-280-
gerçekten çok uzak bir ihtimaldi; çünkü böyle bir gemi olduğuna dair en ufak bir işaret bile görmemiştim.
Bu manzara karşısında nasıl özlem dolu, acı verici bir istek duyduğumu anlatmaya yetecek kadar güçlü bir kelime bulabileceğimi sanmıyorum; yalnız bu istek bazen şöyle dile geliyordu: "Ah, şu gemiden bir iki kişi, yok hayır, yalnız bir kişi bile olsun, kurtul-saydı da yanıma gelip benimle konuşacak, sohbet edecek tek bir arkadaşım olsaydı!" Yapayalnız yaşadığım süre boyunca etrafımda bir insan olmasını hiç bu kadar gönülden, bu kadar kuvvetli istememiş; bu yoksunluğumdan ötürü hiç bu kadar derinden üzül-memiştim.
İnsan duygularında gözle görülebilen ya da görünmese de hayal gücüyle akılda canlandırılan, bir hedefe doğru akan gizli ırmaklar vardır; içindeki bu hareket insan ruhunu, öyle tezcanlı, çılgınca bir istekle hedef alman o nesneyi kucaklamaya iter ki, bu nesnenin yokluğu dayanılmaz bir acı olur.
Hiç olmazsa bir kişinin kurtulmuş olması dileği de böyle bir şeydi! "Ah, keşke bir kişi olsun kurtulsaydı!" Öyle sanıyorum ki, bu "Ah, keşke bir kişi olsun kurtulsaydı!" sözünü bin kez tekrarladım; bu sözleri söylerken öyle heyecanlanıyordum ki, ellerim birbirine kenetleniyor, parmaklarım avuçlarımı öyle bir sıkıyordu ki, elimde yumuşak bir şey olsa ister istemez ezilirdi; dişlerimi o kadar sıkıyordum ki, birbirlerine kenetleniyorlar, bir süre açılmıyorlardı.
-281-
Bütün bunları, nedenlerini ve nasıl meydana geldiklerini açıklamayı bilim adamlarına bırakalım. Benim onlara tek söyleyebileceğim, neden ileri geldiğini bilmemekle birlikte karşılaştığımda bana bile çok şaşırtıcı gelen bu olguyu tarif etmektir. Hiç kuşkusuz, bunlar bir Hıristiyan kardeşimle konuşmanın beni rahatlatacağını düşündüğümden, aklımda iyice yer etmiş güçlü fikirlerin, ateşli dileklerin bir sonucuydu.
Ama böyle olmayacakmış! Ya onların alınyazısı, ya benimki, ya da her ikisi de bu işe engel olmuştu; çünkü bu adadaki hayatımın son yılına kadar o gemiden kurtulan birisi olup olmadığını asla öğrenemedim. Yalnız, birkaç gün sonra geminin kazaya uğradığı yerin yakınlarında boğulmuş bir çocuk cesedinin kıyıya vurduğunu gördüm ve büyük bir üzüntüye kapıldım. Üzerinde bir gemici yeleği, diz boyunda bez bir pantolonla, mavi bir gömlekten başka hiçbir şey; hangi ulustan olduğunu anlamama yardım edecek en ufak bir ipucu yoktu. Cebinde de iki sekizlikle bir pipodan başka bir şey bulamadım. İkincisi benim için paradan on kat daha değerliydi.
Hava şimdi yatışmıştı; gemide işime yarayacak bir şeyler bulabileceğime hiç kuşkum olmadığı için sandalımla enkaza gitmeyi çok istiyordum. Ama beni oraya gitmeye daha çok zorlayan şey, gemide sağ kalmış birinin olabileceğiydi; böylece sadece onun hayatını kurtarmakla kalmam, kendi hayatım için de son derece güzel bir avuntu bulabilirdim. Bu dü-
-282-
şünce yüreğimde öyle bir yer etmişti ki, sandalımla o gemiye gitmezsem ne gece ne de gündüz rahat edemeyecektim; gerisini Tan-n'ya havale edebilirdim. Zihnimdeki bu fikir karşı koyulamayacak kadar güçlü olduğundan görünmez bir güçten geldiğini, gitmezsem kendi kendime karşı görevimi yerine getirmemiş olacağımı düşünüyordum.
