ÖLÜ TEORİLER – TEORİK EŞİKLERİMİZ-1
ÖLÜ TEORİLER – TEORİK EŞİKLERİMİZ-1
Türkiye Solu'nun tartışma düzlemi, 1980 sonrasının koşullarında yeniden kuruluyor. Elbette bu "yeniden kuruluş" bir "yoktan varolma" değil. Her şeyden önce, tartışmanın tarafları, 60lı ve 70li yıllar boyunca ortaya çıkan sol gruplar. Bu nedenle sol-içi tartışmalar, Türkiye Devrimci Hareketinin 25 yıllık gelişiminin sonuçlarını yansıtıyor. Politik tartışma, devrimin güncel sorunlarına ilişkin yaklaşım farklılıklarının, kavramlar ve güncel pratik düzeyinde tartışılmasıyla sınırlı kalmıyor. Sol grupların, birbirlerine Karşı mücadelelerini de içeren tarihleri, bu tartışmalara biçim veren son derece önemli bir unsuru oluşturuyor.
84'ten bu yana yürütülen politik tartışmaları izleyen hemen her içten devrimci, Türkiye Solu'nun tartışmalarının oldukça ilkel bir düzeyde yürüdüğünü teslim edecektir. Teorik içeriği bakımından 60'lı ve 70'li yılların tartışmalarından kıyaslanamayacak ölçüde geri bir nitelik taşıyan bugünkü tartışmalar, 90'ların dünyası ve Türkiye'sinin özgül koşullarının kavranışına ilişkin farklılıklardan çok, kimin daha "etkin", "güçlü", "kararlı", "örgütlü", "devrime bağlı", "tavizsiz" olduğunu konu alan bir "erdem yarışı" durumunda. Pratikte gözlenen farklı politik tutumların ideolojik temelleri üzerine tartışmalar, neredeyse yok gibi. Kısacası, ideoloji ile politika arasında bir kopukluğun bulunduğu sessizce kabullenilmekte ve politikaya ilişkin tartışmalar, ideolojik mücadele düzeyinin dışında yürütülmekte.
Teori ile pratik arasındaki bu kopukluk, elbette, son derece nesnel-tarihsel nedenlere dayanıyor. Bunların başında, 1980 sonrasında uğranılan yenilginin tüm sol gruplar üzerinde yarattığı tahribat bulunuyor. Birçok sol grup, savunduğu görüşleri uygulayabileceği örgütsel ilişkilerden yoksun dağınık çevreler durumunda. (Kendisine "parti" ya da "örgüt" adını takan grupların bir çoğunun da aslında bu durumun dışında olmadığı ortada.) Bu durumun "doğal" bir sonucu olarak, söz konusu grupların pratik tutumları ile "mirasçısı" oldukları ideolojik disiplinler arasında doğrudan bir bağ kurabilmek ve bu pratikleri, ideolojik bir yanlışlama yada doğrulamanın aracı olarak değerlendirebilmek pek kolay değil.
Ancak bugünkü ideolojik fukaralık, yalnızca "örgütsel dağınıklık" mazeretiyle açıklanamaz. Ortada bir başka gerçeklik daha bulunmaktadır: Dünyada ve ülkemizde, birçok politik ayrılığa temel oluşturan kimi ideolojik yaklaşım biçimleri yaşanan olaylarla iflas etmiştir. "Yıkılan duvarlar" ve "çağ atlayan Türkiye" 1980 öncesinde devrimci grupları birbirinden ayıran kimi kavramların ve bu kavramların üretilmesinde kullanılan yöntemlerin iflasını da beraberinde getirmiştir. Ayrı bir grup olarak varlıklarını bu kavram ve yöntemlerle açıklayan birçok grup, "ideolojik üretim araçlarını" yitirmiştir. Artık, ayrı bir grup olarak varlık nedenlerinin ideoloji alanının dışında üretilmesi bu gruplar için bir zorunluluk durumundadır. Bu nedenle, tartışmaların ağırlık noktasının ideolojik mücadele alanının dışına kaydırılmasında ifadesini bulan teorik kısırlığın aşılabilmesi için, ölü teorilerle ve bunlara temel oluşturan düşünüş biçimleriyle hesaplaşmanın bir "sonuç belgesi" haline getirilmesi ve sol-içi teorik-politik tartışma düzleminin bu sonuçlara dayanılarak yeniden kurulması bugün, her zamankinden daha mümkün ve her zamankinden daha gereklidir.
II
Bugün Türkiye Solunda yaşanan teorik kargaşa bir yönüyle, 70'li yıllardaki tartışmaların yaşayan ve ölen yanlarının birbirinden ayırt edilememiş olmasından kaynaklanmaktadır.
