Londra'daki tüccar, bu yüz pound'u İngiltere'de kaptanın yazdığı gibi mala çevirerek doğruca ona, Lizbon'a göndermişti. Kaptan da bütün bunları güvenli bir şekilde bana, Brezilya'ya getirmişti. Bu malların arasına benim isteğim dışında (çünkü ben bunları düşünemeyecek kadar acemiydim işimde) çiftliğim için her tür demir araç gereç ve çiftlik aletlerini de dahil etme düşünceliliğinde bulunmuş ve bu aletler gerçekten de çok işime yaramıştı.
-74-
Bu mallar geldiğinde çok sevinip artık hiçbir sıkıntı çekmeyeceğimi düşündüm. Ayrıca, iyi yürekli vekilharcım -kaptan- arkadaşımın kendisine hediye olarak gönderdiği beş pound'u da bana altı yıl hizmet etmek üzere bir hizmetkâr tutmaya yatırmış ve kendi ürünüm olduğu için ona zorla kabul ettirdiğim birazcık tütünden başka hiçbir karşılık almamıştı.
Dahası vardı; bütün mallarım, bu ülkede özellikle aranan ve değerli kabul edilen elbise, kumaş ve çuha gibi İngiliz yapımı ürünler olduğu için, bunları büyük kâr elde ederek sattım; diyebilirim ki eşyaların ilk değerinin dört kat fazlasını kazandığım ve şimdi zavallı komşumun son derece ilerisinde -yani çiftliğimin gelişimi a'çısından demek istiyorum-olduğum için ilk iş olarak kendime bir zenci köleyle bir Avrupalı hizmetkâr aldım; yani kaptanın bana Lizbon'dan getirdiği hizmetkârın yanı sıra.
Ama kötü kullanılan bir servet çoğunlukla en büyük sıkıntılarımızın sebebi haline gelir ya, benim durumumda da böyle oldu. Ertesi yıl da çiftliğimde çok başarılı oldum. Komşularımın ihtiyaçları için ayırdıklarımın dışında kendi toprağımda elli büyük balya tütün yetiştirmiştim ve her biri elli kilonun üzerinde olan bu elli balya, güzelce hazırlanmış bir şekilde Lizbon'dan gelecek filoyu bekliyordu. İşim ile servetim arttıkça kafam da -aslında genellikle en akıllı işadamlarının bile yıkımına sebep olabilecek- projeler ve taşanlarla dolup taşmaya başlamıştı.
-75-
O zaman yaşadığım hayatı sürdürseydim, her türlü mutluluğu elde edebilirdim, çünkü içinde bulunduğum durum, babamın sakin ve fırtınasız bir hayat olarak öğütleyip orta tabaka hayatı diye adlandırdığı hayatın ta kendisiydi. Ama ben başka şeylerle uğraştım ve başıma gelecek felaketleri kendi elimle hazırladım; özellikle de beni bekleyen talihsiz olaylarda kendi payımı artıracak ve kendime iki kat daha fazla kızmama sebep olacak şeyleri yapmakta sınır tanımadım. Bütün bu talihsizliklerin sebebi, yine benim dünyayı dolaşmak gibi budalaca bir arzuya inatla bağlı kalmam ve o sırada Doğa ile Tann'nın elbirliğiyle karşıma çıkardığı hayat şartlarını ve gelecek umutlarını basitçe ve güzelce takip ederek kendime iyilik etmek ve görevimi yapmak yerine, bu arzunun peşinden koşmamdı.
Bir zamanlar anne ve babamdan kaçtığımda yaptığım gibi, şimdi de hoşnut olmama imkân yoktu. Doğanın izin verdiğinden daha hızlı yükselme gibi sabırsız ve alçakgönüllülükten uzak bir amaç uğruna, yeni çiftliğini işleten zengin ve başarılı bir adam olmak gibi güzel bir düşünceyi bir kenara bırakmak zorundaydım. Tekrar kendimi bir insanın düşebileceği ve belki de ömrüyle sağlığını tüketeceği sefil uçurumların en derinine attım.