Bu fikrin etkisi altında aceleyle şatoma döndüm, yolculuğum için gerekli olan her şeyi hazırladım; biraz ekmek, büyük bir testi içme suyu, yönümü bulmamı sağlayacak bir pusula, bir şişe rom (çünkü daha epeyce vardı), bir sepet kuru üzüm aldım. Böylece, bu eşyaları sırtlanarak sandalımın yanına gidip içindeki suyu boşalttım, sandalı suya indirdim ve bütün eşyalarımı yükledim, sonra bir şeyler daha almak için eve döndüm. İkinci yüküm büyük bir çuval pirinç, gölge yapsın diye başımın üzerine açacağım şemsiye, bir testi daha içme suyu, iki düzine kadar küçük somun ve arpa çöreği, bir şişe keçi sütüyle bir parça da peynirden oluşuyordu; bütün bunları kayığıma taşırken çok yoruldum, çok ter döktüm. Yolum açık olsun diye Tann'ya dua ettikten sonra karadan ayrıldım; kıyı boyunca kürek çeke çeke en sonunda adanın o yanının, yani kuzeydoğusunun en uç noktasına geldim. Artık okyanusa açılmam; daha doğrusu bu tehlikeyi göze alıp almayacağıma karar vermem gerekiyordu. Belli bir uzaklıkta, adanın her iki yanında da sürekli akan güçlü akıntılara baktım; daha önce içinde bulunduğum tehlikeyi hatırlayınca bu bana
-283-
I
çok korkunç göründü ve canım sıkılmaya başladı; çünkü bu akıntılardan birine kapılır-sam denizin açıklarına sürükleneceğimi, belki adayı yine gözden kaybedeceğimi ya da bir daha geri dönemeyeceğimi; ayrıca sandalım da küçük olduğundan en ufak bir rüzgâr çıktığı takdirde kaçınılmaz olarak yok olup gideceğimi biliyordum.
Bu düşünceler beni öyle bir bunalttı ki, yavaş yavaş bu girişimden vazgeçmeye başladım; kayığımı kıyıdaki küçük bir koya çekerek karaya çıktım ve küçük bir tümseğin üzerine oturarak kara kara düşünmeye koyuldum. Bu yolculuğu yapıp yapmama konusunda korkularımla arzularım arasında kalmıştım. Bu düşünceler içinde denizin değiştiğini, suların yükseldiğini fark edememişim; bu durumda daha birkaç saat denize açılmam mümkün görünmüyordu. Bunun üzerine, hemen aklıma, bulabileceğim en yüksek tepeye çıkmak, başarabilirsem gelgitin ve akıntıların durumunu, sular yükseldiğinde nerede olduklarını incelemek geldi; böylece giderken bir akıntıya kapılsam bile gelirken akıntıların hızına ayak uydurarak hangi yolu kullanmam gerektiğine karar verebilirdim. Bu fikir aklıma gelir gelmez, denizin her iki yanım da yeterince gören küçük bir tepe ilişti gözüme; oradan akıntıları, gelgitin düzenini ve dönüşte hangi yolu kullanmam gerektiğini açık ve net bir şekilde görebilirdim. Bu tepeden, akıntının sular çekildiğinde güneydeki kıyının yakınından, sular yükseldiğinde ise kuzeydeki kıyının yakınından geçti-
-284-
ğini gördüm; bu durumda, dönüşte adanın kuzey kıyısından gitmek zorundaydım ve bunu da çok dikkatli yapmalıydım.
Bu gözlemden cesaret bularak ertesi sabah ilk akıntıyla denize açılmaya, geceyi de kayıkta, daha önce bahsettiğim büyük paltonun altında geçirmeye karar verdim; yola çıktım. İlk önce biraz denize açıldım, doğuya doğru giden akıntının etkisini hissedene kadar doğruca kuzeye gittim; bu akıntı beni hızla götürüyordu, ama önceden güneydeki akıntının yaptığı gibi sürüklemiyordu. Akıntı kayığın idaresini elimden almıştı, ama küreğimi güçlü bir dümen gibi kullanıp kayığı yönlendirebiliyordum. Bu şekilde hızla enkaza doğru gittim ve iki saat geçmeden oraya vardım.
İçler acısı bir manzaraydı. Duruma bakılırsa bir İspanyol yapımı olan gemi karaya oturmuş, iki kayanın arasında sıkışıp kalmıştı. Bütün kıç tarafı ve omuzluklar dalgalar yüzünden parçalanmış; kayaların arasına sıkışmış olan başkasarası bu kayalara büyük bir şiddetle çarptığı için hem ana direği hem de pruva direği* güverteden kırılmış, yani kökünden çıkmıştı; ama cıvadrası" sağlamdı ve baş tarafıyla burnu da dağılmamış gibi görünüyordu. Gemiye yaklaştığımda güvertede bir köpek belirdi, yaklaştığımı görünce acı acı havlayıp bağırdı; ben çağırır çağır-
* Bir geminin en baştaki düşey direği; başlangıçta bu ad
ikinci direk için kullanılmıştır. *• Yelkenli gemilerde, geminin baş bodoslamasının hemen
üstünden dışarıya doğru biraz kalkık olarak uzatılan
direk.
-285-
maz da denize atlayıp kayığın yanma geldi. Onu tutup kayığın içine aldım; açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereydi. Bir parça ekmeği, karda on beş gün aç kalmış bir kurt gibi hızla yedi. Sonra da zavallı yaratığa biraz temiz su verdim; bıraksaydım çatlayıncaya kadar içecekti.
Bundan sonra gemiye çıktım; ama ilk gördüğüm şey, geminin baş tarafındaki mutfakta birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış halde boğulmuş iki adamdı. Gemi kayaya çarptığı zaman fırtına olduğu için suların gemiye ardı arkası kesilmeden dolduğu -bu gerçekten mümkündü- ve adamların tıpkı suyun altm-daymış gibi, dalgaların sürekli üstlerine gelmesine dayanamayıp boğuldukları sonucuna vardım. Gemide köpekten başka canlı kalmamıştı; görebildiğim eşyaların hepsi de sudan bozulmuştu. Ambarın dibinde, şarap mı konyak mı olduğunu anlayamadığım bazı içki fıçılan vardı; sular çekildiği için bunları görebiliyordum; ama çok büyük olduklarından taşımaya kalkamazdım. Gemicilere ait olduğunu düşündüğüm birkaç sandık gördüm; içlerinde ne olduğuna bakmadan bunlardan ikisini kayığa götürdüm.
Geminin kıçı sağlam, ön kısmı da parçalanmamış olsaydı, güzel bir yolculuk yapabilirdim; çünkü bu iki sandığın içinde bulduğum şeylerden anladığıma göre gemide büyük bir servet vardı ve tuttukları yola bakılırsa da Amerika'nın güneyinden Buenos Aires ya da Rio de la Plata'dan yola çıkmış, Brezilya üzerinden, Havana'ya, Meksika Körfezi'ne
-286-
ve belki de İspanya'ya gidiyordu. Hiç şüphesiz, büyük bir hazine taşıyordu; ama bu hazine artık hiç kimsenin işine yaramazdı; gemideki öbür insanlara ne olduğunu o zaman da öğrenemedim.
Bu sandıkların yanı sıra içkiyle dolu, aşağı yukarı yirmi galonluk küçük bir fıçı da buldum ve bunu epey zorlanarak sandalıma indirdim. Bir kamarada birkaç piyade tüfeği ve içinde yaklaşık iki kilo barut bulunan büyük bir barutluk vardı. Tüfeklere ihtiyacım yoktu, dolayısıyla onları bıraktım, ama barutluğu aldım. Çok fazla ihtiyaç duyduğum bir ateş kü-reğiyle maşalar, ayrıca iki küçük pirinç çaydanlık, çikolata yapmak için bakır bir kap ve bir de ızgara aldım. Sular yükselmeye başladığından bu eşyalarla ve' köpekle tekrar eve doğru yola çıktım; aynı gece saat bir sularında, yorgun argın bir halde adaya vardım.
O gece kayıkta yattım ve sabahleyin gemiden aldıklarımı şatoma değil, yeni mağarama götürmeye karar verdim. Gücümü tekrar topladıktan sonra bütün eşyalarımı karaya çıkarıp teker teker incelemeye başladım. Bulduğum içki fıçısından bir tür rom çıktı; ama Bre-zilya'dakilere benzemiyordu; kısacası hiç de iyi değildi. Ama sandıkları açtığımda bana büyük faydası dokunacak birkaç şey buldum. Örneğin sandıkların birinde güzel bir şişe kasası buldum; şişeler çok değişikti ve içleri çok güzel meyve sularıyla doluydu; her biri aşağı yukarı bir buçuk litre alan bu şişelerin kapaklan gümüştendi. İki kavanoz tatlı ya da reçel buldum, bunlann ağızlan öyle iyi kapanmıştı
-287-
ki, içlerine hiç tuzlu su girmemişti; aynı tatlılardan iki kavanoz daha buldum, ama bunlar su almış, bozulmuştu. İyi kaliteli birkaç gömlek buldum; bu beni çok sevindirdi; ayrıca on beş yirmi tane beyaz keten mendille renkli bo-yunbağlan da buldum. Sıcak bir günde yüzümü silip rahatlayabileceğim için mendillere de çok sevindim. Bunların yanı sıra sandığın dibine geldiğimde, hepsi toplam bin yüzü bulan sekizliklerle dolu üç büyük torba; torbalardan birinde bir kâğıda sarılmış altı İspanyol altım ile bir miktar küçük külçe altınlar buldum. Öyle sanıyorum ki, bunların ağırlığı toplam yarım kilo ediyordu.
Bulduğum diğer sandıkta da bazı elbiseler vardı, ama pek değerli şeyler değillerdi; görünüşe bakılırsa bu sandık topçu subayının yaverine ait olmalıydı. İçinde barut yoktu; ama üç küçük şişe içinde, zannedersem gerektiğinde av tüfeklerini doldurmak için saklanmış, ince parlak baruttan bir kilo kadar vardı. Genel olarak bu yolculuktan işime yarayabilecek çok az şey çıkmıştı; paraya gelince, onu kullanabileceğim bir yer yoktu; ayağımın altındaki çamurdan farksızdı; çok ihtiyacım olan ama ayaklarımın yıllardır görmediği üç dört çift İngiliz çorabıyla ayakkabısına, bu paranın hepsini değişirdim. Aslında şimdi, boğulan iki adamın ayaklarından çıkarıp aldığım iki çift ayakkabım vardı; ayrıca sandıklardan birinde iki çift daha bulmuştum ve bu beni çok sevindirmişti; ama bunlar gerek kullanışlılık gerekse rahatlık bakımından, bizim İngiliz ayakkabılarına hiç benzemeyen, daha
-288-
çok iskarpin gibi şeylerdi. Bu ikinci denizcinin sandığında aşağı yukarı elli adet sekizlik buldum; ama altın falan yoktu. Anlaşılan bu, diğer sandığın sahibinden daha yoksul bir adamındı; başka bir subaya ait olmalıydı.
Her neyse, bu parayı da alarak önceden kendi gemimden getirdiklerim gibi mağarama sakladım. Ama ne yazık ki, dediğim gibi, geminin öbür kısmına gidememiştim; oraya gi-rebilseydim, kanomu birkaç kez parayla doldurup getireceğime emindim; bir gün buradan kurtulup İngiltere'ye kaçacak olsam bile geri dönüp alıncaya kadar bu paralar mağaramda güvenle durabilirdi.
Bütün eşyalarımı karaya çıkarıp güvenceye aldıktan sonra kayığıma geri döndüm; kıyı boyunca kürek çekerek kayığı eski limanına geri götürdüm, sonra da elimden geldiğince çabuk eve döndüm. Her şeyi bıraktığım gibi yerli yerinde buldum. Böylece kendimi dinlenmeye, eskisi gibi yaşamaya ve ev işlerini yürütmeye verdim; bir süre rahat rahat yaşadım, yalnız eskisinden daha tetikte duruyor, sık sık çevreyi kolluyor ve adanın içlerine pek fazla gitmiyordum. Serbestçe dışarı çıkacak olursam da adanm, vahşilerin hiç gelmediğine epeyce inandığım doğu yanına gidiyordum; adanın bu yanına giderken, o kadar çok tedbir almama ve öteki taraflara gittiğimde yanımdan hiç eksik etmediğim bir sürü cephane ve silahı taşımama gerek olmuyordu.
Bu şekilde yaklaşık iki yıl daha yaşadım; ama sefil olmak için doğduğumu bana her za-
-289-
man hatırlatan şu talihsiz başım, bu iki yıl boyunca, bu adadan nasıl kaçıp kurtulabileceğimle ilgili projelerle, taşanlarla doluydu; zaman zaman, mantığım o gemide kendimi tehlikeye atmama değecek hiçbir şey kalmadığını söylese de enkaza bir yolculuk daha yapmayı istiyordum; bir şu yana açılıyordum, bir bu yana; şuna kesinlikle inanıyorum ki, Sa-le'den kaçarken kullandığım kayığım olsaydı, nereye gidersem gideyim diyerek hiçbir hedef belirlemeden denize açılmayı bile göze alırdım. Bütün bu yaşadıklarımdan ötürü ben, bildiğim kadarıyla insanlığın çektiği acıların yarısının kaynağı olan salgın bir hastalığa yakalananlar için ders alınması gereken bir örnek oluşturuyordum; bu hastalık, insanın Tann ile Doğa'mn kendisine uygun gördüğü hayatla yetinmemesinden ileri geliyordu; çünkü benim bu sefil duruma düşmemin sebebi, ilk durumumu görmezden gelişim, babamın o güzel öğütlerini dinlemeyişim, bu öğütlere karşı gelişim -buna ilk günahım diyebilirim- ardından da aynı türden hatalar yapmam oldu; beni bir çiftçi olarak Brezilya'ya ne güzel yerleştirmiş olan Tann, arzula-nmı da biraz daha sınırlı tutsaydı ve ben de yavaş yavaş ilerlemekle yetins^ydim, bu zamana kadar, yani bu adada bulunduğum zaman içinde, Brezilya'nın ileri gelen çiftçilerinden biri olabilirdim; hatta inanıyorum ki, orada yaşadığım kısacık sürede katettiğim ilerlemeye ve kalsaydım erişebileceğim duruma bakılırsa, yüz bin Portekiz altınından oluşan bir servetim bile olabilirdi. Kurulu bir düzeni,
-290-
sürekli gelişip büyümekte olan iyi bir çiftliği bırakıp zenci köle getirmek için yük sorumlusu olup Gine'ye gitmek benim ne haddimey-di? Evimizde oturup zamanla ve sabırla kazancımızı artırabilir, kendi kapımızın önünden, işi zenci köle getirmek olan kişilerden zenci köleler satın alabilirdik; bize biraz daha pahalıya mal olurdu, ama aradaki fiyat farkı hiçbir şekilde böyle büyük bir tehlikeyi göze almaya değmezdi.
Ancak böyle şeyler çoğunlukla genç kafa-lann alınyazısı olduğundan ne kadar budalaca bir hareket olduğunu görmek de çoğunlukla yıllar geçtikten sonra ya da zamanla acı tecrübeler edinmekle mümkündür; benim için de işte böyle olmuştu. Yine de hatalar yapmak yaradılışımda öyle derinlere kök salmıştı ki, elimdekilerle yetinmeyi bilmiyor, sürekli buradan kaçmanın yollarını düşünüp duruyordum. Öykümün son kısmını anlatmam okuyuculann daha çok hoşuna gider; ama önce buradan kaçıp kurtulmak konusundaki aptalca planlanmdan ve nelere dayanarak hareket ettiğimden biraz bahsetmem yersiz kaçmaz, sanınm.
Geminin enkazına yaptığım son yolculuktan sonra şatoma çekildiğim, firkateynimi yerine bırakarak her zamanki gibi sulann altına sakladığım, hayatımın da eski haline döndüğü düşünülebilir. Aslında eskisinden daha büyük bir servetim vardı, ama hiç de zengin sayılmazdım; çünkü Peru'daki yerliler gibi, İspanyollar gelmeden önce benim de servetimi kullanacak yerim yoktu.
-291-
Bu yalnızlık adasına ayak basışımın yirmi dördüncü yılı, mart ayında, yağmurlu gecelerden biriydi. Yatağımda ya da hamağımda yatıyordum; uyanıktım ve sağlığım da çok iyiydi, ne bir ağrım sızım, bedensel bir rahatsızlığım ne de kafamda bir huzursuzluk vardı. Ama hiçbir şekilde gözüme uyku girmiyordu; hatta aşağıda anlatacağım gibi bütün gece gözümü kırpmadım.
Bu gece boyunca beynimin ve belleğimin büyük geçitlerinde fini fırıl dönen bin bir türlü düşünceyi anlatmama ne gerek var, ne de imkân. Bu adaya gelene kadarki bütün hayatım özet olarak gözümün önünden geçti; ayrıca adaya gelişimden beri yaşadıklarımı da düşündüm. Bu adaya çıktığım günden beri geçirdiğim zamanı düşünürken ilk yıllanm-daki mutluluğumla, kumda bir ayak izi gördüğümden beri yaşadığım endişeleri, korkulan ve kaygılan karşılaştırdım. O ayak izini görene kadar geçen bütün bu süre içinde, vahşilerin adaya sık sık geldiklerine ve zaman zaman yüzlercesinin kıyıda bulunmuş olabileceğine inanmıyor değildim; ama ben o zamanlar bunu hiç bilmiyordum ve onlardan korkmama gerek yoktu. O zaman da içinde bulunduğum tehlike aynıydı, ama içim rahattı; bu tehlikeden haberim olmadığı için sanki hiç yokmuş gibi mutluydum. Bu durum aklıma birçok faydalı düşünceyi, özellikle de şunu getirdi: Ulu Tann'nın, insanlann bazı konulardaki bilgilerini böyle dar sınırlar içerisinde tutması ve onlara çok az şeyi göstermesi ne büyük bir iyiliktir; insan, bir görse ya da
-292-
haberi olsa, aklını kaçıracağı ya da ruhunun acılar içinde kıvranacağı binlerce tehlike arasında rahatça dolaşır; ama bazı şeyler onun gözlerinden gizlendiği, etrafını kuşatan tehlikelere dair hiçbir şey bilmediği için huzurlu ve sakin kalır.
Bir süre bu düşüncelerle meşgul olduktan sonra, bu adada yıllardır ne ciddi bir tehlike içinde yaşamış olduğumu kara kara düşünmeye başladım; yıllarca ne büyük bir güvenle, sakin sakin dolaşıp durmuştum; bütün bu süre içinde başıma gelebilecek en kötü sonla, yani yamyam vahşilerin eline düşmekle aramda sadece bir tepenin sırtı, büyük bir ağaç ya da gecenin yaklaşmasıyla çöken karanlık varmış; oysa ben bir keçi ya da kaplumbağayı yakalarken ne düşünüyorsam, onlar da aynısını düşünecek, ben bir güvercin ya da çulluğu öldürüp yemeyi nasıl günah saymıyorsam, onlar da beni öldürüp yemeyi günah saymayacaklarmış. Hiç bilmediğim bütün bu şeylerden beni kurtardığı için Büyük Koruyucuma, O'nun eşsiz gücüne karşı yürekten şükran duymadığımı söylersem kendime haksızlık etmiş olurum; O beni koruyup kollamasaydı, şimdiye kadar çoktan acımasız vahşilerin eline düşmüştüm.
Bu düşünceler gelip geçtikten sonra, zihnimi bir süreliğine, bu sefil yaratıklann -vahşilerin demek istiyorum- yaradılışlarını düşünmekle oyaladım; her şeyin Bilge Yöneticisi, kendi yarattıklannm böyle insanlıkdışı davranışlarda bulunmasına, hatta kendi türdeşlerini yiyecek ölçüde, hayvanlardan bile
-293-
aşağı bir duruma düşmesine nasıl oluyordu da izin veriyordu? Ama bu merak (o zaman için verimsiz) birtakım düşüncelere yol açınca aklıma bu alçakların dünyanın neresinde yaşadığını, geldikleri kıyıların ne kadar uzakta olduğunu, evlerinden bu kadar uzaklara gelmeyi ne için göze aldıklarını, kayıklarının nasıl bir şey olduğunu araştırmak geldi; onlar buraya gelebiliyorlarsa neden ben de her şeyimi hazırlayıp oraya gidemeyeyim, diye düşündüm.
Oraya gittiğimde ne yapacağımı, ellerine düşersem başıma neler geleceğini ya da bana saldınrlarsa nasıl kaçıp kurtulacağımı düşünmeye hiç kafa yormadım; o kıyılara nasıl ulaşacağımı, diyelim bana saldırmadılar ya da ellerine düşmedim, o zaman nereden yiyecek bulacağımı ya da oraya varmak için hangi yolu tutmam gerektiğini bile hiç düşünmedim. Bunların hiçbiri aklımın köşesinden bile geçmiyordu; tek düşündüğüm kayığımla o kara parçasına geçebilmekti. Şimdiki durumumu düşebileceğim en sefil durum olarak görüyordum; kendimi nereye atarsam atayım, bundan daha kötüsü ancak ölüm olurdu; ama o kara parçasına ulaşabilirsem, belki kurtulur ya da Afrika sahillerinde yaptığım gibi kıyı boyunca kayığımla ilerler, insanların yaşadığı bir yere varabilir; belki de beni alacak bir Hıristiyan gemisine rastlayabilirdim. Bu kadar kötü bir hayattan sonra başıma gelebilecek en kötü şey ancak ölüm olurdu; bu da çektiğim bütün acılara bir an önce son vermek anlamına gelirdi. Sizden tek dileğim,
-294-
bütün bunların huzursuz bir kafa ile sabırsız bir yüreğin ürünü olduğunu; uzun zamandır sürmekte olan endişelerin verdiği umutsuzlukla geminin enkazına çıktığımda uğradığım hayal kırıklığını göz önünde bulundurmanız-dır; oysa gemiye çıkmadan önce çoktandır bütün yüreğimle özlediğim şeyi, yani benimle konuşacak, bana bulunduğum yerle, buradan kurtulmanın yollarıyla ilgili bilgi verebilecek birilerini bulmaya ne kadar da yaklaşmıştım. Demek istiyorum ki, bütün bu düşünceler yüzünden sinirlerim büsbütün altüst olmuştu. Anlaşılan, Tann'ya boyun eğmekle, O'nun buyruklarını beklemekle edinmiş olduğum bütün huzurum kaçıp gitmişti; üzerime büyük bir güçle gelen, içimde karşı konulamaz derecede ateşli bir istek uyandıran o kara parçasına bir yolculuk yapmaktan başka bir şey düşünemiyordum.
