Yok Olan Birşey Midir?
Yok olanın şey olup olmadığı hususunda da ihtilâf vardır. Mütezile, yok olanın şey olduğunu söylemektedir. Çünkü Allah Teâlâ şöyie buyuruyor;
“Şüphesiz ki Allah Teâlâ, her şeye gücü yetendir.” 277
Bu âyette kudretin, her şeye tâalluk ettiği açıklanmaktadır. Kudret var olana asla tâalluk etmez. Zira var olan bir şeyi var etmek mümkün değildir. Bu sebeple âyetteki şeyden kasd edilen mânanın yok olduğu anlaşılmaktadır. Yine Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;
“Şüphesiz Kıyametin zelzelesi büyük bir şeydir.” 278
Bu âyette de vukuundan önce Kıyamet zelzelesine adı verildi. Bu deliller Mûtezile'ye göredir.
Bize göre yok, bir şey değildir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Sen bir şey değilken ben seni yarattım.” 279
Bu âyette Allah Teâlâ, yokun, bir şey olmadığını haber veriyor. Bu âyetin tevile ihtiyacı yoktur. Yukarıda geçen iki âyette yoklara şey âdının verilmesinin sebebi gelecek zaman itibariyledir. Doğru sunu en iyi bilen Allah'tır. Bu konuda geniş bir araştırma bahsi gelecektir.
Sonra bil ki, şüphesiz
“Parlak yüzler, Kıyamette rabbine bakacaktır.” âyetinde nazar kelimesinin, bakma mahalli olan yüze nisbet edilmesi ve rab kelimesine “ilâ” harfi cerri ile tâaddi etmesi ve sözün, hakikati hilâfına delâlet edecek karinelerden boş bırakılması açık olarak Allah Teâlâ'nın bununla yüzde bulunan gözün Allah Teâlâ'ya bakmasını kasd ettiğine delâlet etmektedir. Zira nazar kelimesi, sılaları itibariyle, tâalluk ettiği kelimeler ve kendi kendine mütâaddi olması itibarları ile değişik şekillerde kullanılır. Eğer kendi başına mütâaddi yapılırsa mânası, durmak ve beklemektir. Bu manada Allah Teâlâ bir ayette şöyle buyuruyor:
“O gün münafık erkeklerle münafık kadınlar müminlere şöyle diyecekler: Bize bakın nurunuzdan biz de istifade edelim.” 280
“Ey iman edenler! Bize “Râina-Gözet” lâfzı ile hitap etmeyin; bize bak manasına gelen “unzurnâ” deyin. Allah'ın hükmünü dinleyip kabul edin.” 281
Eğer nazar kelimesi, “fî” harf-i cerri ile mütâaddi olursa, o zaman manası düşünmek ve ibret almaktır. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Onlar Allah'ın göklerde ve yerdeki mülk ve tasarrufuna hiç ba kıp düşünmediler mi?” 282
Nazar kelimesi eğer “ilâ” harf-î cerri ile mütâaddî olursa o zaman mânası gözle görmek olur. Allah Teâlâ bu konuda da şöyle buyuruyor:
“Herbirinin meyvasına bakın. Bir ilk meyva verdiği zaman, bir de olgunlaştığı vakit.” 283
Nazar kelimesi, gözün mahalli olan yüze nisbet edildiği zaman nasıl olur?
Hasan-i Basrî bu konuda şöyle diyor:
“Yüzler rabbine bakarsa rabbinin nuru ile bakar. Allah'ı görmekten, onu idrak etmek ve varlığını ihata etmek lâzımgelmez. Allah'ı görmenin cevazı, “Gözler onu idrak etmez”284 âyetine aykırı değildir. Zira idrak, bir şeyi ihata etmektir. Bu ise görmekten daha ileride bir şeydir.” Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“İki topluluk birbirini görüp karşılaşınca, Musa'nın ashabı: “Biz yakalandık, dediler.” 285 (Yani idrak edildik.)
Bu âyette Musa aleyhisselâm, görülmeyi nefy etmemiştir. İdraki nefyetmiştir. Allah Teâlâ da görülür, fakat idrak edilemez. Bilinir, fakat bilgi ile ihata edilemez. Allah Teâlâ değil, belki gördüğümüz şu güneş bile görülür, fakat tam olarak idrak edilemez, bilinemez.
