Hiçbir şey yapmadan oturup elde edemeyeceğim şeyleri dilemenin bana hiçbir yaran dokunamayacağından hemen harekete geçtim. Gemide birkaç yedek tahta, iki üç büyük direk ve bir iki tane de seren direği vardı. Bunlardan kaldırabileceğim ağırlıkta olanları küpeşteden aşağı atmaya ve denizde sürüklenip gitmesinler diye de bir iple bağlamaya karar verdim. Bu işleri bitirdikten sonra geminin yanına indim ve bu direklerden dördünü kendime doğru çekerek iki uçtan da elimden geldiği kadar sıkıca bağlayıp bir sal şekline getirdim; üstlerine iki üç kalası yanlamasına
-91-
koyunca artık salın üzerinde gayet rahat yürünebiliyordu, ama direkler hafif olduğundan sal, ağır bir yükü taşıyamazdı. Bu yüzden tekrar işe koyulup marangozun testeresiyle bir seren direğini üç parçaya kestim ve bir hayli çabalayarak bunları da salıma ekledim. Gerekli şeyleri alabileceğim umudu beni her zamankinden daha çok çalışmaya teşvik etmişti.
Salım şimdi, aşın ağır olmayan her yükü taşıyabilecek kadar güçlenmişti. Bundan sonraki işim, sala ne yükleyeceğimi ve bunları dalgalardan nasıl koruyacağımı bulmaktı. İlk olarak alabileceğim bütün kalas ve tahtaları salın üzerine koydum ve en çok neye ihtiyacım olduğunu düşündükten sonra gemicilerin sandıklarından üçünü aldım, kilitlerini kırıp içlerini boşaltarak sala indirdim. Bu sandıklardan birincisini ekmek, pirinç, üç kalıp Hollanda peyniri, gemideyken çok yediğimiz beş parça kurutulmuş keçi eti, gemiye tavukları beslemek için aldığımız ama sonra hepsini kesip yediğimiz için arta kalan tahıl gibi yiyeceklerle doldurdum. Biraz arpa ve buğday da vardı ama sonradan bunları farelerin yiyip ziyan ettiğini görünce büyük bir hayal kırıklığına uğradım. İçkilere gelince, kaptana ait olan birkaç kasa şişeyi buldum; bunlann bazısında likör ve beş altı galon da pirinç rakısı vardı. Bunları sandığa koymaya gerek olmadığından öylesine sala istifleyiver-dim; zaten sandıkta yer de yoktu. Bu sırada deniz sakindi ama yükselmeye başlamıştı. Kıyıda, kumlann üzerine bıraktığım ceketim,
-92-
gömleğim ve yeleğimin denizin içinde yüzdüğünü görünce hayal kınklığına uğradım; dizkapaklarımın altından bağlanan kısa keten pantolonuma ve çoraplarıma gelince; gemiye onlarla yüzmüştüm. Dolayısıyla kıyafet bulmak için gemiyi didik didik ettim ve yeteri kadar buldum da; ama şimdilik kullanacağımdan fazlasını almadım; çünkü gözüm başka şeylerdeydi. İlk olarak karada işime yarayacak aletler vardı bunların arasında; uzun bir arayıştan sonra marangoz sandığını bulmam benim için gerçekten de çok değerli bir ödül oldu. Bu sandık şu an için bir gemi dolusu altından daha değerliydi. İçinde neler olduğunu kabaca tahmin ettiğimden, açmak için vakit harcamadan onu da olduğu gibi sala indirdim. *
Bundan sonraki işim biraz cephane ve silah bulmaktı; büyük kamarada iki adet iyi av tüfeği ve iki tabanca vardı. İlk önce bunlan; birkaç barutluk, bir küçük torba saçma ve iki eski, paslı kılıçla beraber başlanna bir şey gelmeyecek şekilde bir kenara koydum. Gemide üç fıçı barut olduğunu biliyor, ama topçumuzun bunlan nereye sakladığını bilmiyordum. Epey bir arandıktan sonra onları da buldum; fıçılardan ikisi kuru ve ise varardı, ama üçüncüsü su almıştı. Kuru olan iki fıçıyı silahlarla birlikte sala indirdim. Sala çok fazla şey yüklediğimi fark ederek bütün bunlarla karaya nasıl çıkacağımı düşünmeye başladım; ne bir yelkenim, ne küreğim, ne de dümenim vardı ve en ufak bir rüzgâr esse bütün salım devrilebilirdi.
