26 Haziran - Daha iyiyim; yiyecek bir şey kalmadığı için tüfeğimi alıp çıktım, ama kendimi çok güçsüz hissediyordum. Yine de dişi bir keçi vurdum ve bir hayli zorlanarak eve getirdim. Birazını kızartıp yedim. Haşlayıp biraz et suyu yapmak isterdim, ama tencerem yoktu.
27 Haziran - Sıtma yine çok şiddetlendi; bütün gün yataktan çıkamadım, ne bir şey yedim ne de içtim. Susuzluktan ölmek üzereydim, ama o kadar güçsüzdüm ki, kalkıp kendime su bulmaya bile halim yoktu. Yine Tann'ya dua ettim ama aklım başımda değil-
-143-
di; aklım başımda olduğu zaman da cahilliğimden ne söyleyeceğimi bilemiyor, sadece yattığım yerden, 'Tanrım, şu halime bir bak! Tanrım, acı bana! Tanrım, yardımını esirgeme benden!" diye ağlayıp duruyordum. Sanırım, nöbet geçene kadar, iki üç saat boyunca başka bir şey yapmadım. Sonra da uykuya daldım ve gece yansına kadar uyanmadım. Uyandığımda kendimi çok daha dinlenmiş buldum; ama hâlâ bitkindim ve oldukça susamıştım. Bununla birlikte, evimde hiç su olmadığından sabahı beklemek zorundaydım; tekrar uyudum. Bu ikinci uykuda şu korkunç rüyayı gördüm:
Duvarımın dışında, depremden sonraki fırtına sırasında oturduğum yerde, toprağın üstünde oturuyordum ve bir adamın, koskocaman kara bir buluttan, parlak bir alev içinde indiğini ve yeri ışığa boğduğunu gördüm. Baştan aşağı alev gibi parladığmdan adama zor bakıyordum. Yüzünde, sözcüklerle anlatılması imkânsız, korkunç bir ifade vardı. Adam, ayağını toprağa bastığında yerin deprem oluyormuş gibi sarsıldığını ve şimşeklerin* gökyüzünü kapladığını sandım.
Yere iner inmez, elindeki uzun mızrak gibi bir silahla beni öldürmek için üzerime doğru yürüdü. Biraz ötedeki bir tümseğe vardığında bana bir şeyler söyledi; işittiğim ses o kadar korkunçtu ki, o an kapıldığım dehşeti anlatmama olanak yok. Söylediklerinden, bir tek şu sözleri anlayabildim: "Başına gelen bü-
• Or).: Flashes of fire. Eski Ahit'teki krallar kitabı 19:9ffden alıntı.
-144-
tün bu şeyler bile sende pişmanlık uyandırmadı, artık öleceksin." Sanırım, bu sözleri söylerken beni öldürmek için mızrağını havaya kaldırmıştı.
Bu satırları okuyan hiç kimse, bu korkunç rüya karşısında kapıldığım dehşeti sözle anlatabileceğimi beklemiyordur herhalde; demek istediğim şu ki, rüyamda bile olsa ben bu korkulan yaşadım; uyanıp bütün bunla-nn rüya olduğunu anladığımda dahi üzerimdeki etkisini nasıl sürdürdüğünü anlatmam aynı şekilde olanaksız.
Ne yazık ki, dinle ilgili hiçbir şey bilmiyordum; babamın verdiği o iyi eğitimden kazandığım şeyler de sekiz yıl boyunca durmadan denizlerde haylazlık yaptığım ve sürekli olarak, ancak kendim gibi son derece günahkâr ve dine saygısız kişilerle arkadaşlık ettiğim için kafamdan tamamıyla uçup gitmişti. Bütün bu süre boyunca, bir kez bile gözlerimi yukarı kaldınp Tann'yı düşündüğümü ya da kendime dönüp davranışlanmı değerlendirdiğimi hatırlamıyorum; ne iyi bir insan olmayı arzu ettiğim, ne de kötülüğün bilincine vardığım bu süre boyunca, tamamıyla budala bir ruha boğulmuştum ve bizim gemicilerin arasındaki, akla gelebilecek en ruhsuz, en düşüncesiz, en günahkâr yaratık olup çıkmıştım; ne tehlike anlannda en ufak bir Tann korkusu duyuyor ne de kurtulduğumuzda şükrediyordum.