80'li yıllar boyunca ülkemizde ve dünya da yaşananlar, söz konusu tartışmalarda ileri sürülen kimi görüşlerin geçersizliğini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde göstermiş olmasına karşın, 12 Eylül yenilgisinin Türkiye Solu'nu tarihinin en ağır kadro ve mevzi kaybıyla karşı karşıya bırakmış olması, somut sorunlar üzerinden yürütülen tartışmaların derinlemesine bir ideolojik mücadeleye dönüşebilmesini engellemekte ve "ölü teorilere” yaşayabilecekleri bir ortam oluşturmaktadır. (Bu durumun, geçmişte söylediklerini unutturmak isteyen kimilerinin işine geldiğini de eklemek gerekir.)
"Faşizm tırmanıyor", "Faşizmin açığı-gizlisi olmaz","Emperyalizmin bunalım dönemleri yoktur, 20.yy'ın başında ortaya konulan 'temel özelliklerle yetinilmeli, somut durumun özgül nitelikleri hakkında orijinal tek söz söylenmemelidir", "Sovyet Sosyal Emperyalizmi, dünya halklarının baş düşmanı (ya da baş düşmanlarından)dır", "'revizyonist diktatörlük' kavramı anti-Marksist bir kavramdır", "evrim ve devrim aşamaları 'diyalektik' olarak içice geçemezler", "uluslararası işçi sınıfı hareketinin merkezi SSCB (Çin ya da Arnavutluktur", "İç Savaş yoktur, varsa da gerici bir iç savaştır", "Direniş Komiteleri, Sovyetik ayaklanma stratejisine denk düşer" gibi siyasal deha ürünlerinin dayandığı ideolojik yaklaşımları dışlayabilen bir ideolojik politik tartışma düzlemi oluşturulamadığı takdirde, ideolojik karmaşanın sürüp gideceğinden kuşku duyulmamalıdır. Tıpkı, bugünkü "örgüt"lerin toplumsal muhalefet saflarında yol açtığı dağıtıcı etki gibi, söz konusu ideoloji enkazları da kitlelerin bilinç düzeyinde ciddi bir duraklamanın kaynağını oluşturacaklardır. Keza bu durum yaşanmaktadır da.
Ancak geçmişteki tartışmaların ideolojik temellerini sorguluyorum diye "sosyal emperyalizm saptaması doğru muydu-yanlış mıydı; faşizm tırmanıyor muydu-tırmanmıyor muydu" gibi konularda kimin haklı olduğunu saptamayı başlıca amaç haline getiren bir tartışmanın saçmalığı (kimileri bu saçmalığı sürdürüyor olsa dal ortadadır. Her şeyden önce ideolojik mücadelenin amacı şu ya da bu olguya kimin daha doğru bir ad verdiğine hakemlik yapmak değil, devrimin içinde yaşadığımız tarihsel döneme özgü sorunlarının teorik çözüm araçlarını üretmektir. Bu nedenle, geçmişin teorik tartışmalarını değerlendirirken, bu günün olgularının hangi kavramsal saptamayı doğruladığı, hangisini yanlışladığının gösterilmesiyle yetinilmemelidir. Yapılması gereken asıl önemli şey, söz konusu yanlış saptamaların neden yapıldığının görülmesi ve gösterilmesidir.
Tartışılan konuları, yapı tahlilleri (Türkiye ve Dünya tahlilleri), uluslararası devrimci hareketin durumu ve devrim anlayışları olmak üzere üç ana grupta toplayabiliriz. Elbette bir kaç dergi yazısı çerçevesinde söz konusu tartışmaların tümünü gözden geçirmek ve geliştirilen hatalı yaklaşımların her birinin çıkış noktasını gösterebilmek mümkün değil. Ancak, bahsini ettiğimiz konu gruplarını kucaklayan kimi tekil konulardaki tartışmaları ele alarak teorik-politik üretimdeki yöntemsel ayrılık noktalarını mümkün olduğunca temel noktalarından yakalayabilmek mümkün. Böylece Türkiye devrimci hareketinin bugün de tartışmakta olduğu bu konu gruplarında, mevcut birikimin gerisine düşülmesi en azından bir ölçüde önlenebilir.
III
Türkiye solunun, 70'li yıllardaki en merkezi tartışma konularından birisi faşizm ve devlet sorunuydu. Sivil faşist saldırganlığın giderek yaygınlaşması nedeniyle yoğunlaşan faşizm ve devlet tartışması, Türkiye’nin yapısal analizine ilişkin bir dizi tartışmayla temellendiriliyordu. Türkiye'nin emperyalizmle ilişkisi, mevcut üretim ilişkilerinin niteliği, mülk sahibi sınıfların birbirleriyle ve diğer toplumsal sınıflarla ilişkileri, iktisadi yapı ile siyasi üst yapı arasındaki ilişki, Türkiye toplumunun tarihsel gelişimindeki kimi özgünlüklerin siyasal üst yapının örgütlenmesine nasıl yansıdığı gibi birçok konu, faşizm ve devlet tartışması ile bağlantısı içinde ele alınıyordu.