Gelelim öykümün bu bölümünün ayrıntılarına. Tahmin edeceğiniz gibi yaklaşık dört yıldır Brezilya'da yaşıyordum ve çiftliğimde başarılı olmaya, servetimi de artırmaya başlamıştım. Bu arada sadece oranın dilini öğ-
-76-
renmekle kalmamış, çiftçi arkadaşlarımın yanı sıra, limanımız olan St. Salvador'daki tüccarlar arasında da tanıdıklar ve arkadaşlar edinmiştim. Onlarla konuşmalarımızda sık sık Gine sahillerine yaptığım iki yolculuğu ve orada zencilerle nasıl ticaret yapıldığını; o sahillerde boncuk, oyuncak, bıçak, makas, balta, cam parçalan gibi ufak tefek şeyler karşılığında yalnız altın tozu, Gine baharatı, fildişi değil, Brezilya hizmetinde çalıştırılmak üzere çok sayıda zenci köle de alınabileceğini anlatıyordum.
Konuşmalarımı, özellikle de zenci köle alımıyla ilgili kısımları her zaman büyük bir dikkatle dinliyorlardı. O zamanlar zenci ticareti pek fazla girişilen bir iş olmadığı gibi bir de sadece İspanya ile Portekiz krallarının as-siento'su ya da izniyle yapıldığı ve sadece devletin tekelinde olduğu için çok az zenci getirilebiliyor, bunlar da aşın pahalıya mal oluyordu.
Bir gün, bazı tüccar ve çiftçi arkadaşlanm arasında yine büyük bir ciddiyetle bu konulardan bahsetmiştim. Ertesi sabah bu arka-daşlanmdan üçü bana gelip önceki gece anlattığım şeyler üzerine derin derin düşündüklerini ve bana gizli bir teklifte bulunacaklan-nı söylediler. Bu konunun gizliliğini bana sıkı sıkıya tembihledikten sonra, Gine'ye gitmek için bir gemi hazırlamaya karar verdiklerini; hepsinin benim gibi çiftlikleri olduğunu ve ırgat yokluğundan çektikleri sıkıntıyı hiçbir şeyden çekmediklerini; yapılmaması gereken bir ticaret olduğu için eve döndüklerinde
-77-
zencileri açıktan açığa satamayacaklannı; bu yüzden de tek bir yolculuk yapıp zencileri özel olarak getirerek kendi çiftlikleri arasında bölüştüreceklerini söylediler. Kısacası Gine sahillerindeki ticaret işini yönetmek üzere yük memuru olarak gemilerine katılıp katılmayacağımı sordular ve bana, para vermeme hiç gerek olmadan onların payına eşit sayıda zenci vermeyi teklif ettiler.
İtiraf etmek gerekiyor ki bu çok güzel bir öneriydi; kendisine ait bir düzeni ve ilgilenmesi gereken bir çiftliği olmayan biri için hatırı sayılır, iyi bir kazanç elde etmenin güzel bir yoluydu. Bana gelince; düzenini kurmuş, işlerini yoluna koymuş bir insan olarak üç dört yıl daha başladığım gibi çalışmaktan ve İngiltere'deki diğer yüz pound'umu getirtmekten başka yapacak şeyim yoktu. Bu küçük ek parayla da varlığımın o zamana kadar üç dört bin pound'u bulmasını engelleyecek hiçbir şey olmazdı. Üstelik, bu para daha da artardı; benim gibi biri için böyle bir yolculuğu düşünmek, bir adamın yapabileceği en büyük saçmalıktı.
