Emperyalizme Faşizme Karşı


İÖDF; BİR DENEYİMİN SONUÇLARI



Yüklə 0,56 Mb.
səhifə4/8
tarix09.01.2019
ölçüsü0,56 Mb.
#94517
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8

İÖDF; BİR DENEYİMİN SONUÇLARI
İÖDF; BİR DENEYİMİN SONUÇLARI

1987'den sonra devamlı bir gelişim çizgisi izleyen Demokratik Öğrenci Hareketi, mücadelesinin kitlesel örgütlenmelerini, öğrenci derneklerini yaratmıştır. 14-15 Nisan (1987) eylemleri ile elde edilen politik ve pratik kazanımlar, mücadele biçimlerinin zenginleştirilmemesi, politikleşmeye

koşut olarak toplumsal çelişmelerin çözümlenebileceği bir projeyle bütünleşen alternatif üniversiter yaşamın yaratılamaması yüzünden bir süre sonra tıkanmış, toplumsal muhalefete paralel canlanma eğilimleri ve dönemsel yükselişlerini kalıcı kazanımlarına dönüştürememesi nedeniyle bugün olumsuz noktaya ulaşmıştır.

1987 de, eşgüdümlü-merkezi güç birliğini sağlama gereksinimi üzerine kurulan İÖDP, 1990'ın ilk aylarından itibaren toplumsal muhalefetin diğer alanlarında baş gösteren canlanmaya koşut olarak mücadelenin şiddetlenmesi ve karmaşıklaşması karşısında merkezileşmeyi tartışmaya başladı. İstanbul Öğrenci Dernekleri Federasyonu 'savaş' gibi bir gündemin tüm öğrenci kitlesinde görece bir politikleşmeyi sağladığı ve işçi hareketinin grev dalgası, Zonguldak yürüyüşü ile öğrenci gençliği de etkilediği bir dönemde kuruldu. İÖDF Kurultayı, yüksek öğrenim gençliğinin akademik-demokratik hak ve özgürlüklerini korumayı, geliştirmeyi, emekçi halklar yararına bir üniversitenin kurulmasını temel amaç olarak kabul etti.

Bu amaçlarına ulaşmak için karar organı olarak ÖTK yi (Öğr. Temsilcileri Konseyi), yürütme organı olarak MYK'yı (Merkez Yürütme Kurulu), denetleme organı olarak MDK'yı (Merkez Denetleme Kurulu), uzmanlık komitelerini ve özerk yan kuruluştan belirledi.

Öğrenci dernekleri üzerinde yükselen bir kurum olan federasyon kitle inisiyatifini İstanbul düzeyinde birleştiren bir merkezi-demokratik örgütlenmedir. Karar alma sürecinde aşağıdan yukarıya işleyen demokrasi kararın uygulanması aşamasında hızla yukardan aşağı işleyecek böylece kararları tüm kitle tarafından alınan hızlı hareket yeteneğine sahip bir merkezi yapı ortaya çıkacaktı. Devrimci demokrasinin özü "kitlelerin aşağıdan gelen dolaysız girişkenliğine" dayanmaktadır. Bu demokrasi soyut ilkelerden türetilen bir oluşum değil, kitlenin doğrudan girişkenliği üzerinde biçimlenen işleyiş tarzıdır. Kitleleri devrimin öznesi kılmak amacını taşır. İÖDF işte böyle bir işleyiş tarzını ve bunun yaşama geçmesini sağlayan mekanizmaları yaratacak demokratik bir kurum olarak düşünüldü.

Bir yıllık.. İÖDF sürecinde yaşanan sorunlar neydi? İÖDF ’nin bir yıllık sürecine bakıldığında ilk belirlenmesi gereken, dönemin ve yaşanan koşulların bizlere yüklediği sorumluluklara uygun hareket edilmediğidir. Kurultay'da perspektif düzeyinde belirlediğimiz, tüzükte de iç işleyiş mekanizmalarını tanımladığımız kitlenin militan eylemine dayanan, üniversitenin en basit sorunundan kültür-sanat alanında üstün körü yaklaşımları terk ederek alternatifler üretmeye dek uzanan çok yönlü bir çalışma tarzının yaşama geçirilmemiş olmasıdır. Bu durum İÖDF nin tüm örgütsel işleyişini etkilemiştir. Eleştirilmesi gereken tümden bir çalışma tarzıdır.

İÖDF'nin işlevi, kendi özerk işleyişleri ve etkinlikleri olan öğrenci derneklerini bir-üst düzeyden yönlendirmek, onların etkinliğini farklı bir düzeyden bütünsel olarak yeniden üretmektir. İÖDF'nin bunu başarabilmesi karar (ÖTK) ve yürütme (MYK) organları aracılığıyla birimlerle buna uygun bir ilişki kurması ve birimlerin de üretken ve canlı bir işleyişe sahip olması ite olanaklıdır. Bir yılık IÖDF pratiğinin en temel sorunu birim dernek çalışmasının, Federasyon çalışması olarak kavranamamasından doğmuştur. Merkezi örgütlenme İÖDF ile birim dernekler arasında ki ilişki; üretken, canlı, birbirini güçlendiren biçimde gelişmemiştir. Birimler merkezi örgütün kurulmasıyla birlikte daha üretkenleşeceğine. harekete geçmek için Federasyon'u bekler duruma gelmiştir. Birimlerde kitle çalışması yapılamamış, dolayısıyla İÖDF'nin merkezi olarak belirlediği programlar da yaşama geçirilememiştir. Bu durumun doğal bir sonucu olarak da temsil ve yürütme kurumlarının işlevleri birbirine karıştırılmış, bulanıklaşmıştır.

Birimlerin politika tartışıp üretemiyor oluşu, ÖTK'yı bir temsil kurumu olmaktan çıkarmış, onun yerine temsil..işlevini, gerçekte bir yürütme organı olan (ÖTK'nın aldığı kararı yaşama geçirmekle., yükümlü) MYK üstlenmek zorunda kalmıştır. Öğrenci derneklerindeki siyasal gençlik grupları zemininde oluşan MYK'nin temsil kurumu haline dönüşmesi, derneklerin değil siyasal gençlik gruplarının temsil edilmesi anlamına gelmektedir. Bu ise federasyonun niteliğinde bir değişiklik ortaya çıkarmıştır. MYK'nın sadece siyasal gençlik gruplarının tartışan ve" kitleler adına karar alan bir organ haline gelmesi, öğrenci hareketinin darlaşmış, "politize (!)" olmuş durumunun bir sonucudur. Dolayısıyla MYK, siyasal gençlik gruplarının politik perspektiflerinin temsil" edildiği bir yer konumundadır. Bu durum, MYK'da terosil olanağı bulan siyasi gençlik grubunun ÖTK dolayısıyla birim dernek işleyişini tümden askıya almasına neden olmuştur. Bu durum; havaleci bir mantıkla siyaset yapma tarzına denk düşen güdük bir demokrasi anlayışının sonucudur. Bu anlayış, kendi "politik" yapılanması içerisinde kaldığı sürece Devrimci Gençlik için doğrudan bir sorun teşkil etmemektedir, ancak Kitlesel örgütlenmelere kendini dayattığı oranda müdahale..edilecek ve ortadan kaldırılacaktır.

Üzerinde durulması gereken ikinci sorun da, üye grupları-federasyon ilişkisidir. Bilindiği gibi üyeler tüzükte belirtilen işleyiş uyarınca tüm üyelik haklarından grup oluşturarak da yararlanabilirler. Ancak Federasyonun kendisinin tanımlamış olduğu bu ilişkiye yine kendisinin müdahale ve onu düzenleme hakkı vardır. Bu, Federasyonun asgari disiplinini sağlayan bir özelliktir. Geçen bir yıl bu asgari disiplinin ısrarla ayaklar altına alınışının örnekleriyle doludur.

Federasyon ile üye gruplar arasındaki ilişkinin diğer bir yönünü de üyelik sorumlulukları oluşturur. Programatik çelişki olmadığı durumlarda üyeler Federasyon'un yetkili organlarınca alınan kararlan yasama geçirmekle yükümlüdürler. Fakat bir yıl bu ilkesel birliğin de defalarca yok sayıldığının çarpıcı örnekleriyle doludur. Federasyonun yeni kurulduğu, 3 Ocak Genel Greviyle dayanışma yürüyüşüne DPG katılmamış bulunduğu derneklere başka bir eylem yerine çağrı yapmıştır. 1 Mayıs eylemleri konusunda ilkesel birlik sağlandığı halde GK dışındaki siyasal gençlik grupları 1 Mayıs 1991 günü okullara gelmemiştir. Kürt Ulusal Hareketine doğrudan destek içeriğindeki eylemler dışında hiç bir eyleme katılmayan Yurtsever Devrimci Gençlik in tavrı ise ayrı olarak incelenmelidir. 3 Ocak eyleminden sonra en kitlesel eylemin Nevroz eylemi olması tesadüfi değildir. Kürt Ulusal Hareketi'ne desteğin, salt bu içerikteki eylemlere katılarak gerçekleşebileceğini sanan bu dar ufuklu yaklaşımın terk edilmesi gerekir. Bu noktada,MYK ve OTK toplantılarına son derece sınırlı sayıda katılan, üzerine sorumluluk almayan, derli toplu bir siyasi varlık gösteremeyen GK gibi anlayışlara dair ayrıca değinmelerde bulunmayı gerekli görmüyoruz.

