-40-
Aynlalı daha on beş dakika bile olmamıştı ki gemimizin battığını gördük, işte o zaman bir geminin denizde kaynamasının ne demek olduğunu ilk kez anladım. Gemiciler bana geminin battığını söylediklerinde gözlerimi kaldırıp bakacak halde olmadığımı itiraf etmek zorundayım; çünkü sandala bindikten sonra, daha doğrusu denizciler beni sandala bindirdikleri andan itibaren kısmen dehşetten, kısmen de kafama üşüşen, ileride beni daha nelerin beklediğiyle ilgili korku dolu düşüncelerden dolayı kalbim sıkışıyordu.
Bu haldeyken yani adamlar sandalı karaya yanaştırmak için küreklere asılırken ve sandalımız dalgalar üzerinde yükselip alçalırken, karayı ve yaklaştığımızda bize yardım etmek için toplanmış birçok insanın kıyı boyunca koşuştuğunu görebiliyorduk. Ama kıyıya doğru çok yavaş ilerliyorduk, zaten Win-terton'daki feneri geçene kadar da karaya ulaşamayacaktık. Kıyıda, batıya, Cromer'e doğru bir burun vardı ve bu burun rüzgârın gücünü biraz olsun kırıyordu. Buradan içeri girdik, pek güçlük çekmeden denilemez ama yine de hepimiz sağ salim karaya çıktık ve sonra yaya olarak Yarmouth'a yürüdük. Talihsiz insanlar olduğumuz için orada büyük bir insanlıkla karşılandığımız gibi kasabanın yöneticileri tarafından da iyi mahallelere yerleştirildik. Bazı tüccarlar ile gemi sahipleri de bize dilediğimiz gibi Londra'ya gitmeye ya da Hull'a geri dönmeye yetecek kadar para verdiler.
O sıra Hull'a, oradan da eve dönecek ka-
-41-
dar aklım olsaydı, mutlu bir adam olurdum ve babam da benim için ulu Kurtarıcımız meselinin simgesi olan semiz buzağıyı* bile kurban ederdi; çünkü binip gittiğim geminin Yarmouth sularında battığını duymuş ama boğul-madığımdan emin olana kadar epey bir zaman geçmiş olurdu.
Ne var ki, kötü kaderim beni yine, hiçbir şeyin karşı koyamayacağı bir inatla serüvenlerime devam etmeye yönlendiriyordu. Aklımın ve daha düzgün işleyen yargı gücümün birkaç defa bağıra bağıra beni eve dönmeye çağırmış olmasına rağmen bunu yapmaya gücüm yoktu. Buna ne isim vereceğimi bilmiyordum; bunun bizi kendi yıkımımızı kendi ellerimizle hazırlamaya götüren, tehlike burnumuzun dibinde bile olsa, göz göre göre üzerine koşmaya iten her şeyden güçlü, gizli bir ferman olduğunu da bilemiyordum. Beni en aklı başında düşüncelerime, ciddi mantık yürütmelerime, inançlarıma ve daha ilk denememde aldığım iki derse karşın yine de devam etmeye iten şey, hiçbir zaman kaçamayacağım, kaderime zaten yazılmış, önlenemez bir hayattan başka bir şey olamazdı kesinlikle.