Geçmişteki serüvenlerimde, bugüne kadar başıma gelen bütün felaketlerin, Tan-n'mn bir işi ya da işlediğim günahlann sonu-
-145-
cu; babama karşı asi davranışlarımın, şu anki çok büyük günahlarımın veya genel olarak sorumsuz yaşayışımın bir cezası olduğunu bir kez bile düşünmediğimi eklersem Tann'ya karşı bu saygısızlığım daha kolay anlaşılacaktır. Afrika'nın ıssız kıyılarında yaptığım umutsuz yolculuk süresince, bir kez olsun başıma gelecekleri düşünmemiş; yoluma devam edebileyim diye ya da apaçık etrafımı saran tehlikelerden, acımasız vahşiler gibi doymak bilmeyen yırtıcı hayvanlardan da beni koruması için Tann'ya bir kez bile yalvarma-mıştım. Aksine, Tann ya da İlahi Takdir gibi bir şey aklımın köşesinden bile geçmiyor; tıpkı bir hayvan gibi, doğanın yasalan ve içgüdülerimin buyruklanyla hareket ediyor ve aslında bir hayvan kadar bile olamıyordum.
Portekizli kaptan beni denizden kurtanp gemisine aldığında, iyi ağırlanmış ve insanca olduğu kadar dürüst ve şerefli bir muamele görmüştüm; ama o zaman da Tann'ya karşı en ufak bir minnet duymamıştım. Sonra, yine bir gemi kazası geçirip boğulma tehlikesi atlatarak bu adaya çıktığımda da davranışla-nmdan ötürü bir vicdan azabı duymak ya da bunu bir ceza olarak görmekten çok uzaktım; yalnız, kendi kendime sık sık, talihsiz köpeğin teki olduğumu ve sefil olmak için doğduğumu söylüyordum.
Karaya çıkıp da gemideki bütün arkadaş-lanmın boğulduğunu, bir tek benim kurtulduğumu görünce sevinçten kendimden geçtiğim doğru; Tann yardım etseydi, ruhumdaki bu değişiklik gerçek bir minnet duygusuna
-146-
i
dönüşebilirdi; ama bu sadece sıradan bir sevinç dalgası ya da yaşadığıma memnun olmak gibi bir duygu olarak kaldı ve orada bitti. Beni kurtaran, ya da geri kalan herkes ölürken kurtulmak için bir tek beni seçen elin ne kadar da iyi olduğunu, Tann'nm bana karşı neden bu kadar merhametli davrandığını bir an bile düşünüp sorgulamadım. Hatta, tıpkı bir gemi kazasından sonra sağ salim karaya çıktıklannda bütün yaşadıklannı bir bardak punçla bastınp her şeyi bir anda unutan denizcilerinki gibi sıradan bir sevinçti benimkisi ve bütün hayatım boyunca da böyle oldu.
Hatta sonradan, gecikmeyle de olsa durumumu değerlendirirken, hiçbir insanın ulaşamayacağı, bütün yardım ya da kurtuluş umutlanndan çok uzak olan bu korkunç yere nasıl düştüğümü düşünürken bile, yaşayacağıma ve açlıktan ölmeyeceğime dair bir umut ışığı görür görmez, bütün acılanm bir anda son buldu; oldukça rahat davranmaya başlayıp tehlikeden korunmamı ve hayatımı sürdürmemi sağlayacak işlere verdim kendimi. İçine düştüğüm durumun Tann'nın bir cezası, bana karşı işleyen buyruklannın bir sonucu olduğunu düşünmekten yine uzaklaştım; bunlar neredeyse hiç aklıma gelmeyen düşüncelerdi. Günlüğümde daha önce de söz ettiğim gibi, arpalann büyümesi ilk başta beni biraz etkilemiş, bu işin içinde mucizevi bir şeyler olduğunu düşündüğüm sürece de ciddi ciddi duygulanmaya başlamıştım; ama önceden de belirttiğim gibi bu mucize düşün-
-147-
cesi ortadan kalkar kalkmaz, bu düşüncenin uyandırmış olduğu bütün duygular da silinip gitti.