Gelinen durumda genel kurula ilişkin değinilmesi gereken bir kaç nokta daha var. DÖH'nin "gerilediği" "daraldığı" tespitlerinin yapıldığı bugün İODF Genel Kurul'u varolanla çelişik bir durum sergilemiştir. Geçen yıl 108 delegeyle yapılan kurultayın bu yılkı delege sayısı 150'yi geçmiştir. Federasyona üye hemen tüm gruplar (Devrimci Gençlik hariç) delege sayılarına geçen yıla oranla önemli ölçüde arttırmışlardır. Buna karşılık İÖDF çatısı altında harekete geçirilebilen öğrenci sayısının 100-120 olduğunu düşünürsek genel kurul

delegelerinin üçte ikisine varan bir Bölümünün federasyon eylemliliklerine dahi katılmadıkları ortaya akmaktadır. (1/10 luk oy tabanını bir kenara bırakıyoruz.)

Bir kez daha uyarıyoruz, sorun MYK nin ele geçirilmesi değildir. Bunun üzerine yürütülecek politikalarla DÖH'nin bir yere ulaşması mümkün değildir. Birlik olsun diye birlik yapılmaz.

Etkinlikleriyle toplumsal dönümüsün nüvelerinden birini yaratacak olan uzmanlık komiteleri ve özerk yan kuruluşlarının 1 yıl boyunca sözünün dahi edilmemesi dönüştürücülüğün ve yaşamın son derece sakat algılanışının bir başka örneğidir. Bir yıllık İÖDF sürecinde yaşanan tüm bu olumsuzlukların ciddiyetsizlik, tasfiyecilik, dar grupçuluk, fırsatçılık, inisiyatifsizlik bu yıl yaşadığımız ve üç ay süren "Kurultay Günlerinde en düzeysiz boyutlarına ulaştı. Ve İÖDF, Kurultayı aslı hiç bir gündemi tartışmadan yaptığı 9 oturum sonunda artık toplanamaz hale getirildi. Sürecin bütünündeki zaaflar, artık Kurultay aritmetiğinin elverişsizliği dolayısıyla olması gereken yönde etkileyemeyeceğimiz bir noktaya geldi. Sonuçta İstanbul Demokratik Öğrenci Hareketi en temel araçlarından birini İÖDF'yi yitirerek öğretim yılının sonuna geldi.

Devrimci Gençlik tüm bunların olabileceğini bilmiyor, muydu? Elbette bu mantığı çok öncesinden biliyor ve tanıyorduk. Federasyon kurulurken ve bir çok zaman "gençliğin devrimci eyleminin birliğini" yaratma çabasıyla köreltici daraltıcı tüm gelişmeleri önlemeye çalıştık. çalıştık. Ama bunda başarılı olamadık. Ne yazık ki Federasyon'un bir yıllık sürecine egemen olan Devrimci Gençlik mantığı değildir. Tersi olduğu içindir ki Federasyon bu derece yıpranmıştır. Bu yıpratıcı mantığın federasyona zarar vermesini engelleyecek mekanizmaları yaratamadığımız, federasyon'un kuruluş mantığının yaşama geçirilmesinde yeterince zorlayıcı olamadığımız için tarihe ve demokratik öğrenci kitlesine karşı özeleştiri veriyoruz. Bu özeleştiri yaşamda karşılığını devrimci gençliğin pratiğinde bulacaktır. Devrimci gençlik demokratik öğrenci hareketini zaafa uğratacak, ona zarar verecek her türlü davranış ve etkiye karşı kitle ile birlikte en net biçimlerde ön safta müdahale edecektir. Bu üzerinde yükseldiğimiz devrimci geleneğimize dolayısıyla da halklarımızın özgürlük mücadelesine ve tarihe karşı sorumluluğumuzdur.

DEVRİMCİ GENÇLİK dışındaki grupların gençlik mücadelesine ilişkin herhangi bir siyasal programlan, hatları mevcut değildir. Eksik gedik bir perspektif oturtmaya çalışan birkaç grubun da bunu yapmaya gücü yoktur. Özerk-demokratik üniversite mücadelesini devrim mücadelesinin bir parçası olarak ele almaksızın üniversitede kalıcı dönüşümler yaratmak, sürekli bir mücadele hattı örgütlemek olanaklı değildir...Diğer grupları sekterliğe iten nokta da budur. Üniversiteyi salt kadro devşirilecek bir alan olarak gören, akademik-demokratik mücadeleyi bu düzeyde kavrayan bu gruplar için başarı kriterleri her yıl kaç tane insan örgütledikleridir. Oysa DEVRİMCİ GENÇLİK1 in hedefi tek tek unsurları örgütlemeye indirgenemez. Devrimci Gençlik perspektifi üniversitede eyleminin merkezine kitleyi koyan bir muhalefet hareketi oluşturmak bu hareketin öncüleri olmak, öncülerini örgütlemektir. İÖDF yi bugünkü meşruiyetine kavuşturan, geniş öğrenci kitlesi ve-diğer toplumsal muhalefet kesimleri açısından bir güven oluşturan DEVRİMCİ GENÇLİK'in bir yıllık çabalarıdır ve bu çabalara kılavuzluk eden DEVRİMCİ GENÇLİK perspektifidir. İÖDF'nin çalışmasını bir kitle çalışması olarak ele almayı ve ona uygun çok yönlü bir çalışma tarzına göre donanmayı önkoşul sayan da aynı perspektiftir.

Araçlar amaçla bütünleştiği/ bütünleştirilebildiği ölçüde değerlidir.

Bugün DEVRİMCİ GENÇLİK'in önündeki görev demokrat öğrenci kitlesinin militan eylemliliğini örgütlemek için uygun araçları gerekli donanımlarla kullanmaktır; İÖDF de bizim için bu araçlardan birisidir.

AMFİ KOMİTELERİ; YARATICILIĞIMIZ, ÖZGÜRLÜĞÜMÜZDÜR
AMFİ KOMİTELERİ; YARATICILIĞIMIZ ÖZGÜRLÜĞÜMÜZDÜR

İ.Ü Hukuk Fakültesi Dekan yardımcısı Sait Güran; "-Bu kantini size biz vermedik, siz aldınız. Bu kantin sizin" diyordu, 1-Çift Anfi kantini açılış şenliğinde. Kantin rengarenk balonlarla süslüydü. Rengarenk olan sadece balonlar değildi; duvarlar, insanlar, konuşmalar şiirler, şarkılar, her şey rengarenkti... Senliğin yapıldığı koridor daha önce hiç bu kadar kalabalık ve canlı olmamıştı.

Anayasa Hukuku Doçenti Bülent Tanör'de katılmıştı senliğe. Bülent Tanör, şenliği düzenleyen bir çok öğrenciyi kendi dersindeki aktiflikleriyle tanıyordu. Kısa bİr süre öncesinde dersi açıklayıcı ve zevkli kılan bir teatral mizansen düzenlemişler ve o gün derse katılan öğrenci sayısını rekor düzeye çıkarmışlardı.

Çaycı Murtaza bile bu çocukların (hala "anarşist bölücü" olduklarına dair şüpheleri tam anlamıyla ortadan kalkmadığı halde) yaptıklarına sempatiyle bakıyordu.

"Bütün öğrenciler birlik olmalı" diyordu öğrencilerden biri, "Ancak birlikte hareket edersek yaşadığımız alanları yaşanabilir kılabiliriz."

Beatles’ten, John Baez'den parçalar çalıyordu anfinin gitaristi. "İtaki Şarkıları" da katılıyordu peşinden ve ardından şenlikteki herkes başlıyordu söylemeye: Hey jude! Don't make it bad... 1-Çift Anfisi öğrencileri böyle sıcak ve coşkulu bir atmosferi birlikte ilk kez paylaşıyorlardı. Öyle ki, şenliğe katılanların coşkusu, yarım saat sonra başlaması gereken şenliği hemen başlatıyordu. Yapılan açılış konuşmasında kantinin açılma süreci boyunca yaşanan olaylar anlatılırken, öğrencilerin birlikte hareket ettikleri taktirde aşamayacakları zorluk olmadığı vurgulanıyordu. Senlikte görev alanların büyük bir çoğunluğu şenlik öncesinde anfi komitesi.çalışmasına katılmamış, böyle bir çalışmayla ilk defa şenliğin organizasyonu sırasında tanışmış kişilerdi.

Kantinin içine girildiğinde ilk olarak çeşitli şekil ve yazılarla rengarenk boyanmış duvarlar dikkati çekiyordu. Kantinin duvarlarının böyle boyanmasının ilham kaynağı, İ.Ü. Çapa tıp Fakültesi öğrenci kantininin duvarlarıydı. Çapa'daki öğrencilerin kullandıkları boyalardan kalanlarla 1-Çiftliler de kendi kantinlerini özgürce boyadılar. Duvarları boyama işi o kadar ilgi çekici ve eğlenceliydi ki, çalışmaya katılanların sayısı hızla artmaya başladı. Yirmi-yirmi beş kişinin kolektif çalışması bireysel yaratıcılıklarla bütünleşti. Kantin duvarlarının ilgi çekici bir diğer özelliği de asılı duran panolar. Kültür/sanat, haber, serbest düşünce adlarını taşıyan üç ayrı pano var. Ayrıca kantinde bir de kitaplık oluşturulmaya çalışılıyor.

Şenlik hemen herkesin katıldığı bir halayla sona erdi. 1 Çift Anfi'sinde anfi komitesi çalışması yürüten arkadaşlar şenlikten hemen sonra yaklaşık 30 kişinin katıldığı bir değerlendirme toplantısı yaptılar. Toplantının en belirgin özelliği tartışmalara hemen tüm arkadaşların aktif olarak katılmaları oldu.