Daha önce yüreğimi katılaştırmama yardım eden arkadaşım, yani kaptanın oğlu şimdi benden bile isteksiz görünüyordu. Yarmo-uth'a vardıktan sonra birkaç mahalleye dağıtıldığımız için onu ancak iki üç gün sonra görebilmiştim. İlk gördüğümde tavırları değişmiş gibi geldi bana; çok hüzünlü görünüyordu ve başını sallayarak bana nasıl olduğumu
• Orj.: Fatted calf, Luka 15:ııffden alıntı. -42-
sordu. Sonra da babasına benim kim olduğumu, daha uzaklara gitmek istediğim için bu yolculuğa bir deneme olarak geldiğimi açıkladı. Babası ciddi ve kaygılı bir tavırla bana dönerek, "Delikanlı," dedi, "bir daha asla denize açılmamaksın, bunu, denizci olmak için doğmadığına dair açık ve somut bir işaret olarak kabul etmelisin." "Neden, efendim?" dedim, "Siz de artık denize açılmayacak mısınız?" "O başka mesele," dedi, "bu benim mesleğim, dolayısıyla da görevim; ama sen bu yolculuğu bir deneme olarak yaptıysan, görüyorsun ya, eğer denize açılmakta direnirsen başına neler geleceğini bir parça olsun gösterdi Tanrı; belki de başımıza gelen bütün her şey seninle ilgiliydi, Tarsus'un* gemisindeki Yunus gibi. Siyle bakalım," diye devam etti, "kimin nesisin sen? Ne diye denize açıldın?" Bunun üzerine ona hikâyemin bir kısmını anlattım. Bitirdiğimde tuhaf bir hiddete kapıldı. "Ben ne yaptım da böyle uğursuz bir mahluku gemime aldım? Bir daha bin pound bile verseler, seninle aynı gemiye adım atmam." Uğradığı zarar yüzünden zaten gerilen sinirlerinin iyice bozulduğunu ve artık kendisine hâkim olamadığını gösteriyordu bu. Neyse ki, sonra benimle gayet ciddi bir şekilde konuşmaya başladı; babamın yanına geri dönmem ve kaderle oyun oynamamam -bu mahvolmama sebep olurdu- gerektiği konusunda uyanlarda bulundu. Bana, Tann'nın
* Kutsal Kitap'ta Hz. Yunus'un suya bırakıldığı gemi. Hz. Yunus'un kıyıya çıkışı ile R. Crusoe'nun kurtuluşu arasındaki çağrıştınm belirgin. Yunus I. Iff ten alıntı.
-43-
benden yana olmadığının apaçık ortada olduğunu söyledi. "Ve delikanlı," dedi, "şuna güven, eğer geri dönmezsen, babanın senin hakkında söyledikleri gerçekleşene kadar nereye gidersen git, felaket ve hayal kırıklığından başka bir şey bulamayacaksın."
Kısa bir süre sonra ayrıldık; sözlerine çok az karşılık verdiğim ve bir daha onu görmediğim için nereye gittiğini bilmiyorum. Bana gelince, cebimde belli bir miktar para olduğu için karayoluyla Londra'ya gittim. Yol boyunca olduğu gibi Londra'da da hayatıma ne gibi bir yön vermem gerektiği konusunda -eve mi dönsem, denize mi açılsam diye- kendimle kıyasıya mücadele ettim.
Eve gideyim diye düşündüğümde, beni bundan alıkoyan en önemli şey utanç oluyordu; komşular arasında nasıl alay konusu olacağım, sadece annemle babamı değil tanıdığım herkesi görmekten utanacağım geliyordu hemen aklıma. O zamandan beri böyle durumlarda insanları, özellikle de gençleri yönlendiren genel tavrın ne kadar da saçma ve mantıksız olduğunu sık sık gözlemlemiştim; sözgelimi, günah işlemekten utanmazlar da bu günahı işledikleri için duydukları pişmanlıktan utanırlar; yerinde bir sebeple aptal olarak anılmalarını gerektiren hareketlerden değil de akıllı olduklarının düşünülmesini sağlayacak tek şey olan eski, aptalca hareketlerinden vazgeçmekten utanırlar.
Yine de hayatımın o döneminde, ne gibi bir yol seçeceğim, nasıl bir hayat süreceğim konusunda bir süre kararsız kaldım. Eve
-44-
dönme konusunda duyduğum dayanılmaz isteksizlik devam ediyordu. Bir süre geçince de çektiğim zorluklarla ilgili anılanm yavaş yavaş uçup gitmeye başladı ve sönüp giden bu anılarla beraber geri dönme konusunda en ufak bir isteğim varsa bile, o da uçup gitti. En sonunda bununla ilgili düşüncelerimi tamamen bir kenara bırakarak bir deniz yolculuğu aramaya başladım.
