Bununla birlikte, küçük periegucCm bittiğinde, ilk kayığı yaparken gerçekleştirmeyi tasarladığım yolculukta kullanılabilecek büyüklükte değildi; demek istiyorum ki, bununla en azından altmış kilometre uzaktaki terra fir-ma'ya,* yani anakaraya gitmek üzere açılmayı göze alamazdım. Dolayısıyla kayığınım kü-
Latince: Anakara.
-212-
çüklüğü yüzünden bu tasarıma bir son vermek zorunda kaldım ve bunu bir daha hiç düşünmedim. Ama artık bir kayığım olduğu için şimdi de adanın çevresinde dolaşmak gibi bir tasarım vardı; daha önce anlattığım gibi karadan adanın öbür yanına geçmiş ve belli bir yerinde bulunmuştum; bu küçük yolculukta keşfettiğim şeylerden ötürü kıyının diğer kısımlarını da görmeye çok hevesliydim. Şimdi bir kayığım da olduğu için yelken açıp adanın çevresini dolaşmaktan başka bir şey düşünemiyordum.
Bu amaçla, her şeyi uzun uzadıya, ayrıntılarıyla düşünerek hazırladım, kayığıma bir yelken direği uydurdum ve gemiden çıkardığım, elimde bol miktarda bulunan yelken parçalarından da bir yelken yaptım.
Direğimi ve yelkenimi takıp da kayığımı deneyince çok güzel gittiğini gördüm. Sonra, yiyeceklerimi, malzemelerimi ve cephanemi yükleyerek hem yağmurdan, hem denizin sularından etkilenmeden kuru kalmaları için kayığın her iki ucuna da küçük birer dolap yaptım. Kayığın içindeki bir yeri de tüfeğimi koymak için ince uzun bir şekilde oydum, tüfeğim ıslanmasın diye üzerine de bir kapak yaptım.
Ayrıca şemsiyemi de yelken direği gibi, kıç taraftaki bir oyuğun içine diktim; tam başımın üzerine gelecek şekilde ayarladığımdan tente gibi beni güneşten koruyordu. Böylece, ara sıra küçük deniz yolculuklarına çıkmaya başladım; ama çok açılmıyor, küçük koydan fazla uzaklaşmıyordum. Ancak en sonunda küçük krallığımın çevresini görme istediğime
-213-
dayanamayıp böyle bir yolculuğu yapmaya karar verdim; iki düzine arpa ekmeği (bunlara peksimet demek daha doğru olur), bir kap dolusu kavrulmuş pirinç -bu çok yediğim bir şeydi- küçük bir şişe rom, yarım keçi, daha fazlasını vurmak için barut ve saçma, daha önce gemicilerin sandıklarından çıkardığımı söylediğim büyük paltolardan da iki tanesini yanıma alarak bu yolculuk için gemimi donattım; paltolardan birini yatarken altıma sermek, diğerini de geceleri üstüme örtmek için almıştım.
Bu yolculuğa çıktığımda, adadaki saltanatımın -ya da isterseniz tutsaklığımın da diyebilirsiniz- altıncı yılındaydım ve kasımın 6'sıydı. Yolculuk tahminimden daha uzun sürdü. Adanın kendisi pek o kadar büyük değildi; ama doğu kıyısına geldiğimde denize doğru en az iki fersah uzanan, kimisi suyun üstünde, kimisi altında, birtakım kayalar olduğunu gördüm; kayaların bittiği yerden de yarım fersah kadar uzanan sığ bir kumluk başlıyordu; dolayısıyla bu burnun etrafından dolanabilmek için epeyce denize açılmak zorunda kaldım.
Bu kayaları ilk gördüğümde denize ne kadar açılmak zorunda kalacağımı bilmediğimden, daha da önemlisi, geri dönüp dönemeyeceğim şüpheli olduğu için bu yolculuktan vazgeçip eve dönmeyi düşündüm; böylece demir attım; gemiden çıkardığım kırık bir kancadan kendime demire benzer bir şey yapmıştım çünkü.