Allah'ı görmenin ispatı hakkında mânevi tevatür yolu ile birçok hadisler gelmiştir. Bunları nakil yolu ile kabul etmek ve bid'at ehlinin akıl yolu ile vehim ve şüphelerine iltifat etmemek gerekir. Bu meselede “Akîdet'üt-Tahavî” adlı kitabın şarihi hataya düşmüştür. Şöyle demiştir: “Karşılıklı olmadan hiç görmek düşünülebilir mi? Allah'ın görülmemesinde yaratıkları üzerine üstün olduğuna delil vardır.” Bu şârih, yücelik yönünden Allah'ın görülemeyeceğini söylemektedir. Ehl-i sünnet vel-Cemaat Mezhebi'nin görüşü şudur: Allah Teâlâ, bir yönde görülmez. Hz. Peygamber'in:
“Bedir gecesi ayı gördüğünüz gibi, muhakkak sizler rabbinizi göreceksiniz.” sözü, bir görme olayını diğer bir görme olayına benzetmedir. Her yönü ile görüleni, bir yönü ile görülene benzetmek değildir.
İmanın Kısımları:
İman, dil ile ikrar, kalb ile tasdikten ibarettir.
İmam Âzam “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“İman dil ikrar edip kalb ile tasdiktir. Yalnız başına ikrar iman olmaz. Zira yalnız ikrar iman olsaydı bütün münafıkların mümin olmaları gerekirdi. Bilmek de yalnız başına iman değildir. Zira bilmek eğer iman olsaydı bütün Ehl-i Kitabın mümin olması gerekirdi.” Allah Teâlâ münafıklar hakkında şöyle buyuruyor:
“Allah biliyor ki, münafıklar yalancıdırlar.” 286 Yâni münafıkların, iman iddialarında yalancı olduklarını biliyor. Çünkü onlar dil ile söylediklerini kalb ile tasdik etmemişlerdir. Allah Teâlâ, Kitap ehlinin bilgisi hakkında da şöyle buyuruyor:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, öz oğullarını bildikleri gibi, Hz. Peygamber'i bilirler.” 287
Bunun mânası şudur: Kitap ehlinin yalnız bilgi sahibi olması yani Allah ve Resulünü bilmesi iman bakımından onlara fayda vermez. Çünkü onlar bildikleri halde Hz. Peygamber'in nübüvvet ve risaletini ikrar etmediler. Onlar Hz. Peygamber'in Araplara gönderildiğine inanıyorlar. Bu yolla yaptıkları ikrar halis değildir. Sonra tasdik, bizatihi güzel bir rükündür. Hiçbir durumda düşmeye ihtimali bulunmaz. Fakat ikrar böyle değildir. İkrar imanın şartı, yahut şatrı, yani yarısıdır ve başkası için güzel bir rükündür. Bu sebepten zorlama hallerinde ikrar düşebilir. Bunun sebebi ise, lisanın, kalbin tercümanı olmasıdır. Dolayısıyla dil, varlık yahut yokluk bakımından tasdikin delilidir. Bir kimse, açıklamasına imkân bulduğu halde herhangi bir zamanda ikrarını değiştirirse kâfir olur. Ancak, zorlamanın tesiri ile imanını açıklama imkânı bulamayıp ikrarı zail olursa kâfir olmaz. Çünkü, kendisinin korkması, kalbinde tasdikin baki olduğunun delilidir. İkrarını değiştirmeğe sevk eden sebep ise, nefsinden ölümü defetmek içindir, inancı defetmek için değildir. Nitekim Allah Teâlâ buna işaret ederek, şöyle buyuruyor:
“Kalbi iman ile dolu olduğu halde inkâra zorlananlar müstesna. Kim Allah'a küfrederse, onlar için şiddetli bir azab vardır. Lâkin küfre karşı bağrını açanlar üzerine Allah tarafından bir gazab ve kendileri için büyük bir azab vardır.” 288
Fakat, bir kimse imanını açıklama imkânı bulduğu zaman, ikrarını değiştirmesi, itikadını değiştirdiğinin delilidir. Şems'ül-Eimme Serahsî'nin de açıkladığı gibi, ikrar, tasdikin varlık veya yokluğu bakımından imanın bir rüknü olmuştur. Ancak “El-Umde” sahibi Ebûl-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud enNesefî rahimehullah, dünyevî hükümlerin icrası için imanda ikrarın şart olduğunu açıklamıştır. Eş'ari'lerin tercih ettiği görüş de budur. İmam Matü'ridi de bu düşüncededir.