Beni daha ilk başta, kendi servetimi kazanmakla ilgili akıllıca tasarlanmamış, ham düşüncelere sürükleyerek babaevinden u-zaklaştıran ve bütün güzel öğütlere, ricalara ve hatta babamın emirlerine karşı sağır edip o garip fikirleri aklıma sokan o uğursuz etki, evet, her ne ise artık, yine o aynı etki bu sefer de karşıma1 bütün girişimler içinde en uğursuz olanını çıkardı; Afrika sahillerine giden ya da bizim denizcilerin kabaca deyişiyle Gine'ye yolculuk eden bir gemiye bindim.
Bütün bu serüvenlerde en büyük talihsizliğim gemiye denizci olarak binmeyişimdi, gerçi böyle bir durumda herhangi birinden biraz daha fazla çalışmam gerekebilirdi, ama bu süre içinde en azından bir lostromonun sorumluluklarıyla görevini öğrenir ve zaman içinde, kaptanlık mertebesine ulaşamasam bile ikinci kaptan olabilirdim. Ama her zaman kötüyü seçmek kaderimde yazılı olduğu için burada da öyle yaptım; cebimde para, üstümde de iyi elbiseler olduğu için bir gemiye her zaman bir beyefendi gibi binebilirdim; ve dolayısıyla gemide ne bir işim oldu ne de bir şey öğrendim.
-45-
Her şey bir yana, Londra'da şans benden yanaydı da iyi bir arkadaş çevresine düşmüştüm, benim o zamanki halim gibi başıboş ve yanlış yola sapmış gençlerin her zaman bulamayacağı bir şeydi bu; şeytan onlar için daha başlangıçta bir tuzak hazırlamayı ihmal etmezdi; ama benim başıma böyle bir şey gelmemişti. İlk olarak daha önce Gine sahillerinde bulunmuş ve oradaki başarısı üzerine bir daha gitmeye karar vermiş bir kaptanla tanıştım, adam, yaşıma göre o kadar da mantıksız sayılmayacak konuşmalarımdan hoş-lanmıştı ve dünyayı görmek istediğimi söylediğimde onunla yolculuğa çıkarsam herhangi bir ücret ödememe gerek olmayacağını söyledi; ona yol ve yemek arkadaşlığı edeceğimi; eğer yanımda bir şeyler götürebilirsem, alışverişin elverdiği kadar bunun faydalarını görebileceğimi ve belki de teşvik bile edilebileceğimi söyledi.
Bu teklif aklıma yattı; dürüst ve açıksözlü bir insan olan bu kaptanla sıkı bir dostluğa girerek onunla yolculuğa çıktım ve yanıma da ufak tefek birkaç parça mal alarak, kaptan arkadaşımın karşılık beklemeyen dürüstlüğü sayesinde kayda değer bir kazanç sağladım; kaptanın bana önerisi üzerine yanıma kırk pound'luk ufak tefek şeyler almıştım. Bu kırk pound'u da kendileriyle haberleştiğim akrabalarımdan bazılarının yardımıyla bir araya getirmiştim; onların babamı ya da en azından annemi, ilk serüvenime bu kadar olsun katkıda bulunmaya ikna ettikleri inancındayım.
Bütün serüvenlerim içinde başarılı oldu-
-46-
ğunu söyleyebileceğim tek yolculuğum buydu ve bunu kaptan arkadaşımın doğruluğuna ve dürüstlüğüne borçluyum; onun gemisindey-ken ayrıca matematik ve denizciliğin kurallarıyla ilgili doğru düzgün bir bilgi edindim, geminin seyrettiği yolun hesaplarının nasıl tutulacağını, gözlem yapmayı, yani kısacası bir denizcinin anlaması gereken bazı şeyleri öğrendim. Kendisi bana kimi şeyleri öğretmekten zevk aldığı için ben de öğrenmekten zevk alıyordum; sözün kısası bu yolculuk hem bir denizci hem de tüccar olmamı sağladı; serüvenimin sonunda yanımda iki buçuk kilo altın tozuyla dönmüştüm ve bu para bana Londra'da yaklaşık üç yüz pound getirdi; böylece o andan itibaren beni yıkımıma götürecek olan ihtirasla doldum.