Konuşmalar dönüp dolaşıp "anfi komitesinde siyaset yapılır mı, yapılmaz mı" sorununa geldiğinde ise; siyasetin yaşama bir bakış açısı olduğu, herkesin farkında olsun ya da olmasın bir siyasi görüş sahibi olduğu ve buna göre davranmasının da kaçınılmazlığı vurgulandı.

***


İ.Ü. Hukuk Fakültesi'nde komiteleşme çalışmaları üç sene öncesine dayanıyor. İlk anfi komitesi çalışmasının yapıldığı, 1989-90 öğretim yılının başlarında geniş bir öğrenci kitlesine ulaşılabilmişti. Ancak ulaşılan bu kitleyle birlikte, "anfi komitesi çalışmasını" geliştirecek ve karalaştıracak bir çalışma sürdürülememişti.

Bu seneye gelindiğinde ise, iki yıl boyunca yaşanan pratik sürecin olumlu olumsuz tüm yönlerinin değerlendirilmesinin ışığında birinci sınıflarda yeni ilişkiler kurulmaya çalışıldı.

1-Çiftte kurulan kişisel ilişkiler, anfide yaşanan sorunları çözme yönünde öğrencilerin oluşturdukları birlikteliklere dönüştürülmeye çalışıldı. Anfinin sorunlarına ilişkin yapılan tartışmalara hemen herkesi katma hedefi gözetildi.

İlk anfi komitesi çalışması toplantısına .otuz kişi katıldı. Bu toplantıya kalabalık olarak katılan Yurtsever öğrenciler, demokratik öğrenci hareketinin genelinde olduğu gibi 1 Çift anfi komitesi çalışmasındaki beklentilerini de tek başına Kürt Ulusal Direnişine destek kriterine göre oluşturduklarından, komiteleşme çalışmasının bu beklentilerini karşılayamayacağı sonucuna da "kolayca" varıp bir dahaki toplantılara katılmadılar.

İlk toplantı sonucunda, anfideki ses düzeninin iyileştirilmesi, tuvaletlerin temizliğinin sağlanması, sıraların kırıklığının tamiri ve daha önceki seneler açık olan kantinin tekrar açılması için bir imza kampanyası başlatılması kararı alındı.

Kampanya boyunca 202 imza toplandı. Bu sayede sınırlı da olsa öğrencilerde bir kıpırdanış yaratılabildi. Kampanya süresince toplanan imzalar dekanlığa götürüldü. Dekan doğrudan görüşmekten kaçınırken, öğrencilerin üstelemesi üzerine dekan yardımcısı anfiye gelerek öğrencilerle görüştü ve kantinin tekrar açılması için söz verdi.

Yarıyıl tatilinden sonra kantinin anahtarları idarece anfi komitesine verildi. Anfi komitesinin bu.ilk başarısı 10 Şubat Çarşamba günü yapılan şenlikle kutlandı.

Bugün bu şenlik 1 Çift Anfi Komitesi çalışmasının doruk noktası olarak duruyor. Çünkü çalışmalar o günden bu güne daha ileri bir noktaya taşınamadığı gibi çalışmada gözle görülür bir gerileme de var.

Günden güne toplantılara katılan insan sayısı azalmaya başladı ve toplantılar kısa sürede kısır tartışmalara dönüştü. Anfi komitesi çalışması önüne yeni hedefler koyamadı. Bu durum hakkında anfi komitesi çalışmasında bulunan bir arkadaş şöyle diyor: "Bizim eksikliğimizin başında insanları örgütleme, bir şeylere sevk edebilmedeki bilgisizliğimiz geliyor. Bunun dışında bizim inisiyatifimizdeki yetersizlikler nedeniyle, dana işin başında geleneksel bölünmelere ortam hazırlanmıştır. Çeşitli alternatifler üretememek bizi pasifliğe ve üretimsizliğe götürüyor."

***


Anfi komitesi çalışmaları bu gün çeşitli okullarda değişik araç ve yöntemlerle sürdürülüyor. Bugüne kadar biriken deneyim ilk elden, her yerde aynı biçimlerde bir anfi komitesi çalışmasının olanaksız olduğunu, her okulda ve sınıfta farklı biçimlerde bir çalışmanın sürdürülmesi gerektiğini gösteriyor. Çok özenli ve öğrenci kitlesinin barındırdığı değişik eğilimleri, farklı temellerdeki gruplaşmaları ve kişisel beklentileri değerlendirebilecek bir çalışmanın zorunlu olduğunu gösteriyor.

Anfi Komiteleri çalışmalarının kalıcı olamayışı ve her yıl kendini yeniden üreten bir tarzda sürdürülememesi anfi komitelerinin karşılaştığı en genel sorun. Ancak kimi zaman umut kırıcı olabilen bu durumun en temel nedenlerinden birisi , çalışmaların "yalıtıklık" görünümünden kurtarılamayışı.. Bir grup çalışmasının zor görevlerinin üstesinden gelinmesi; gerçekten önemli bir deneyim birikimi üzerinde karmaşık bir çalışma tarzının gerçekleştirilmesini zorunlu Kılıyor. Diğer yandan bugüne dek gerçekleştirilen anfi komitesi çalışmalarının politik bir etkinlik olarak kendinde' bir çalışma olmaktan kurtulamadığı, 'kendisi için' bir çalışmaya dönüştürülemediği söylenebilir. Ve belki de çalışmaların güçlü , etkin ve kapsayıcı anfi komitelerine ulaştırılamamasının en temel nedenlerinden biri de burada yatıyor.

Ama her anfi komitesi çalışması yeni bir büyü yaratıyor, özgürlüğün büyüsünü.

Yaratıcılığımız ÖZGÜRLÜĞÜMÜZDÜR, ANFİ KOMİTELERİMIZİ YAŞATALIM !

 

KTÜ'DE "FAKÜLTE TEMSİLCİLERİ KONSEYİ" GİRİŞİMİ



85-86 döneminde KTÜ gençliği akademik-demokratik mücadeleyi hedefleyen ilk çalışma olarak dernekleşmeyi önüne koydu ve bu doğrultuda harekete geçti. KTÜ Öğrenci Derneğini kurdu. Derneğin Rektörlük-Valilik işbirliğiyle kapatılması ve yerine bizzat rektör Kemal Gürüz tarafından faşistlere başka bir dernek kurdurulması KTÜ 'de gençlik mücadelesinin zayıflamasına yol açtı.

Ülke genelinde öğrenci gençlik mücadelesinin yeni bir atılımına denk düşen 89-90 öğretim dönemi, KTÜ 'de de etkisini göstermiş ve var olan dağınıklığa, "Platform" yaratma-çabaları ile dur demeye çalışılmıştır. Kısa süre de geniş bir kitleyi kucaklayan "platform" tanımlı bir örgütlülüğe dönüştürülemediğinden yeterince etkili olamıyordu. Bu durumda platformun daha organize bir yapıya (bölüm komiteleri temelinde) dönüşmesi gerekliydi. Bunu görmesine karşın Devrimci Gençlik 'in, gerek öznel eksiklikler yüzünden sürece yeterince müdahale edememesi, gerekse de. diğer siyasi gençlik gruplarının platformda gösterdikleri olumsuz tavırlar yüzünden süreç yeniden dağınıklığa doğru evrildi.

91-92 öğretim yılında öğrenci hareketinin örgütsüzlüğünün önüne geçebilmek için FTK 'yı (Fakülte Temsilciler Konseyi) yaratmayı hedefledik. Bu çalışmalara tüm demokratik unsurların katılımının sağlamak için gerekli olan duyurulardan sonra, 60-70 öğrencinin katıldığı üst üste üç toplantı yapıldı.

Ancak toplantıların sonunda Sosyalist Gençlik, demokratik kitle örgütlerini kabul etmediğini söyleyerek çekildi, (daha sonra Tıp Fakültesinde dernek kurma önerisi getirdiler). Toplantılara örgütlü bir yapı olarak katıldıklarını ve adlarının TYÖ-DER olduğunu söyleyen birkaç arkadaş da katıldı. Kurtuluş grubundan katılan arkadaşlar ise bu toplantıya katıldıktan sonra getirdikleri öneriyle çelişerek, birimlerde temsilci seçilemeyeceklerini açıktan açığa dile getirerek böyle bir örgütlenmenin içerisinde yer alamayacaklarını belirttiler ve çekildiler.

Bu toplantılar sonucunda FTK 'nın üzerinde yükseleceği ilkeleri de kapsayan bir program taslağı oluşturuldu ve yayınlandı. Ayrıca FTK 'nın oluşturulması sürecini ve yapılan çalışmaları organize etmek amacıyla gönüllülük temelinde seçilen ve 7 kişiden oluşan FTK Geçici Komisyonu oluşturuldu. Bu komisyon, ilk hedef olarak belirlenen birim (bölüm) örgütlenmelerinin kısa sürede oluşturulması çalışmalarına başladı ve 15'in üzerinde bölüm toplantısı yapılarak bölüm temsilcileri oluşturuldu. Bu toplantılara yaklaşık olarak 300-350 dolayında öğrenci katıldı.

FTK her şeyden önce işleyişini demokratik katılım mekanizmalarının oluşturulması çabasıyla birleştirmeyi hedefliyor. Bölümlerden gelen temsilciler kendi aralarında fakülte temsilcilerini seçip en üst organa yani üniversite birimine göndermektedirler. Bu şekilde oluşan en üst birim her hafta periyodik olarak toplanmaktadır. Bunun yanında tüm bölüm temsilcilerinin de ayda eh az bir kez toplanmaları planlanmıştır. Ayrıca birim komitelerinin de her hafta toplanması gerektiği görülmüştür. Seçilen temsilcilerin görev süreleri birimlerin kendi inisiyatifine bırakılmış ve bu da her temsilcinin gerektiğinde görevinden alınmasının yolunu açmıştır.