Kayığımı güvenceye aldıktan sonra tüfeği-
-214-
mi alıp karaya çıktım. Bu çıkıntıyı kuşbakışı göreceğini düşündüğüm bir tepeye tırmanarak kayalarla kumluğun uzunluğunu tamamıyla gördüm ve yolculuğa devam etmeye karar verdim.
Tepeden denize bakarken güçlü ve gerçekten çok azgın bir akıntı da görmüştüm; doğuya doğru akıyordu ve kayalıkların çok yakınından geçiyordu. Bu akıntıyı iyice inceledim; çünkü ona yaklaştığımda bir tehlike söz konusu olabilir, akıntının gücüne kapılıp denizin açıklarına sürüklenebilir ve bir daha adaya dönemeyebilirdim. Gerçekten de önceden tepeye çıkıp bakmamış olsaydım, böyle bir durumla karşılaşabilirdim. Çünkü aynı akıntı adanın öbür yanından da geçiyordu, ama bu biraz'daha uzaktaydı. Kıyının yakınlarında da güçlü bir anafor olduğunu gördüm. İlk akıntıdan kaçmak için anafora girmekten başka çarem olmayacaktı.
Bununla birlikte, güneydoğudan oldukça sert esen rüzgâr yüzünden iki gün burada durmak zorunda kaldım; bahsettiğim akıntıya tam ters estiği için denizin bu kıyılara çok şiddetli çarpmasına sebep oluyordu; dolayısıyla dalgalar yüzünden ne kıyıya yaklaşabilir, ne de akıntıdan ötürü denize açılabilirdim.
Üçüncü günün sabahı, rüzgâr geceleyin dinmiş, deniz de yatışmış olduğundan yola çıkmayı göze aldım. Ama bu hareketim yine bütün gözükara ve cahil denizcilere örnek olsun; burna varır varmaz, daha burundan bir kayık boyu kadar bile açılmaya fırsat bulamış-
madan kendimi derin bir suda, değirmen savağına benzer bir akıntının içinde buldum. Kayığımı öyle büyük bir güçle sürüklüyordu ki, ne yaparsam yapayım akıntının dışına çı-kamıyordum; sol tarafımda kalan anafordan da gittikçe uzaklaşıyordum. Bana yardım edecek en ufak bir rüzgâr esmiyordu ve küreklerimle ne kadar uğraşsam da işe yaramıyordu. Şimdi, artık mahvolduğumu düşünmeye başlamıştım; akıntı adanın iki yanında da bulunduğundan birkaç fersah sonra birleşeceklerini biliyordum, işte o zaman işim bitikti. Bundan kaçma imkânım olduğunu hiç sanmıyordum; dolayısıyla önümde ölümden başka bir seçenek göremiyordum; ama ölümüm epeyce sakin olan denizden gelmeyecek, açlıktan ölecektim. Gerçi kıyıda güçlükle kaldırabileceğim bir kaplumbağa bulup kayığın içine atıvermiştim ve büyük bir testi dolusu -yani toprak kaplarımdan biri- içme suyum da vardı; ama uçsuz bucaksız okyanusa sürüklendiğimde bunlar neye yarardı? Çünkü okyanusa sürüklenirsem, en azından bin beş yüz kilometrelik bir alan içinde bir kara parçası, ya da bir ada bulamayacağım kesindi.
Şimdi insanların içinde bulunabilecekleri en kötü durumu çok daha kötü bir hale getirmenin, Tann'nın iradesi için ne kadar kolay olduğunu daha iyi anlıyordum. Şimdi geri dönüp baktığımda ıssız, yapayalnız adayı dünyanın en güzel yeri olarak görüyor; gönlümün dileyebileceği tek mutluluğun oraya dönmekten başka bir şey olmadığını düşünüyordum.