Ama ben kendi kendimi mahvetmek için dünyaya geldiğimden; babamın güzel öğütlerinin bir kulağımdan girip diğerinden çıktığı zamanlarda ilk abuk subuk düşüncelerimi bir tarafa bırakmayı nasıl başaramadıysam, bu teklife de dayanamadım. Kısacası onlara, yokluğumda çiftliğimle ilgilenmeyi ve başıma bir şey gelirse de çiftliği önceden belirteceğim şekilde satmayı kabul ederlerse, seve seve gideceğimi söyledim. Hepsi bunu yapmaya söz
-78-
verdi. Sözlerini yerine getirmek için de bazı belgeler ve sözleşmeler yazmaya giriştiler. Ben de ölürsem diye, çiftliğimi ve mallarımı tanzim eden bir vasiyetname hazırlayıp daha önce olduğu gibi bu sefer de, hayatımı kurtaran geminin kaptanını umumi vârisim ilan ettim ve mallarımın yarısını kendine ayırmasını, diğer yansını da İngiltere'ye göndermesini istediğimi belirttim.
Uzun sözün kısası, mallarımı korumak ve çiftliğimi ayakta tutmak için olası bütün önlemleri aldım. Kendi çıkarlarımı korumak için bu sağduyunun yansını göstermiş olsaydım ve ne yapıp ne yapmamam gerektiği konusunda doğru dürüst düşünseydim, büyümeye açık, bu kadar kazançlı bir işi bırakıp her türlü tehlikeyi barındıran bir deniz yolculuğuna asla çıkmazdım. Bu tehlikelerin yanı sıra, benim her türlü uğursuzluğa karşı savunmasız bir insan olduğumu söylemeye gerek bile yok.
Ama acele etmiş ve mantığı bir kenara bırakıp körü körüne, hayallerimin buyruklan-na boyun eğmiştim. Aynı şekilde, gemi hazırlandığı, mallar yüklendiği ve yolculuktaki her şey anlaşma gereği ortaklarını tarafından ayarlandığı için 1659 yılı Eylül ayının ilk günü uğursuz bir saatte gemiye bindim; sekiz yıl önce annemle babamın otoritesine başkaldırarak ve kendi çıkarlanm açısından da büyük bir aptallık ederek Hull'da onlardan ay-nldığım günle aynı gündü bu.
Gemimiz yaklaşık yüz yirmi ton ağırlığm-daydı, altı top; kaptan, uşağı ve ben hariç on
-79-
dört adam taşıyordu. Gemide, zencilerle alışveriş yapmaya elverişli boncuk, cam parçaları, sedef, ufak tefek şeyler, özellikle de küçük aynalar, bıçaklar, makaslar, baltalar ve bunun gibi şeyler dışında pek büyük bir yük yoktu.
Gemiye bindiğim gün, yelken açıp Afrika sahillerine ulaşmak amacıyla kendi bulunduğumuz sahilden kuzeye doğru yola çıktık; Afrika sahilleri 10 ya da 12 derece kuzey enlemlerine denk düştüğü için o günlerde bu yol kullanılıyordu. Hava çok güzeldi. Yalnız, St. Augustino Burnu'na* varıncaya dek takip ettiğimiz bütün sahil yolu boyunca aşın sıcaktı. St. Augustino Burnu'ndan denize açılıp artık karayı gözden yitirince, sanki Fernando de Noronha Adası'na** gidecekmiş gibi doğudaki bütün o adaları arkada bırakarak dümeni, kuzeydoğu-kuzey yönüne çevirdik. Bu yol üzerinde, aşağı yukarı on iki gün içinde ekvatoru geçtik ve son hesaplarımıza göre tam 7 derece 22 dakika kuzey enlemine vardığımızda şiddetli bir fırtına ya da kasırga aklımızı başımızdan aldı. Fırtına keşişlemeden başladı, karayele çevirdi ve sonra da poyrazda kaldı; bu sırada artık öyle korkunç esiyordu ki on iki gün boyunca rüzgârın önüne kapılıp kader ve fırtınanın öfkesi nereye götürürse oraya sürüklenmekten başka bir şey yapamadık. Bu on iki gün boyunca her an denizin dibini boylamayı beklediğimi söylememe ge-
• Muhtemelen Brezilya'nın kuzeydoğu ucundaki Recife
yakınlarındaki Capo Branco. ** Brezilyadaki Natal'ın 250 mil kadar doğusunda.