KTÜ DEVRİMCİ GENÇLİK

FATSA DA BUGÜN!..
FATSA DA BUGÜN!..

Türkiye devrim tarihinde özgül bir yere sahip olan Fatsa deneyimi bugüne dek değişik amaçlarla ele alınıp tartışıldı, yazıldı. Çoğu kez gerçek boyutları görmezden gelindi, içi boşaltılmaya, önemsizleştirilmeye çalışıldı. Siyaset yapma adına, Fatsa, bilinçli(!) olarak çarpıtılmaya, karalanmaya çalışıldı. "Fatsa'nın öncesi ve sonrası olmayan kendiliğinden gelişmiş tekil bir olgu idi ve geriye bir şey bırakmamıştı(!) Gerçekten de , örneğin , Demirel Hükümetinin Fatsa'ya saldırma planları açığa çıktığında dönemin Fatsa AP ilçe başkanının söylediği "burada kan yok, barut yok buradan bir şey istemek niye" sözlerine bakılarak Fatsa'nın iç savaş koşullarının dışında olduğu, bu nedenle böyle farklı bir deneyimin ortaya çıktığı düşünülebilir. Oysa Fatsa tam da söz konusu iç savaş koşullarının bir ürünü olarak ortaya çıktı. Devrimci hareketin iç savaş koşullarında yürüttüğü politikaların somut ürünü...

* * *

1970'li yıllar boyunca Türkiye, tarihinin en derin toplumsal-ekonomik bunalımlarından birini yaşadı. Toplumsal muhalefetin yükselmesi karşısında sivil faşist çeteler eliyle yürütülen saldırılar yoğunlaştırıldı, devrimcilerin yoğun çabalarıyla, emekçi halkın faşist saldırılara karşı direniş ve dayanışması politik yaşamın etkili faktörlerinden birisi haline geldi, toplumsal çelişki ve çatışmalar bir iç savaş biçimini Kazanmaya başladı.



Bu genel siyasal atmosfer içerisinde, toplumun değişik kesimleri, değişik siyasal davranış biçimleri gösteriyorlardı. Devrimciler, bu koşullara bağlı olarak aktif bir siyasi çalışma yürütüyorlardı.

FATSA'DA SİYASAL ÇALIŞMA

1975'lerde Fatsa'da da benzer bir siyasal atmosfer vardı. Bu ortamda değişik sol grupların Fatsa'daki örgütlenme girişimleri başarılı olamamıştı. Devrimci Hareket Fatsa'da diğer sol grupların yaptığı gibi kitleselleşmek için kahve köşelerinde biçimsel tartışmalarla kendi farklılığını anlatarak "siyaset yapma" yerine yaşamdaki çelişkileri çözmeye çalışan bir siyaseti hayata geçirmeye yöneldi. Politikleşmeye en yatkın olan gençlik kesiminin ötesinde, tüm emekçileri kapsayacak bir politika oluşturmaya çalıştı. Bu politikalar, tefeciliğe karşı mücadele ve "Fındıkta Sömürüye Son" kampanyalarında somutlaştı. Fındıktaki sömürü ülkede yaşanan ekonomik bunalıma paralel olarak ağırlaşıyor, buna bir de tefeci sömürüsü eklenince, yaşam Fatsa'nın fındık üreticileri için gittikçe daha katlanılmaz bir hal alıyordu. Fatsa halkı, artık hangi partiden olursa olsun seçim dönemlerinde verilen vaatlerin kandırmacadan başka bir şey olmadığını iyice anlamıştı. İktidara gelene kadar halka türlü türlü vaatlerde bulunan düzen partilerinin temsilcilerinin, partileri iktidara geldiğinde, yalnızca bölgedeki bir avuç sömürücünün istemlerine kulak verdiğini defalarca görmüşlerdi. Devrimcilerin iddiası çok yalındı; "Bu düzen bir sömürü düzenidir. Kendi oylarımızla seçtiğimiz temsilcilerin asli görevleri, bu düzeni sürdürmektir ve sömürü üzerine kurulu bu düzeni sürdürmek ise sömürünün kendisini sürdürmekten başka bir şey değildir.

Kendi haklarımızı, kendimiz aramaz, sömürüyü ortadan kaldırmak için kendimiz doğrudan harekete geçmezsek, koşullarımız her geçen gün daha da kötüye gidecektir. Kaderimizi kendi ellerimize almazsak, sömürücülerin eline bırakacağız ve bundan bize düşen yalnızca sömürü olacak'.

Devrimcilerin bu konudaki sabırlı ve inatçı çalışmaları bu çıplak çelişkiyi daha da anlaşılır hale getirmişti. Yaşam koşulları ise zaten dayanılamayacak denli ağırdı. Devrimcilerin söyledikleri oldukça haklı görünüyordu, ancak bütün bunlar Fatsa halkının devrimcilerin önerdiği biçimde davranmalarını sağlamaya yetmiyordu. Halk "doğruya doğru" diyordu ama doğruyu benimsemesi için yaşaması gerekiyordu. Devrimciler de bunun önünü açtılar. Halkın yardımlaşma, dayanışma gibi olumlu değerlerini günlük yaşamın bütün alanlarına yaymaya çalıştılar. Bunu yaparken halk içerisindeki yoz, gerici, dayanışmaya zarar veren değer ve davranış biçimlerine karşı çıktılar. Kısa sürede kabul görecek, yeni ve daha ileri davranış biçim ve ölçütlerini yaygınlaştırmaya başladılar. Yaptıkları her şeyi nedenleri ve sonuçlarıyla halka açıkladılar. Halkın devrimcilerin çalışmalarına ilişkin değerlendirmelerini, eleştirilerini sürekli aldılar ve çalışmalarına yansıttılar, emekçi halkı, etkinliklerinin gönüllü ve organik bir parçası haline getirdiler. Devrimciler, halkın günlük yaşamının capcanlı, doğrudan bir parçası haline geldiler.

Devrimcileri günlük yaşam içerisinde en çok ve en çabuk benimseyen, destekleyen kadınlar oldu. Devrimcilerin müdahalesiyle kadınlar, kahveden çıkmayan, kumar oynayan, içki düşkünü kocalarının dayağından kurtulmaya başlamışlardı. Artık sözlerini daha fazla dinletebiliyor, toplumun ve ailelerinin eşit üyeleri haline geliyorlardı. Fatsa'nın yaşlıları, devrimcileri oğulları-kızları bildiler; çünkü yardıma ihtiyaçları olduğunda onları hep yanlarında buldular.

Tüm bunlar aynı zamanda daha kapsayıcı bir siyasal çalışmanın parçasıydı. Devrimciler, önlerine, toplumdaki geleneksel, yapay siyasi kutuplaşmaları aşıp, sınıfsal temelde bir saflaşma yaratmayı koymuşlardı. AP'li, CHP'li, MSP'li, demeden, hatta belirli sınırlar içerisinde, oğulları vb. faşist olan aileleri dahi dışlamadan emeğiyle geçinen, sömürülen tüm Fatsa halkına içinde yaşamak zorunda bırakıldıkları sömürü düzeninin gerçek yüzünü, devrimci politikaları, kurtuluşun devrimci yolunu anlattılar. Fatsa halkı, devrimcilerin önderliğinde, tefecilere verdikleri borç senetlerini tefecilerin elinden alarak yakmaya başladılar. Zaten o güne dek ödemiş oldukları miktarlar, senette yazılı olanları kat kat aşıyordu.

Faşistlerle devrimciler arasındaki çatışmanın gerçek toplumsal içeriği de bu çalışmalar sırasında berraklaştı. Devrimciler tefeci sömürüsüne karşı mücadeleyi örgütlemek için ev-ev, sokak-sokak, köy-köy dolaşırlarken, faşistler bu çalışmaları engellemek için devrimcilere pusu kuruyorlar, saldırıyorlardı. Faşistler fındıkta sömürünün sürmesini istiyorlardı, faşistler tefeciliğin devam etmesini istiyorlardı. Faşistlerin niteliği işte bu yalınlıkta kavranıyordu.

Bu ısrarlı, özenli, inatçı çalışma bir süre sonra sonuçlarını gösterdi.

1978'de yapılan Fındık mitingine 1500-2000 kişi katılırken bir yıl sonra yapılan mitingde 8000 kişi haykırıyordu: "Fındıkta Sömürüye Son!"

BELEDİYE SEÇİMLERİ

1979 ara seçimlerine gelinirken Devrimci Hareket, sıkıyönetim altında açık faşizme doğru ilerleyen siyasal sürece karşı halkı uyarmak ve harekete geçirmek için "Namluların Gölgesinde Seçim Aldatmacasına Hayır!" diyerek,

halkı seçimleri boykot etmeye ve Direniş Komitelerinde birleşmeye çağırırken, yerel yönetim seçimleri karşısında farklı bir politika önerdi. Yerel yönetimler, halen, halkın günlük yaşamının örgütlenmesinde etkin ve anlamlı bir rol oynama imkanı veriyordu. Devrimciler yerel yönetim seçimlerine kendi adaylarıyla katılacaklar ve halk içerisindeki devrimci demokratik ilişkileri yaygınlaştıran ve pekiştiren bir yerel yönetim uygulamasını gerçekleştirmeyi hedefleyeceklerdi.