-216-
Büyük bir arzuyla ellerimi adaya doğru uzatıp, "Ey mutlu bozkır! Seni bir daha asla göremeyeceğim!" dedim. "Ne düşkün bir yaratığım ben böyle, nerelere gidiyorum?" Sonra, şükran nedir bilmeyen bu huyumu; adadayken yalnızlıktan ne kadar yakındığımı, şimdi ise oraya dönmek için her şeyimi verebileceğimi düşününce kendime kızdım. Biz böyleyiz işte, tamamen farklı bir durumla karşılaşıncaya kadar içinde bulunduğumuz durumun gerçek değerini asla göremez, elimizdekinin değerini ancak bunları yitirince anlarız. Sevgili adamdan (şimdi gözüme böyle görünüyordu) uçsuz bucaksız okyanusa doğru, neredeyse iki fersah sürüklenmiş olmaktan dolayı kapıldığım dehşeti ve bir daha asla oraya dönemeyeceğimi düşündükçe içine düştüğüm umutsuzluğu anlatmak imkânsız. Bununla birlikte, gücüm tükenene kadar çalıştım, çabaladım ve kayığımı elimden geldiğince akıntının kuzeyinde, yani anaforun bulunduğu yönde tutmaya uğraştım. Öğlen vakitlerinde, güneş dönmeye başladığında güneybatıdan esen hafif bir meltemin yüzüme vurduğunu hisseder gibi oldum. Bu yüreğime biraz su serpti; özellikle de yarım saat kadar bir süre geçtikten sonra, bu esinti küçük tatlı bir yele dönüşünce. Bu süre içinde adadan bir hayli uzaklaşmıştım; öyle ki bu mesafe ürkütücüydü. Havada en ufak bir sis ya da bulutlanma olursa, bu sefer başka bir sebepten işim bitecekti; çünkü kayıkta hiç pusula yoktu ve adayı bir gözden kaybedersem doğru yöne nasıl gideceğimi bilmiyordum. Ama hava
-217-
hâlâ açık olduğundan işe koyulup tekrar direği kaldırdım ve yelkenimi açarak akıntıdan çıkmak için mümkün olduğunca kuzeye doğru yol almaya çalıştım.
Tam yelken açıp yol almaya başladığım sırada, suların durgunluğundan akıntıda bir değişiklik olacağını anladım; çünkü akıntının güçlü olduğu yerlerde sular bulanıktı. Ama sular durgunlaştığında akıntı da kesildi ve tam o sırada, doğuya doğru yarım mil kadar ötedeki kayalıklara dalgaların vurduğunu gördüm. Bu kayalar akıntının tekrar ikiye ayrılmasına sebep oluyordu; akıntının ana kolu kayalıkları kuzeydoğuda bırakarak güneye doğru yol alıyordu. Kayalıklara çarparak geri dönen diğer kol da kuvvetli bir anafor yaparak hızla kuzeybatıya doğru gidiyordu.
Darağacına çıkmak üzereyken ölümden kurtulan veya tam öldürülmek üzereyken haydutların elinden kurtulan ya da buna benzer bir ölüm kalım anını yaşamış biri ne kadar sevindiğimi; kayığımı bu anafora ne büyük bir mutlulukla soktuğumu ve rüzgâr da hızlandığı için yelkenimi açıp kendimi de bu güçlü anafora bırakarak rüzgârın önünde ne büyük bir sevinçle yol aldığımı anlayacaktır.
Geri dönüş yolumda, bu anafor beni adaya doğru aşağı yukarı bir fersah götürdü; ama akıntının beni ilk sürüklediği yerin iki fersah kadar da kuzeyine attı. Dolayısıyla adaya yaklaştığımda kendimi kuzey kıyıda, başka bir deyişle, yola çıktığım yerin tam karşısında, adanın öbür ucunda buldum.
Bu akıntı ya da anaforun yardımıyla bir
-218-
fersahtan biraz daha fazla yol aldıktan sonra akıntının geçtiğini ve artık işime yaramayacağını anladım. Bununla birlikte, kendimi iki büyük akıntının; yani beni açıklara sürükleyen güneydeki akıntıyla bir mil ötedeki kuzey akıntısının arasında buldum. Adanın eteğinde, en azından bu iki akıntının arasındaki suların durgun olduğunu, hiçbir tarafa akmadığını gördüm ve rüzgâr hâlâ güzel estiğinden adaya doğru yol almaya devam ettim; ama önceki gibi hızlı gidemiyordum.