-80-
rek yok; aslında gemideki kimse canını kurtaracağını ummuyordu.
Fırtınanın yarattığı dehşetin yanı sıra, adamlarımızdan biri, içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumda beyin hummasından öldü ve bir başka gemici ile miço* çocuk da güverteden denize uçtu. On ikinci gün, havanın biraz yumuşamasıyla kaptan elinden geldiğince bir gözlem yaptı ve 11 derece kuzey enleminde ama St. Augustino Burnu'nun 22 boylam batısında olduğumuzu buldu. Guyana sahili üzerine ya da Brezilya'nın kuzey kısımlarına, Amazon Nehri'nin ötesine, Büyük Nehir diye bilinen Orinoko Nehri tarafına sürüklendiğimizi anladı. Gemi su almaya başlamış ve çok hasar görmüş olduğu için ne gibi bir yol tutması gerektiğini bana danışmaya başladı; ona kalsa doğruca Brezilya kıyılarına geri döneceğini söyledi.
Ben buna kesinlikle karşıydım; beraber Amerika sahillerinin haritalarına bakarak Karayip Adaları bölgesine girene kadar yardım alabileceğimiz yerleşik bir bölge bulunmadığı sonucuna vardık. Dolayısıyla Meksika Koyu ya da Körfezi'nin çekimine kapılmayı önlemek için açıktan Barbados'a doğru yola çıkmaya karar verdik. On beş gün içinde bunu kolayca başarabileceğimizi umuyorduk. Hem gemimiz hem de kendimiz için yardım almadan Afrika sahillerine gitmemize olanak yoktu zaten.
Bu planlarla yolumuzu değiştirdik ve yar-
* Gemicilik bilgisi olmayan, acemi durumdaki tayfa çocuk, tayfa yamağı.
-81-
dim bulacağımızı umduğum İngiliz adalarından birine ulaşabilmek için dümeni kuzeyba-tı-batı yönüne çevirdik; ama kaderde yolculuğumuzun başarılı olamayacağı yazılıymış. 12 derece 18 dakika enlemi üzerindeyken ikinci bir fırtınaya yakalandık ve aynı şiddetle batıya, öyle ıssız bir yere savrulduk ki denizden sağ kurtulsak bile, bırakın ülkemize dönmeyi, vahşiler tarafından yenilip yutulmazsak iyiydi.
Böyle bir sıkıntı içinde, rüzgâr da hâlâ şiddetini sürdürmekteyken sabahleyin adamlarımızdan biri, "Kara!" diye bağırdı. Dünyanın neresinde olduğumuzu görme umuduyla kamaralarımızdan dışarı fırlamamızla geminin bir kum tepesine çarpması bir oldu. O an gemi öyle ani bir hareketle durdu ve dalgalar üzerine öyle bir şekilde boşanmaya başladı ki hepimiz o an öleceğimizi sanarak denizin köpükleri ve dalgalarından korunmak için hemen kapalı yerlere girdik.
Daha önce buna benzer bir durumda bulunmamış bir kişinin, bu dehşeti anlatması veya anlaması kolay değildir. Nerede olduğumuza, üzerine sürüklendiğimiz kara parçasının ada mı kıta mı olduğuna, insanların yaşayıp yaşamadığına dair hiçbir şey bilmiyorduk; ilk baştaki kadar olmasa da rüzgârın azgınlığı hâlâ sürdüğünden, bir mucizeyle çekip gitmediği sürece geminin parçalara ayrılmadan çok fazla dayanabileceğine dair pek bir umut besleyemiyorduk. Kısacası, oturmuş birbirimize bakıyor, her an ölmeyi bekliyor, başka bir dünyaya hazırlanıyorduk; çünkü bu dünyada yapabileceğimiz hiçbir şey kalk-
mamıştı artık. Tesellimiz, tek tesellimiz, endişelerimizin aksine geminin daha parçalanmamış olması ve kaptanın da rüzgârın dinmeye başladığını söylemiş olmasıydı.