Ama bu yolculukta bile başıma talihsizlikler gelmişti; bunlardan biri de sürekli olarak hasta olmamdı; iklim aşın sıcak olduğundan tropikal iklimlerde görülen şiddetli bir beyin hummasına yakalanmıştım; çünkü temel ticaretimizi yaptığımız sahil, ekvatorun ancak 15 enlem kuzeyindeydi.
Bir Gine tüccarı olma yolunda ilerliyordum artık; en büyük talihsizliğim arkadaşımın dönüşümüzden kısa bir süre sonra öl-mesiydi. Aynı yolculuğu tekrar yapmak gibi bir kararım olduğundan aynı gemiyle tekrar yola çıktım; önceki yolculukta ikinci kaptan olan kişi, şimdi geminin yönetimini eline almıştı. Bir adamın yapabileceği en uğursuz yolculuktu bu; yeni kazandığım paranın iki yüz pound'unu, ölen arkadaşımın bana çok
-47-
dürüst davranan dul karısına bıraktığımdan yanımda sadece yüz pound vardı ama yine de bu yolculukta korkunç aksilikler geldi başıma; bunlardan ilki şuydu; gemimiz Kanarya Adalan'na doğru yol alırken ya da daha doğrusu Afrika sahillerine ulaşmak için bu adaların arasından geçerken Sale'*den kalkan bir Türk korsan gemisi, bizi sabahın köründe bütün yelkenlerini açmış bir şekilde kovalamaya başladı. Biz de alanımızın yettiği ya da yelken direklerimizin kaldırabildiği kadar yelken açarak kurtulmaya çalıştık; ama korsanların bize doğru epey bir yol katettiğini ve birkaç saat içinde kesinlikle bize yetişeceklerini görerek savaşmaya hazırlandık; bizim gemide on iki top varken korsanların gemisinde on sekiz top vardı. Öğleden sonra saat üç sularında bize yetiştiler ve geminin kıç tarafından yanaşmak isterken yanlışlıkla omuzluk alabandasına yanaşmaları üzerine, biz de toplarımızdan sekizini o tarafa dizerek gemiyi borda ateşine tuttuk, bu da onu sarstı. Sonra da geminin toplan ateşimize karşılık vermeye ve bordasındaki yaklaşık iki yüz adam tüfekleriyle saçma yağdırmaya başladı. Neyse ki bütün adamlarımız siperlerin arkasında olduğu için kimsenin kılına zarar gelmedi. Onlar tekrar saldırmaya hazırlanırken biz de kendimizi savunmaya hazırlandık; ama bu sefer diğer omuzluktan yanaşarak altmış adamı güvertemize indirdi, bu adamlar hemen güverteyi parçalamaya, donanımlarımızı kesmeye baş-
• Rabat yakınlarında, korsanların kullandığı bir Fas limanı.
-48-
ladılar. Biz de onlara, saçmalar, küçük mızraklar ve barut sandıklan yağdırarak ikinci kez güvertemizi onlardan temizledik. Ama yine de öykümüzün bu üzücü kısmını kısa kesmek gerekirse, gemimizin harap olması ve adamlanmızdan üçünün öldürülüp sekizinin yaralanması üzerine teslim olmak zorunda kaldık ve esir alınarak Mağripliler'e ait bir liman olan Sale'ye götürüldük.