Akşamüstü saat dört sularında, adaya bir mil kadar yaklaşmışken başıma gelen bu uğursuzluğun sebebi olan kayaların, önceden de söylediğim gibi, güneye doğru uzandığını ve akıntıyı daha da güneye atarak kuzeyde başka bir anafor oluşturduğunu gördüm. Ayrıca bu akıntı çok güçlüydü, ama yolumun üstünde değildi; ben batıya doğru giderken o neredeyse tamamen kuzeyde kalıyordu. Bununla birlikte, rüzgâr da güzel estiğinden kuzeybatıya yönelerek anaforun ortasından geçtim ve aşağı yukarı bir saat içinde kıyıya bir mil yaklaşmayı başardım; burada sular durgun olduğu için de çok geçmeden karaya çıktım.
Karaya ayak basar basmaz diz çöktüm ve kurtulduğum için Tann'ya şükrettim; kayığımla buradan kurtulmak konusundaki bütün düşünceleri kafamdan silmeye karar verdim. Yanımda bulunan şeylerden yiyip içerek gücümü topladım; sandalımı karaya, gözüme kestirdiğim, birtakım ağaçların altındaki küçük bir koya getirdim; yol yorgunluğundan ve
-219-
çabalamaktan bitkin düşmüş bir halde yere uzanıp uykuya daldım.
Şimdi kayığımla hangi yoldan eve döneceğime karar veremiyordum. Geldiğim yoldan geri dönmeyi düşünemeyecek kadar büyük bir tehlike atlatmıştım ve aynı yoldan dönersem neler olacağını çok iyi biliyordum. Diğer tarafta (adanın batısında demek istiyorum) ise nasıl bir şeyle karşılaşacağımı bilmediğim gibi yeni tehlikeleri göze almaya da niyetim yoktu. Dolayısıyla ancak ertesi sabah, kıyı boyunca batıya doğru yürümeye ve firkateynimi gönül rahatlığıyla bırakıp ihtiyacım olduğunda tekrar alabileceğim bir ırmak ağzı olup olmadığına bakmaya karar verdim. Kıyıda beş kilometre kadar ilerledikten sonra, aşağı yukarı bir mil uzunluğunda, gittikçe daralıp çok küçük bir çaya ya da dereye dönüşen çok güzel bir koy ya da körfeze geldim ve kayığım için çok uygun bir liman buldum; burada sanki kendisi için özel olarak yapılmış küçük bir rıhtımdaymış gibi rahatça durabilirdi. Kayığımı buraya yerleştirip güven altına aldıktan sonra etrafıma bakıp nerede olduğumu anlamak için kıyıya döndüm.
Çok geçmeden daha önce yaya olarak geldiğim kıyının biraz ötesine vardım; dolayısıyla kayığımdan tüfeğimle şemsiyem -çok sıcaktı çünkü- dışında bir şey almaksızın yürümeye başladım. Yaptığım öylesine korkunç bir deniz yolculuğundan sonra bu yol çok rahattı; akşam olduğunda eski çardağıma ulaştım ve her şeyi bıraktığım gibi buldum; önceden de dediğim gibi kır evimi daima düzenli tutuyordum.
-220-
Çitin üzerinden geçtim, çok yorgun olduğumdan kollarımı bacaklarımı dinlendirmek için gölgeliğe uzandım ve uykuya daldım. Ama birkaç defa beni adımla çağıran bir ses tarafından uykumdan uyandınldığımda ne büyük bir şaşkınlığa düştüğümü, bu öyküyü okuyan sizler tahmin edebilirseniz edin: "Robin, Robin, Robin Crusoe, zavallı Robin Crusoe! Neredesin, Robin Crusoe? Nerdesin? Nerelerdeydin?"