Şimdi rüzgârın biraz dindiğini düşünsek bile, gemimiz hâlâ karaya oturmuş olduğundan ve çıkmasını umut edemeyeceğimiz kadar kuma gömüldüğünden gerçekten korkunç bir durumdaydık ve elimizden geldiğince hayatımızı kurtarmaya çalışmaktan başka yapacak hiçbir şey yoktu. Fırtınadan önce geminin kıç tarafında bir sandalımız vardı, ama ilk önce geminin dümenine çarpa çarpa kırılmış, sonra da yerinden kopup düşerek ya denizde batmış ya da sürüklenip gitmişti, dolayısıyla ondan umudumuzu kestik. Güvertede başka bir sandal daha vardı ama onu denize indirip indiremeyeceğimiz şüpheliydi. Bununla birlikte tartışacak zaman yoktu, çünkü geminin her an parçalara ayrılabileceğini biliyorduk ve gemicilerden biri zaten parçalanmaya başladığını söylemişti.
Bu sıkıntılar içerisinde, ikinci kaptan sandalı tuttu ve diğer adamların yardımıyla geminin yan tarafından denize indirdi. Hepimiz sandala doluşarak on bir kişi kendimizi Tan-n'nın merhametine ve vahşi denizin eline bıraktık; çünkü fırtına kayda değer derecede yatışmış olsa da deniz korkunç yüksek dalgalarla karaya vuruyordu, bu duruma Hollandalıların fırtınalı denize verdikleri isim gibi den wild zee denebilirdi.
Şimdi durumumuz gerçekten umutsuzdu; çünkü hepimiz dalgaların çok yükseldiğini,
-83-
sandalın ayakta duramayacağını, kaçınılmaz olarak boğulup öleceğimizi açık ve net bir şekilde görüyorduk. Yelken açmaya gelince, yelkenimiz yoktu ve zaten açsak da hiçbir işe yaramazdı. Dolayısıyla karaya doğru kürek çekmeye çalışıyorduk; ama kalplerimiz idama giden adamlarınla gibi hüzün içindeydi; çünkü sandal karaya yaklaştığında denizdeki dalgalar yüzünden bin parçaya ayrılacağını biliyorduk. Bununla birlikte, canımızı en içten duygularla Tann'ya emanet etmiştik ve bizi karaya sürükleyen rüzgârla birlikte elimizden geldiğince o yöne kürek çekerek kendi sonumuzu kendi ellerimizle hızlandırıyorduk.
Karanın kayalık mı, kumluk mu, dik bir yer mi, yoksa sığ bir yer mi olduğunu bilmiyorduk. Bize, en ufak bir umut ışığı verebilecek tek şey, son anda sandalı sokabileceğimiz bir koy, körfez veya bir nehir ağzına ulaşma olasılığıydı. Ama buna benzer hiçbir belirti yoktu; aksine karaya yaklaştıkça, denizden daha korkunç görünmeye başladı gözümüze.
Hesaplarımıza göre bir buçuk fersah kadar kürek çektikten ya da sürüklendikten sonra dağ gibi azgın bir dalga arkamızdan çarparak artık sonumuzun geldiğini anlamamızı sağladı. Kısacası, bize öyle bir şiddetle çarptı ki sandalı deviriverdi; böylece bizi sadece sandaldan değil birbirimizden de ayırarak, 'Tanrım!" diyecek kadar bile vakit tanımadan hepimizi yuttu.