Sivil faşist terörün, halkın demokratik muhalefet eğilimlerini kırmak, halkı yıldırmak ve emekçi halk üzerindeki baskı ve kısıtlamaların sürdürülmesi ve genişletilmesi için gereken ortamı sağlamak amacıyla, çok yönlü bir araç olarak kullanıldığı hemen herkesçe görülebilmekteydi. Ancak Türkiye Solu'nun önemli bir bölümü sivil faşist terörü, sınıflar mücadelesine "dışardan dayatılan, suni bir gündem" olarak ele alıyor ve iktidar mücadelesinin, sivil faşist teröre karşı mücadelenin dışında "başka" mücadele düzeylerinden geliştirilmesi gerektiğini savunuyordu. Oysa bir yandan faşist çetelerin saldırıları emekçi halkı kendi kendisini savunmaya itiyor, halk silahlanıyor ve kendi sorununu kendisi çözmek üzere örgütleniyordu, öte yandan ise, içine düştükleri bunalımın yükünü emekçi sınıflara yıkmak ve bunun için de halkı politik bakımdan pasifize etme gereksinimini giderek daha yoğun bir biçimde hisseden egemen sınıflar, halkın faşist terörden yılmaması, faşizme karşı birlik ve dayanışmanın gelişmesi karşısında açık faşizme geçiş eğilimlerini besliyordu. İktidar mücadelesinin somut güç ve örgütlenmeleri bu çatışma içerisinde şekilleniyordu. Sivil faşist terörü, siyasal sürecin böylesine merkezi bir unsuru haline getiren şey, Türkiye toplumunun yapısal çelişkileri ve bu çelişkilerin siyasal ilişkiler düzeyindeki ifadesi olan "sömürge tipi faşizmden başka bir şey değildi.
Çoğunlukla, Batının gelişmiş kapitalist ülkelerinde ya da ikinci bunalım döneminin sömürge-' terinde görülen devlet biçimlerini siyasal analizlerinin çıkış noktası haline getiren soldaki diğer gruplar, sivil faşist terörün somut anlamını kavrayamadılar. Bugünden bakıldığında, Devrimci Hareketin 70'li yıllarda yaşanan gizli faşizmden açık faşizme geçiş sürecini doğru olarak, kavramasında "sömürge tipi faşizm" kavramının son derece önemli bir rolü olduğu görülebilmektedir.
Ancak artık 70'li yılların Türkiye'sinde yaşamıyoruz. Siyasal süreçler, 12 Eylül'den devralınan koşullar üzerinden gelişiyor. Faşist terör mekanizmaları ciddi bir değişim gösterdiği gibi, kabaca, terörün demokrasi sosu ile gizlendiği gizli faşist dönemin güncel somutlanışı ile açıktan açığa icra edildiği açık faşizm eğilimlerinin olası somut biçimlenişi 70'li yıllarda yaşanılan ve öngörülen biçimlerin aynı değil. Bu nedenle, bugün sömürge tipi faşizm kavramını ele alırken, 15 yıl öncesinin konjonktüründe öne çıkan unsurlara takılıp kalmamalıyız. Söz konusu kavramın içinde yaşadığımız süreç açısından ayırt edici yönlerini ortaya koymamız ve siyasal analiz çerçevemizi bunlarla oluşturmamız gerekiyor.
*
Her şeyden önce sömürge tipi faşizm kavramı, sömürge devletini metropol devletinden ayırt etmekte ve bu ayrımın yeni sömürgecilik ilişkileri içinde kendine özgü bir somutluk kazandığını vurgulamaktadır. 70'li yıllarda birçok grubun anlayamadığı şeylerin başında bu nokta gelmektedir. Özellikle "faşizmin tırmandığını" söyleyen grupların hemen tümü, tek tek tüm devlet tiplerinin evrensel prototiplerden türediği gibi batıl bir inanca sahiptiler.
Türkiye'de de durum buydu. Ülkemizde yaşanan siyasal süreci kavrayabilmek için, örnek alınan devlet modellerinin "standardize edilmiş" evrim süreçlerine bakılmalı ve bunlardan yola çıkılmalıydı. Faşizmin metropollerdeki ve sömürge ülkelerdeki gelişimi ve iktidarı birbirinin aynı yolları izlemekte ve aynı, mekanizmalara dayanmaktaydı. Bir rejimin faşist olabilmesi için, faşist ideolojinin politik parti olarak örgütlenmesi, aşağıdan yukarıya bir kitle hareketi aracılığıyla iktidarı ele geçirmesi ve ardından da merkezi hükümet aracılığıyla tekelci sermayenin (tek başına ve) açıktan açığa terörist diktatörlüğünün kurulması gerekirdi.(1)
Oysa, emperyalizm, sömürgecilik sistemi aracılığıyla birçok toplumun gelişme sürecini çarpıtmıştı. Sömürge toplumlarının gelişim süreçlerindeki bu çarpılma, bu toplumların siyasal evrimlerinde de ifadesini bulmuştu. Ulusal sınıfların çatışmaları üzerinde şekillenen metropol devletlerinden farklı olarak sömürge devletleri, yalnızca yerel egemen sınıfların değil aynı zamanda emperyalizmin egemenlik koşullarını da yansıtan özgül siyasal yapılar olarak ortaya çıkmışlardı. Öte yandan bu ülkelerde, ulusal sınıflar arasındaki çatışmaların siyasal düzeye yansımaları da "klasik" batılı örneklerini harfiyen izlemiyordu. Güçlü bir sermaye birikimine sahip olmayan ve iktidarı pre-kapitalist sınıflarla paylaşan yerel burjuvazinin siyasal davranışı, hiç de "evrensel" şemalara uygun değildi. Bu nedenle sömürge devletlerinin işleyişleri ve siyasal gelişme süreçleri de metropollere göre farklılıklar gösteriyordu.