Orada gördüğüm muamele ilk başta endişelendiğim kadar korkunç değildi; adamlan-mızın geri kalanı gibi ülkenin yukanlanna, imparatorun sarayına götürülmemiştim. Kor-sanlann kaptanı, genç ve çevik olduğumdan beni işlerine uygun görerek kendisi için bir ödül olarak tuttu ve kölesi yaptı. Tüccarlıktan böyle sefil bir köle durumuna düşmek beni altüst etmişti; şimdi geriye dönüp babamın, sefil olacağımı ve bana yardım eli uzatacak kimse olmayacağını söylediği kehanetler içeren konuşmasını hatırlıyor ve söylediklerinin gerçekten de doğru çıktığını, durumumun bundan daha kötü olamayacağını düşünüyordum; Tann'nın gazabına uğramıştım ve hiçbir kurtuluş umudum yoktu. Ama nerede! Bu öykünün ilerleyen bölümlerinde de görüleceği üzere şu an içinde bulunduğum durum ilerde çekeceğim sıkıntıların yanında bir hiç sayılacaktı.
Yeni efendim ya da sahibim beni evine aldığı için tekrar denize açıldığında beni de yanında götüreceğine dair umutlar besliyor, adamın kaderinde eninde sonunda İspanyol ya da Portekiz savaşçılarına yakalanmasının bulun-
duğuna ve böylece özgür kalacağıma inanıyordum. Ama kısa bir süre sonra bu umudum da tükendi; çünkü denize açıldığında küçük bah-çesiyle ilgileneyim ve evindeki kölelerin yaptığı angaryaları yapayım diye beni karada bıraktı; seferden geri dönünce de gemiye bakmam için kamarada yatmamı emretti.
Buradan kaçmaktan ve bunu gerçekleştirmek için hangi yolu seçeceğimden başka bir şey düşünemiyordum, ama gerçekleşme ihtimali olan tek bir yol bile bulamadım. Böyle bir düşünceyi mantıklı görmem için elimde hiçbir şey yoktu; çünkü bu konuyu açabileceğim, benimle birlikte kaçabilecek ne bir İngiliz, ne İrlandalı, ne de İskoçyalı köle arkadaşım vardı; dolayısıyla iki yıl boyunca sık sık hayalini kurmakla birlikte bu fikri uygulamaya koymak için cesaret verici en ufak bir olasılık çıkmamıştı karşıma.
İki yıl sonra, özgürlüğümü geri kazanmak için bir şeyler yapma düşüncesini tekrar aklıma getiren garip bir fırsat çıktı ortaya. Duyduğuma göre parasızlıktan gemisine gerekli teçhizatı sağlayamayan ve her zamankinden daha uzun bir süredir evde yan gelip yatmakta olan efendim, hava güzelse haftada bir iki kez, bazen daha da sık olmak üzere geminin filikasını alıp balığa çıkıyor ve kürek çekmemiz için benimle genç bir Moresko'yu* da yanına alıyordu. Onu çok eğlendiriyorduk, benim de balık tutmakta çok becerikli olduğum ortaya çıkmıştı; öyle ki efendim bazen, akrabalarından bir Mağripli ile onların deyimiyle
ORHAN KEMAL
Mağripli'nin İtalyancası.
k HALK KÜTÜPHA^Sİ
Moresko'yu da yanıma vererek kendisi için biraz balık tutmaya gönderiyordu.
Bir keresinde çok sakin bir sabah yine balığa çıktığımızda, sis o kadar yoğunlaştı ki yarım fersah bile uzaklaşmadığımız halde karayı göremiyorduk; nereye, hangi tarafa gittiğimizi bilmeden bütün gün, bütün gece kürek çektik; sabah olduğunda karaya doğru gitmek yerine denize açıldığımızı ve karadan en az iki fersah uzakta olduğumuzu far-k ettik. Bununla birlikte, sabahleyin rüzgâr oldukça sert esmeye başladığı için epey çaba harcayarak ve bir de tehlike atlatarak geri dönmeyi başarabildik; ama hepimiz çok acıkmıştık.
