anlayarak merhamet dilenmeye başladılar. Kaptan, yaptıkları hainlikten pişman olduklarına kendisini inandı-rırlarsa ve geminin geri alınmasına yardım ederlerse, gemiyi Jamaika'ya, yani geldikleri yere götürene kadar ona bağlı kalacaklarına
-375-
yemin ederlerse canlarını bağışlayacağını söyledi. Arzu ettiği gibi bütün içtenlikleriyle yemin ettiler. Kaptan da onlara inanıp canlarını bağışlamaya istekliydi; buna ben de karşı değildim; ama adada bulundukları sürece ellerinin ve ayaklarının bağlı tutulmasını zorunlu tuttum.
Bu iş yapılırken Cuma'yla ikinci kaptanı sandala yollayarak sandalı güvenlik altına almalarını, yelkenle kürekleri getirmelerini söyledim; bunu yaptılar. Bu arada diğerlerinden ayrılıp etrafta dolaşmaya çıkmış olan (bunu yapmalan kendileri için hayırlı olmuştu) üç adam da silah seslerini işiterek geri dönmüşlerdi; önceden esirleri olan kaptanlarının şimdi onları alt etmiş olduğunu görünce ellerinin ve ayaklarının bağlanmasına boyun eğdiler; böylece tam bir zafer kazanmış olduk.
Şimdi geriye kaptanla birbirimize başımıza gelenleri sormak kalmıştı. İlk önce ben başladım ve ona bütün hikâyemi anlattım, beni ilgiyle, neredeyse hayretle dinledi; özellikle de yiyeceklerimi ve cephanemi elde edişimle ilgili olağanüstü kısmını. Aslına bakılırsa, hikâyem başından sonuna mucizelerle dolu olduğundan onu derinden etkiledi. Ama kendi durumunu, benim yıllardır burada sanki onun canını kurtarmak için beklediğimi düşününce gözlerinden yaşlar boşanıverdi ve bundan sonra tek bir kelime edemedi.
Bu konuşma sona erdikten sonra onu ve iki adamını, barınağıma götürdüm. Elimdeki yiyecekle içeceklerden vererek kendilerini toplamalarını sağladım ve onlara bu yerde
-376-
yaşadığım uzun süre boyunca yaptığım bütün icatları gösterdim.
Onlara gösterdiğim, söylediğim her şeyi büyük bir şaşkınlıkla karşıladılar; ama kaptan her şeyden çok duvarlarıma ve sığınağımı küçük bir korulukla nasıl da güzel gizlediğime hayran kaldı. Bu ağaçlan yaklaşık yirmi yıl önce dikmiştim ve burada ağaçlar İngilte-re'dekinden çok daha hızlı büyüdüğü için bu ağaçlar küçük bir orman haline gelmiş ve öyle sıklaşmıştı ki, bir kenarından bıraktığım küçük, dolambaçlı yol dışında geçit vermiyordu. Ona, bunun şatom ve sürekli konutum olduğunu, ama birçok prens gibi benim de kırda bir yazlık evim olduğunu, gerektiğinde oraya çekildiğimi, başka bir zaman onu da göstereceğimi; ama şimdiki işimizin gemiyi nasıl geri alacağımızı düşünmek olduğunu söyledim. Bu konuda benimle aynı fikirdeydi; ama ne gibi bir yol tutmak gerektiğine dair hiçbir fikri olmadığını; çünkü gemide hâlâ yirmi altı adam olduğunu ve bunların giriştikleri alçakça tezgâh yüzünden yasalar önünde suçlu duruma düştüklerini, yakalanırlarsa, İngiltere'ye ya da İngiliz kolonilerinden birine varır varmaz darağacına çıkarılacaklarını bildiklerinden gözlerinin döndüğünü, dolayısıyla sayıca bu kadar az olduğumuz için onlara saldırmamızın imkânsız olduğunu söyledi.