Günün ilk kısmını kürek çekmekle ve sonraki kısmım da yürümekle geçirdiğim için çok yorgun olduğumdan ilk başta öyle deliksiz bir uykuya dalmışım ki, bir türlü tamamen uyanamadım; ancak uykuyla uyanıklık arasında rüyamda birinin bana seslendiğini sanıyordum. 'Ama ses "Robin Crusoe, Robin Crusoe," diye seslenmeye devam ettiğinden, sonunda adamakıllı uyandım ve ilk başta öyle korktum, öyle katıksız bir dehşete düştüm ki, irkilerek hemen ayağa fırladım. Ama gözlerimi açar açmaz, Poll'un çitin tepesine konmuş olduğunu gördüm ve bana seslenenin o olduğunu hemen anladım; çünkü ben onunla hep böyle kederli bir dilde konuşuyor, bunları ona da öğretiyordum. O kadar güzel öğrenmişti ki, parmağıma konup gagasını da yüzüme yaklaştırarak, "Zavallı Robin Crusoe! Neredesin? Nerelerdeydin? Buralara nasıl düştün?" diye bağırır ve ona öğrettiğim buna benzer şeyleri söyleyip dururdu.
Bununla birlikte, bana seslenenin papağanım olduğunu ve aslında başka kimse de olamayacağını bilsem bile uzun bir süre ken--221-
II
dimi toparlayamadım. İlk olarak, bu kuşun nasıl olup da oraya geldiğine ve oradan ayrılıp başka bir yere gitmediğine şaşırmıştım. Ama bunun bizim sadık Poll'dan başkası olamayacağına iyice ikna olduğumda şaşkınlığımı da atlattım. Elimi uzattım ve 'Poll' diye adıyla seslenerek onu çağırdım; arkadaş canlısı yaratık, yanıma gelip her zaman yaptığı gibi başparmağıma kondu ve beni tekrar gördüğüne sevinmiş gibi, "Zavallı Robin Crusoe! Buraya nasıl geldim? Nerelerdeydin?" diye benimle konuşmaya devam etti. Eve giderken onu da yanıma aldım.
Bu deniz yolculuğu artık bir süre için bana yeterdi ve günlerce yerimde oturup atlattığım tehlikeyi düşünmek için de yeteri kadar sebebim vardı. Kayığımı, adanın bu yanına geri getirebilseydim çok mutlu olacaktım; ama bunu yapmanın uygun bir yolunu bilmiyordum. Adanın, dolaşmış olduğum doğu kıyısını bir daha oralara gitmeyi göze alamayacak kadar iyi biliyordum; düşündükçe bile yüreğim daralıyor, kanım donuyordu. Adanın diğer yanına gelince, orada başıma neler gelebileceğini bilmiyordum; ama akıntı o yanda da doğudaki gibi güçlü akıyorsa, aynı şekilde akıntıya kapılıp daha önce olduğu gibi adadan uzaklara sürüklenebilirdim. Bu düşüncelerle, aylarca verdiğim emeğin bir ürünü olmasına, denize indirmek için ise daha bile fazla uğraşmış olmama rağmen kayıksız yaşamaya boyun eğdim.
Bu kararın etkisiyle, bir yıla yakın bir süre, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi çok sa--222-
kin, huzurlu bir hayat sürdüm. İçinde bulunduğum duruma çok uygun düşen bu düşünceler ve kendimi tamamıyla Tann'nın iradesine bırakmış olmam dolayısıyla, toplumdan uzak olmak dışında elimdeki bütün imkânlarla gerçekten çok mutlu bir hayat yaşadığımı düşünüyordum.
Bu süre içinde ihtiyaçlarımın beni yönelttiği bütün el sanatlarında kendimi geliştirdim ve bu vesileyle çok iyi bir marangoz oldum; hele bir de elimde ne kadar az alet olduğu göz önüne alınırsa. Bunun yanı sıra, çanak çömlek yapımında umulmadık bir ustalığa ulaştım ve bunları yapmak için bir çark geliştirdim. Bu işin çarkla çok daha kolay ve iyi yapıldığını gördüm; çünkü eskiden yaptıklarım yüzüne bakılmayacak derecede çirkin olurken şimdikiler yuvarlak ve biçimli oluyordu. Ama sanırım, bir şey yaptığımda ya da bulduğumda, hiçbir zaman, bir pipo yapmayı başardığım zamanki kadar mutlu olmamış ya da gurur duymamıştım. Ortaya oldukça çirkin, yamuk yumuk bir şey çıkmasına ve öbür toprak kaplar gibi sadece ateşte pişirilmesine rağmen sert ve dayanıklı olmuştu, dumanı da iyi çekiyordu ve çok hoşuma gitmişti; çünkü tütün içmeye alışıktım ve gemide de pipolar vardı. Ama adada tütün olduğunu bilmediğimden başta pipoları almayı unutmuş ve sonradan gemiyi aradığımda bir tane bile bulamamıştım.