Tekelci sermayenin terörist egemenliğini ifade eden faşizm, sömürge ülkelerde, gelişme ve biçimlenmesi (toplumsal dayanakları, iktidara geliş biçimi, terör aygıtları vb.) açısından metropol ülkelerden oldukça farklı özellikler kazanmaktaydı.
*
Sömürge devletlerinin metropol devletlerinden farklılığından hareketle, tüm sömürge devletlerinin kendi içinde türdeş bir karakter gösterdiği sonucuna da ulaşılmamalıdır. Emperyalizmin sömürgecilik ilişkilerinde ortaya çıkan farklılaşmalar, sömürge toplumlarının sosyo-ekonomik ilişkilerini olduğu kadar, bu ülkelerde sömürücü sınıfların siyasal egemenliğinin örgütlenme (devlet) biçimlerini de birbirinden farklılaştırdı.
Bugünkü sömürge sisteminin içerisinde yer alan ülkeler, tarihsel gelişimlerinin birbirinden farklı evrelerinde emperyalizmin denetimi altına girdiler. Kimi ülkeler (Türkiye, Çin, Mısır, Meksika vb.), kapitalist üretim tarzının belirli bir ölçüde geliştiği ve eski (feodal) toplumsal çerçeveyi zorladığı bir dönemde, burjuva devrimleri sürecindeyken emperyalizmin egemenliği altına girerlerken, (Afrika’nın önemli bir bölümü, kimi Pasifik adaları vb.) gibi kimi bölgelerde, henüz kabile yaşamı sürdüren topluluklar, bizzat sömürgecilerin kurduğu üretim örgütlenmesine dahil edilerek yeni bir toplumsal kalıba döküldüler. Böylesine geniş bir yelpazede sınıflar ve sınıf çelişkilerinin birbirlerinden oldukça farklı bir gelişme seyri izleyeceği ortadadır. Toplumsal sınıfların gelişim süreçlerindeki farklılaşmalar, sınıflar arasındaki ittifak ve çatışmaların maddi temellerinde olduğu kadar, bu ittifak ve çatışmaların siyasal biçimlenişlerinde de köklü farklılıklara yol açmıştır.
Sömürgecilik ilişkileri her ülkede, emperyalist merkezdeki sermayenin gereksinimlerine göre kurulmuş ve söz konusu ülkede emperyalist sömürü ilişkilerinin gelişmesine aracı olmak açısından en uygun konumda bulunan sınıfları temel almıştır. Emperyalizmin birbirinden farklı dönemlerde ve bölgelerdeki gereksinimleri farklılıklar göstermektedir. Dolayısıyla, sömürgecilik sistemi, birbirinden farklı gereksinimleri karşılayan, birbirinden farklı toplumsal sınıflara ve ilişkilere dayanan heterojen bir yapılanma olarak gelişmiştir. Latin Amerikanın bir çok ülkesinde sömürgecilik ilişkileri, kapitalistleştirilen büyük toprak sahipleri aracılığıyla örgütlenirken, Kapitalizmin belirli bir gelişmişlik gösterdiği ülkelerde işbirlikçilerin önde gelen grubunu ticaret burjuvazisi oluşturmuştur. Emperyalizm, kimi ülkelerde pre-kapitalist ilişkileri sömürü ağının temel aracı haline getirir, ulusal düzeyde örgütlenmiş bir ekonominin gelişmesine engel olur ve buna bağlı olarak üst yapıda feodal egemenlik biçimlerinin göreli ağırlığını korumaya yönelirken, kimi ülkelerde kapitalist pazarın ülke çapında yaygınlaştırılmasını esas almış ve üst yapıdaki feodal ilişkilerin tasfiyesi sürecini sömürgeleştirme sürecinin bir parçası haline getirmiştir.
Sonuç olarak sömürge ülkelerdeki devlet örgütlenmelerini bir tek evrensel sömürge devleti modelinden yola çıkarak açıklayabilmek mümkün olmadığı gibi sömürge toplumlarının egemen ya da ezilen sınıflarının politik davranışını da standart kalıplara dökebilmek mümkün değildir. Sömürge devletleri arasındaki yapısal benzerlikler, söz konusu ülkelerin, sömürgeleştirildiği dönemlerdeki ( sermaye birikimi, siyasal evrim, sınıfların karşılıklı durumu bakımından) toplumsal gelişmişlik düzeylerindeki ve emperyalizmin bu ülkelere uyguladığı sömürgeleştirme stratejisindeki benzerliklerle doğru orantılıdır.