Depremin -oysa hiçbir şey, doğası gereği bu kadar korkunç olamazdı, ya da böyle şeyleri yöneten görünmez Güç'le bu kadar yakından ilgili olamazdı- etkisi bile o ilk korku geçince çekip gitti. Ne Tann'yı ve O'nun buyruklarını, ne de içine düştüğüm durumun sorumlusunun O olduğunu düşünüyordum; hayatta erişilebilecek en rahat şartlarda yaşasam bile o anda düşüneceğimden daha fazla düşünmüyordum bunları.
Ama şimdi, hastalanıp ölüm acılan yavaş yavaş gözümün önüne gelince, ruhum ağır bir hastalığın yükü altında ezilmeye, vücudum da şiddetli ateşten bitkin düşmeye başlayınca; uzun bir süredir uykuda olan vicdanım usul usul uyandı ve ben de yaşadığım hayat yüzünden kendimi suçlar oldum. Eşi benzeri görülmedik ahlaksızlıklarla Tann'nın gazabını göz göre göre üstüme çekmiş, bana bu kadar düşmanca davranmasına ve beni eşi benzeri görülmemiş darbelerle yerden yere vurmasına sebep olmuştum.
Bu düşünceler hastalığımın ikinci ya da üçüncü gününde beni kahretmeye başladı ve şiddetli ateş kadar, bu korkunç vicdan azabının da baskısıyla, Tann'ya dua eder gibi bazı sözler çıktı ağzımdan; ama bunlann umut ve dilekle karışık bir dua olduğunu söyleyemem, daha çok katıksız bir korku ve acının dile gelişiydi. Düşüncelerim karmakanşık olmuş, zihnimdeki büyük suçluluk duygusu ve böy-
-148-
le sefil bir durumda ölüp gitmek korkusu kafamı allak bullak etmişti; ruhumun bu çırpınışı içinde ağzımdan ne gibi kelimelerin döküldüğünü bilmiyorum; ama daha çok şöyle bir çığlıktı: 'Tannm! Ne zavallı bir yaratığım ben! Bir hasta olursam, bakacak kimsem olmadığından muhakkak öleceğim, ne olacak benim halim?" Sonra gözlerimden yaşlar boşandı ve uzun bir süre başka hiçbir şey söy-leyemedim.
Bu sırada; babamın, öykümün başında söz ettiğim güzel öğütleri ve bu aptalca adımı atarsam, Tann'nın iyiliğini benden esirgeyeceğini; ileride, çevremde bana yardım eli uzatacak kimse bulamadığımda, göz ardı ettiğim bu öğütlerini hatırlayacağımı önceden tahmin edişi geldi aklıma. "İşte," dedim yüksek sesle, "sevgili babamın sözleri doğru çıktı; Tann'nın gazabına uğradım ve beni duyacak ya da bana yardım edecek kimse yok. Bütün iyiliğiyle bana, mutlu olacağım ve rahat yaşayacağım bir hayat veren Tann'nın buyruğuna karşı geldim; o hayatın güzelliğini ne kendiliğimden görebildim, ne de annemle babamın öğütlerinden öğrenebildim. Budalaca davra-nışlanm yüzünden acı çekmelerine sebep oldum ve şimdi de bu davranışlann bir sonucu olarak ben kendim acı çekiyorum. Annemle babamın, beni hayatta yükseltecek ve her şeyi benim için çok daha kolay hale getirecek olan yardımlarını ve desteklerini geri çevirdim; şimdi ise Doğa'nın kendisi için bile çok büyük olan güçlükleriyle baş etmek zorundayım ve artık ne destek, ne yardım, ne teselli,
-149-
ne de öğüt bulabiliyorum." Sonra da, "Tanrım, bana yardım et, çok büyük sıkıntılar çekiyorum," diye bağırdım.