Fatsa belediye seçimleri devrimcilere, o güne dek sürdürdükleri çalışmalarının kapsamını, seçim platformunun sunduğu yeni olanaklarla genişlete-bilme olanağını verdi. Devrimciler, Fatsa halkını, devrimci aday Fikri Sönmez 'i desteklemeye çağırdılar. Ancak bu çağrı, diğer partilerin çağrısına pek benzemiyordu. 20 bin nüfuslu Fatsa, ilk defa 300-400 kişinin aktif olarak katıldığı bir seçim kampanyası görüyordu. Kahvelerde ve evlerde yapılan toplantılarda, aday tanıtımı ve oy avcılığı yapılmıyor, halkın sorunları ve çözüm yolları tartışılıyordu. Fatsa halkı, ilk defa bir seçim kampanyasında kendi sorununu kendi eliyle nasıl çözeceğini düşünmeye sevk ediliyor, belediyeyi "devralmanın” eşiğinde olduğunu hissediyordu. Böylesi bir kampanyanın yalnızca Fatsa'nın kent merkeziyle sınırlı kalmayacağı görüldü. Kent merkezinden başlayan siyasal canlanma köylere de yansıdı ve belediye seçimleri bütün Fatsalıların ilgi odağı haline geldi.

Devrimcilerin seçim kampanyasının sağladığı başarıda Terzi Fikri'nin güvenilir ve saygın bir halk önderi olmasının çok önemli bir yeri Bulunuyordu. Devrimcilerin o güne dek yürüttükleri çalışmalar Terzi Fikri'nin konuşmalarında bir yerel yönetim politikası olarak somutlaştırılıyordu: Biz devrimciler, halkın kendisinin söz ve Karar sahibi olduğu bir belediyecilik anlayışını savunuyoruz, ve diyoruz ki; Belediyede Halk Yönetimi!"

Seçim sonuçları çarpıcıydı; Terzi Fikri diğer adayların aldığı oyların toplamından fazla oy alarak Belediye Başkanı seçilmişti.(*)

YEREL YÖNETİMDE DEVRİM

Seçimin kazanılması Fatsa'daki devrimci çalışma için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Belediye başkanlığının kazanılması devrimcilerin önüne yeni ve daha kapsamlı pratik bir görev koydu: Yerel yönetimin örgütlenmesi.

Devrimcilerin önündeki görev, yerel yönetimi, büyük mülk sahibi sınıfların ekonomik-politik-ideolojik egemenliklerini yerel yönetim düzeyinde örgütleyen bir aygıt olmaktan çıkarmak, emekçi halkın doğrudan egemenliğinin bir organı haline getirmekti. Devrimci Yol dergisinin 32. sayısında şunlar yazılıyordu.

"Hemen düzenlenecek geniş halk toplantılarında devrimci adayın şahsında belediye yönetiminde, halkın kesin söz sahibi olacağı, çözümün halkla birlikte başarılabileceği, yeniden yeniden anlatılmalıdır.

(...)Her mahallede 'Halk Komiteleri' oluşturulmalı, mahalle sorunları ve çözümleri tartışılmalı, sorunların bir envanteri çıkarılmalıdır...Belediyenin genel faaliyetleri konusunda oluşturulan 'Halk Komiteleri' temsilcilerinin denetimi sağlanmalıdır."

Tüm Fatsa halkı, günlük yaşam içindeki ilişkileri esas alınarak Halk Komitelerine katılmaya çağırıldı. Sanki seçim kampanyası bitmemiş de daha yeni başlıyormuş gibiydi. Ortada değişik bir durum vardı, seçim vaatlerinin yazıldığı kağıt parçaları kaldırılıp atılmamış, seçimi kazananlar rahat koltuklarına kurulup kasaba eşrafıyla gününü gün etmeye dalmıyor, aksine her gün daha büyük ölçüde halkın içerisine girmeye çalışıyor, giderek artan bir coşkuyla halkı belediye çalışmalarına katılmaya çağırıyor ve bunun olanaklarını yaratıyorlardı.

Halk komiteleri toplantılarında her isteyen düşüncelerini hiçbir kısıtlama olmaksızın ifade ediyor; yapılacak işler, herkesin katılımına ve denetimine açık bir biçimde kararlaştırılıyor ve ilgili organlara uygulatılıyordu. Halk komitelerinin çalışmalarına 5000 Fatsalı katılıyordu. Fikri Sönmez başka bir dünyadan konuşuyordu:"Bizde kararları halk verir, belediye başkanına ve ilgili kuruluşlara uygulatır.

Tam da bu noktada, değişik bir şey daha oluyordu, “ilgili kuruluşlar” yapı değiştiriyordu. Kararın ve yetkinin halka devri, uygulayıcı aygıtların çerçevesine de farklı bir tanım getiriyordu. Alınan karar doğrultusunda yapılacak işin çapı oranında sokağın, mahallenin, ilçenin harta çevre köy ve kasabaların halkı, uygulama süreçlerine de katılıyor ve bir çalışma demokrasisi oluşturuyorlardı. (**) "Çamura son" kampanyası bu gelişme eğiliminin belirgin bir biçimde gözlendiği ilk örnek oldu. Mevcut belediye personeli ve araçlarıyla 4 yılda tamamlanabileceği söylenen stabilizasyon ve yol çalışmaları halkın gönüllü seferberliğiyle 6 günde bitirildi. Halk kendi sorununa el koyuyor, çözümünü kararlaştırıyor, kararını uyguluyor, ürettiğini denetliyordu.

Böylesine güçlü ve kolektif-demokratik bir toplumsal etkinliğin, halkın günlük yaşamına, ölçütlerine, değerlerine, bireysel yaşantısına yansımaması mümkün değildi, olmadı da. Sömürünün ve zulmün kısır döngüsü içerisinde, serbest zamanlarını kahve ve meyhanelerde ömür törpüleyerek geçiren erkekler; gündüzleri, tarlada bahçede ölesiye çalışıp, geceleri koca yumruğuna talim eden, kendi başına bir kimlik edinemeyen, günlük, sıradan, tek düze iş ve alışkanlıklar içinde kaybolup giden kadınlar yeni, değişik ve rengarenk bir yaşam yoluna girdiklerini görüyorlardı. Fatsa'nın insanı başka bir insan oluyordu. Günlük hayat avuçlarının içindeydi. Her şeye bakma, görme ve müdahale etme hakkını kendilerinde buluyorlar, kendi ailelerinden, mahallelerinden başlayıp, ilçelerini, ülkelerini, dünyayı kavramaya başlıyorlar, dahası değiştirebileceklerini görüyorlardı. Devrimcilerin düzenledikleri seminer ve konferanslara yediden yetmişe, kadınlı erkekli bütün kesimlerden insanlar katılıyor, soru soruyor, söz alıyor, tartışıyordu.

Yeni Fatsa'nın insanını eski kültürle avutmak mümkün değildi artık. Kültür ve sanat Fatsalı'nın yaşamında önemli bir ihtiyaç haline gelmişti. Böylesi bir günlük yaşam, Fatsalı'yı eski kültürel sanatsal beğenilerinin sınırlarını zorlamasını kendiliğinden getiriyordu, ilçenin her yanında halkın büyük bir ilgiyle katıldığı kültürel etkinlik çevreleri oluşuyordu.

Düzenin zor aygıtı, şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı başka bir dünyayla çevrelenmiş ve tek kelimeyle boğulmuştu. Halk, polis, mahkeme gibi devlet kurumları yokmuş gibi davranıyordu. Tüm asayiş sorunları için başvurulan yer Halk Komiteleriydi. Halk komitelerinin kamu güvenliği işlevi, düzenin kurumlarıyla karşılaştırıldığında çok daha genişti ve bu işlev genişlemesine yol açan halkın bizzat kendisiydi. Kadınlar kendilerine dayak atan kocalarını komitelere şikayet ediyor, günlük yaşamda eskiden olağan ya da değiştirilemez kabul edilen her türden eşitsizlik ve haksızlık komitelerin müdahalesine açılıyordu. Bu konudaki en çarpıcı örneklerden birisi, Fatsa'nın yerli halkından olmayan bir polisin, eşi tarafından belediyeye şikayet edilmesiydi.

Devrimciler, yalnızca karı-koca kavgalarıyla uğraşmadılar elbette. Bölgede yaygın bir gelenek durumunda bulunan kan davaları büyük ölçüde önlendi. Köylerde sık sık rastlanan sınır kavgaları, yol, okul sorunları halk arasında tartışılıp karara bağlanmaya başlandı. İlçe cezaevindeki tutuklu sayısı önceleri 250'nin altına düşmezken, Nokta-Operasyonu sırasında cezaevindeki tutuklu mevcudu yalnızca 32 idi.

HALK EGEMENLİĞİNİN ÖRGÜTLENMESİNDE DEVRİMCİ ÖNDERLİĞİN ROLÜ

Fatsa'da yaşananların tümü, devrimcilerin önderliğinde ve Devrimci Hareketin önerdiği politikalar doğrultusunda gelişmiştir. Devrimci önderlik Fatsa'da halka, kendi önerilerini hiç bir zaman zorla empoze etmeye çalışmamış, halkın yerine düşünüp kararlar alan ve bunları uygulatan bir konumda olmamıştır.

Devrimciler, halk komiteleri toplantılarında toplantıya katılan herhangi biri gibi kendi önerilerini savunmak ve çoğunluğu ikna etmek zorundaydılar. Devrimciler, çoğunluğu önerilerine kazanmakta pek zorlanmıyorlardı. Çünkü Fatsa halkıyla aynı gerçekliği paylaşıyorlar ve yaşanılan sorunların halkın doğrudan gücü ve etkinliğiyle aşılabilmesinin tüm olanaklarını yakalayabilecekleri zengin bir perspektifle demokrasi platformunu canlı tutuyorlardı.