Bu talihsizlikten ötürü endişelenen efendimiz ileride daha fazla dikkat etmesi gerektiğine ve İngiliz gemisinden aldığı uzun kayığı kendisi için ayırarak bir daha asla yanına bir pusula ve biraz da erzak almadan balığa çıkmamaya karar verdi. Bu yüzden gemisindeki benim gibi İngiliz bir köle olan marangoza uzun kayığın ortasına, mavnalardaki gibi bir kabul odası ya da kamara ve arkasına dümen tutmak, demir atıp çekmek için duracak bir yerle, önüne de yelkenleri idare edecek bir ya da iki kişinin durabileceği bir yer yapmasını buyurdu. Kayık, kırlangıç kanadı dediğimiz bir yelkenle gidiyordu ve seren kamaranın üstünden idare ediliyordu, kamara da rahat ve alçak bir şeydi, içinde bir iki köleyle birlikte yatabileceği kadar yer; üzerinde yemek yenecek ve küçük çekmecelerine de likör gibi sevdiği içki şişelerini, özel-
-51-
likle de ekmek, pirinç ve kahve koyabileceği bir masa vardı.
Sık sık bu kayıkla balığa çıkıyorduk, en iyi balık tutan adamı olduğum için bensiz asla balığa çıkmıyordu. Bir keresinde o yörenin ileri gelenlerinden iki üç Mağripli'yle birlikte eğlenmek ve balık tutmak için bu kayıkla açılmaya karar verdi ve konuklan için olağanüstü hazırlıklar yaptı, bir gece önceden kayığa her zamankinden fazla erzak gönderdi; bana da gemisinden üç misket tüfekle biraz barut ve saçma alıp hazırlanmamı çünkü balıkla birlikte kuş da avlamayı tasarladıklarını söyledi.
Her şeyi emrettiği gibi hazırladım ve sabaha kadar kayıkta kalıp her şeyi yıkayıp tertemiz yaptım, eski sancağı ve flamaları çektim, konuklan ağırlamak için gerekli her şeyi hazırladım. Çok geçmeden efendim kayığa tek başına gelip bana konuklannın işlerinin çıktığını, gitmeyi ertelediklerini ve konuklarını evde akşam yemeğine beklediği için her zamanki gibi adamla ve çocukla kayığa binip onlara biraz balık tutmamı ve balıklan tutar tutmaz da eve getirmemi söyledi, bütün bun-lan yapmaya hazırdım.
Tam o sırada aniden kaçma fikri tekrar aklıma geldi, çünkü şimdi emrimde küçük bir gemi olacaktı; efendim gittiğinde kendimi bir balık avına değil de bir deniz yolculuğuna çıkmaya hazırladım. Nereye gideceğimi bilmiyordum, ama bunu pek de umursamıyor-dum, nereye gidersem gideyim, oradan kurtulmaktı istediğim.
-52-
Planımın ilk parçası, bir yalan atarak şu Mağripli'nin gemiye biraz yiyecek getirmesini sağlamaktı; ona efendimizin ekmeğinden yiyerek haddimizi aşmamamız gerektiğini söyledim. Bunun doğru olduğunu söyledi ve kayığa büyük bir sepet dolusu peksimet ya da çörek türü bir şeylerle üç testi taze su getirdi. Şekillerinden, efendimizin İngiliz ganimetleri içinden aldığı belli olan şişe kasalannın da yerini biliyordum; Mağripli karadayken bun-lan da kayığa taşıyarak sanki daha önce efendimiz için oraya konulmuşlar süsü verdim. Aynca yirmi beş kilo ağırlığında büyük bir topak balmumu, bir yumak sicim, ufak bir balta, bir testere ve bir çekici de kayığa taşıdım. Bütün bunlar sonradan çok işimize yaradı, özellikle' de mum yapmak için kullandığımız balmumu. Mağripli'ye bir oyun daha oynadım ve o saf bir şekilde buna da kandı. Adı İsmail'di, insanlar ona "Molla" diyorlardı; ben de ona 'Molla,' dedim, "kayıkta efendimizin