Bu yıllardır ettiğim ilk duaydı, buna dua denebilirse tabii. Ama artık günlüğüme döneyim.
28 Haziran - Uyuduğum için biraz dinlenmiştim ve nöbetim de tamamen geçince yataktan kalktım; gördüğüm rüya yüzünden büyük bir korku ve dehşete kapıldığım halde, ertesi gün sıtma nöbetinin geri gelebileceğini düşünerek hasta olduğumda kendimi serinletip güçlendirecek bir şeyler bulmam gerektiğine karar verdim. Yaptığım ilk iş büyük, dört köşe bir şişeyi suyla doldurup yatağımın yanındaki masanın üzerine yerleştirmek oldu; suyun soğukluğunu ya da sıtmasını kırmak için de içine biraz rom ekleyip karıştırdım. Sonra kendime bir parça keçi eti çıkarıp kömürlerin üzerinde kızarttım, ama çok az yiyebildim. Biraz dolaştım; ama hem çok güçsüzdüm, hem de içine düştüğüm sefil durum yüzünden ve ertesi gün hastalığımın tekrarlayacağı korkusundan çok üzgün ve kederliydim. Akşamleyin, külde pişirdiğim üç kaplumbağa yumurtasından bir yemek hazırladım ve bizim deyişimizle rafadan yedim; hatırladığım kadarıyla bütün hayatım boyunca Tann'ya şükrettiğim ilk yemek buydu.
Yemeğimi yedikten sonra biraz dolaşmaya çalıştım, ama o kadar güçsüzdüm ki, tüfeği bile zor taşıyordum (asla dışarı tüfeksiz çık-mıyordum); dolayısıyla çok az yürüdüm ve yere oturdum, önümde uzanan durgun,
?MML
İlhaikkutüpha.-^sI
çarşaf gibi dümdüz denize baktım. Orada otururken aklımdan şu düşünceler geçti:
Bu kadar çok gördüğüm şu toprak ve deniz nedir? Neden yaratılmışlar? Ben neyim? Evcil, vahşi, insan, hayvan, bütün öbür yaratıklar nereden gelmişiz? Şüphesiz hepimiz, yeri göğü, denizi ve havayı da yaratan gizli Güç tarafından yaratılmışız. Peki kimdir o Güç?
Bu düşüncelerimi olanca doğallığıyla şu takip etti: Bunların hepsini yaratan Tann'dır. Sonra da tuhaf bir şekilde aklıma, bütün bunları yaratan Tann'ysa, bunları ve bunlarla ilgili her şeyi de Tann'nm yöneteceği geldi; çünkü her şeyi yapan bir Güç, bunları yönetecek kuvvete de muhakkak sahiptir.
Öyleyse, O'nun eserlerinin büyük evreninde hiçbir şey, O'nun bilgisi ve iradesi dışında gerçekleşemezdi. Ve hiçbir şey O'nun bilgisi dışında değilse, benim burada olduğumu, içine düştüğüm bu korkunç durumu da biliyordu. Ve hiçbir şey O'nun iradesi dışında olmuyorsa, bütün bunların başıma gelmesini O istemişti.
Vardığım bu sonuçlarla çelişecek tek bir düşünce gelmiyordu aklıma; dolayısıyla bütün bunların Tanrı'nın buyruğuyla başıma gelmiş olması gerektiği düşüncesi içime daha bir kuvvetle işledi; yalnız beni değil, bu dünyada olup biten her şeyi yönetecek güce bir tek O sahip olduğu için bu sefil duruma, O'nun buyruğu doğrultusunda düşmüştüm. Hemen ardından şu soru geldi: Tanrı bunu bana neden yaptı? Böyle bir şeyi hak edecek ne suç işledim?
-151-
Bu soruyu sorduğumda, vicdanım sanki küfretmişim gibi beni hemen uyardı ve sanki içimdeki bir ses gibi konuştu: "Zavallı yaratık seni! Bir de ne yaptığını mı soruyorsun? Geri dönüp yanlış yollarda harcanmış korkunç hayatına bak ve bir de ne yapmadığını sor kendine. Neden daha önceden yok olmadığını sor. Yarmouth sularında neden boğulmadığı-nı; gemi Sale korsanlarının eline geçtiğinde, savaşırken niye ölmediğini; Afrika kıyılarında vahşi hayvanlara niye yem olmadığını ya da burada, senin dışında bütün gemiciler ölürken neden boğulmadığını sor! Bir de ne yaptım diye soruyor musun?"