Bu düşünceler iki saat ya da daha uzun bir süre kafamda öyle bir şiddetle çalkalandı durdu ki, kanım büyük bir heyecanla akmaya, nabzım da sırf bu fikrin olağanüstü coşkusuyla sıtmaya tutulmuş gibi delicesine atmaya başladı; en sonunda sanki bu düşüncenin kendisi beni yorgun düşürmüş, tüketmiş gibi deliksiz bir uykuya daldım. Rüyamda bunu gördüğüm düşünülebilir; ama ne bunu gördüm ne de bununla ilgili herhangi bir şey; bambaşka bir rüyaydı. Her zamanki gibi sabahleyin şatomdan çıkıyor, kıyıda iki kanoyla karaya yaklaşan on bir vahşi görüyorum; yanlarında öldürüp yemek için başka bir vahşi getiriyorlardı; birdenbire bu vahşi
-295-
kayıktan atlayıp karaya çıkıyor ve canını kurtarmak için koşmaya başlıyor. Saklanmak için duvarımın önündeki küçük, sık koruluğa geldiğini görüyorum; onu tek başına gördüğümden ve diğerleri de arkasından kovalamadığından karşısına çıkıp ona kendimi gösteriyorum, gülümseyerek onu yüreklendiriyorum; önümde diz çöküp ona yardım etmem için bana yalvarıyor; bunun üzerine merdivenimi gösterip içeri girmesini sağlıyorum, mağarama götürüyorum, benim uşağım oluyor; bu adamı alır almaz, kendi kendime, "İşte şimdi o kara parçasına gitmeyi kesinlikle göze alabilirim; çünkü bu adam bana kılavuzluk yapar, ne yapmam, yiyecek bulmak için nerelere gitmem gerektiğini, vahşilere yem olma korkusu duymadan nerelere gidebileceğimi, nerelerden kaçınmam gerektiğini söyler," diyorum. Tam bu sırada uyandım, rüyamda-ki kaçma umutlarımdan dolayı kelimelerle anlatılamayacak, öyle büyük bir sevinç duymuştum ki, hâlâ bunun etkisi altındaydım ve kendime gelip bunun bir rüyadan başka bir şey olmadığını anladığımda duyduğum hayal kırıklığı en az rüyamda duyduğum sevinç kadar büyük oldu ve beni çok üzdü.
Bunun üzerine yine de şu sonuca vardım: Buradan kaçıp kurtulabilmemin tek yolu, parçalanıp yenme cezasına çarptırılan ve öldürülmek üzere buraya getirilen vahşilerden birini, başarabilirsem, ele geçirmekten geçiyordu. Ama bunun da beraberinde getirdiği bazı zorluklar vardı; bir sürü vahşiye saldırıp hepsini öldürmeden bunu gerçekleştiremez-
-296-
dim; bu sadece çılgınca, sonuçsuz kalabilecek bir girişim olmakla kalmıyor, aynı zamanda böyle bir şey yapmanın vicdanen doğru olup olmadığı konusunda tereddüte düşüyor, söz konusu olan kendi kurtuluşum olsa bile o kadar çok kan dökme düşüncesine gönlüm yanaşmıyordu. Böyle bir davranışın yanlışlığını savunan düşüncelerimden daha önce söz ettiğim için şimdi bunları tekrar anlatmama gerek yok. Gerçi, şimdi bu adamların canıma kastedebilecek düşmanlar olduğunu, ellerinden gelse beni öldürüp yiyeceklerini; dolayısıyla bunun aslında kendi canımı kurtarmak amacıyla yapılan bir nefsi müdafaa sayılacağını; gerçekten bana saldıra-caklarmış gibi kendimi savunmak yolunda hareket ettiğimi ileri sürmek için nedenlerim vardı; ama bütün bunlar bir yana, yine de kendi kurtuluşum için başka insanların kanını dökme fikri tüylerimi ürpertiyordu, dolayısıyla uzun bir süre, hiçbir şekilde kendimi bu fikre alıştıramadım.
Bununla birlikte, en sonunda, kendi kendime yaptığım birçok tartışmadan, bu konudaki olumlu ve olumsuz bütün düşüncelerin uzun bir süre kafamın içinde mücadele vermesinden dolayı yaşadığım büyük tereddütlerden sonra geçip gitmek bilmeyen kurtulma arzusu hepsinden baskın çıktı ve ne pahasına olursa olsun, başarabilirsem, bu vahşilerden birini elime geçirmeye karar verdim. Bir sonraki işim bunu nasıl yapacağımı düşünmekti; bu gerçekten de karar vermesi çok zor bir işti. Ama hangi yolu seçeceğimi bulama-
Dostları ilə paylaş: |