-93-
Bana cesaret veren üç şey vardı:
1. Dalgasız, durgun bir deniz.
2. Suların yükselip karaya doğru gitmesi.
3. Beni karaya doğru götürebilecek hafif bir rüzgâr.
Sandala ait iki üç kırık kürek ve sandıkta bulunan aletlerin yanı sıra, iki testere, bir balta ve bir çekiç daha buldum ve bunları da sala yükleyerek denize açıldım. Salım aşağı yukarı bir mil gayet iyi gitti, ancak akıntıyla daha önce karaya çıktığım yerin biraz ötesine doğru sürüklendiğimi fark ettim. Dolayısıyla, karanın iç kısımlarına doğru giren bir su birikintisi olduğunu anladım ve yükümü karaya çıkartmak için bir liman olarak kullanabileceğim küçük bir koy ya da ırmak bulma umuduna kapıldım.
Bu öngörüm doğru çıktı; önümde uzanan kıyıda küçük bir girinti vardı ve güçlü bir akıntı beni bu ırmağın içine götürdü. Salı elimden geldiğince bu akıntının ortasından götürmeye çalışıyordum. Ama burada neredeyse ikinci bir deniz kazası daha geçiriyordum, eğer başıma böyle bir şey gelseydi öyle zannediyorum ki, çok üzülecektim. Kıyıyı bilmediğim için salımın bir ucu sığ bir yerde karaya oturdu, diğer ucu havaya kalktı ve bu yüzden az kalsın yığdığım bütün eşyalar suya dökülecekti. Yerlerinden kaymasınlar diye sırtımı sandıklara vererek var gücümle onları tutmaya çalıştım, ama bütün gücümü verdiğim halde ne salı takıldığı yerden kurtarabiliyor, ne de durduğum yerden kıpırdamaya cesaret edebiliyordum. Yalnızca bütün gücüm-
-94-
le sandıklan tutmaya çalıştım ve sular yükselip beni biraz yukarı kaldırana kadar yarım saat kadar bu şekilde durdum. Biraz sonra sular yükselince salım tekrar yüzmeye başladı ve elimdeki kürek yardımıyla salımı karaya oturduğu yerden uzaklaştırdım. Biraz daha ilerleyince kendimi küçük bir ırmağın ağzında buldum; kuvvetli bir akıntı beni karanın içine sürüklüyordu. Irmağın iki tarafına da bakarak karaya çıkabileceğim uygun bir yer aramaya başladım; çünkü denizde bir gemi görebileceğimi umarak ırmağın çok ötelerine gitmek istemiyordum. Bu yüzden elimden geldiğince kıyıya yakın bir yerde kalmaya karar verdim.
En sonunda, ırmağın sağ tarafında küçük bir koy gözüme'çarptı ve büyük bir çaba sarf ederek salımı o tarafa yaklaştırmayı başardım. O kadar yakınlaşmıştım ki küreğimi dibe bastırarak salı doğruca koyun içine sokabildim. Ama burada yine bütün eşyalarımı denize devirme tehlikesiyle karşı karşıyay-dım. Kıyı oldukça dik eğimli olduğu için karaya çıkacak düzgün bir yer yoktu; kıyıya doğru gidersem, salımın bir ucu önceki gibi karaya oturup diğeri de havaya kalkabilir ve bu durum bütün yükümü yine tehlikeye atabilirdi. Yapabileceğim tek şey suların yükselmesini beklemek; küreğimi demir gibi kullanarak salı, karaya, suların yükselerek ulaşabileceğini düşündüğüm düz bir kara parçasına mümkün olduğunca yalan tutmaktı; böyle de yaptım. Sular yeterince yükselir yüksel-mez, yani salım suyun içinde otuz kırk san-
-95-
tim yükselir yükselmez, onu o düz kara parçasına doğru ittim ve orada iki kırık küreğimi yere saplayarak demirledim; küreklerin birini salın bir yanına, diğerini de diğer yanına sap-lamıştım. Sular çekilene kadar bu şekilde bekledim ve sonra salım ile eşyalarımı güvenli bir şekilde karaya çıkardım.