Bu düşüncelerle şaşkınlıktan donakal-mıştım ve söyleyecek tek sözüm, dahası, kendi kendime verecek tek bir cevabım yoktu; üzgün, düşünceli bir halde ayağa kalktım, sığınağıma geri döndüm ve yatmaya gidiyormuş gibi duvarın üzerinden içeri girdim. Ama üzüntülü ve huzursuzdum, hiç uykum da yoktu; bu yüzden sandalyeme oturdum. Hava kararmaya başladığı için lambamı yaktım. Hastalığımın tekrarlamasından çok korkuyordum, bu sırada Brezilyalıların hiç ilaç kullanmadıkları, neredeyse bütün hastalıklar için tütün çiğnedikleri aklıma geldi. Sandıkların içinde bir parça işlenmiş tütün ve biraz da işlenmemiş yeşil tütün vardı.
Şüphesiz, Tann'nın yardımıyla, doğruca gittiğim sandığın içinde hem ruha hem de vücuda iyi gelecek bir şeyler buldum. Sandığı açtım ve aradığım şeyi, yani tütünü buldum; gemiden kurtardığım birkaç kitap da orada
-152-
duruyordu; daha önce bahsettiğim ama bu zamana kadar içine bakmaya ne zaman bulabildiğim, ne de herhangi bir istek duyduğum İncirlerden birini çıkardım. Tütünle beraber kitabı da masaya getirdim.
Tütünü hastalığım için nasıl kullanacağımı ve iyi gelip gelmeyeceğini bilmiyordum; ama şu veya bu şekilde mutlaka işe yarayacağını düşünüyormuşum gibi birkaç şekilde denedim. İlk önce ağzıma bir yaprak alarak çiğnedim; tütün hem yeşil, hem sert olduğundan, hem de ben pek alışık olmadığımdan, ilk başta gerçekten de neredeyse beynimi uyuşturdu. Sonra başka bir parçayı, bir iki saat romda beklettim ve yatarken bundan biraz içmeye karar verdim. Son olarak da, birazını kömür ateşi üzerinde yaktım ve sıcakla havasızlığa dayanabildiğim sürece burnumu dumanın üzerinde tuttum.
Bu işlemi yaparken bir ara elime İncil'i alıp okumaya başladım, ama tütün yüzünden zihnim o kadar bulanmıştı ki, okuyacak durumda değildim; en azından o an için. Yalnız, kitabı rastgele açtığımda karşıma çıkan ilk sözcükler şunlardı: "Sıkıntılı günlerinde Bana sığın, Ben seni kurtarırım, sen de Bana şükredersin."*
Bu söz durumuma çok uygun olduğundan, okur okumaz beni canevimden vurmuştu, ama sonradan üzerimdeki bu etki azaldı; çünkü kurtarılma sözünün benim için hiçbir anlamı yoktu, içinde bulunduğum duruma o kadar uzaktı ve o kadar olanaksızdı ki, İsra-
* Orj.: Shalt glorify me, Zebur 50:15ten alıntı. -153-
iloğullannın kendilerine yiyecek sözü verildiği zaman, "Tanrı çölün ortasında bir sofra* kurabilir mi?" dedikleri gibi ben de, 'Tanrı beni bu yerden kurtarabilir mi?" demeye başladım. Yıllarca hiçbir umut ışığı belirmediği için de bu düşünce kafamda iyice yer etti. Ama yine de, okuduğum o sözler üzerimde öyle büyük bir etki bırakmıştı ki, bunları sık sık hatırlayıp üzerinde düşünüyordum.