70'li yıllarda, devleti "faşist diktatörlük" kavramı ile çözümlemeye çalışan (TDKP, DHY, DHB vb.) grupların başlıca hatalarından birisi bu noktadaydı. Emperyalizmin sömürgecilik politikasının, bütün tarihsel dönemler ve sömürgeleştirme bölgeleri için aynı olduğunu kabul ediyorlardı. Öte yandan bu gruplar için emperyalizmin yerli işbirlikçileri, hangi toplumsal sınıftan olurlarsa olsunlar ve ne tür bir tarihsel-toplumsal ilişkiler dizisi içerisinde yer alırsa alsınlar, eş biçimli (faşist) bir siyasal davranış çizgisine sahiptiler. Dolayısıyla, sömürge devletleri arasında kayda değer bir nitelik Farkı bulunmuyordu. Sömürgelerdeki siyasal süreçler faşizm/devrim ikilemi arasında bir salınım hareketine indirgenebilirdi.
Oysa ülkemizde faşizmin gelişimini anlayabilmek için emperyalizmin "gizli işgali"nin ekonomik yapı ve siyasi üst yapı üzerindeki egemenliğinin özgül araçlarını doğru kavramak gerekiyordu. Ülkemizde devletin faşistleştirilmesi, hiç de sanıldığı gibi, yerli egemen sınıfların emperyalizmle işbirliğine girmesiyle birlikte "otomatik olarak" gerçeklesen ve nihai biçimini kazanan bir şey değildi. 12 Eylül ve sonrasında yaşananlar, ülkemizde devlet aygıtının faşist niteliğinin, devlet kurumlarının tümüyle faşistleştirilmiş olması anlamına gelmediğini gösterdi, işbirlikçi tekelci sermayenin siyasal egemenliğinin toplumsal dayanaklarının cılızlığı, faşizmin geniş ve güçlü bir kitle temeline dayanabilmesini önlüyor, bu ise, demokratik hak ve özgürlüklerin süreğen ve tam olarak ortadan kaldırılamamasına neden oluyordu. Emperyalist sömürünün yol açtığı ekonomik ve toplumsal açmazların üstesinden gelinebilmesi için devlet kurumlarının bütünüyle faşistleştirilmesi gerektiği ortadaydı. Bunu sağlayabilmek için ise bir tek araç bulunuyordu: elde tutulan devlet iktidarı aracılığıyla faşizmi, yukarıdan aşağı devletin bütün kademelerine egemen kılmak. CIA-MİT ve Kontr-Gerilla aracılığıyla örgütlenen sivil faşist terör işte tam burada işlevsel bir önem kazanıyordu.
İkinci olarak faşizmin gelişimi sürecine biçim veren oligarşi içerisinde egemen durumda bulunan tekelci burjuvaziydi. Tekelci burjuvazinin oligarşi içerisindeki egemenliğini örgütlemede dayandığı siyasal araçlar, aynı zamanda devletin faşistleştirilmesi sürecinin temel dayanakları durumundaydı. Dolayısıyla ülkemizde faşizmin gelişim sürecini, tekelci sermayenin gelişim sürecinin dışında inceleyebilmek mümkün değildi.
Bu gruplara göre ise, bir ülkenin iktisadi bakımdan sömürgeleştirilmesi ile birlikte ülkedeki sınıflar arasındaki ilişkiler ve siyasal üst yapının tarihsel özellikleri ne olursa olsun, faşizm derhal ve tüm devlet iktidarına egemen oluyordu. Dolayısıyla sivil faşist terörün , siyasal üst yapının örgütlendirilmesi bakımından kayda değer bir anlamı yoktu. Devlet devletliğini yapıyor, faşist terör çeteleri aracılığıyla halkın yükselen muhalefetini bastırmaya çalışıyordu o kadar. Bu nedenle sivil faşist teröre karşı "proleter devrimcilerinin görevi"ni, "kitleleri örgütlemek ve düzenli saflar şeklinde faşist diktatörlüğe karşı (abç) mücadeleye seferber etmek (...) Bu gün öne çıkmış talepler etrafında kitle mücadelelerini yükseltme(k)...faşist saldırılara karşı kitle seferberliği ve aktif kitle mücadelesi ile karşı koymak"(2) biçiminde saptıyorlardı. Böylece (iş işten geçtikten sonra özeleştirisini vermek üzere) politik sürecin eksenini oluşturan sivil faşist teröre karşı mücadele fiilen es geçilmiş oluyordu.
Bu yaklaşımın sahipleri, ülkemizdeki faşizmin sınıfsal dayanağını da açık olarak kavrayamıyorlardı. Kimi zaman faşizmin sınıfsal dayanağını pre-kapitalist öğelerin gericiliğinde temellendirirler ve faşizme karşı devrim alternatifinin toplumsal karşılığını toprak devriminde ararlarken, kimi zaman da faşizmin gelişiminden kapitalist üretim tarzının kendisini sorumlu tutarak, faşizme karşı mücadele sorununun merkezine proleterlerin burjuvaziye karşı mücadelesini oturtuyorlar ve faşizmi "genel grevle yenilgiye uğratmayı düşlüyorlardı.