Bundan sonraki işim çevreyi inceleyip yerleşmek ve başlarına gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı eşyalarımı saklayabileceğim bir yer bulmaktı. Nerede olduğumu henüz bilmiyordum. Bir kıtada mı, yoksa bir adada mı? İnsanlar var mıydı, yok muydu? Vahşi hayvanların tehdidi altında mıydım, değil miydim? Bir kilometre kadar ileride bir tepe vardı, oldukça dik ve yüksekti, kuzeye doğru yükselen diğer tepeler arasındaki en yüksek tepe gibi görünüyordu. Bir av tüfeği, bir tabanca ve bir de barutluk aldım ve silahlanmış olarak keşif gezisi için o tepenin zirvesine doğru yola çıktım. Oldukça zorlanarak zirveye çıktığımda büyük bir acıyla kaderimi gördüm; çepeçevre denizlerle kuşatılmış bir adadaydım. Bir hayli uzaktaki birkaç kayalık ve üç fersah batıda, bundan daha küçük iki adadan başka toprak parçası yoktu görünürde.
Ayrıca, bulunduğum adanın çorak ve ıssız olduğunu gördüm. Hâlâ rastlamamış olsam bile burada vahşi hayvanlar olup olmadığından o kadar emin değildim. Yine de bir sürü kuş görmüştüm ama türlerini bilmiyordum ve bu kuşları vursam bile etlerinin yenip yenmeyeceğini de bilmiyordum. Geri dönerken
-96-
büyük bir korunun kenarındaki bir ağacın dalma tünemiş olan büyük bir kuşu vurdum. Sanırım dünyanın yaradılışından beri burada ateşlenen ilk silahtı bu. Ben ateş eder etmez, ormanın dört bir tarafından birçok türden sayısız kuş havalandı; her birinin kendine özgü bir ötüşü olduğundan karmakarışık bir çığlık koptu. Ama bunca kuştan hiçbirinin türünü bilmiyordum. Vurduğum yaratığın rengi ve gagasından ötürü bir tür şahin olabileceğini düşündüm, ama ne tırnaklan ne de pençeleri sıradan bir kuşunkinden farklı değildi; eti de leş gibi kokuyordu ve hiçbir işe yaramazdı.
Bu kadar keşifle yetinip salıma geri döndüm ve eşyaları karaya çıkarma işine koyuldum. Bu iş bütün' günümü aldı. Gece için ne yapacağımı ya da nerede yatacağımı bilmiyordum; çünkü beni parçalamaya kalkacak yırtıcı bir hayvan olup olmadığını bilmediğimden yerde yatmaya korkuyordum. Ama sonradan bu korkulara hiç de gerek olmadığını öğrendim. Bununla birlikte, karaya getirdiğim sandıklarla tahtaları etrafıma dizip siper ederek kendime geceyi geçirebileceğim bir tür kulübe yaptım. Yemeğe gelince, karnımı nasıl doyuracağıma dair bir çözüm bulamamıştım henüz. Ama kuşu vurduğum ağaçlığın orada tavşana benzer iki üç hayvanın koşuşturduğunu görmüştüm.
Artık gemiden bana faydası dokunacak birçok şeyi, özellikle de halat, yelken ve karaya getirilebilecek diğer şeyleri alabileceğimi ve elimden gelirse gemiye bir yolculuk daha
-97-
yapmayı düşünmeye başladım. Kopacak ilk fırtınada geminin parçalara ayrılacağını bildiğimden, gemiden alabileceğim her şeyi getirene kadar başka işleri bir kenara bırakmaya karar verdim. Sonra salı yanımda götürmeli miyim diye sordum kendi kendime, ama bunun zor olacağını düşündüm. Bu yüzden önceki gibi, sular alçaldığında gitmeye karar verdim ve böyle yaptım. Yalnız bu sefer, kulübemden çıkmadan soyundum; üzerimde kareli bir gömlek, keten bir şort ve ayağımda da hafif bir ayakkabıdan başka bir şey bırakmadım.
Gemiye geçen seferki gibi girdim ve ikinci bir sal hazırladım. İlkini yaparken edindiğim deneyimlerle bu seferkini ne o kadar hantal yaptım, ne de o kadar çok yükledim. Ama yine de bana çok faydası dokunacak birkaç şeyi götürebildim; ilk olarak marangozun eşyaları arasında iki üç torba vida ve çivi, büyük bir kaldıraç, bir iki düzine küçük balta ve hepsinden önemlisi, bileyitaşı denilen faydalı şeyi buldum. Bütün bunları, topçuya ait olan birkaç gereci, özellikle de iki üç demir küskü, iki fıçı kurşun, yedi piyade tüfeği, başka bir av tüfeği, biraz daha barut, büyük bir torba saçma, büyük bir top kurşun levha ile birlikte bir kenara ayırdım. Ama bu kurşun levha o kadar ağırdı ki kaldırıp geminin küpeştesinden indiremedim. Bunların yanı sıra, bulabildiğim bütün elbiseleri, yedek bir yelken, bir hamak ve yatak takımlarını da alarak ikinci salıma yükledim ve hepsini sağ salim karaya çıkararak oldukça rahatladım.
Karadan uzak kaldığım süre boyunca bazı endişelerim vardı, en azından birileri gelip karadaki yiyeceklerimi yiyebilirdi. Ama geri döndüğümde bir ziyaretçim olduğuna dair herhangi bir ize rastlamadım, yalnız sandıklardan birinin üzerinde yabankedisine benzer bir hayvan oturuyordu. Ona ilerlediğimde biraz öteye kaçtı ve sonra kıpırdamadan orada durdu. Çok sakin ve kayıtsız oturuyor, sanki benimle tanışmaya karar vermiş gibi yüzüme bakıyordu. Silahımı ona doğrulttum, ama bunu anlamadığı gibi bir de silaha karşı son derece ilgisiz kaldı, kaçmaya bile yeltenmedi. Bunun üzerine ona biraz peksimet attım, yiyeceklerimin kısıtlı olmasına rağmen yine de onun için küçük bir parçasını feda ettim; o da yaklaşıp peksimeti koklayıp yedi, daha verecek miyim diye baktı, belli ki hoşlanmıştı. Buna sevinmiştim ama daha fazla veremezdim, o da yürüyüp gitti.
İkinci yükümü karaya çıkardıktan sonra -çok ağır ve büyük oldukları için barut fıçılarını açıp parça parça taşımak zorunda kalmama rağmen- yelken bezi ve bu amaçla kestiğim birkaç direkle kendime küçük bir çadır yaptım. Yağmurdan ya da güneşten bozulacağını bildiğim her şeyi bu çadırın içine taşıdım. İnsanlar veya hayvanlardan gelebilecek ani bir saldırıya karşı önlem olarak, bütün boş sandıklan ve fıçılan çadırın etrafına halka şeklinde dizdim.
Bunu yaptıktan sonra çadınn kapısını içeriden tahtalarla, dışandan da ters çevirdiğim bir sandıkla kapadım. Yataklardan birini -99-
yere serdim, iki tabancamı başucuma, tüfeğimi de yanıma aldım ve uzunca süredir ilk defa bir yatakta bütün gece deliksiz uyudum; çünkü hem çok yorgundum, hem de bir gece öncesinde çok az uyumuş, bütün gün gemiden o eşyalan getirmek ve karaya çıkarmakla uğraşmıştım.
Şimdi her türlü şeyle dolu, tek bir kişinin bir araya getirebileceği en büyük ambara sahiptim sanırım. Ama hâlâ tatmin olmamıştım, gemi hâlâ orada duruyorken alabileceğim her şeyi almam gerektiğini düşünüyordum. Bu yüzden her gün sular alçaldığında gemiye gittim ve bir şeyler alıp getirdim; özellikle de üçüncü kez gittiğimde gemi teçhizatına ait şeylerle birlikte bulabildiğim bütün küçük halatlarla sicimleri, gerektiğinde yelken onarmak için kullanılan bir parça yedek çadır bezini ve bir fıçı ıslak barutu da getirdim. Kısacası, her şeyden önce bütün yelkenleri getirdim, yalnız bunları bir seferde taşıyabilmek için parça parça kesmek zorunda kalmıştım. Dolayısıyla bunlar artık yelken olarak işe yaramaz, sadece sıradan bez olarak kullanılabilirdi.
Ama gemiye bunun gibi beş altı sefer yapıp da artık gemiden alabileceğim işe yarar bir şey kalmadığını düşündüğüm bir sırada koca bir fıçı ekmek, üç büyük fıçı rom ya da başka tür bir içki, bir kutu şeker ve bir fıçı da iyi un bulmam beni hepsinden çok sevindirmiş ve de çok şaşırtmıştı, çünkü artık ıslanmış olduğu için bozulanlar dışında yiyecek bulacağımı sanmıyordum. Hemen ekmek fıçı-
1( ORHAN KEMAL 11 HALK KÜTÜPHANESİ
sini boşaltıp ekmekleri önceden parça parça kestiğim yelken bezine sardım; bütün hepsini karaya güvenli bir şekilde çıkardım.
Ertesi gün tekrar gemiye gittim. Gemideki taşınabilir ve dışarı çıkarılabilir her şeyi yağmalamış olduğumdan şimdi de halatlara giriştim. Büyük halatı taşıyabileceğim boyda parçalara ayırarak iki halatla bir palamarı, alabileceğim bütün madeni eşyalarla birlikte bir tarafa topladım; yan yelken, arka yelkenler ve alabileceğim her şeyle büyük bir sal yaptım, bu salı bütün o ağır eşyalarla yükleyip gemiden ayrıldım. Ama bu sefer şans benden yana değildi, çünkü bu sal o kadar hantal olmuştu ve o kadar yüklüydü ki, diğer eşyalarımı karaya çıkardığım küçük koya girdiğimde salı önceden'yaptığım gibi beceriyle idare edemedim ve devrilmesiyle kendimle birlikte bütün eşyalarım da suya gömüldü. Kıyıya yakın olduğumdan bana bir şey olmadı, ama yükümün büyük bir kısmını kaybettim, özellikle de çok işime yarayacağını umduğum demirleri. Bununla birlikte, sular çekildiğinde son derece büyük bir çaba harcayarak da olsa halat parçalarının çoğunu ve demirlerin de bazılarını karaya çıkarabildim; suya dalmak zorunda olduğumdan bu iş beni çok yordu. Bundan sonra her gün gemiye gittim ve getirebildiğim her şeyi alıp getirdim.
Şimdi karaya çıkalı on üç gün olmuştu ve on bir kez gemiye gitmiş, bu süre içinde bir kişinin tek başına taşıyabileceği her şeyi kıyıya getirmiştim. Yine de öyle sanıyorum ki ha--ıoı-
va böyle güzel devam etseydi bütün gemiyi parça parça kıyıya taşıyacaktım. Ama on ikinci kez gemiye gitmeye hazırlanırken rüzgâr çıkacağını fark ettim. Bununla birlikte, sular yükselmeden yine de gemiye gittim. Kamarayı tamamen altüst ettiğimi ve artık bulunacak bir şey olmadığını düşünüyordum ama çekmeceli bir dolap çarptı gözüme. Çekmecelerden birinde iki üç ustura, büyük bir makas ve on on iki düzine iyi çatal bıçak; diğerinde de otuz altı pound, bazı Avrupa ve Brezilya paralan, biraz sekizlik, biraz da altın ve gümüş buldum.
Bu paralara bakıp kendi kendime gülümsedim. "Kahretsin!" dedim yüksek sesle, "Şimdi ne işe yararsınız siz? Benim için hiçbir değeriniz yok, hayır, yerden almaya bile değmezsiniz; şu bıçaklardan bir tanesi bile bütün bu yığından daha değerlidir. Sizi kullanmama imkân yok; kalın burada ve kurtarılmaya değmeyecek bir yaratık gibi denizin dibini boylayın." Ama ikinci kez düşündüğümde paralan aldım ve bir bez parçasına sararak başka bir sal yapmayı düşünmeye başladım. Tam buna girişmek üzereyken havanın karardığını ve rüzgânn esmeye başladığını fark ettim. On beş dakika içinde de karadan sert bir rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr kıyıdan eserken bir sal yapmanın boşuna çaba olacağını ve sular yükselmeye başlamadan yola çıkmam gerektiğini düşündüm; aksi takdirde karaya asla var anlayabilirdim. Bu yüzden suya atlayıp gemiyle kumlar arasındaki kanalı yüzerek geçtim. Yine de kısmen -102-
yanıma aldığım şeylerin ağırlığından, kısmen de dalgalann şiddetinden ötürü biraz zorlandım; çünkü rüzgâr çok sert esiyordu ve daha sular yükselmeden bir fırtına koptu.
Ama ben bütün servetimin ortasında güvenle oturabileceğim küçük çadınma ulaşmıştım. Rüzgâr bütün gece çok sert esti ve sabahleyin dışan baktığımda gördüm ki, ortada gemi falan kalmamış. Biraz şaşırmıştım ama hiç zaman kaybetmediğim ve hiç bıkıp usanmadan işime yarayabilecek her şeyi gemiden aldığım düşüncesiyle avunarak kendimi topladım. Gerçekten de daha fazla zamanım olsaydı bile gemiden getirebileceğim çok az şey kalmıştı.
Artık gemiyle ve gemiden alabileceğim şeylerle ilgili düşünceleridir kenara bıraktım. Ancak enkazdan kalan parçalar dalgalarla karaya vurabilirdi ve vurdu da. Ama bu parçalar benim çok az işime yaradı.
Şimdi artık ortaya çıkabilecek vahşilere ya da adada bulunabilecek yırtıcı hayvanlara karşı kendimi nasıl koruyacağımla meşguldü zihnim tamamen. Nasıl bir yol izlemem ve nasıl bir barınak yapmam gerektiği konusunda bir sürü fikir geliyordu aklıma. Toprağın altına bir mağara mı kazmalıydım, yoksa üstüne bir çadır mı kurmalıydım? Uzun sözün kısası, ikisini birden yapmaya karar verdim, ama bunu nasıl yaptığımı ve ortaya nasıl bir şey çıktığını anlatmak yersiz olabilir.
Şimdi bulunduğum yerin yerleşmeye uygun olmadığını fark ettim; özellikle de denize yakın, alçak bir bataklık alanda bulunduğu
-103-
için. Sanırım burası sağlıklı değildi; üstelik yakınlarda içecek su da yoktu. Böylece daha sağlıklı ve daha uygun bir yer bulmaya karar verdim.
Bu durumda birkaç şeyi göz önüne almamın benim için daha iyi olacağını düşündüm. Birincisi, bulacağım yer sağlıklı ve bir temiz su kaynağına yakın olmalıydı. İkincisi, güneşin sıcağına karşı korunaklı olmalıydı. Üçüncüsü, insan ya da yırtıcı hayvanlara karşı güvenli olmalıydı. Dördüncüsü, Tanrı bir gemi gönderirse, kurtulma şansımı kaybetmemek için denizi gören bir yer olmalıydı; henüz bütün umudumu kesmek istemiyordum çünkü.
Bu koşullara uygun bir yer ararken, yüksek bir tepenin eteğinde küçük bir düzlük buldum. Tepenin bu düzlüğe bakan tarafı, yukarıdan üzerime gelebilecek tehlikeleri engelleyecek bir ev duvarı gibi dikti ve bu kayalığın eteğinde mağara kapısı gibi bir oyuk vardı, ama aslında bu oyuk bir geçide veya mağaraya açılmıyordu.
Çadırımı bu oyuğun hemen önündeki yeşil düzlükte kurmaya karar verdim. Bu düzlük aşağı yukarı yüz metre genişliğinde, iki yüz metre uzunluğundaydı ve kapımın önünde yeşil bir çimenlik gibi uzanıyordu. Ucundan da her yandan eğimli bir şekilde deniz kıyısındaki düzlüğe iniliyordu. Düzlük tepenin kuzeybatı eteğinde kaldığı için güneş aşağı yukarı güneybatıya dönene kadar sıcaktan korunabilecektim; zaten dünyanın bu bölgelerinde güneş güneybatıya döndüğünde günbatımı yaklaşmış oluyordu.
-104-
Çadınmı kurmadan önce; oyuğun önüne yarıçapı on metre uzunluğunda ve çapı oyuğun cephesine paralel uzanan bir yarım daire çizdim. Bu yarım dairenin içine iki sıra sağlam direk dizdim ve bunları kazık gibi iyice yere çaktım. Direklerin toprağın üstünde kalan kısımları en fazla bir buçuk metre yük-sekliğindeydi; uçlarını da sivrilttim. İki sıra direk arasındaki uzaklık da on beş santimi geçmiyordu.
Sonra gemide kestiğim halat parçalarını aldım ve iki sıra direğin arasına üst üste do-ladım; içeriden de bu direklere destek olsun diye, yetmiş beş santim yüksekliğinde başka kazıklar dayadım. Bu çit o kadar sağlam olmuştu ki artık ne bir insan ne de hayvan bu çiti geçemez veya aşamazdı. Bu iş için, özellikle de tahtadan direkleri kesmek, alana taşımak ve yere çakmak için epey bir zaman ve çaba harcamıştım.
Bu yere bir giriş kapısı yapmadım. Çitin üzerinden geçmek için küçük bir merdiven kullanıyordum ve içeri girdiğimde de merdiveni kaldırıyordum. Etrafım tamamen çitle çevrilmiş olduğu için kendimi dış dünyaya karşı güvencede hissediyor ve sonuç olarak geceleri de huzur içinde uyuyabiliyordum, yoksa hiç uyuyamazdım. Ama daha sonra tehlikeli olabileceğini düşündüğüm düşmanlara karşı aldığım bütün bu önlemlere hiç gerek olmadığı ortaya çıktı.
Bu çitin ya da kalenin içine, yukarıda bahsettiğim bütün eşyalarımı, erzağımı, cephanemi ve yığınağımı taşımak için büyük ça-
-105-
ba harcadım. Bu bölgede yılın bir döneminde çok şiddetli geçen yağmurlardan kendimi korumak için büyük bir çadır kurdum. Barınağımı, büyük bir çadırın içine küçük bir çadır daha kurarak iki kat yapmış ve üzerine de yelkenlerden artırdığım büyük bir katranlı muşambayı örtmüştüm. Bir süredir kıyıya çıkardığım yatakta yatmıyor, geminin ikinci kaptanına ait ve gerçekten de çok iyi olan bir hamakta yatıyordum.
Bütün yiyeceklerimi ve ıslanınca bozula-bilecek her şeyi bu çadırın içine getirip bütün eşyalarımı korumaya aldıktan sonra şimdiye kadar açık bıraktığım girişi kapattım ve daha önce de dediğim gibi çitin içine, küçük bir merdivenle girip çıkmaya başladım.
Bunları yaptıktan sonra kayanın içine doğru bir geçit kazmaya başladım ve kayadan çıkardığım bütün taşı toprağı çadırımın içinden geçirerek çitin iç tarafına yerden bir buçuk ayak yüksekliğinde bir taraça gibi yerleştirdim. Böylelikle çadırımın arkasına evlerdeki kiler gibi hizmet görecek bir mağara yapmıştım.
Bütün bunları kusursuz bir hale getirmek için günlerce uğraşmıştım; dolayısıyla artık aklıma takılan diğer işlere başlamam gerekiyordu. Çadırımı kurup mağara yapma planımı gerçekleştirdikten sonra bir gün, kara bir bulut gelmiş ve sağanak yağmur başlamıştı. Bu yağmur sırasında aniden bir şimşek çaktı ve şimşeğin doğal bir sonucu olarak korkunç bir gök gürültüsü duydum. Şimşek beni çok şaşırtmıştı ancak tam o sırada şimşek
-106-
gibi çakan bir düşünce beni daha çok korkuttu. Ah, barutum! Sadece kendimi savunmak için değil, yiyecek bulmak için de tek güvencem olan barutumun bir anda patlayıp yok olacağı aklıma geldiğinde yüreğim daralıver-di. Kendi içinde bulunduğum tehlikenin farkında bile değildim; oysa barut bir ateş alsa neye uğradığımı bile anlamaya fırsatım olmazdı.
Bu düşünce bende öyle bir etki bıraktı ki fırtına dindikten sonra, bütün işlerimi; yapıyı, korunak çalışmalarımı bir kenara bırakarak kendimi barutu ayırmak ve küçük küçük paketler halinde saklamak için torba ve kutu yapmaya verdim. Böylelikle başlarına bir şey gelirse hepsi birden ateş almayacak ve ayn ayn yerlerde durduktan için de ateş alan bir parçadan diğerlerine de ateş sıçraması mümkün olmayacaktı. Bu işi yaklaşık iki haftada bitirdim ve sanınm aşağı yukan yüz yirmi kiloluk barutumu en az yüz parçaya ayırdım. Islak barut fıçısına gelince, onunla ilgili bir tehlikenin söz konusu olmadığını düşündüğüm için bu fıçıyı mutfağım olarak gördüğüm yeni mağarama yerleştirdim. Geri kalan ba-rutlan da sudan hiç etkilenmeyecek şekilde kayalann arasındaki deliklere sakladım ve her birinin yerini de özenle işaretledim.
Bu işi yaptığım süre boyunca her gün en azından bir kez, hem gezinmiş olmak, hem yenebilecek bir şeyler vurabilmek, hem de adada ne gibi şeyler yetiştiğini öğrenmek için tüfeğimle dışan çıkıyordum. İlk dışan çıkışımda adada keçiler bulunduğunu öğrenmek beni
-107-
çok sevindirdi; ama bir yandan da şöyle bir şanssızlık söz konusuydu; keçiler o kadar ürkek, zeki ve de hızlıydılar ki, onlara yaklaşmak dünyadaki en zor şeydi. Ama bu cesaretimi kırmadı, çünkü eninde sonunda bir tanesini vuracağıma şüphem yoktu ve kısa bir süre sonra bunu başardım. Dolaştıkları yerleri biraz öğrendikten sonra oralara gidip beklemeye başlamıştım çünkü. Kendileri kayaların üstündeyken benim vadide olduğumu gördüklerinde büyük bir korkuya kapılarak kaçtıklarını gözlemlemiştim, ama vadide otlarlarken ben kayaların üzerinde olduğumda aldırmıyorlardı bile. Bundan dolayı görüş açılarının sadece aşağıdaki şeyleri görmelerine izin verdiği ve kendilerinden yukarıdaki şeyleri göremedikleri sonucuna vardım. Bu gözlemi temel alarak şöyle bir yöntem belirledim: İlk önce onlardan yukarıda olmak için kayaların üstüne çıkıyor ve sonra da çoğunlukla iyi atışlar yapıyordum. İlk atışımda, halen emzirdiği bir yavrusu olan ve bu yüzden de beni çok üzen dişi bir keçi vurdum. Annesi yere düştüğünde yavru keçi ben gidip annesini alana kadar oradan kıpırdamadı ve dahası ben annesini omzuma yükleyip götürürken de peşimden evime kadar geldi. Bunun üzerine annesini yere bırakıp yavruyu kollarıma aldım ve evcil-leştirebileceğimi umarak çitimden içeri soktum. Ama yavru hiçbir şey yemediği için onu kesip yemek zorunda kaldım. Bu iki keçinin eti bana uzun süre yetti, çünkü çok az yiyor ve erzaklarımı, özellikle de ekmeğimi elimden geldiğince tutumlu kullanıyordum.
Dostları ilə paylaş: |