Sonra İmam Âzam'ın kelâmından, iman edilecek olanın hazf edilmesi, maksadın gerçekleştirilmesinde icmali imanın yeterli olduğunu bildirmek içindir. Gerçekten iman, Allah Teâlâ tarafından gönderildiği, zaruretle bilinen bütün hususlarda kalben Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'i tasdik etmektir. Bu ise, iman mükellefiyetinden çıkmaya kâfidir. Bu şekilde iman edenin iman derecesi, tafsili iman derecesinden aşağıya düşmez. “Akâid Şerhinde” de böyle yazılmıştır. Ancak, iman icmali olarak söylenmişse icmâlen, tafsili olarak söylenmişse tafsîlen demek gerekirdi. Zira tafsilâtlı olarak söylenende tafsilat şarttır. Öyle ki icmali olarak iman eden bir kimse sorulduğunda namazın farz olduğuna, şarabın haram olduğuna inanmazsa kâfir olur. Sonra zaruretle bilinenden maksat, nazar ve istidlale ihtiyaç duymadan halkın bildiği dinî meselelerdir. Allah'ın birliği namazın farz oluşu ve şarabın haram oluşu gibi. Nazar ve istidlal kaydını koymasının sebebi, içtihatla ortaya konan hükümleri inkâr edenin ittifakla kâfir olmayacağına binâendir. Cesedlerin hasrı, âlemin sonradan var oluşu, Allah Teâlâ'nın cüzleri de bildiği konularında naslara dayanan hükümleri inkâr eden kâfir olur. Çünkü bunların zahiri mânada oldukları dinen kesinlikle bilinmektedir. Büyük günah işleyenlerin Cehennemde ebediyyen kalmayacağı hususunda varid olan hadisler böyle değildir. Çünkü büyük günah işleyenler hakkındaki deliller birbiri ile çelişmektedir.
Hülâsa, icmali imanın tafsili derecesinden aşağıya düşmemesi imanın aslı ile vasıflanmaktır. Yoksa icmali iman tam bilgi makamında elbette tafsili gibi değildir. Sonra iman mefhumunda ikrarı itibar etmek bazı ilim adamlarının mezhebidir. Şems'ül-Eimme el-Hulüvanî ile Fahr'ul-İslâm’ın tercih ettikleri husus da budur, ki ikrar imarda bir rükündür. Ancak, cebir halinde ikrarın düşmeye ihtimali vardır.
Cumhur'u Muhakkikin, imanın, kalb ile tasdik olduğuna meyletmişlerdir. İkrar ise dünyadaki hükümlerin icrası için şarttır. Çünkü kalb ile tasdik gizli bir iştir. Buna mutlaka bir alâmet ve nişan bulunmak gerekir. Kalbi ile tasdik edip dili ile ikrar etmeyen dünyaya ait hükümler bakımından mümin sayılmasa da Allah katında mümindir. Dili ile ikrar edip de kalbi ile tasdik etmeyen kimse ise aksine Allah katında kâfir, fakat dünyevî hükümler bakımından mümindir. Miras alır, cenazesi kılınır. Şeyh Ebû Mansûr el Mâtüridi'nin tercih ettiği görüş budur. Naslar da bu görüşe uygundur. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmi, Allah’a ve Peygamberi’ne muhalefete kalkışan kimselerle sevişir halde bulamazsın.Velev ki o muhalifler, babaları, yahut oğulları, veya kardeşleri, hısımları ve hemşireleri olsun.İşte allah, böyle zalim kimseleri sevmeyan bir kavmin kalblerine imanı tesbit buyurmuş ve kendilerini yüce katından bir rahmetle kuvvetlendirmiştir.”
“Kalbi imanla tatmin olduğu halde cebr edilenler müstesna.”
“Bedeviler biz gerçekten iman ettik dediler.Deki; siz kalblerinizle iman etmediniz. Ancak biz, müslüman göründük deyiniz.Henüz iman kalblerinize girmemiştir.”
“La ilahe illallah” diyen kişiyi muharebede öldürdüğü zaman Hz.Peygamber’in: Üsame b.Zeyd’e “Kalbini yarıp da doğru mu, yalan mı söylediğine baktın mı?” buyurması da bu deliller arasındadır.Bu hadis-i Şerif Kütübü Sitte’de rivayet edilmiştir.
“Şerh’ul- Makasıt” da şöyle deniliyor.”İkrar, dünyevi hükümlerin icrası için şart koşulunca açık bir şekilde devlet reisine veya diğer müslümanlara ilan edilmesi gerekir. İman için rükün kılınan ikrar ise böyle değildir. Bu ikrarda başkasına göstermese de bir kerre iman sözünü konuşması yeterlidir. Doğrusu, şer’i hükümleri iltizam üzerinde kaimdir.
Sonra kalbi ile tasdik edip dili ile bunu açıklamak istediği halde dilsiz olma ve benzeri engellerin mâni olduğu kişinin iman ettiğinde icma vardır. Bundan da anlaşılıyor ki, Kerramiye'nin inandığı gibi imanın hakikati, yalnız kelime-i şehadetten ibaret değildir.
Dostları ilə paylaş: |