Burada yalnızca devlet analizine ilişkin bir yaklaşım hatasından söz etmek, bu yaklaşım biçimini tesadüfi, tekil bir durum olarak kabul etmek olacak. Oysa, özellikle SSCB'nin sosyal emperyalist olduğunu savlayan gruplar açısından bu yaklaşım biçimi genel bir yöntem durumundaydı. Başka birçok konuda da göreceğimiz gibi, bu arkadaşlar, (çoğunlukla da yanlış tanımladıkları) kavramları birbirlerinden türeterek vardıkları "mantıki" sonuçlan gerçeğin kendisi olarak "algılamak" gibi katıksız bir idealizmden muzdariptiler. Üstüne üstlük bu katıksız idealizm, içi boş bir ortodoksi ile birleşerek "literatürde yer almayan" olguları yok sayma gibi bir saçmalığa dek de uzanıyordu. Emperyalizmin sömürgecilik politikasındaki değişiklikler artık körlerin bile görebileceği bir noktaya ulaşmasına karşın bu arkadaşlar için (sırf Lenin sözünü etmediği için) yoktular. Dolayısıyla yeni sömürgecilik de gizli işgal de birer hurafeden ibaretti. Ülkemizdeki faşizmi anlayabilmek için diğer sömürgelerde yaşanan faşizm örneklerine bakmak, bunlardan çıkarılan derslerle yetinmek ve daha da ileriye gitmemek gerekiyordu.
Gelişmiş kapitalist merkezlerde ve sömürgelerde devletin örgütlenmesinde kimi farklılıkların bulunduğunun, yine, sömürge ülkelerin siyasal yapılarının, emperyalizmin farklı, sömürgeleştirme stratejilerine göre farklı bir siyasal evrim gösterdiklerini kabulü, ülkemizdeki devlet sorununun incelenmesinde aşılması gereken başlıca teorik eşiklerdi. Ancak, bu konuda aşılması gereken ve Devrimci Hareket tarafından aşılan teorik eşikler yalnızca bunlardan ibaret değildir.
Sömürge tipi faşizm saptamasının açımlanmasında ve faşizmin ülkemizdeki gelişiminin analizinde Devrimci Hareket, başta devletin göreli özerkliği konusunun ülkemizdeki biçimlenişi' olmak üzere, ekonomik yapı ile siyasi üst yapı arasındaki ilişkilerin doğru bir biçimde kurulabilmesini sağlayacak temel çıkış noktalarını oluşturarak, siyasal üst yapının analizinde uzun bir süre geçerli olan (ve hala da kimilerince ısrarla sürdürülen) ekonomist ve indirgemeci yaklaşımlardan kopmuştur. Gelecek sayımızda Devrimci Hareketin bu konudaki ileri adımını ele alacağız.
SÜRECEK...
(1) Bkz :İlke, Kitle, Kurtuluş Sosyalist Dergi vb. Aynı yaklaşım, iktisadi alt yapının çözümlenmesinde de geçerliydi. Örneğin, Parti Bayrağı sömürge iktisadının özgün niteliklerini, Türkiye'deki iktisadi krizin, "bir aşırı üretim krizi" olduğunu savlayabilecek kadar gözden ırak tutabiliyordu.
(2) Bkz: Halkın Kurtuluşu, s. 92
BEHÇET DİNLERER YANIBAŞIMIZDA
BEHÇET DİNLERER YANIBAŞIMIZDA
Behçet Dinlerer
İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLDÜ!
Bundan 11 yıl önce 12 Eylül'cü faşist işkencecilerin yoğun işkenceleri sonucunda, koma halinde Ankara Tıp Fakültesi Hastanesine kaldırılan Behçet Dinlerer, 15 Aralık 1980 günü yaşamını yitirdi.
Behçet Dinlerer, ülkemiz emekçi halklarının kurtuluş mücadelesine, 70'li yıllarda ODTÜ öğrenci gençlik mücadelesi içerisinde yer alarak katıldı.
ODTÜ'de ve Ankara'da resmi-sivil faşist teröre karşı militan bir hat üzerinde sürdürülen mücadeleye önderlik eden Dev-Genç içerisinde en ön saflarda yer aldı. Behçet Dinlerer, faşist terörün tüm ülke çapına yayılma eğilimi gösterdiği bu yıllarda, örgütlü ve kitlesel bir devrimci direniş hareketi yaratmak amacıyla 76 yılı sonlarında kendisi gibi Dev-Genç mücadelesinde militanlaşmış bir grup yoldaşı ile başta Adana olmak üzere bütün Çukurova illerinde devrimci bir hareketin yaratılması için gereken adımların atılması sorumluluğunu üstlendi.