Suya gömüldüğüm an hissettiğim kafa karışıklığını hiçbir şey anlatamaz; çünkü çok
-84-
iyl bir yüzücü olmama rağmen dalgalardan kurtulup nefes bile alamıyordum, ta ki beni karaya doğru epey sürükleyen ya da daha doğrusu taşıyan dalga, gücü tükenip geri çekilene ve beni -yuttuğum sular yüzünden yarı ölü bir şekilde- kuru sayılacak bir yere bırakana kadar. Nefesim tükenmediği gibi soğukkanlılığımı da kaybetmemiştim. Karaya sandığımdan daha yakın olduğumu görerek ayağa kalktım ve yeni bir dalga gelip beni tekrar yutmadan elimden geldiğince hızlı bir şekilde kıyıya doğru gitmeye çalıştım. Ama yeni bir dalgadan kaçmanın olanaksız olduğunu hemen anladım; çünkü koca bir tepe kadar yüksek ve bir düşman kadar öfkeli bir dalganın peşimden gelmekte olduğunu görmüştüm. Onunla mücadele edecek ne gücüm vardı ne de yolum. Nefesimi tutup başarabilirsem suyun üzerinde kalmaya çalışmam gerekiyordu. Böylece soluğumu tutarak ve yüzerek kendimi karaya doğru yöneltebilirdim, başarabilirsem; şimdi en büyük düşüncem dalga geldiğinde beni karaya kadar taşıması ve denize doğru çekilirken de geri götürme-mesiydi.
Üzerime gelen dalga, beni bir anda kendi gövdesinin beş on metre içine gömdü, büyük bir güç ve süratle karaya doğru oldukça uzun bir mesafe boyunca sürüklendiğimi hissedebiliyordum; ama nefesimi tutup bütün gücümle daha da ileri yüzmeye çalıştım. Soluğumu tutmaktan neredeyse patlayacak hale geldiğim sırada yukarı yükseldiğimi hissettim; kafam ve ellerimin suyun yüzeyine çıktı-
-85-
ğını fark edince rahatladım. O şekilde iki saniye bile kalmayı başaramasam da bu beni büyük ölçüde rahatlatmış, soluk almamı sağlamış ve yeni bir cesaret vermişti. Yine bir süre suyun içinde kaldım ama çok geçmeden bunu da atlattım. Suyun gücünü yitirip geri çekilmeye başladığını hissettikten sonra, dalgadan kendimi kurtarabilmek için ileri doğru atıldığımda ayağımın tekrar yere bastığını duydum. Nefes almak için, bir iki saniye, sular üzerimden çekilene kadar kıpırdamadan durdum ve sonra bütün gücümle karaya doğru koştum. Ama bu da beni denizin öfkesinden kurtaramayacaktı, tekrar gelip üzerime boşandı ve iki kez daha dalgalar tarafından kaldırılıp daha önceki gibi ileri, dosdoğru karaya sürüklendim.
Bu iki dalgadan sonuncusu beni neredeyse öldürüyordu; çünkü önceki gibi beni alıp götürmüş ve öyle büyük bir güçle karaya bırakmıştı -daha doğrusu bir kaya parçasına çarpmıştı- ki, bayılmış ve kendimi kurtaramayacak kadar çaresiz kalmıştım. Yan tarafımı ve göğsümü çarptığım bu darbe yüzünden soluksuz kalmıştım; dalga hemen geri çekilmeseydi suda boğulabilirdim. Ama dalgalar geri dönmeden hemen önce kendime geldim ve tekrar sular altında kalacağımı görerek bir kaya parçasına sıkıca tutunmaya ve dalga geri çekilene kadar başarabilirsem nefesimi tutmaya karar verdim. Şimdi karaya daha yakın olduğum için dalgalar ilk baştaki kadar yüksek değildi. Dalganın etkisi azalana kadar tuttuğum kayayı bırakmadım
-86-
ve sonra tekrar koşmaya başladım. Karaya epey yaklaşmıştım, bundan sonra gelen dalga üzerimden geçtiği halde beni yutup götü-remedi ve bir daha koştuğumda karaya ulaştım. Güçlükle kıyıdaki kayalıklara tırmanarak tehlikeden ve suyun ulaşabileceği yerden uzak bir çimenlik üzerine oturdum; derin bir nefes aldım.
Artık sağ salim karaya çıkmıştım, gözlerimi yukarı kaldırıp birkaç dakika önce hiç umut olmadığı halde hayatımı kurtardığı için Tann'ya şükrettim. Anlayacağınız, mezarın eşiğinden dönen bir insanın yaşayabileceği sevinç ve heyecanı ifade etmenin mümkün olmadığını düşünüyor ve artık şu geleneğe de hiç şaşmıyorum; yani boynuna ip geçirilmiş ve birazdan darağacında sallandırılacak bir suçluya suçunun bağışlandığı haberi verileceği anda, şaşkınlıktan kalbi durup ölmesin diye kendisinden kan alacak bir cerrahı da bu haberle birlikte getirmelerine hiç şaşmıyorum:
Acılar gibi ani sevinçler de şaşkına çevirir ilk başta.
Kurtulduğum düşüncesiyle, şükretmek için ellerimi, belki de bütün gövdemi yukarı kaldırarak kıyıda yürüyor, tarif edemeyeceğim bin bir türlü jestle hareket ediyordum. Bütün arkadaşlarımın öldüğünü, benden başka kimsenin kurtulamadığını düşünüyordum; gerçekten de bundan sonra onlan ne gördüm, ne de izlerine rastladım; üç şapka, bir kasket ve eşi olmayan iki tek ayakkabı dışında.
-87-
Gözlerimi karaya oturmuş olan gemiye çevirdim, denizdeki dalgalar ve köpükler öyle büyüktü ki gemiyi zor görebiliyordum, o kadar uzaktaydı ki birden, -Tanrım!- nasıl olup da karaya çıkabildiğime hayret ettim.
Durumumun iyi taraflarına bakarak kendimi avuttuktan sonra nasıl bir yerde olduğumu ve bundan sonra ne yapılması gerektiğini anlamak için etrafıma bakınmaya başladım. Kısa bir süre sonra da bütün avuntularım etkisini yitirmeye başladı. Uzun sözün kısası, korkunç bir kurtuluş olmuştu benimkisi; çünkü ıslanmıştım, giyecek başka elbisem yoktu, güç kazanmak için yiyecek ya da içecek bir şey bulamayacağım gibi önümde açlıktan ölmek veya vahşi hayvanlara yem olmaktan başka bir seçenek de yoktu. Bana özellikle acı veren şey de karnımı doyurmak için herhangi bir yaratığı vuracak ya da öldürecek veya kendi karınlarını doyurmak için beni öldürmek isteyecek başka yaratıklara karşı kendimi savunacak bir silahım olmamasıydı. Yani, yanımda bir bıçak, bir pipo ve bir kutu içinde biraz tütünden başka hiçbir şey yoktu. Sahip olduğum her şey bundan ibaretti; bu yüzden aklım öyle fena karıştı ki bir süre etrafta deliler gibi koşturup durdum. Gece yaklaştığında içim darala darala, burada kurt gibi aç hayvanlar varsa benim başıma neler gelebilir acaba diye düşünmeye başladım; avlanmak için daima geceleri ortaya çıktıklarını biliyordum çünkü.
O sıra aklıma gelen tek çare, yakınlarımda bulunan köknar gibi dallan sık yapraklı ve
-88-
dikenli bir ağaca tırmanmak, bütün gece orada oturmaktı; henüz önümde yaşayacağıma dair bir ümit göremediğim için nasıl öleceğim diye endişelenmeyi ertesi güne bırakmıştım. İçecek su bulabilir miyim diye kıyıdan iki yüz metre kadar içeri yürüdüm ve nitekim buldum. Bu beni çok sevindirdi. Sudan içtikten sonra açlığımı bastırmak için ağzıma biraz tütün attım ve gidip ağaca tırmandım. Kendimi korumak için sopa gibi kısa bir dal kestim ve uyursam düşmemi engelleyecek şekilde geçici barınağıma yerleştim. Aşın derecede yorgun olduğum için hemen uyuyakalmışım. Sanırım benim durumumdaki çok az insanın başarabileceği gibi rahat bir uyku çektim ve uyandığımda böyle durumlarda hiç olmadığı kadar dinlenmiş buldum kendimi.
Uyandığımda güneş doğalı çok olmuştu, hava açıktı ve fırtına da dinmişti. Dolayısıyla deniz önceki gibi kabarıp köpürmüyordu. Ama beni en çok şaşırtan şey, geminin geceleyin denizin yükselmesiyle oturduğu kumdan kurtulup neredeyse, daha önce çarparak çok kötü yaralandığımdan bahsettiğim kayaya kadar sürüklenmiş olmasıydı. Bulunduğum kıyıya aşağı yukarı bir kilometre yaklaştığı ve hâlâ ayakta durduğu için gemiye gidip en azından işime yarayacak şeyleri alabileceğimi düşündüm.
Ağaçtaki apartman dairemden indiğimde tekrar etrafıma bakındım ve gördüğüm ilk şey sandal oldu; rüzgâr ve dalgalar onu kıyıya fırlattığından sağ tarafımda, üç kilometre kadar uzakta öylece duruyordu. Sandala ula-
-89-
şabilmek için kıyı boyunca yürüyebildiğim kadar yürüdüm, ama sandalla benim aramda bir kilometre genişliğinde bir koy ya da boğaz vardı. Dolayısıyla şimdilik bu fikirden vazgeçerek geri döndüm. Gemiye çıkma niyetim daha da kuvvetlenmişti, şu an için kendime yetecek kadar bir şeyler bulmayı umuyordum orada.
Vakit öğleyi biraz geçince deniz çok dur-gunlaştığı ve sular da epey çekildiği için gemiyle aramdaki mesafe dört yüz metreye kadar indi. Ama orada üzülmek için yeni bir sebebimin daha olduğunu fark ettim; çünkü şayet gemide kalsaydık kurtulacağımızı gördüm, yani hepimiz sağ salim karaya çıkabilecektik ve ben şimdiki gibi tek bir avuntudan ve arkadaştan yoksun, perişan bir halde kalmayacaktım. Bu durum tekrar gözlerimi yaşlarla doldurdu; ama ağlamanın bana hiçbir faydası dokunmayacağı için başarabilirsem gemiye çıkmaya karar verdim. Hava aşın sıcak olduğundan üstümü çıkardım ve suya daldım. Ama gemiye vardığımda, güverteye çıkmamın çok zor olduğunu gördüm, çünkü gemi karaya oturduğu için suyun epeyce üstündeydi ve uzanıp tutunabileceğim hiçbir şey yoktu. Geminin etrafında iki kez yüzdüm ve ikinci seferde ön zincirlerden aşağı doğru sarkan bir halat gözüme çarptı. Bu halatı ilk başta göremeyişime şaşırdım; büyük bir güçlükle tütündüm ve geminin başkasarasına* tırmandım. Burada geminin çökmüş ve epey
Asıl güverteden yüksek olan kısa güverte. Geminin baş ve kıç yanında olmak üzere iki tanedir.
-90-
su almış olduğunu fark ettim, ama sert bir kum birikintisinin kenarına ya da daha doğrusu karaya oturmuş olduğu için kıçı havaya kalkmış, başı da neredeyse suya kadar eğilmişti. Dolayısıyla kıç tarafı sudan kurtulmuş ve o kısımdaki her şey kuru kalmıştı; ilk işim gidip neyin bozulmuş neyin kurtulmuş olduğuna bakmak olduğundan bunu hemen anlamıştım. İlk olarak geminin bütün erzağı-nın kuru ve ıslanmamış olduğunu gördüm; karnım çok acıkmış olduğu için ekmek odasına gittim ve ceplerimi peksimetle doldurdum; kaybedecek zamanım olmadığından bir yandan bunları yiyip diğer yandan da öbür eşyalara bakmaya gittim. Büyük kamarada biraz rom buldum ve büyük bir yudum içtim, beni bekleyen şeylere' karşı cesaret bulmak için buna gerçekten ihtiyacım vardı. Şimdi bana lazım olan tek şey bir kayıktı, böylelikle gerekli olabilecek her şeyi yanımda götürebilirdim.
Dostları ilə paylaş: |