Hasır örme işinde de kendimi bir hayli geliştirdim ve yaratıcılığımı kullanarak çeşit çeşit, bir sürü sepet yaptım; çok güzel olmadılar; ama içine bir şeyler koymaya ya da eve
-223-
götüreceğim şeyleri taşımaya elverişliydiler. Örneğin kırda bir keçi vurursam bunu bir ağaca asıyor, derisini yüzüyor, içini temizliyor ve kesip bir sepetin içinde eve getiriyor-dum. Aynı şeyi kaplumbağalar için de yapıyordum; içini açıp yumurtalarını ve kendime yetecek bir iki parçasını alarak bir sepet içinde eve getiriyor; geri kalanını da orada bırakıyordum. Kurur kurumaz dövüp tanelerini ayırdığım, büyük sepetler içinde sakladığım ekinlerimi de yine büyük ve derin sepetlerle eve götürüyordum.
Artık barutumun kayda değer ölçüde azaldığını görüyordum ve bu benim için yeri doldurulması imkânsız bir yoksunluktu. Hiç barutum kalmadığında ne yapmam gerektiğini; yani nasıl edip de keçi vurabileceğimi ciddi ciddi düşünmeye başladım. Gerçi, önceden de söylendiği gibi, buradaki üçüncü yılımda yavru bir keçi tutup evcilleştirmiş, bir de erkek keçi bulmayı umut etmiştim. Ama hiçbir şekilde bunu gerçekleştiremedim ve yavru keçim de yaşlandı; onu kesmeye gönlüm asla elvermediğinden en sonunda iyice yaşlanıp kendiliğinden öldü.
Artık buraya yerleşeli on bir yıl olmuştu; dediğim gibi cephanem de gittikçe azalmıştı; birkaçını canlı yakalayıp yakalayamayacağımı görmek için keçilere kapan ya da tuzak kurmanın yollarını aramaya başladım; özellikle de karnında yavrusu olan dişi bir keçi istiyordum.
Böylece keçi yakalayabilmek için bir sürü kapan kurdum ve inanıyorum ki, birkaç keçi
-224-
de bunlara yakalanmıştı. Ama elimde hiç tel olmadığı için tuzaklarım pek iyi olmamıştı; bu yüzden tuzakları hep kırılmış, içindeki yemleri de yenip bitirilmiş buluyordum. Sonunda, bir tuzak çukuru kazmaya karar verdim. Keçileri otlarken gördüğüm yerlere birkaç büyük çukur kazdım ve bunların üzerini yine kendi yaptığım çitlerle örttüm, üstlerine de büyük ağırlıklar koydum. Çitleri kurmadan önce oraya birkaç kez arpa başağıyla kuru pirinç koymuş ve ayak izlerinden keçilerin gelip yemi yediklerini kolayca anlamıştım. En sonunda, bir gece, üç tuzak kurdum ve ertesi sabah geldiğimde tuzaklar olduğu yerde dursa da yemlerin yenip bitirilmiş olduğunu gördüm; bu çok umut kinciydi. Bununla birlikte kapanlarımı değiştirdim; ayrmtılarla canınızı sıkmayayım, ama bir sabah gidip baktığımda tuzakların birinde kocaman, yaşlı bir teke, diğerinde de biri erkek, ikisi dişi üç yavru buldum.