Adana'daki faşist teröre karşı mücadele '77 yılına kadar dağınıklığa, etkisizliğe ve örgütsüzlüğe yol açan bir dizi etmenin varlığını sürdürmesi nedeniyle yeterince geliştirilememişti. Okullar mahalleler ve fabrikalar resmi faşist güçlerin işgali altındaydı. Devrimci demokrat öğrenciler okullarına gidemiyorlar, isçiler ve memurlar ise sürekli tehdit ediliyor, dövülüyorlardı. Mahallelerde de durum bundan pek farklı değildi. Okullarına ve işyerlerine gitme cesaretine sahip olanlar ise dövülüyor, tehdit ediliyor ve öldürülüyorlardı. Faşist terör Adana'yı bir bütün olarak teslim almış durumdaydı.
Dağınık, etkisiz ve örgütsüz bir şekilde sürmekte olan Adana'daki kendiliğinden mücadele süreci Behçet Dinlerer 'in önderliğindeki devrimcilerin pratik sürece bilinçli ve iradi bir tarzda müdahale etmesiyle birlikte, önce devrimci -demokrat öğrencilerin kendi okullarındaki faşist işgalleri kırma yönündeki mücadeleleriyle ivme kazanmaya başlayarak daha derli toplu ve daha örgütlü bir mücadeleye dönüştü. Dev-Genç'in okullardaki ve mahallelerdeki militan mücadelesi kısa zamanda Adana gençliğinin hemen tümünü kapsayan faşizme karşı aktif mücadelesine dönüştü. Aynı süreçte Devrimci İsçi, Devrimci Öğretmen, Devrimci Memur mücadelelerinde de pratik olarak yükselmeler ve militanlaşma temeli üzerinde bir devrimci direniş zemini oluşmaya başlamıştı. Bir dönem için faşist güçlerin cirit attığı, devrimci demokrat insanlara yaşama zemini bırakmadıkları, alanlar ve mahalleler Dev- Genc'in ve mahallelerdeki halkın militan mücadelesi sonunda faşist güçlerin giremedikleri, barınamadıkları alanlar ve mahalleler haline dönüştürüldü.
Behçet Dinlerer yoldaşımızın öncülüğünde militanlaşan Devrimci Gençliğin ve Devrimci Hareketin eylemliliği sadece Adana'da değil Tarsus, Ceyhan, Mersin, İskenderun, Dörtyol, Osmaniye gibi Çukurova'nın pek çok ilçe ve köylerinde de etkin bir siyasal uyanış ve katılım sağladı. Çukurova ölçeğinde yükselen bu devrimci direniş eylemlilikleri '77 sonlarından itibaren Devrimci Yol hareketliliği olarak ifade edilmeye başladı. Bütün ülke sathında devam etmekte olan militan mücadelenin adı Devrimci Yol'du ve Çukurova Behçet Dinlerer yoldaşımızın ve diğer devrimci arkadaşlarının önderliğindeki militan mücadelesiyle artık Devrimci Yol'un, halkın devrimci demokratik direniş merkezlerinden biri oldu.
70'li yılların sonuna gelindiğinde başta Adana olmak üzere tüm bölge en etkin isçi, öğrenci, mahalle direnişlerinin sürdürüldüğü bir kavga alanına dönüştü. Resmi-sivil faşist güçleri için adana bölgesi artık etkinlik kuramayacakları bir bölge niteliği kazanıyordu.
Devrimci Hareketin 1979 ve '80 yıllarında ülkemizde bir askeri darbe eğiliminin güçlendiği yolundaki belirlemesinin ardından, girilen yeni sürece uygun bir siyasal ve örgütsel yapılanma geliştirilmesi giderek önem kazandı. Behçet Dinlerer ülke çapında yükselerek devam eden devrimci direniş mücadelesinin uzun erimli bir perspektifle yeniden yapılandırılması çalışmalarına katılmak üzere yeniden Ankara' ya döndü.
Çalışmalarını Ankara'da sürdürmekte olduğu sıralarda 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntası iş başına geldi. Behçet Dinlerer yoldaşımız devrimci hareketin yeni dönemin politik görevlerini (Faşist cuntaya karşı bütün ülkede silahlı bir devrimci direniş mücadelesinin başlatılması) yerine getirmeye çalıştı. 12 Eylül darbesini izleyen bu günlerde Ankara'da resmi faşist güçlerce "Demir Yumruk " operasyonu adı altında Devrimci Hareketimizin öncü kadrolarını hedef alan bir saldın dönemi başlatıldı. İstanbul'da da aynı anda başlatılan bu saldırılar döneminde mahalleler okullar, fabrikalar, caddeler kuşatılarak bir Devrimci Yol'cular avı başlatıldı. Binlerce insan gözaltına alınıp işkencelerden geçirildi. Behçet Dinlerer yoldaşımızda bu saldırı kampanyasının başlatıldığı dönemde resmi faşist güçlerce tutsak alındı. Poliste tutulduğu bütün günler boyunca kendisine sürekli işkence yapıldı. İşkencecilerin tüm insanlık dışı uygulamalara ve işkence yöntemlerine rağmen devrimci kararlılığından inançlarından ve ilkelerinden asla taviz vermedi .