silahlan var, biraz barutla saçma getiremez misin? Belki kendimiz için biraz alkami (bizim çulluklar gibi bir av kuşu) vururuz; efendimizin cephaneleri gemide tuttuğunu biliyorum çünkü." "Tamam, biraz getireyim," dedi ve yedi yüz elli gram kadar, belki daha da fazla barut alan büyük, deri bir torbayla iki buçuk kilo kadar saçma ve kurşun getirdi; bunlann hepsini kayığa yerleştirdi. Bu arada ben de büyük kamaranın içinde efendimize ait olan barutlan bulup kasadaki büyük şişelerden birine -bu şişe neredeyse boş olduğundan içindekileri başka bir şişeye ak-
-53-
tararak- doldurmuştum; böylece gerekli olan her şeyi hazırlamış olarak balığa çıkmak üzere limandan ayrıldık. Limanın girişindeki kalede bulunan nöbetçiler kim olduğumuzu bildiklerinden bize aldırmadılar; limandan çıktıktan sonra bir mil kadar açıldık ve yelkenimizi indirip balık tutmaya başladık. Rüzgâr benim istediğimin aksine kuzey-kuzeydo-ğu'dan esiyordu; güneydoğudan esseydi, İspanya sahillerine ulaşacağımdan emindim, en azından Cadiz Koyu'na varırdım; ama hangi yönden eserse essin, o korkunç yerden ayrılmaya ve gerisini şansa bırakmaya kararlıydım.
Oltama balık takılınca, Mağripli görmesin diye onları yukarı çekmediğimden bir süre avlanıp da hiçbir şey tutamayınca ona şöyle dedim: "Böyle olmayacak, efendimize balık götüremeyeceğiz, biraz daha açılmak zorundayız." Bunda hiçbir zarar görmeyerek kabul etti ve kendisi kayığın baş tarafında olduğu için yelkenleri açtı; ben de dümene geçip bir fersah kadar açıldım ve sonra sanki balık av-layacakmış gibi durdum. Dümeni çocuğa vererek Mağripli'nin durduğu yere doğru gittim, sanki arkasındaki bir şeyle ilgileniyormuş gibi yaparak aniden kolumla, belinden kavrayarak onu küpeşteden denize atıverdim. Bir şişe mantarı gibi yüzebildiği için hemen su yüzüne çıktı, onu kayığa almam için bana yalvarmaya başladı ve benimle dünyanın her yanına gelebileceğini söyledi. Kayığın arkasından o kadar hızlı yüzüyor ve rüzgâr da o kadar hafif esiyordu ki bana çabucak yetişe-
-54-
bilirdi. Bunun üzerine kamaraya girip av tüfeklerinden birini getirip ona doğrulttum; şimdiye kadar ona hiçbir zarar vermediğimi, sessiz durursa bundan sonra da vermeyeceğimi söyledim. "Ama," dedim, "karaya ulaşabilecek kadar iyi yüzüyorsun ve deniz de sakin, karaya doğru yüzmen senin için en iyisi olur, sana zarar vermeyeceğim ama kayığa yaklaşmaya kalkarsan seni alnının orta yerinden vururum, çünkü özgürlüğüme kavuşmaya kararlıyım." Bunun üzerine dönüp karaya doğru yüzmeye başladı, kolaylıkla ulaştığına hiç şüphem yok, çünkü mükemmel bir yüzücüydü.
Mağripli'yi yanımda tutup çocuğu denize atmak beni daha memnun ederdi, ama Mağ-ripli'ye güvenemezdim. O gittiğinde Ksuri adındaki çocuğa döndüm ve ona şöyle dedim: "Ksuri, eğer bana sadık kalırsan, seni büyük bir adam yaparım; ama bana karşı dürüst olacağına dair yüzünü sıvazlamazsan..." -bu Muhammet ile babasının sakalı üzerine yemin etmesi demek oluyordu- "seni de denize atmak zorunda kalacağım." Çocuk yüzüme gülümseyerek o kadar masum bir tavırla konuştu ki ona güvenmemem imkânsızdı; bana sadık kalacağına ve benimle dünyanın dört bir yanma geleceğine dair yemin etti.