Artık geç olmuştu ve dediğim gibi, tütün de kafamı öyle uyuşturmuştu ki, uykum geldi; gece bir şeye ihtiyacım olabilir diye lambayı mağarada yanık bırakarak yatağa gittim. Ama yatmadan önce, bütün hayatım boyunca hiç yapmadığım bir şey yaptım; yere diz çöktüm, sıkıntılı günlerimde O'na sığınırsam beni kurtaracağına söz veren Tann'ya bu sözünü tutması için dua ettim. Bu yarım yamalak duamı bitirdikten sonra, tütünle kaynattığım romu içtim, tütün yüzünden öyle acı-laşmış, öyle ağırlaşmıştı ki, boğazımdan zor geçirdim. Sonra hemen yatağa girdim. Rom hemen başıma vurmuştu, derin bir uykuya daldım ve ertesi gün, güneşin konumundan anladığıma göre ancak öğleden sonra üçte uyanabildim. Daha doğrusu, şimdi, ertesi gün ve gece boyunca da, öbür gün öğleden sonra üçe kadar uyuduğum görüşündeyim kısmen; yoksa birkaç yıl sonra ortaya çıktığı üzere, haftanın günlerini hesaplarken bir günü atlamış olmamı nasıl açıklayabilirim? Ekvatoru geçip tekrar geri döndüğüm için kaçırmış olsaydım, sadece bir değil, birkaç gün ek-
Orj.: A table in the wildnerness, Zebur, 78:19'dan alıntı. -154-
sik olurdu. Ama yalnız bir gün kaçırmıştım ve nasıl kaçırdığımı da bir türlü anlayamıyor-dum.
Her ne olursa olsun, uyandığımda kendimi son derece dinlenmiş buldum, keyfim de yerine gelmişti. Yataktan kalktığımda bir önceki günden daha güçlüydüm ve midem de daha iyiydi; çünkü acıkmıştım, kısacası, ertesi gün nöbet gelmedi ve giderek daha iyi oldum. Ayın 29'uydu.
Ayın 30'unda daha da iyiydim elbette. Silahımı alıp dışarı çıktım, ama çok uzağa gitmeye cesaret edemedim. Yabankazma benzer bir iki deniz kuşu vurup eve getirdim ama yemeyi pek istemiyordum; dolayısıyla yine kaplumbağa yumurtalarından yedim, çok güzeldi. Akşam olunca.'önceki gün iyi geldiğini düşündüğüm ilaçtan, yani romda bekletilmiş tütünden yaptım yine; yalnız bu sefer önceki kadar çok içmedim, ayrıca ne yaprak çiğnedim, ne de kafamı tütün dumanı üzerine tuttum. Bununla birlikte, temmuzun ilk günü olan ertesi gün umduğum kadar iyi değildim; hafif bir üşüme nöbeti gelmişti çünkü, ama pek uzun sürmedi.
2 Temmuz - İlacımın üç türünü de yaptım ve ilk seferinde olduğu gibi uyguladım; içtiğim rom miktarını da iki katına çıkardım.
3 Temmuz - Sıtmayı tamamen atlattım, ama bütün gücümü yeniden kazanmam birkaç haftamı aldı. Bu şekilde gücüm yavaş yavaş yerine gelirken bir yandan da aklıma sürekli Kutsal Kitap'taki, "Seni kurtaracağım," sözü takılıyor ve hiçbir umut ışığı göremedi-
-155-
I
ğimden kurtulmamın olanaksız olduğu kafamda iyice yer ediyordu. Ama böyle düşüncelerle kendi kendimi yıldınrken, bu temel derdimden kurtulmayı çok fazla kafama taktığımı; bu yüzden de daha önceki kurtuluşlarımı göz ardı ettiğimi fark ettim birden. Ve kendi kendime şu türden sorular sormaya başladım: Başıma gelebilecek en sıkıntılı durumlardan biri olan ve beni o kadar çok korkutan hastalıktan kurtulmamış mıydım, hem de olağanüstü bir şekilde! Hiç önem vermiş miydim buna? Kendi görevimi yerine getirmiş miydim? Tanrı beni kurtarmıştı, ama ben O'na şükretmemiştim; yani bunun bir kurtuluş olduğunu ne benimsemiş, ne de bunun için minnet duymuştum, peki şimdi daha büyük bir kurtuluşu nasıl bekleyebilirdim?