Onunla birlikte aynı işkence hanede bulunan bir devrimci Behçet Dinlerer'in öldürülmeden önce işkencedeki son durumunu şöyle anlatmaktadır;
"...Ankara Emniyet Müdürlüğü, DAL denilen yere götürülmüş, işkenceye alınmıştım ...çarmıha gerilmiş bir vaziyetteyken işkence odasının kapısının açıldığını polislerin yerde birini sürükleyerek getirdiklerini fark ettim. Polisler yerde sürükledikleri kişiye küfredip tekmeliyorlardı. Gözlerimi bağladıkları bez parçasını çözdüklerinde ayaklarımın dibinde yüzü koyun yatan ve kendinden geçmiş bir vaziyette kısık sesle inlemekte olan kişiyi tanıdım, bu Behçet'ti. İşkencecilerden Celal Çoban adlı polis Behçeti sert bir hareketle sırt üstü çevirip gözbağını açtı. Müthiş kötü bir vaziyetteydi. Polislerin kabul etmemizi istedikleri suçlamaları ve iddiaları her ikimiz de kabul etmeyince, küfürler ederek gözümüzü yeniden bağladılar. Bana elektrik vermeye Behçet'i tekmelemeye başladılar. Elektrik verirlerken bir yandan da tazyikli su sıkıyorlardı. Bir ara gözbağım çözülüp de önüme düştüğünde, Behçet in çırılçıplak soyulmuş, ayak parmaklarına ve erkeklik organına elektrik kablolarının bağlanmış olduğunu gördüm. İşkence sürerken işkenceci polislerden Ferruh Tankuş, Bekir Pullu, Celal Çoban" Bunları Elmadağ'a götürüp, kar banyosu yaptıralım" diye tehditler savuruyor ve Behçet'i önceki günlerde Elmadağ'a götürüp kara gömdüklerini söyleyip, bu sefer daha beterini yapacaklarını söylüyorlardı... Bir seferinde göz bandımın altından koridorda Behçet'le yan yana bekletildiğimizi gördüm. Behçet yüzü koyun yarı baygın bir halde yerde yatıyordu. Çömeldim, duyabileceği bir şekilde “ Behçet” diye seslendim sesimi tanıyınca " nasılsın " diye sordum. "Çok kötü dedi. Bu Behçet'i son görüşüm ve sesini son duyuşum oldu. Sonraki günlerde polislerden Behçet 'in hastanede öldüğünü duydum. "
Behçet Dinlerer 30 Kasım 1980 günü görmüş olduğu işkencelerden dolayı koma halinde iken Ankara Tıp Fakültesi Hastanesine kaldırıldı. Behçet Dinlerer, kendisine işkence yapıldığını, elektrik verildiğini, soğuk suya atıldığını, askıya alındığını,karlar üzerinde süründürüldüğünü, dövüldüğünü ve üç gün boyunca susuz bırakıldığını doktorlara anlattı. Doktorlar, Dinlerer'e dövülme izlerinden dolayı sonda takmışlar ancak idrar kanlı gelmiştir. Böbrekleri susuz bırakılmaktan dolayı süzme faaliyetini yapamamaktadır. Behçet Dinlerer'in ölümü hakkında Dr. Necati Soykan'ın anlattıkları ise tıp bilimi ve insanlık adına utanç ve dehşet vericidir. Dr. Soykan, Behçet'in ölümünü şöyle anlatmaktadır. " Dekan Bey beni telefonla arayarak bu hastanın tedavisinin acil serviste sürdürülmesini istedi. Bu istek anlamlıydı, Dekanın talimatına rağmen hastayı dahiliyeye gönderdim. Öğleden sonra gelen dekan bey bana bu tür kişilerle ilgilenenlerin sonunun kötü olacağını söyledi ve gitti. Dekan bu hastanın ölüme terk edilmesini istiyordu..." (Nokta, 19 Ekim 1986)
Bunlar olup biterken Behçet DİNLERER yoldaşımız, 15 aralık 1980'de (travma sonucu böbrek harabiyetinden ölüyordu. Behçet Dinlerer. İŞKENCEYLE OLDÜRÜLDÜ! İşkenceci polisler hakkında açılan dava hala sürüyor, sonuçlanmadı. Polisle iş birliği yapan ve Behçet Dinlerer'in ölümünde sorumluluğu bulunan dekan hakkında hiçbir soruşturma yapılmadı.
***
Zeynel Abidin, Adil Yılmaz, Şahin Dokuyucu, Şahin Yılmaz ve Behçet Dinlerer İşkenceyle öldürüldüler. İnsan onurunu savunmanın tükenmeyecek umuttan oklular.
Hepsi karanlığa karşı birer çığlıktı vs devrimci yolda yankılanıyorlar. Karanlığın olduğu, işkencenin yaşandığı her yerde, her ülkede yankılanacak Karanlığa karşı bir çığlık!..
YAŞIYORLAR!
Dostları ilə paylaş: |