Bu söyledikleri üzerine biraz düşününce vardığı sonucu çok mantıklı buldum. Dolayısıyla gemideki adamların karaya çıkıp bizi yok etmelerini engellemek için onlan ansızın
-377-
kapana kıstırarak bu işi çok çabuk halletmemiz gerekiyordu. Bunun üzerine, kısa bir süre sonra, gemi mürettebatının, arkadaşlarına ve sandala ne olduğunu merak ederek mutlaka diğer sandallarla karaya çıkacakları aklıma geldi; belki de silahlı gelecekler ve bizden çok daha güçlü olacaklardı. Kaptan da bu düşüncemi mantıklı buldu.
Bu durumda yapacağımız ilk işin, alıp gö-türmemeleri için kıyıda duran sandalı kırıp parçalara ayırmak olduğunu söyledim; her şeyini alacak ve sandalı yüzemeyecek bir hale getirecektik. Bunun üzerine sandala gittik, içinde kalan silahlan ve bulduğumuz her şeyi aldık; bu eşyalar içinde bir şişe konyak, bir şişe rom, biraz peksimet, bir boynuz barut ve bir beze sarılı büyük bir parça şeker vardı -şeker iki buçuk üç kilo ağırlığındaydı- bütün bunları, özellikle şekerle konyağı bulmak çok hoşuma gitti; elimdeki şeker yıllar önce bitmişti.
Bütün bunları karaya çıkardıktan sonra (yukarıda da söylediğim gibi kürekler, direk, yelken ve dümeni önceden kaldırmıştık) bizi yenecek kadar kalabalık gelseler bile yine de sandalı götüremesinler diye dibinde büyük bir delik açtık.
Aslına bakılırsa gemiyi ele geçirebileceğimizi pek zannetmiyordum; ama sandalı almadan giderlerse onu tamir ederek bizi Leeward Adalan'na götürecek bir hale getirmek benim için işten bile değildi, yolda da İspanyol dostlarımıza uğrayabilirdik; onları unutmuş değildim.
-378-
Bu hazırlıkları yaparken ilk önce, sular iyice yükseldiğinde alıp sürüklemesin diye, sandalı elbirliğiyle kıyının yukarılarına çektik; dibine de kolay kolay tıkanamayacak bir delik açtık. Tam oturup ne yapmamız gerektiğini düşünmeye başladığımız sırada geminin bir top attığını, sandalı çağırmak için sancak kaldırarak işaret verdiğini gördük. Ama yola çıkan bir sandal göremedikleri için birkaç kez daha top atarak başka işaretler de verdiler.
Sonunda, bütün işaretleri ve top atışları sonuçsuz kalıp da sandal yerinden kımıldamayınca dürbün yardımıyla onları gördük. Başka bir sandal indirip karaya doğru yola çıktılar; yaklaştıklarında sandalda en az on adam bulunduğunu ve ellerinde de tüfekler olduğunu gördük.
Gemi kıyıdan neredeyse iki fersah uzakta durduğu için gelirken onları iyice görebiliyor, adamları yüzlerine kadar seçebiliyorduk. Akıntı onları diğer sandalın karaya ulaştığı yerin biraz doğusuna attığından sandalın durduğu yere ulaşabilmek için kıyı boyunca kürek çekiyorlardı.
Dediğim gibi bu arada hepsini tek tek seçebiliyorduk, kaptan sandaldaki bütün adamların kişiliklerini ve huylarını biliyor, üç tanesinin çok dürüst insanlar olduğunu, bu tezgâha diğerlerinin baskısıyla ve korkudan bulaştıklarına adı gibi emin olduğunu söylüyordu. Ama sandaldakilerin elebaşısı lostromoya ve diğerlerine gelince, bunların gemideki diğer adamlar kadar ahlaksız ve giriştikleri bu yeni
-379-
işte de gözlerinin dönmüş olduğuna hiç şüphesi bulunmadığını; bize göre fazla güçlü olmalarından da korktuğunu söyledi.