Bu düşünce yüreğime çok dokundu; hemen yere diz çökerek beni iyileştirdiği için yüksek sesle Tann'ya şükrettim.
4 Temmuz - Sabahleyin İncili elime aldım ve Yeni Ahit'ten itibaren ciddi ciddi okumaya başladım; bundan sonra her sabah ve her gece, bölüm sayısına bağlı kalmadan elimden geldiği kadar okumayı kendime ödev edindim. Bu işe ciddi ciddi baş koymamın üzerinden çok geçmeden, geçmişteki hayatımın kötülüğünden ötürü gönlümde daha derin ve içten bir acı duymaya başladım. Gördüğüm rüyanın etkisi tekrar kendini gösterdi ve "Bütün bunlar sende pişmanlık uyandırmadı," sözleri ciddi ciddi aklıma takılmaya başladı. Tann'dan, bana pişmanlığı öğretmesini bütün kalbimle diliyordum ki, tam da o gün
-156-
-nasıl bir kısmettir ki- İncil okurken şu sözlere rastladım: "O, pişmanlığı öğreten, bağışlayan yüce bir Kurtancı'dır."* Hemen kitabı bıraktım, ellerimi göğe kaldırarak bütün gönlümle, kendimden geçercesine bir sevinç içinde seslendim: "Ey İsa! Sen Davud'un oğlu! İsa, Sen yüce Kurtarıcı, bana pişmanlığı öğret!""
Bütün hayatim boyunca, kelimenin gerçek anlamıyla ilk dua edişimin bu olduğunu söyleyebilirim; çünkü şimdi hem durumumun bilincinde olarak, hem de Tann'nm sözünün verdiği cesarete ve Kutsal Kitap'a dayanan gerçek bir umutla dua ediyordum; diyebilirim ki, ancak bundan sonra Tann'nm beni duyacağına dair bir umut beslemeye başladım.
Yukarıda bahsedilen, "Bana sığın, Ben seni kurtannm," sözüne, daha önce düşündüğümden bambaşka bir anlam yüklemeye başlamıştım şimdi; çünkü o sıra, içinde bulunduğum tutsaklıktan kurtulmaktan başka, kurtuluş diye adlandırılacak bir şey olduğunu bilmiyordum. Burada gerçekten serbest olsam da adanın kendisi benim için, dünyadaki en kötü anlamıyla tam bir hapishaneydi. Ama artık buna başka bir açıdan bakmayı öğrenmiştim; artık geriye, geçmişteki hayatıma öyle bir irkilerek bakıyordum ve günahlarım gözüme öyle korkunç görünüyordu ki, ruhum, bütün rahatımı kaçıran suçların ağır yükünden kurtulmaktan başka bir şey iste-
• Resullerin İşleri Kitabı 5:31'den alıntı. *• Markos, 10:47den alıntı.
-157-
miyordu Tann'dan. Yapayalnız hayatıma gelince, O bunun yanında hiç kalıyordu; bu yalnızlıktan kurtulmak için çok fazla dua etmiyor, bunu pek düşünmüyordum; günahlarımla karşılaştırınca hiç önemi kalmıyordu. Bu kısmı, bu satırları okuyanlara, günahlardan kurtulmanın, acılardan kurtulmaktan çok daha büyük bir mutluluk olduğunu, ancak içinde bulundukları durumun gerçek anlamını kavradıklarında göreceklerini belirtmek için ekledim.
Ama şimdi işin bu kısmını bir kenara bırakıp günlüğüme dönüyorum.
Şimdi durumum, yaşayış tarzım açısından hâlâ eskisi kadar perişan olsa da zihnim çok daha rahatlamaya başlamıştı. Sürekli İncil okuyup Tanrı'ya dua ettiğimden düşüncelerim de daha yüce şeylere yönelmiş, üstelik şimdiye kadar hiç tatmadığım büyük bir iç huzuruna kavuşmuştum. Sağlığımı ve gücümü geri kazandığımdan ihtiyacım olan her şeyi toparlamak ve hayatıma elimden geldiğince çekidüzen vermek için harekete geçtim.