Yaşlı olanla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. O kadar azgındı ki, çukura inmeye, başka bir deyişle, çok istediğim halde onu canlı olarak dışarı çıkarmaya cesaret edemiyordum. Onu vurabilirdim, ama bunu yapmak istemiyordum, amacım da bu değildi zaten; bu yüzden onu salıverdim ve o da korkudan aklını yitirmiş gibi kaçıp gitti. Ama açlığın bir aslanı bile dize getirebileceğini henüz bilmiyordum. Onu orada üç dört gün aç susuz bırakıp sonra biraz suyla arpa götürsey-dim, tıpkı yavrular gibi evcilleşirdi; çünkü bunlar kendilerine iyi davranıldığında oldukça akıllı, uysal yaratıklar oluyorlardı.
-225-
Ancak o zamanlar daha iyi bir yol bilmediğim için bu tekeyi salıvermiştim. Sonra yavruların yanına gittim, teker teker üçünü de aldım ve iplerle birbirlerine bağlayarak biraz güçlükle de olsa hepsini birden eve getirmeyi başardım.
Uzun bir süre bir şey yemediler; ama önlerine tatlı arpalardan atınca bu yiyecek onları cezbetti ve evcilleşmeye başladılar. Barut ya da saçmam kalmadığında keçi etiyle karnımı doyurmam gerekiyorsa, artık tek çıkar yolumun bu keçileri evcilleştirip yetiştirmek olduğunu anlamıştım. Belki o zaman evimin etrafında, koyun sürüsü gibi bir keçi sürüm bile olabilirdi.
Ama sonra hemen aklıma, evcilleri ya-bankeçilerinden uzak tutmam gerektiği geldi; yoksa büyüdüklerinde kaçıp giderlerdi. Bunu yapmanın tek yolu içeridekilerin kaçamayacağı, dışandakilerin de içeri giremeyeceği sağlam bir çit ya da duvarla çevrili, kapalı bir yer yapmaktı.
Bu yalnız bir çift el için çok büyük bir işti; ama bunu mutlaka yapmam gerektiği düşünülünce, ilk işim yiyecekleri otu, içecekleri suyu, bir de keçileri güneşten koruyacak gölgeliği sağlayabilecek, uygun bir yer bulmaktı.
Böyle çitlerden anlayanlar, bütün bu saydıklarıma çok uygun; yani geniş bir çayırlığı ya da savanası (bizim batı kolonilerinde çayırlara böyle derler) olan, içinden iki üç küçük derenin aktığı, bir yanı ağaçlık bir yer seçmekle hiç de akıllıca bir iş yapmadığımı düşüneceklerdir. Bu yerin etrafını çevirmek için en
-226-
az üç kilometre uzunluğunda olması gereken bir çit ya da duvar yapmaya başladığımı söylediğimde ise bu tasarıma güleceklerdir. Bu işteki delilik, seçtiğim alanın büyüklüğünden kaynaklanmıyordu; çünkü on beş kilometrelik bir çit yapmam gerekse bile, bunu yapmaya yetecek zamanım vardı. Ama keçilerimin bu kadar büyük bir alanda, sanki bütün ada ellerine kalmış gibi tekrar yabanileşeceklerini; ne kadar kovalasam da onları asla yakalayamayacağımı hiç düşünmemiştim.
Bu düşünce aklıma geldiğinde çitimi çevirmeye başlamış ve sanırım, aşağı yukarı yirmi beş metre de yapmıştım. Dolayısıyla bu işi hemen bıraktım ve başlangıç olarak yüz otuz metre boyunda, doksan metre eninde bir yer çevirmeye katar verdim; bu genişlikte bir yer de belli bir süre için yakalayabileceğim keçilerin hepsine yeterdi ve sürüm büyüdükçe yerimi genişletebilirdim.
Bu mantıklı bir hareketti ve yine bütün gücümü toplayarak çalışmaya başladım. İlk alanı çitle çevirmem yaklaşık üç ayımı aldı; bu işi bitirene kadar yavru keçileri çayırın en güzel yerine bağladım ve alıştırmak için mümkün olduğunca yakınımda besledim. Sık sık onlara arpa başaklan ya da bir avuç pirinç getirip elimle yediriyordum; böylece çitim bitince keçileri saldığımda bir aşağı bir yukarı peşimden gelmeye, bir avuç arpa için mele-yip durmaya başladılar.
Bu çit işimi gördü. Bir buçuk yıl içinde yavrularla birlikte on iki keçilik bir sürüm oldu; iki yıl daha geçince de yemek için alıp
-227-
kestiklerimin dışında kırk üç keçim oldu. Ondan sonra, keçileri beslemek için etrafı çitle çevrili beş yer daha hazırladım; bu alanların içlerine de keçileri yerleştirebileceğim, onları istediğim zaman almama yarayacak ağıllar, bir bölümden diğerine açılan kapılar yaptım.
Ama bu kadarla da kalmıyordu, çünkü artık, canım istediğinde yiyebileceğim keçi etinin yanı sıra, sütüm de vardı; bu aslında başlangıçta hiç düşünmediğim bir şeydi; ama sonradan aklıma geldiğinde gerçekten çok hoş bir sürpriz olmuştu. Şimdi bir süthane yapmıştım ve bazen günde bir iki galon süt alıyordum; her yaratığa yiyeceğini veren Doğa o yiyecekten nasıl yararlanılacağını bile öğretiyordu doğal olarak. Böylece daha önce değil keçi, inek bile sağmamış, yağ ya da peynirin nasıl yapıldığını hiç görmemiş olan ben, bir sürü deneme ve başarısızlıktan sonra da olsa, en sonunda, yağ ve peynir yapmayı da başardım ve bir daha asla bunların yokluğunu çekmedim.
Büyük Yaradanımız, mahvolup gideceklerini sandıklan bir anda bile, kendi yarattığı kullarına karşı, ne kadar merhametli davranıyor! En acı durumlara bile nasıl tatlı bir avuntu veriyor ve zindanları, hapishaneleri için bile O'na şükran duymamızı sağlıyor! İlk başta açlıktan ölmekten başka bir çaremin olmadığını düşündüğüm bu ıssız yerde, benim için ne kadar da güzel bir sofra kurmuştu!
Küçük ailemle birlikte sofraya oturuşumuzu bir gören olsa, herhalde acı acı gülümserdi. Majesteleri, prens ve bütün adanın yüce efendisi olan bana... bütün kullarımın ha-
-228-
yatı, kayıtsız şartsız benim buyruklarıma bağlıydı. Astığım astık, kestiğim kestikti. İstediğime özgürlük verir, istediğim zaman geri alırdım ve tebaamın arasında hiç başkaldıran yoktu.
Sonra tıpkı bir kral gibi, çevremde bir tek hizmetkârlarımla, tek başıma yemek yemem de görülecek şeydi. Gözdem olduğu için yalnız Poll'un benimle konuşmaya izni vardı. Artık çok yaşlanmış ve bunamış, üremek için kendine eş bulamayan köpeğim daima sağ tarafımda otururdu; biri masanın bir tarafında, diğeri öbür tarafında duran kedilerim de özel bir yakınlık göstergesi olarak ara sıra elimle verdiğim bir lokma yiyeceği beklerlerdi.
Ama bunlar gemiden getirdiğim ilk iki kedi değildi; onların ikisi de ölmüş ve kendi ellerimle evimin yakınlarına defnedilmişlerdi. Ama gemiden getirdiğim bu kedilerden biri, hangi tür olduğunu bilmediğim bir hayvanla çiftleşerek üremişti; bu şimdiki iki kedim, o yavruların arasından evcilleştirmek için ayır-dıklanmdı; geri kalanlar ise korulukta yaba-nileşmiş ve sonunda da gerçekten başıma bela olmuşlardı. Sık sık evime girip yiyeceklerimi çaldıklarından en sonunda büyük bir kısmını vurup öldürmek zorunda kalmış, geri kalanların da evimi tamamen terk etmelerini sağlamıştım. İşte bu refakatçilerimle birlikte ve böyle bolluk içinde yaşayıp gidiyordum; in-sansızlıktan başka hiçbir eksiğimin de olmadığını söyleyebilirim, ama bundan bir süre sonra istemediğim kadar insan olacaktı çevremde.
Dostları ilə paylaş: |