Gülümseyip ona bizim durumumuzdaki adamların korku nedir bilmeyeceğini; başımıza gelebilecek her şeyin şimdi içinde bulunduğumuz durumdan daha iyi olduğunu, dolayısıyla bu işin sonunda ölsek bile bunun bir kurtuluş sayılacağım söyledim. Ona yaşadığım hayatla ilgili ne düşündüğünü, kurtulmak için bir girişimde bulunmaya değip değmeyeceğini sordum. "Ayrıca, bayım, biraz önce sizi o kadar duygulandıran, benim burada bunca yıl sizi kurtarmak için kalmış olduğuma duyduğunuz inanç nerede kaldı? Kendi adıma, şu anda beni düşündüren tek bir şey var," dedim. "Nedir o?" dedi. "Dediğinize göre aralarından kurtulması gereken sadece üç dört adam. Sandaldakilerin hepsi kötü adamlar olsaydı, böyle hepsini bir arada elimize düşürenin Tanrı olduğunu düşünürdüm; çünkü inanın bana, karaya çıkan her adam elimize düşmüş olacak ve bunlar bize karşı davranışlarına göre ya yaşayacak ya da ölecek."
Bunu sesimi yükselterek ve neşeli bir tavır takınarak söylediğimden kaptanın da büyük bir cesaret bulduğunu gördüm; böylece canla başla işe koyulduk. Sandalın yola çıktığını ilk gördüğümüzde tutsaklarımızı birbirinden ayırmaya karar vermiş, böylece onları son derece güvenli yerlere götürmüştük.
Kaptanın ötekilerden daha az güvendiği ikisini, Cuma ve kurtardığımız adamlardan birinin önüne katarak mağarama göndermiş-
-380-
tim. Orada yeterince uzakta ve duyulup görülemeyecekleri ya da kendilerini kurtarmayı başanrlarsa, ormanda yollarını bulamayacakları bir yerde olacaklardı. Onları orada bırakmışlar, ama yanlarına yiyecekle içecek de verip şayet sakin dururlarsa, bir iki gün içinde özgürlüklerine kavuşacaklarına söz vermişler; ama kaçmaya kalkışacak olurlarsa, hiç acımadan öldürüleceklerini de söylemişler. Adamlar, tutsaklıklarına sabırla katlanacaklarına yürekten söz vermişler; ayrıca yanlarına yiyecek ve bir de ışık bırakmakla gösterdiğimiz iyiliğe de teşekkür etmişlerdi -çünkü Cuma onlara rahat etsinler diye kendi yaptığımız mumlardan vermişti- ama Cu-ma'nın mağaranın girişinde nöbet tuttuğunu bilmiyorlardı.
Diğer tutsaklara daha iyi davrandık. Aslında ikisinin elleri ve ayaklan bağlıydı, çünkü kaptan onlara güvenemiyordu; ama kaptanın tavsiyesi ve ölene kadar bizim yanımızda olacaklarına da yemin etmeleri üzerine diğer ikisini kendi hizmetime aldım; böylelikle bu ikisi ve üç dürüst adamla birlikte yedi kişiydik ve iyi silahlanmıştık. Kaptanın gelenler arasında üç dördünün dürüst adam olduğuna dair sözlerini göz önüne aldığımda gelen on kişiyle rahatça baş edebileceğimize hiç şüphem yoktu.
Diğer sandalın durduğu yere gelir gelmez, kendi sandallarını kumsala yanaştırdılar ve karaya çıkıp arkalarından çekerek kumların üzerine getirdiler; bunu görmek beni çok sevindirdi; çünkü sandalı koruyacak birkaç
-381-
adam bırakarak kıyıdan biraz ileride demir atmalanndan ve sandalı ele geçiremeyeceği-mizden korkuyordum.
Karaya çıkar çıkmaz ilk yaptıkları diğer sandala koşup bakmak oldu; yukarıda anlattığım gibi içindeki her şeyin alındığını ve dibinde de büyük bir delik açıldığını gördüklerinde ne büyük bir şaşkınlığa düştüklerini görmek zor değildi.
Bunun üzerine biraz düşündükten sonra arkadaşlarına duyurabilmek için bütün güçleriyle iki üç kez bağırdılar; ama hepsi boşu-naydı. Sonra birbirlerine sokularak halka oldular ve küçük tabancalanyla aynı anda hep beraber ateş ettiler. Biz bu sesi duyduk ve bütün orman da bu sesle yankılandı. Ama hepsi bu kadardı; mağaradakilerin duymadığından emindik; yanımızdakiler de bu silah seslerini çok iyi duymakla birlikte karşılık vermeye cesaret edemezlerdi.
Dostları ilə paylaş: |