Kitlesel katılım platformlarının bu denli güçlü bir üretkenliğe ulaşmasında devrimcilerin öz eleştiriye açık yaklaşımı, bir davranış ilkesi ( ve kişiliklerinin bir parçası) haline getirmiş olmalarının son derece büyük bir payı olmuştur. Komite toplantılarında devrimcilere yöneltilen eleştiriler karşısında, geçiştirici tavırlar göstermek, kendilerini sakınmak gibi yollara başvurulmadı. Devrimciler halka tüm yaptıklarının hesabını ve yanlışlarının özeleştirisini vermeyi, ve bütün bunları lafta bırakmayıp, pratik sonuçlarını da göstermeyi ilke edinmişlerdi. Bu tutum, devrimcilerin kendilerini, örgütlenmelerini, ilişkilerini ve politikalarını sürekli gözden geçirmelerini ve geliştirmelerini dışsal bir zorunluluk haline getiriyordu. Halk devrimcileri denetlediğini biliyor, yaşıyordu. Böylece devrimcilerle halk arasındaki ilişkiler giderek daha sağlam bir güven temeline oturuyordu.

FATSA'DAN GÜNÜMÜZE KALAN

Bütün bunlar bir masal dünyasında geçmediyse eğer, böylesi bir deneyim niçin başarısızlığa uğradı? Niçin egemen sınıfların saldırısı karşısında sert ve güçlü bir direniş gösterilemedi? Niçin bugün Fatsa'da "Yeni Fatsa dan geri kalan pek az şey var?

Bunlara yanıt vermeden önce bilinçli ya da bilinçsiz bir yaygın yanlış kanıyı bertaraf etmek gerekiyor; Fatsa bir "kurtarılmış bölge" değildi.

Fatsa'nın bir kurtarılmış bölge olmamasına karşın böyle algılanmasına neden olan şey, öncelikle faşist 3.Milliyetçi Cephe iktidarının (AP azınlık hükümetinin) kasıtlı kampanyasıdır. İkinci olarak bu yanlış kavrayış, genel olarak devrimin halk savaşı yoluyla gelişmesini ve özel olarak "kurtarılmış bölge" kavramını hiç mi hiç anlamayan sol grupların zihnindeki kurtarılmış bölge imajıdır. Özellikle '78-'80 yılları arasında, bir çok sol grup, kendi propagandasını yapabilmek için az-çok etkin olduğu her yeri kendi "kurtarılmış bölge"si olarak adlandırıyordu.

Kurtarılmış bölge, (iktidarın uzun süreli bir savaş içerisinde parça parça ele geçirilmesi stratejisi demek olan) Halk Savaşı'nın stratejik denge aşamasında, farklı ülkelerde farklı biçimler altında ortaya çıkan kendine özgü bir bölgesel devrimci iktidar durumudur. Kurtarılmış bölge pratiği, ancak, karşı devrimin silahlı güçlerine karşı askeri bakımdan az-çok kalıcı bir biçimde güvence altına alınabilir bölgelerde gerçekleştirilebilir.

İkili iktidar, kurtarılmış bölgenin içerisinde egemen sınıfların ve halkın iktidarının birlikte bulunmasından doğmaz. Kurtarılmış bölgenin kendisi devrimci bir iktidardır ve egemen sınıfların merkezi iktidarına karşı alternatif iktidar odağını oluşturur. Devrimcilerin, faşistlerin siyasal inisiyatifini ortadan kaldırdığı ya da etkisizleştirdiği her geçici üstünlük durumuna kurtarılmış bölge damgasını basmak ancak yaşadığı günün bir sonrasını göremeyenlerin işi olabilir.

Fatsa deneyimi, yerel yönetim pratiği içerisinde gelişen, başlangıç halinde bir "ikili iktidar" olarak değerlendirilebilir. Yerel yönetim düzeyinde, devletin zor aygıtlarını etkisiz hale getiren, işlevsizleştiren, halkın kısmi anlamdaki karşı iktidarını temsil eden halk komiteleri, belirli bir zor örgütlenmesine ve halkın katılımlı desteğine dayanıyorsa da, üretim ve mülkiyet ilişkileri düzeyinde kalıcı bir toplumsal temeli inşa etme aşamasına gelmemişti. Unutulmamalı ki Yeni Fatsa'nın yaşam süresi yalnızca 9 ay oldu. Sonuç olarak ikili iktidar tohumları, belirli bir mekan ve nüfus içerisinde yaşamın bütün yönlerini örgütleyen düzenden tümüyle bağımsız ve ayrı bir toplum haline getirilemedi, Fatsa'nın içerisinde bir ikili iktidar" olarak kaldı.

Nokta operasyonu sırasında niçin sert bir direniş çizgisinin izlenmediği sorusunun anahtarı da buradadır. Birinci olarak, devrimciler, yerel yönetim pratiği açısından halk içinde kazanmış oldukları mevzilere güveniyorlar, "asayiş operasyonu" niteliğindeki karşı devrimci girişimleri bu mevziler vasıtasıyla zaman içinde bertaraf edeceklerine inanıyorlardı. Keza bu mahiyetteki bir kaç girişim aynı biçimde savuşturulmuştu. Ülkenin o günkü koşullarında Fatsa'nın dışından gelen güçlerin uzun süreli bir işgali yürütemeyecekleri düşünülüyordu. İkinci ve daha önemli neden, bölgesel bir savunmayı başarıya ulaştıracak kadar güçlü bir askeri olanağın bulunmamasıydı. Fatsa'nın içinde geliştirilecek bir silahlı direnişin bir tek sonucu olabilirdi: Katliam. Böylesi bir katliam Fatsa deneyiminin noktalanmasını kabul etmek anlamına geliyordu. Oysa, bu deneyimi sürdürebilmenin koşullarının hala tükenmediği düşünülüyordu. Bu nedenlerle devrimciler geri çekilmeyi seçtiler.

Nokta Operasyonuyla Fatsa işgal edildi, devrimciler köylere çekildiler ve Fatsa'nın köylerinden Fatsa'yla ilişkilerini sürdürdüler. Fatsa halkı, faşist işgalcilerin tüm baskılarına katsın devrimcilerle bağını koparmadı. Ancak 12 Eylül, Fatsa'daki işgalin kalıcı hale gelmesini sağladı. 4 yıl boyunca Fatsa'da estirilen terör, Fatsa halkı içerisinde (Türkiye'nin her yanında devrimcileri destekleyen halk kitlelerinde olduğu gibi) geniş çaplı bir yılgınlık yarattı. Bütün bu yıllar boyunca Fatsalılar Karadeniz dağlarındaki devrimcilere barınak, yiyecek ve istihbarat sağlayarak yardım ettiler. Ancak devrimci hareketin ülke çapındaki yenilgisi Fatsa halkını son kurtuluş ümitlerini de ortadan kaldırdı.

Bugünkü Fatsa'da, bizim Fatsa’mızdan geri kalan pek az şeyin bulunduğu saptaması ise yalnızca yüzeysel bir gözlemden ibarettir. Tarih, baş kaldıran ve yenilgiye uğrayan kentler, bölgelerle doludur. Paris, Bavyera, Kanton, St.Petersburg ve daha onlarca kent ve bölge, çok daha ileri bir devrimci noktadayken yenildiler ve kimi zama on yıllarca devrimci bir atılıma beşiklik etmede yaşamlarını sürdürdüler. Ama toplumsal devrimi yükselmeye başlamasıyla birlikte, bu kentler devrimin en ileri mevzisi haline gelmekte gecikmediler Yaşanan devrimci deneyim, kitlelerin hafızasında kalıcı izler bırakmıştı ve devrimin, o "nihai zaferi bir dizi yenilgilerden geçerek hazırlanabildiği tek savaş"ın gerçek kalıcı kazanımı da buydu işte. Paris Komünü'nü, Londra'daki Komün mültecilerini kişisel trajedilerine bakarak kötülemeye kalkmak nasıl büyük bir ahmaklıksa, Yeni Fatsa’yı ve o Fatsa’yı yaratan siyasal kavrayışı bugünkü Fatsa'ya bakarak yargılamak da o denli büyük bir dar kafalılıktır!

* * *

S. Demirel "Nokta Operasyonu"' öncesinde operasyonun niçin gerekli olduğunu açıklarken "Bırakırsanız bin Fatsa olur" diyordu. Evet olurdu! .



VE OLACAK!

 

Dipnotlar:



(*)Fikri Sönmez 3096 oy alırken, CHP adayı 1133 AP adayı 859 oy almıştı. '77'de yapılan belediye seçiminde oy dağılımı şöyleydi:CHP:2430.; AP:340, MSP: 154. Terzi Fikri, tüm partilerin seçmenlerinden oy almıştı.

(**)Burada bir parantez açıp belediye çalışanlarının durumundan da söz etmek gerek. Seçimlerin ardından Fatsa belediyesinde işten çıkarılan personel sayısı son derece sınırlıdır. Belediyenin açık kadrolarına alınan devrimcilerin sayısı da 5-6 kişidir. Personele, eski yönetimler döneminde yaptıklarından dolayı kimsenin işten çıkarılmayacağı, ancak bundan sonra söz ve yetkinin halk komitelerinde olduğu, personel politikasının komitelerin istemler yönünde saptanacağı söylendi. Belediye çalışanları kendi sözleşmelerini kendileri ha zırladılar. Son derece geniş sosyal haklar ve %150-350

MEKAN İDEOLOJİSİ” VE ÖĞRENCİ YURTLARI
“MEKAN İDEOLOJİSİ” VE ÖĞRENCİ YURTLARI

Milattan Önce... herhangi bir İtalyan meydanı... "Meydana çıkan uzun dolambaçlı yollar, oldukça dar ve baskılayıcı koridorlardan oluşuyor. Bu dar ve baskılayıcı ortamdan meydana girildiğinde, oldukça geniş, ferah bir alan ve alanda hanedana ait bir mekan, heybetli bir heykel, çok yüksek şatafatlı binalar ve güzel giyimli insanlar dikkat çekiyor. Halkın, imparatoru 'ideal-varlık' olarak gördüğü bir çağda bu düşünceyi pekiştirmesi için inşa edilmiş bir meydan." (1) Ya da Çin'deki Yasak Şehir. Upuzun, yüksek duvarlarla çevrelenmiş geniş bir alana heybetle bakan binalar.