Temmuz'un 4'ünden 14'üne kadar günlerimi esas olarak tüfeğimle dolaşmakla geçirdim; hastalıktan yeni kalkmış, gücünü yavaş yavaş yeniden kazanan bir adam olarak dolaştığım süreyi yavaş yavaş artınyordum; sağlığımın ne kadar kötüleştiğini, ne kadar güçsüz kaldığımı tahmin bile edemezsiniz. Kullandığım ilaç tamamen yeniydi ve belki de daha önce sıtma tedavisinde hiç kullanılmamıştı, bununla birlikte, bir tek bu denemeyle kimseye de denemesini tavsiye edemem; ayn-
-158-
ca nöbetlerimi geçirmesine rağmen zayıf düşmemde de epeyce etkisi olmuştu, çünkü bir süre için sinirlerim gerilmiş, kol ve bacaklarımda sık sık kasılmalar meydana gelmişti.
Ayrıca bundan, yağmurlu mevsimde, özellikle de fırtına ve kasırgalarla beraber gelen yağmurlar sırasında dışarıda durmanın sağlığım için en tehlikeli şey olduğunu öğrendim; kurak mevsimde yağan yağmurlar beraberinde daima bu türden fırtınalar da getirdiği için, bu yağmurların eylül ve ekim aylarında yağanlardan çok daha tehlikeli olduğunu fark ettim.
Bu uğursuz adaya düşeli on aydan fazla olmuştu; ufukta bu durumdan kurtulmamı sağlayacak hiçbir olasılık görünmüyordu ve bu yere daha örice hiçbir insanın ayak basmadığına ciddi ciddi inanıyordum. Evimi tam kafama göre iyice güvenli bir hale getirdikten sonra adayı daha iyi öğrenmeye ve henüz bilmediğim başka ne gibi yiyecekler bulabileceğimi görmeye can atıyordum.
Adayı daha ayrıntılı tanımak için işe koyulduğumda Temmuz'un 15'iydi. İlk önce, daha önceden söz ettiğim, sallarımı karaya çıkardığım koyun yukarısına çıktım. İki mil kadar ilerledikten sonra deniz sularının buralara kadar gelmediğini, koyun da küçük bir akarsuyun ağzından başka bir şey olmadığını anladım, suyu tatlı ve güzeldi; ama kurak mevsim olduğu için bazı yerlerinde neredeyse hiç su yoktu, en azından orada bir derenin aktığı anlaşılacak kadar bile.
Derenin kıyılarında da çimenlerle kaplı,
-159-
geniş, dümdüz, güzel bir savana ya da çayırlık vardı; çayırların tepelere yakın olan, sanırım hiç su basmayan daha yüksek kesimlerinde, büyük ve çok sağlam saplan olan bir sürü yeşil tütün buldum. Benim hiç bilmediğim ya da anlamadığım, türlü türlü başka bitkiler de vardı ve bunlar belki de, benim hiçbir zaman öğrenemeyeceğim özellikler taşıyordu.
Bu iklimde yaşayan yerlilerin ekmek yaptıkları manyok kökünden aradım, ama hiç bulamadım. Büyük sarısabır bitkileri gördüm, ama o zaman bunların ne olduğunu bilmiyordum. Birkaç şekerkamışı gördüm ama yabani olduklarından ve işlenmeleri gerektiğinden işe yaramazlardı. Bu seferlik bu kadar keşifle yetindim; geri dönerken de, bulduğum bitki ve meyvelerin ne gibi özellikleri ve faydalan olduğunu anlamak için nasıl bir yol izlemem gerektiğini düşündüm; ama herhangi bir sonuca varamadım; çünkü sözün kısası, Brezilya'dayken bitkileri o kadar az incelemiştim ki, bölgede yetişen bitkilerle ilgili çok az şey biliyordum; bu kadarının da şimdi içinde bulunduğum bu sıkıntılı durumda bana hiçbir faydası dokunmazdı.
Dostları ilə paylaş: |