Yüzmekte olan Mağripli'nin görüş alanında olduğum süre boyunca, yelkenleri rüzgâr tarafına açarak kayıkla denize doğru açıldım, böylece boğaza* doğru gittiğimi düşüneceklerdi -gerçekten de biraz aklı olan birinin
Cebelitarık Boğazı.
-55-
böyle yapması beklenirdi. Güneye, bütün bir zenci ulusunun kanolarıyla etrafımızı çevreleyip bizi yok edeceği, karaya çıkabilsek bile vahşi hayvanlar ya da onlardan daha acımasız barbar insanlar tarafından parçalanıp yeneceğimiz Berberistan kıyılan* doğru yol aldığımızı kim tahmin edebilirdi ki?
Ama akşam olup hava kararır kararmaz, yönümü değiştirdim ve karayı gözden kaybetmemek için rotamı biraz doğuya çevirerek güneydoğu yönüne gitmeye başladım; güzel, serin bir meltem estiği ve deniz de durgun olduğu için o kadar çok yol aldık ki ertesi gün öğleden sonra saat üçte, ilk defa olarak karayı gördüğümde Sale'nin en az yüz elli mil güneyinde olduğumuzu düşünüyordum. Fas imparatorunun ya da daha doğrusu o civarlar-daki herhangi bir kralın topraklarının oldukça ötesindeydik; çünkü tek bir insana bile rastlamamıştık.
Ama Mağripliler'den öyle korkuyor ve ellerine düşme fikriyle öyle bir dehşete kapılıyordum ki, ne durup karaya çıktım, ne de demir attım, rüzgâr güzel güzel esmeye devam ettiği için bu şekilde beş gün daha yol aldım. Sonra rüzgârın güneye dönmesiyle, peşimde herhangi bir gemi varsa artık beni kovalamaktan vazgeçtikleri sonucuna vararak kıyıya yanaşmayı göze aldım ve küçük bir nehrin ağzında demirledim. Durduğum yerin neresi, hangi enlem derecesi, hangi ülke, ulus ya da nehir olduğunu bilmiyordum. Tek bir insan
• Batı Trablus ile Fas arasındaki Kuzey Afrika kıyılarına "Berberistan kıyılan" deniyordu.
-56-
görmemiştim ve görmeyi de istemiyordum; istediğim tek şey içme suyuydu. Bu ırmağın ağzına akşamüstü gelmiştik; karanlık basar basmaz yüzerek karaya çıkıp buranın nasıl bir yer olduğunu anlamaya karar verdik. Ama karanlık basar basmaz, ne olduğunu bilmediğimiz birtakım vahşi yaratıklar havlama, kükreme ve uluma gibi korkunç sesler çıkarmaya başladı. Zavallı çocuk korkudan ölecekti neredeyse, bana gündüz olana kadar karaya çıkmamam için yalvardı. "Peki, Ksu-ri," dedim, "çıkmam o zaman; ama gündüz de karşımıza o yaratıklar kadar kötü insanlar çıkabilir." "O zaman biz var onları vurmak," dedi Ksuri gülerek; "hepsini kaçmak yapmak." Ksuri bizim gibi kölelerle konuşa konuşa ancak bu kadar İngilizce öğrenmişti. Bununla birlikte, çocuğun bu kadar neşeli olduğunu görmek beni sevindirmişti ve daha da neşelendirmek için ona efendimizin kasasındaki şişelerden bir yudum içki verdim. Her şey bir yana Ksuri'nin öğüdü iyi bir öğüt olduğundan bunu tuttum; küçük demirimizi atıp bütün gece kıpırdamadan yattık. Kıpırdamadan diyorum çünkü hiç uyumadık; iki üç saat içinde türlü türlü, kocaman kocaman yaratıkların (isimlerinin ne olduğunu bilmiyorduk) deniz kenarına gelip suya girdiklerini ve serinlemek için suyun içinde debelenip yıkandıklarını gördük. O kadar iğrenç homurtular ve böğürtüler çıkarıyorlardı ki böylesini daha önce hiç duymamıştım.
Dostları ilə paylaş: |