Hitler Dönemi Almanya’sında da bu mimari anlayış kendini yinelemiş görünüyor: Mimarlar, "Alman toplumunun ve geleceğinin mimarlarıydı." Bunun daha somut örneği, Nazilerin daha sonra Essen Kenti'nde bir müzenin müdürü yaptıkları Kont Boudussin'in sözleridir: " Almanya'da son zamanlarda yaratılmış en mükemmel biçim, en yüce imge, bir sanatçının stüdyosunda oluşturulmamıştır; o, çelik miğferin ta kendisidir."(2) "Esas sanat politika idi...'politika estetize! ediliyordu." Bu dönemde yetkinin büyüklüğü kadar etki yapacak büyük binaların inşasına önem verilmiş, bu yolla halk kesimlerine devletin gücü sürekli hissettirilmek istenmiştir.

Bu örnekler; Aristokrasi ve Hitler Faşizmi'nin sınıfsal-sosyal egemenliklerini koruma kaygısının mekanda biçimlenişi, kişileri mekanlar karsısında nesneleştiren bir estetik anlayışının somutlanmasıdır. Geometrik mimari formların insanı nesneleştiren, edilgenleştiren ve insani etkinliği daha baştan düzenleyen (planlanmış etkinlik-iş dışında olabilecek tüm etkinlik düzeylerini kısıtlayan) bir biçimde kullanılması egemen mimari tarzdır her ikisinde de. Bir alanda egemenlik kurmak ya da pekiştirmek için, bugün hala mekanın insanlar üzerinde baskılanma yaratan ya da yaratabilecek etkileri kullanılıyor. Kent yaşamı buna göre kendiliğinden "düzenleniyor". Tabii kente, kent yaşamına bakışımız da benzer bir "düzenlemenin" konusu oluyor. Hemen hepimizin kent yaşamının yapı, konstrüksiyon, mekan gibi boyutlarına bakışımız, tam bir kayıtsızlığın, kabullenmişliğin damgasını taşıyor. Nesnelere, şeylere bakışımızı karmaşık bir toplum örgütlenmesi içinde kolaylaştıran, dış dünyadaki belki de yaşamımızın en önemli öğelerini otomatik olarak tasnif eden algımız, aslında o mekanla birlikte bizleri de tasnif ediyor. Dış dünyayı, mekanı, ortamı algılama biçimimiz, çoğu kez bizim dışımızdaki belirlenmişliklerin damgasını taşıyor. Bu korkutucu gerçeğin varabileceği son nokta insanın algılayış yeteneğinin dışsal faktörlerce ele geçirilmesi, fiziksel etkinliğin, insanın fiziksel dönüştürme yeteneğinin körelmeye uğraması. Toplu yaşam alanlarında, insanların toplu olarak yaşamalarını düzenleyen mekanlarda, herkesin algısına açık olarak düzenlenmiş ortamlarda bu durum en açık biçimleriyle gözleniyor. Askeri kışlalara, resmi dairelere kadar gitmeye gerek yok. Çok daha yakınımızda yaşıyoruz bu durumu.

 

Öğrenci Yurtlarında Mekan;



"Giriş çıkışları sürekli kontrol edilen, kocaman kapıları uçsuz bucaksız koridorlara açılan, karşılıklı dizilmiş küçük odaların bulunduğu bir yerdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde sessizliği bozan ayak sesleri yankılanır, dolap kapakları gürültüyle kapanırdı. Uyumayanlar kulak kesilir, uyuyanlar ise duydukları sesleri, gördükleri kabusun devamı sayarlardı. Orada, ne güne gülerek başlanır, ne de akşamlar insanların üzerinden yorgunluğunu alırdı. Egemen renk griydi. Duvarlar, merdivenler, odalar, dolaplar, ranzalar, kapılar...Yaşam, katı kurallar içerisinde sürdürülür, sürekli denetlenir ve insanlar ancak yaptırımlarla bir arada tutulabilirdi. Bir arada yaşamak zorunluluktu ve her zorunluluk gibi kontrol altına alınmalıydı. 'Ziyaretçiler bu maksatla ayrılmış yer ve zamanlar dışında kabul edilemez, eşya ve malzemelerinin yerleri değiştirilemezdi. Yataklar duvarda asılı örneğinin dışında düzeltilemez, terlikler istenilen yere konulamazdı. Mekan size değil, siz mekana uyum sağlamalıydınız, algılarınızı ona göre düzenlemeliydiniz. Bu yaşamı ve mekanı kabul etmeden yurda giremezdiniz."

Öğrenci yurtlarında ne işe yaradığı belirsiz duvarlar ve kabuklardan oluşan ve koridorların her iki yanına bir yığın bölme ürkütücü bir tekdüzelik içinde sıralanırlar.

Mimarlar Odası'na bağlı İnceleme Araştırma Grubu'nun yaptığı "Mekan ve Psikoloji" başlıklı araştırmada, bu bölmelerin fazlalığı, kişideki dış mekan algısının yerini - mekanın karmaşıklığından kaynaklanan- iç mekanın boğucu etkisine bırakmasının sonuçlan tartışılıyor. "Bölme anlayışı, mekanın (amaca) uygunlaştırılması görüşüne sıkı sıkıya bağlıdır"(3). Bölme, insanların sınırsız bir alanda kendilerini kaybolmuş gibi hissetmemelerine yarıyor. Ancak bu bölmelerin çokluğu durumunda, insan kendisini labirent içindeki bir fare gibi hissederken; bölmeler insanı edilgenleştirip etkisizleştiriyor. Çevrenize bakışınız, hemen yakınınızda bitiveren duvarlarla sınırlanmıştır, dış mekan, çevre algılarınız körelmiştir. Duvarların arasında kalan her şeyi de kanıksamışsınızdır.

Bugün öğrenci yurtlarının neredeyse tamamında karakteristik özellikler gösteren bir yapı geleneği- oluşmuş durumda. Yurtların pratik gerekçelerle belirli bir tarzda inşa edilmeleri, (en çok öğrenciyle en çok verimi almak gibisinden) bir tür " mimari produktivizm"i daha başından barındırıyor. İnsanı nesneleştiren bir "estetik" tavır daha öğrenci yurtlarının inşaatlarında ortaya çıkıyor. Yurtlar daha baştan çağdaş öğrenci paketleme merkezleri gibi yaratılıyorlar. Diğer yandan öğrencilerin günlük yaşantılarını alabildiğince belirlenmiş kılan yurtlara bu niteliği kazandıran temel etkenlerden bir tanesi mekan ve öğrencilerin bu mekanı algılama kullanma biçimlerinde ortaya çıkan özdeşlikler.

İnceleme Araştırma Grubu'nun, aynı başlıklı araştırmasında, (kişinin, "ben", "burada", "şimdi" kavramlarıyla gizliden gizliye ifade ettiği) bireyi, mekanın (ya da evrenin!) merkezine koyan ve her şeyin bireye oranla, bireyin etrafında düzenleneceğini varsayan düşünce akımından söz açıyor. Bugün "Bireyselleştirme" adı verilen politikalar bütününün, kişilerin bu tür bir düşünce biçimiyle yoğrulmasından başka bir şey olmadığını belirtelim. Bireysel kurtuluşu kolektif kazanımların üstünde tutan ve ben merkezli düşünen birey kaldığı mekanı etkilemiyorsa, yoğun ders programı ve baskılarla süren bir günün ardından, dinlenebileceği temiz bir çevre bulamıyor, tüm bunlara rağmen yaşadığı mekanı reddetme olanaklarına da sahip bulunmuyorsa mekanın ön gördüğü / düzenlediği yaşamı Kendi yaşamı olarak benimsemek zorunda kalıyor. Bireyin özel yaşamının baskı altında bulundurulması, kendi evinde bir despot gibi davranan insanlar yaratıyor. (4) Yurt yaşamı kişiyi kolektifleştirmiyor tam tersine, bireysel yaşam neredeyse tümüyle içsel algı süreçlerinden oluşan bir sürece dönüştürüyor. Yurt yaşamında karşılaşılan olumsuzluklar ise, değiştirilmesi gereken şeyler olarak değil, çok basit ve bireysel bir "hoşlanmama" kategorisiyle ifade ediliyor. Bu hoşlanmama durumu içindeki birey, hoşlanmama halinin verdiği tüm olanaklar çerçevesinde tümüyle özgürdür. Kişi kaldığı mekanda yaratıcılığını kullanarak ortama istediği şekli veremezse -doğal bir sonuç olarak- bu alandan uzaklaşma eğilimleri beslemeye başlar. Bir öğrenci için barınma probleminin çözümü olarak yurtlar, genellikle tek ya da son çare olarak görülür. Ekonomik zorluklar çerçevesinde kendini üreten bu alternatifsizlik; yurtlardan uzaklaşmanın öğrenci için imkansızlaşması, öğrencinin yurtlan yalnızca başını sokabileceği bir yer olarak görmesi sonucunu da doğuruyor. Gerçekte yurt yönetimi-öğrenci ilişkisinin öğrenci açısından anlamı da bununla sınırlanıyor. Yönetimin sorumluluğu okulundan gelen öğrencilere yatacak yer göstermektir. Öğrencilerin sosyal, kültürel, sportif vb. olağan isteklerinin göz ardı edilmesi bir yana, öğrenciler de yerleri değiştirilemeyen yurt demirbaşlarının bir parçası ya da onlardan farksız bir nesne olarak görülüyor. Çünkü, öğrencinin üçgen ve yuvarlak çukurcuklarına yerleştirilen geometrik şekiller gibi düşünülmesi egemen yurt yönetimi mantığıdır. Ancak benzer bir mantığın öğrencilerce de "kabullenildiğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Geometrik şekiller yerine konulmaktan hoşnutsuz birey için ise geçerli tek çözüm yolu yurttan ayrılmak mı?!

Yurtlarda Mekan ve Disipliner Baskı;

Elbette mimari mekan öğeleri, bireyi kişiliksizleştiren/nesneleştiren sürecin tek faktörü değildir. Ancak yurtlardaki mekan öğelerinin yapısı ve öğrencilere dayatılan kurallar yalnızca üniversiter yaşamı değil üniversite sonrası yaşamı da belirleyen psiko-politik sonuçlar doğuruyor. Yurtlardaki mekanın, bireyselleşme eğilimini güçlendirdiğini daha önce söylemiştik. Diğer yandan mekanın ve mekan düzenlemelerinin bireysel/toplumsal yaşam tarzlarının belirlenmesinde kullanılması öğrenciler açısından çok önemli sonuçlar doğuruyor. Örneğin Vakıf yurtlarında bir Ortaçağ yaşamının sürdürülmesi ve buna uygun bir zihinsel durumu yaratacak mekan kullanımının varolması gibi. Benzer bir biçimde Kredi Yurtlar Kurumu yurtlarındaki yaşam tarzı da belirli bir yaşam kültürünün ve deneyiminin gelişmesine hizmet ediyor. Yurt yaşantılarında üniversiteli gibi "görünmek" dışında üniversiteyi çağrıştıran hemen hiçbir yaşam öğesine rastlanmıyor. Yurtlarda, öğrenci olmaktan kaynaklı kültürel, sosyal ve entelektüel ihtiyaçların karşılanmasına yönelik neredeyse hemen hiç bir mekansal olanak bulunmuyor. Diğer yandan mimari mekan öğeleri üniversitelerdeki mevcut hiyerarşinin öğrenciler tarafından içselleştirilmesinde doğrudan bir rol oynuyor, idarecilerin kullandıkları mekanlar öğrenciler üzerinde doğrudan bir baskılama yaratacak tarzda, öğrenci yaşantısına müdahale etmenin en olanaklı bulunduğu yerlerde konumlanıyor. Öğrenciler arasında benzer bir mekanizma yaratılmaya çalışılıyor. Yurtta kalma süresinin uzunluğuyla doğru orantılı olarak daha iyi odalara sahip olma durumu bunun bir yansıması olarak değerlendirilebilir. (5) Buna bağlı olarak, 3. ve 4. sınıf öğrencilerinin, 1. ve 2. sınıf öğrencileri üzerinde egemenlik kurmaya çalışmaları yukarıda belirtilen kanıyı doğrulaması açısından da oldukça ilginç. Öğrencilerin yurttaki kantinci, temizlik görevlilerle kurduğu ilişki de çoğu zaman insani temelleri olmayan bir tarzda biçimleniyor. "Emir- komuta" ilişkileri içinde, kişi kendisine kalan hareket alanı içerisinde, varolan hiyerarşiye eklemlenmeye, ezilmişliğin verdiği psikolojiyle kendi dışındaki bireyleri yıpratmaya yöneliyor.

Egemen ideoloji, hiyerarşinin kanıksanmasına ve var olan ilişki- biçimlerine karşı gelişecek tepkilerin bastırılmasına hizmet edecek mekanizmalara her zaman gereksinim duyuyor.

***

Öğrencilerin düşünmesini, düşüncesinde temel aldığı olguları açıklamasını ve bunları eyleme dönüştürmesini ve 'suç' olarak işleyen yönetmeliklerle öğrencilerin düşünme yetisine ket vurulmaya çalışılıyor. Bu anlamda öğrenciler, düşünmek, düşünceyi örgütlemek ve yaşadığı olumsuzluklara tepki vermek -gibi en temel insani özelliklerini kullanabilmek- için 'suç' işlemek zorunda bırakılıyorlar.



İnsana özgü üretim ve üretileni paylaşma duygusu, kişiyi toplumsallaştıran önemli bir faktör. Bunun farkında olan yurt yönetimleri odalarda müzik dinlenmesi, odalarda yemek yapılması gibi her tür dayanışmayı/ birlikteliği önleme yoluna gitmektedir.

Bu yaklaşım yönetmelikte de kendini somutluyor: "İdareyi ve idareciyi protesto maksadıyla gösteri düzenlemek..." Haklı bir gerekçe olsa dahi idare ve idareci protesto edilemez, eleştirilemez; o kutsaldır. Bu yüzden de yönetmelik hazırlanırken haklı bir gerekçenin olabileceği bilinçli olarak göz ardı edilmiş ve böylelikle de idareye geniş bir hareket alanı yaratılmıştır. Nitekim 30 Mart 1990 İstanbul Atatürk Öğrenci Sitesi'nde gerekli tıbbi müdahale zamanında yapılamadığından Nevzat Helvacıoğlu'nun hayatını kaybetmesini protesto etmek isteyen öğrencilere, "Her ne sebeple olursa olsun..." ibaresiyle yukarıdaki madde anımsatılıyor. Bu ve bunun gibi yaptırımlar kendi dışındaki her iradeyi reddeden, hatta öğrencilerin meşru savunma hakkını dahi tanımayan bir idari anlayışın ürünüdür.

İdari birimlerin bitmek tükenmek bilmeyen baskı metotlarından biri de kadın ve erkek (yurtları) arasındaki cins ayrımcılığı… Kadın öğrencilerin yurda “izinsiz” olarak gelmediği günlerin ertesinde ailelerin bilgilendirilmesi yurda son giriş saatlerinin erkek öğrenci yurtlarından üç saat önce olması gibi uygulamalar; tam da "kızlar okuldan eve evden okula gitmeli" mantığına uygun bir düzenleme. Yurtlarda bulunmayan sosyal kültürel yaşamı, yurt dışında aramaları da engellenen kadın öğrenciler sosyal yaşamdan kopuk "ikinci sınıf nesneler"e dönüştürülmeye çalışılıyor. Yurtlarda kişinin özel yaşantısına yapılan müdahaleler, kişiliğe, özellikle de üniversiteli öğrenci kişiliğine yönelik bir saldırı niteliğini taşıyor. Bu konudaki çarpıcı örneklerden biri Gazi Üniversitesi Kız Öğrenci Yurdu'nda yaşanıyor. Memleketinden yeni dönen bir öğrenci, nöbetçi memuru bulamadığı için yatak takımlarını alamıyor ve o gece bir arkadaşıyla aynı yatakta uyumak zorunda kalıyor. Gece yapılan denetimlerden birinin sonrasında, bu iki arkadaş hakkında "aynı yatakta yatmak" suçundan disiplin soruşturma açılıyor. Bu arkadaşlar, soruşturma sırasında kendilerine herhangi bir savunma hakkı bile tanınmaksızın yurttan atılıyorlar. Manisa Laleli Öğrenci Yurdu'nda görevlilerin kadın öğrencilere sarkıntılık etmesiyle öğrenciler şikayet etmek üzerine Yurt Müdürü Hasan Akman'a gidiyorlar, aldıkları yanıt "yalan söylüyorsunuz !" oluyor (1 Ocak 1992 Milliyet). Benzeri bir olayın bu öğretim yılının başında da Kredi Yurtlar Kurumu'na bağlı Atatürk incir altı Öğrenci Yurdu'nda yaşanması bu konuyu dikkat çekici kılıyor. Yurtlarda ki mekansal, disipliner ve cinsel baskının doğrudan ideolojik taşıyıcısı olan faşistler ve islamcılar da idareyi destekliyorlar.

Üniversitelerdeki çalışmalarını, yurtlarda egemen yurt ideolojisiyle örtüşen araçlarla sürdüren gerici ve sivil faşist güçler yurtlarda gelişen her türlü demokratik öğrenci inisiyatifini idarenin yanında karşılama görevini üstlenmiş durumdalar.

Yurt yaşamının öğrenci üzerindeki çok yönlü sosyal-psikolojik etkilerini bertaraf etme yönündeki demokratik girişim, öğrenci yaşantısının değişmesine yönelik, özgürleştirici bir çaba olacaktır. Yurt yaşamında, ilk bakışta görülenlerin ötesindeki baskı ve hegemonya biçimlerini kavramak ve bunları etkisizleştirmek üzere harekete geçmek bugün zorunluluk olarak önümüzde duruyor.

Dipnotlar

(l) İTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlığa Giriş Dersi ders notları.

(2)Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi Cilt 3, Nazi Estetiği.

(3) Mimarlar Odası/ İnceleme Araştırma Grubu Mekan ve Psikoloji başlıklı yazıdan...

(4) 1985 tarihli Nokta Dergisi'nin yaptığı Gençlik Depresyonda başlıklı araştırmada, yurtta kalan her üç öğrenciden birinin psikolojik rahatsızlık; her yüz öğrenciden birinin klinik tedavi görecek biçimde ruhsal çöküntü içerisinde olmaları bu yargıyı destekleyen bir olay olsa gerek..

(5) Üniversiteyi bitirdikten sonra da, iç yaşamda mekan / odalar, bölmeler vb. benzer bir hiyerarşiyi koruyacak tarzda kullanılıyor.


Yüklə 0,56 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin