Gecenin karanliğinda doğan işIK



Yüklə 1,01 Mb.
səhifə9/20
tarix29.07.2018
ölçüsü1,01 Mb.
#62256
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   20

Bu durumda insandaki irade “cüzi” iradedir diyerek konuyu kapatamayız. Bir irade tasarruf haline gelmeyince o iradeyi bir kimseye bağlayamayız. O halde konu iki vücȗd ve iki faaliyet tasavvuruna dayanmaktadır ki hakikat itibariyle insan her kudret ve iradeden mahrumdur.(Zira tek vücȗd vardır ve insan mahlȗktur!)

İnsan yaratılış özellikleri ve davranışlarıyla kendini yapılandan sorumlu görmekte ve kendinde irade ve kudret olduğunu zannetmektedir.

İrade konusunda herkesin anlayabileceği bir olay aşağıda anlatılmaktadır.

Vaktiyle ulemadan bir ulu kişi ilmi bir konuda hükümdarı uyarmak ister. Fakat hükümdarın etrafını alan ve o zȃtın ilmini çekemeyen kıskanç kimselerden hükümdara yaklaşamayacağını anlar. Buna bir çare arar, bir gün bir ders yapar, o dersinde; “İrade-i cüziyye denen şey yoktur” der. Hasedçiler bunu fırsat bilirler, derhal hükümdara yetiştirirler.

“Efendim! Ȃlim diye tanınmış olan filan zȃt, irade-i cüziyyeyi inkȃr etmiştir” derler.

Hükümdar o zȃtın ilmine güvendiğinden, herhalde bir gaye ile böyle söylemiştir diyerek huzurunda bir ilim heyeti oluşturur. O zȃt da huzura gelir. Hükümdar irade-i cüziyeyi inkȃr eden zȃta sorar: “ Siz ders verirken irade-i cüziyyeyi inkȃr etmişsiniz, aslı var mı?”


O zȃt, hükümdara hitaben: “Ben inkȃr da ederim, tasdik de ederim. Siz bende bir irade olduğunu kabul eder misiniz?”

“Evet.”


“Yani irade ile beraber icra kuvveti olan tasarrufumu da kabul ediyor musunuz?”

“Evet.”


“Eh, o halde irade ediyorum, hükümdar hazinesinin tümü halka dağıtılsın.”

Hükümdar ilim heyetine dönerek: “Efendiler, cevap verin” der.

Ortalığı sessizlik kaplar ve bazıları “ Laf oyunu, yaparak sizi şaşırtıyor” derler. Hükümdar “ Mugalata yapıyorsa siz de ilmen onu yıkın” der. Hasedçiler kıvranmaya başlarlar...

Yine o zȃt:

“Efendim, bunlar aciz kimselerdir, müsaade buyurulursa yine ben izah edeyim” diyerek şöyle buyurur: “ Burada irade sırf zȃt-ı hükümdarımıza aittir. Fakat ben bu huzurdan ayrılır evime gider isem orada irade bana ait olur. Orada eşime: Yemeği getir, sofrayı kur, şunu kaldır, bunu indir derim. İşte Allah’ın bazı kulları vardır ki; hükümdarların hükümdarı, her şeyin sahibi, din gününün mȃliki, ölmeyen, uyumayan, uyuklamayan, vücȗdu ile mevcȗd, sıfatı ile muhit, esmȃsı ile malȗm, ef’ȃli ile zȃhir, eserleriyle görülen Allah’ı Teȃlȃ hazretlerinin huzurundan bir an gafil değillerdir. Orada sırf “İrade-i İlahiyye” vardır... Fakat o huzurdan gafil olanlar için bir seçme, isteme hakkı (ihtiyar) verilmez ise toplumun düzen ve intizamı bozulur, insanlık biter...” (Yani o kişiler sorumluluğu almaz ise her türlü yanlışı çekinmeden yapabilirler)

Ey hakikat arayan!

İşte evliyaullahın, huzur-u Sübhani’den bir an gafil olmadığının farkında olmayanlar, hazret-i insanın mȃnasını layıkı ile bilmeyenler onlara dil uzatırlar. Enbiyanın varisleri olan onlarda Hakk’ın tasarruf ve iradesi tecelli ettiğinden dolayı hased ederler, çekemezler. Küçücük bilgileriyle onların hallerini ölçmeye kalkarlar, tecavüz ederler... Ne yapalım ki, tecelliyat-ı Sübhaniye böyledir...

***
VAHDET-İ VÜCȖD ( S: 118 )


“İbrahim ile beraber onun ateşine atıldım, ateşler ancak benim duam ile soğudu.

Musa, Rabbisine yalvarırken beraber idim. Musa’nın asası benim asamdan desteklendi.

Bela zamanında Eyyub ile beraberdim, onun belası benim duamla şifa buldu.

Ben, İsa ile beşikte konuştum.

Davud’a ses güzelliğini ben verdim.

Zȃkir, mezkȗr ve zikir benim.

Şȃkir, meşkȗr, nimete şükür benim.

Evet, zȃhir ve bȃtın içindeki gizli olan ȃşık ve dahi mȃşuk benim. Her bir sesin söyleyeni de dinleyeni de benim…”

Evet, Kerim olan yaratanını bilen ve varlık kaydından sıyrılıp kurtulmuş olan “Ȃrif-i Billȃh” veliler, irfan nurunun meşalesiyle Allah’ın kudret ve tecellilerini görür ve mutlak varlığı idrȃk ederler...

Her seviyede kendilerinin ayrı bir varlık olduğunu sanan kişiler ise, sorunlarını da maddi şeylerle çözebileceklerini sanırlar. Maddi olaylar içinde boğulan bu kişiler, ilahi aşk ile benliklerinden kurtulamazlarsa, iman sıcaklığıyla içilen irfan şarabının zevkine de varamazlar.

Ne güzel söylemişler:

“ Meleklerin yüksek makamlarından sunulan kȃinat kitabını oku ve iyice düşün, göreceksin ki o satırlarda “ Agȃh ol! Allah’tan başka her şey batıldır” ibaresi yazılıdır.

Hazret-i Mevlana’nın şu sözlerinde ne kadar incelik vardır:

“Gȃh güneş, gȃh deniz olursun, gȃh Kaf dağı, gȃhı Anka olursun... Sen zȃtında ne o, ne de bu olursun... Ey tasavvur edemediğimiz ve en yücelerden daha yüce olan, ilahi hakikatlerin sahibi, çok ȃli ve çok çok üstün olan Zȃt, sen suretsiz olduğun halde nice suretlerde tecelli edersin, bu tecelliler karşısında gören gözler hayrette kalırlar...”

Ey talib! Demir, ateşte körüklendiği vakit kendi rengini mahveder ve ateşin rengini alır. O vakit ateşlikten dem vurur. İşte o anda demir, “Ben ateşim” dediği gibi, insanın de mȃna ȃlemindeki mertebelerde beşeri ve insani özellikleri mahv olur da “nur-u vahdet” kendisine galebe çalıp hükmettiğinde “Ene’l-Hak” davasında bulunur.

Evet, demir kırmızılıkta madendeki altın gibi olur, sözsüz, dilsiz “Ben ateşim” der. “Evet, ben ateşim, eğer senin şüphen var ise, gel tecrübe et, elini dokundur bana! Ben ateşim ateş! Eğer sen zan ȃleminde geziyorsan getir yüzünü benim yüzüme koy. Bende nur-u ilahi zuhura geldi, bak ne hȃller zuhur edecek gör!” der.

İşte sȃlik de, Allah’ın nuru ile nurlanınca lisan-ı hȃl ile: “Ene’l-Hak” der.

Ey nur-u irfana talib olan!

Ȃdem, nur-u ilahiye mazhar olmasaydı melekler ona secde eder miydi?

Özetle: Görenler, Cenȃb-ı Hakk’ın işlerinden başka bir şeyi görmüyorlar.

Abdurrahman-ı Cȃmî hazretleri buyururlar ki: “Ne vakte kadar cismin nitelik ve niceliklerinden bahsedeceksin? Ne zamana kadar maden, nebat, hayvanlara ait söz devam edecek? Fiil ve sıfatların çokluğu seni vehme düşürüyor. Muhakkak olan ise; bir olan var olan “Zȃt”dır, çoklukta gördüğün “zȃtlar” değildir.”

Yine der ki:

“Yaratılmış tüm ȃlemde, bütün varlıklarda “nur” dan başka bir şey yoktur. O nur, çeşit çeşit görünmektedir. Cenȃb-ı Hak “nur” dur! Ȃlemlerde çeşitli şekilde zuhur eden O’dur...”

İşte tevhid de budur, bundan başkası vehimdir...

Bir misal verelim:

Vücȗd-u Hak; eksilmeyen, artmayan bir deniz gibidir. Onun üzerindeki dalgalar gidici, gelicidir. İşte ȃlem de bu dalgalardan ibarettir. O halde, iki zaman ve belki iki, an bȃki olmaz. Evet, her iş meydandadır: Deniz teneffüs edince buhar adını alır. Bu nefesle biriken bulutlar damlalarını saçınca yağmur olur. Yağmur sel olur, sel de nihayet denize ulaşıp fȃni olur, deniz olur...

Ne güzel sözdür:

“Sen sinede gizli olduğun halde, eyvah ki ben bundan gafilmişim. Gözde gören sen iken ben bundan gafilmişim. Yaşadığım müddetçe senin nişanını aradım. Meğer bütün cihan sen iken eyvah ki ben gafilmişim.”

Ey tȃlib!

Bazıları ȃleme “hayȃl”dir der. Evet, bütün ȃlem hayȃldir. Fakat daima onda bir hakikat cilve ettiği görülmez mi?

Vahdetin sırrı nedir bilir misin: Benlik günahından kurtulmaktır. Varlığı çokluk farzetme, bu hataya düşme, günaha girme.

İşte “Lȃ ilȃhe illallah” mübarek kelimesi bu evhamı gidermek içindir. Zira vücȗdda ancak bir ma’bud, bir maksud, bir mevcud vardır. Bunun zevkine varmazsan ikilik karanlığında vahdetin idrȃkinde şaşırırsın!

İlmi kendisine mal edenlerin birçokları burada bunalmışlardır. Esasen onların bu ilmi, ilim değil şuurdur. İlim ile şuur arasındaki farkı sorarsan: Şuur, hicabın(perdenin) arkasında olan şeydir. İlim ise öyle olmayıp, kat’idir, o ancak hicabın kalkmasıyla mümkün olur.

İşte bu ilme mȃlik olmayan kimseler, evliyaullaha kötü sözler söyler, hatta Mevlana’ya da dil uzatır ve Şeyh-i Ekber Muhiddin-i Arabi’ye küfre kadar giderler.

Bu velilere saldıranlar: “Hak ve hakikatden sapmışlar” diye söylenirler. Esas sapkın onlardır. Zira onların kalp gözleri şaşı olduğundan biri iki olarak görmüşler, hakikatler yerine yanlışlara dalmışlardır. Vahdetin sırrı, tasavvufun zevki sahte benliklerde oluşmaz.

“Bu dünyada kör olan, yani Cenȃb-ı Hakk’ın tecelliyatını göremeyen kimse ahirette de amȃdır, orada da göremez.” (İsra suresi, 72. Ayet)

“Hakk her an ayrı bir tecellidedir.” (Rahman- 29)

İşte bu dünyada amȃ olmamak için bu tecelliden gafil olmamak icab eder. Ȃrif olanlar daha dünyada iken makam-ı müşahedeye vasıl olurlar.

Mevlana Cȃmî hazretleri buyururlar ki:

“Benim istediğim dünya nimetleri veya ebedi bir hayat değildir. Senin gönlün ne isterse ben de onu isterim başka şey istemem.”

Ey tȃlib! İşte hakiki aşk da budur. Hakiki insanın sermayesi aşktır, aşk... Aşk da maşukun rızasıdır. Ȃşıkın, cananının arzusundan başka arzusu olamaz. Eğer varsa, o, cananına ȃşık değil, kendi arzusuna ȃşıktır.

Şunu iyi bilmek lazımdır ki, Allah’ü Teȃlȃ’ya götüren yollar mahlȗkatın nefes sayısından da fazladır. Fakat başlıca üç yol ȃşikȃr surette görülür.

Bu yollardan birincisi, Zühd yoludur.

İkincisi, Tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb yoludur

Üçüncüsü de, Aşk yoludur.

Bunlardan birincisi ile Hakk’a vasıl olanlar pek azdır. İkicisi ile Hakk’a ulaşanlar ondan daha fazla olur. Fakat üçüncüsü ile yani aşk yolu ile vasıl-ı Hakk olanlar daha yolun başında diğerlerinin yol sonundaki feyizlerinden daha fazlasına mazhar olurlar. Zira hakiki aşk, kalbden masivayı çıkarır. Yani kalb ile kalıbın vazifesini ayırır. Kalb, bütün eşyada Allah’ın tecelli ettiğini unutamaz. Bunu hȃl olarak zevk etmek bir zikr-i daimidir, bir huzurdur...

Bu husus Kur’an’da, “Allah-ü Teȃlȃ’yı ayakta iken ve otururken zikrediniz” (Nisȃ-103) diye ifade olunmuştur.

Keza: “Cenȃb-ı Hakk’ı çok zikrediniz, elbette felah bulursunuz” (Enfal-45) diye emredilmiştir. Allah’ı unutanlar iyi bilsinler ki, Allah-ü Teȃlȃ da onları lütfundan unutmuştur.

Vahdet-i vücȗd, hakikat ehline göre vücȗdun(varlığın) birliği demektir. Sufilerin inancına göre varlık birdir ve o ise Cenȃb-ı Hakk’ın varlığıdır. Bu varlık, vacib(zorunlu), ezeli ve kadimdir. Artıp, eksilmeyen ve değiştirilemeyen bu mutlak varlığın şekil, suret ve sınırı yoktur.

Hakk varlığı, yaratılmış tüm şeylerin göründüğü bir ayna gibidir. Cenȃb-ı Hakk zȃtı ile değil ama ef’ȃl ve sıfatlarıyla çeşitli mahlȗkatta tezahür ve tecelli etmektedir. Bu yönden de eşya O’na ayna olmaktadır...
Ne güzel misal vermişler:

Güneş ışığı aynı olduğu halde muhtelif renklerle renklenmiş olan camlardan yansıdığı zaman türlü türlü renklerde görülmektedir. İşte, bu aynı olup da farklı belirtiler gösterme durumu, Hakk’ın halk ve ȃlemdeki belirmesi, tecelli etmesi gibidir.



Şu halde ȃlem, Hakk’ın zȃhiri, Hakk ise ȃlemin bȃtınıdır. Mutlak varlık Hakk’ın zȃtının aynıdır. Eşyanın hakikati kendinde değil fakat Hakk varlığı içinde düşünülmelidir.

“Allah mevcud idi, O’nunla beraber mevcud bir şey yok idi.” Cümlesine, İmam-ı Ali kerremallahü zȃtehȗ hazretleri şöyle eklemişlerdir: “El’ȃn kemȃ kȃn” (şimdi de olduğu gibidir)

Ey hakikat arayan!

İşte “vahdet-i vücȗd” kavramının hakikat ehlince anlamı; varlığı, Cenab-ı Hakk’ın varlığı olarak anlamaktan ibarettir. Hakikat zevkine varamayan, marifet neşesini duyamayan bazıları; “Efendim, eşyada kötü ve pis denilen özellikler de var, buna ne demeli?” derler.

Dikkat! Bazı eşyada görülen kötü özellikler o şeyde kalıcı değildir. Zira belirmiş olan bir karakter, diğerlerine karşı uyumlu veya uyumsuz durumda olmaktadır ve o şey diğerlerine göre uyumlu ise iyi, uyumsuz özellikte ise kötü olarak nitelenmektedir, yani iyi ve kötü göreceli, yanlı tanımlardır. Diğer bütün özellikler de böyledir. Lezzet, elem, mutluluk, kabalık, güzellik, çirkinlik gibi... Özetle, külli hakikatin hükümlerine göre yaratılan varlıklar için kusur, ayıp, noksan, düşünülemez. Zȃt’ın kadim ve ezeli olan sıfatlarında olumsuzluk imkȃnsızdır. Kȃinatta gerekli görülen olumlu veya olumsuz şeyler, ilahi hükümlere göre zȃhir olmaktadır.

Şuna dikkat edelim ki, bir elektrik sisteminde eksi kutub ile artı kutub birleşince devre tamam olur, böylece enerji güce dönüşür, bu zorunludur. Hakiki arif kişi için de “şer” yoktur. Onlar: “hayrihi ve hayrihi minallahi teȃlȃ” derler. Zira surette şer gibi görünen şeyler, hayr’ın mütemmimidir(tamlayanıdır).

Yine ne güzel bir misal vermişler:

“Musikide yalnız tam perdeler ahengin tümünü yansıtamaz, yeterli değildir. Evet, ahengin tam anlamıyla meydana gelmesinde yarım hatta dörtte bir perdelerin de kullanımı gereklidir.” İşte bir oluşumun tamam olması için de bazı noksanlı unsurların varlığı zorunlu olabilmektedir.

“O Allahü Azimüşşan ki her şeyi en güzel halk etmiştir.” (Secde-7) ayeti huzurunda huşu ile dur! Mevcudattan hiçbir zerreyi hȃkir görme.

Şunu iyi bil ki: Ehl-i kemȃl, yani peygamber varisi kȃmil zȃtlar güzel suretlerle kayıtlanmış değillerdir. Onlar bu kȃinat aynalarında Hakk’ın güzel işlerinden cemȃl-i mutlak’ından başka bir şey düşünmezler de:”Hakikat gözüyle bakıldığında görünen ancak Allah’tır. Evet, her şey Hakk varlığı ile kaimdir ve onun sevgisiyle daimdir. Her şey sıfatının zuhurudur, fakat fȃni olarak yaratıldığından ne kadar kemȃl sahibi de olsa bir faniye ibadet edilemez. İbadet ancak, ilahi ve kutsi vahdet sahibi, kȃinattaki şekil ve suretlerde sıfatlarıyla tecelli eden ALLAH’a mahsustur.” derler.

Yine ne güzel söylenmiştir:



“Ȃşık maşukunu hangi elbise içinde görse yine onu tanır, bilir. Ȃrif de her surette Rabbisinin mütecelli(görünen, ortaya çıkan) olduğunu bilerek gafil olmaz.”

Demek oluyor ki; hakiki varlık “Bir” dir. Eşya, hayȃl ve serab gibidir. Zira her an değişim ve dönüşüm içindedir. Bir anda mevcud görünen suretin yerine onu izleyen yeni bir suret kaim olmaktadır. Bizim o şeyi değişmemiş asıl bir şeymiş gibi görmemiz, bu daimi değişimi fark edemeyen aciz yaratılışımızdan dolayıdır.

Bir misal verelim: Bir kimsenin gençliğinde çıkarılmış bir resmi ile ihtiyarlığında alınmış bir resmini yan yana getirelim, imdi bu iki fotoğrafın farkını o aralıkta geçen zamana taksimi mümkün olsa, bundan her ȃn’a bir şey isabet edeceği pek tabiidir. Yani kendisinin her an değiştiği anlaşılır.

Yalnız ruhlar değişmiyor, neden? Aslı bir de ondan!

Diğer bir misal daha verelim:

Kar, buz, su buharı, bunların hepsi de su olmakla beraber değişik şekillerde görünür. Bize başka suretlerde görünse de hepsinin kaynağı ve özü sudur.

Kar, buz, vesaire hayali cisimler olmayıp, suyun başka başka suretlerde görünmesidir, ancak kendi fiziki yapıları itibariyle ayrı cisim özellikleri gösterirler. Duygularımızla akıl yürüttüğümüz için bu suretleri ayrı, ayrı cisimler gibi algılarız.

Mutasavvıfların eşya için “vehm ü hayȃl” demelerinin nedeni ise kȃinatta Hakk varlığı dışında bir şey görmemeleri itibariyledir.

Netice olarak; mevcudat duyu organlarımızla bize hakiki birer varlık gibi görünse de gönül gözü ile basiretle bakıldığında vehim ve hayȃldir...

“Eşyanın hiçbir hakikati yoktur” diyenlere karşı ise tasavvuf erbabı, eşyanın hakikati olduğunu ve eşyada tecelli edenin Cenȃb-ı Allah’ın varlığı olduğunu beyan ederler.

Sufilere göre hayat, ilim, irade ve kudret gibi ilahi sıfatların her biri birer hakikat-i külliye olup, bunlar Hȃlık ile mahlȗka şamildir. Örnek olarak, suyun hakikati bir olduğu halde araziye göre tatlı, acı, tuzlu olabilmektedir. Bu sıfatlar Cenȃb-ı Hakk’ta tam ve mükemmel olduğu halde, mahlȗkatta bunlar istidat ve kabiliyetlerine göre değişik derecelerde olmaktadır.

Bunlarda hayat sıfatı zȃt’dan gelir ve hayatsız(cansız) hiç bir şey yoktur.

“Hiç bir şey yoktur ki Allah-ü Teȃlȃ’yı tesbih etmesin.” (İsra-44)

Tesbih eden her şeyin diri olması lazımdır. O halde mevcudatın hepsi canlıdır.

Söylediğimiz sıfatlar Hakk’a ait olup, mahlȗkatta bu sıfatlar değişik miktar ve özellikteki etkiler şeklinde zuhur eder.

Dikkat! Şunu iyi bilmek gerekir ki: Mahlȗkat, bağımsız olarak kendine ait varlık sahibi değildir, Hakk’ın varlığı ile kaimdir. Bundan dolayı mahlȗkatta görünen gelişmeler hakikatte Cenab-ı Hakka aittir. İnsan ve diğer yaratılanların hepsi, istidat(yetenek) ve kabiliyetlerine göre ilahi sıfatların mazharlarıdır. Yalnız, mazhar-ı küll, hazreti insan-ı kȃmildir.

Sultan-ı Resul Efendimiz:

“Allah, Ȃdem’i kendi sureti üzere yarattı” buyurmuşlardır. Suretten murad: Esmȃ ve sıfat’dır.

Şunu da iyi bilmek icab eder ki: Mertebe-i Tevhid ancak zevk ile fehm(anlayış) olur. Allah dostları: “Cenab-ı Hakk’ın cemȃli, her mir’atda(aynada) cilve yapan esmȃsı ile görülür” derler. Ve bu tecellilerin yani vahdetin kesret olarak görünmesi olduğunu şöylece anlatırlar: “Mesela: Güneş bir güneş olmasına karşı, sonsuz genişlikteki ufkun her noktasında parıldar. O noktaların her birinde cemȃlin nurları çeşit çeşit yayılmaktadır... Her ismin bir pırıltı gibi düşünülmesi de erbabının hissedebileceği güzel bir özelliktir... Bu sonsuz ortaya çıkış noktaları sıfatlanmış eserleri gösteriyor... Bu eserleri ortaya koyan sanatkȃr, yani yaratan acep kimdir? Bu sıfat ve isimler, eserler, kȃinat ve ȃlemdir ve tüm varlık ise Zȃt’a ait olup, aslı Zȃt’dır, zira Allah cȃmi’dir.(cem eden)”

Hazret-i insan-ı a’zam, bu mübarek sözlerle bizi titretir, akıl, mantık burada tıkanır. Yine vahdette kesreti, Ma’bud ile mahlȗku, Hȃlık ile yaratılmış ȃlemleri ayırarak; “ Lȃkin bu varlık ȃlemindeki ikilik sadece görüntü olup, hakikatte Zȃt’ın varlığından gayri bir şey mevcut değildir” buyururlar.

“Bir şey diğer bir şeyin aynıdır” demekle iki şeyin nitelik ve nicelik olarak eşit olduğunu söylemiyoruz. Yani; ben deryadan bir katre su alıp da, bu katre deryanın aynıdır dersem; katrenin derya ila aynı yüzey, büyüklük, görüntü ve vasıflarıyla örtüştüğünü iddia etmiş olmam. Derya yine derya... Katre yine katre... Bu sözümle katrenin derya olmadığını ifade ediyorum. İşte vahdet ehli: “Ȃlem aynı Zȃt’dır” demeleri, ne Cenȃb-ı Hakk’ın ȃlemden ibaret olduğu, ne de, ȃlemdekilerin Allah olduğunu ifade etmez. Cenȃb-ı Hakk yine Hakk, ȃlem yine ȃlemdir. Yalnız ȃlemin ilahi varlık dışında ayrı bir varlığı yoktur.
Burada şunu belirtelim ki, sufilerin vahdet-i vücȗd hakkındaki mübarek sözleri Kur’an-ı Mübin’e ve Habib-i Ekrem’in sözlerine dayanmaktadır. Şimdi ayet ve hadislerden bazı örnekler verelim:

“Onları siz katletmediniz, Allah katletti ve attığın vakit de sen atmadın, Allah attı.” (8/17)

“Ey Ekmel er-Resul! Sana Kur’an’ı okuduğumuz vakitte sen onun kıraatini dinleyip tekrar et.” (75/18)

“Rahman olan Allah Kur’an’ı öğretti.” (55/1)

“Nefisleri ölüm anında Allah öldürür.” (39/42)

(Dikkat edilirse bu ayetlerde fiilleri yapan (fail) insan veya melek olmayıp Allah olduğu açıkça ifade ediliyor!)

“Evvel, Ahir, zȃhir ve bȃtın O’dur.” (57/3)

Bu ayet-i kerimenin tefsirinde ümmi bir ehl-i hȃl ile, zȃhir ilmiyle mağrur bir zȃtın görüşmelerini anlatacağız.

Ümmi fakat hakikat ehli olan bir zȃta, birçok kitapları okuyan ve dolaysıyla kendini beğenmiş bir zȃt, dostlarının teşviki(özendirmesi) ile bir gece ziyaretine gidiyor. Hücreyi bir gaz lambasının ışığı aydınlatıyor. Selam ve hoşbeşten sonra ilmine güvenen zȃt, yukarıdaki ayeti okuyarak diyor ki: Cenab-ı Hakk burada evvel, ahir, zȃhir, bȃtın kendi olduğunu beyan buyuruyor. Hakk, aşikȃr olduğunu söylüyor, fakat ben göremiyorum, efendi, siz bu ayete nasıl mȃ’na verirsiniz? Deyince, o ümmi ȃrif olan zȃt, önündeki lambayı üfleyip dinlendiriyor(söndürüyor), odanın içi zifiri karanlık oluyor ve soruyor: “Karşıdaki rafın üstünde bir çıkın var, görebiliyor musun?”

“Hayır.”


“Arkandaki köşede bir şey var görebiliyor musun?”

“Hayır.”


“İhtimal bu ışık olmadan evvel kapıyı açsaydınız beni de göremeyecektiniz. İmdi, ışık olmadığı için odanın içindekileri göremezseniz hücrede olan şeylere yok mu diyelim?

Misafir kendi bilgisinin bir hiç olduğunu anlayarak “Bana hakikati öğret” diye yalvarmaya başlıyor.

*

Şimdi sufilerin vahdet-i vücȗd hakkında hadislerden getirdikleri delillerden birkaç tanesini arz edelim:



Resul-i Ekrem Efendimiz buyuruyor:

“Hiçbir kimse sadaka vermemiştir ki, o sadaka Allah’ın eline düşmeden dilencinin eline düşsün.”

“Allah-ü Azimüşşan hazretleri kıyamet gününde: “Ey ȃdemoğlu! Hasta oldum da beni ziyaret etmedin” diyecek. Kul şaşıracak: “Ya Rabbi! Sen Rabbü’l-ȃleminsin, ben seni nasıl ziyaret ederdim?”

Cenȃb-ı Hakk cevap verecek:

“Biliyor musun? Filan kulum hastalanmıştı, onu ziyaret etmedin. Bilmiyor musun ki, eğer onu yoklasaydın beni onun yanında bulacaktın.

Ey ȃdem oğlu! Ben senden yiyecek istedim sen beni doyurmadın.”

“Kul hayrette kalarak: “Ya Rabbi! Sen ȃlemin Rabbi olduğun halde ben seni nasıl doyururum?” der.

Cenȃb-ı Hakk yine cevaben: “Bilmiyor musun, filan kulum senden yiyecek istemişti, sen onu doyurmadın. Yine biliyorsun ki, eğer onu doyursaydın beni onun yanında bulacaktın.”

Dikkat edersek: Peygamberin bu sözünde Cenȃb-ı Hakk; hasta olmak, yiyecek ve su istemek gibi kula ait sıfatları kendisine nisbet buyurmuştur.

Diğer bir kutsi hadis:

“Kulum, farz kıldığım ibadetler gibi hiç bir şeyle bana yaklaşamaz. Ben onu sevinceye kadar nafilelerle de bana yaklaşmaya devam eder. Bir kere onu sevdiğimde artık onun kulağı, gözü, dili, eli, ayağı ve gönlü olurum. Artık benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur, benimle yürür, benimle akleder ve tutar.”

Dikkat edilirse Cenȃb-ı Hakk, insan-ı kȃmili bȃtın suretinde kendi sıfatı ve esmȃsı ile yaratmıştır.

Yine bir emr-i Muhammedide şöyle buyrulmuştur: “Beni gören muhakkak Hakk Teȃlȃ’yı görmüştür.”


İmam Ali (k.z) hazretleri de: “Ben görmediğim Rabbe ibadet etmem” buyurmuşlardır. Yine İmam Ali (k.z.) efendimizin şu sözlerinde ne büyük incelikler gizlenmiştir: “Senin devan sendedir, hȃlbuki sen bilmezsin. Ve marazın da sendedir, fakat sen onu göremezsin. Sen kendini küçük bir cisim zannedersin. Hȃlbuki bu ȃlem-i ekber sende dürülmüştür. Yani sen kȃinatın toplu bulunduğu yersin. Görünmeyenin görüneni sensin. Senin sırrın sana yeter.”

Ey hakikat yolcusu!

En evvel yaratılan külli Ruh olup buna “Hakikat-ı Muhammediye” de denir. Bu husus “ Allah-ü Teȃlȃ’nın en evvel halk ettiği şey benim nurumdur” hadisiyle sabittir.

Dikkat edin! Cenȃb-ı Hakk, ȃlemi zorunlu olarak değil kendi isteğiyle yaratmıştır. Sufilere göre ȃlem Cenȃb-ı Hakk’ın varlığı içinde zȃhir olmuştur ve her şey diridir. Çünkü hep yaratılanlar, her şey, Allah-ü Teȃlȃ’yı tesbih etmektedir. “Semavatda ve Arz’da olan her şey Allah’ı tesbih eder” (64/1)

Özetle: Varlık alanında Hakk’tan başka bir şey yoktur. Her şey Zȃt-ı Ehadiyette yok olan ilahi işlerden, oluşlardan ibarettir. Ondan başka işitilen ve işiten yoktur. “Doğu da batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır...” (2/115) Ayet-i kerimesiyle her şey açıkça belitilmiştir.

Kelime-i tevhidin cem ettiği hakikatların tefsirinde Cenȃb-ı Gavs, açıkça izah ile buyururlar ki:

“Nefsi nefsinden bir parça ayırdın başka şeyler oluşturdun. Fakat bu, senden kesinlikle ne ayrıdır ve ne de senle birleşiktir. Bu öyle bir zıtlık kavramı ve sırrıdır ki; hakikatıyla anlaşılması için, buluşma ve ayrılığı ayrı düşünmemek ve fakat tecellilerin farklılığını da görmek icabeder. Elbette bu görüş ve düşünceye ulaşmak manevi olgunlaşmanın amacı ve sonucudur. Bu anlayışı az veye çok zevk eden birçok kȃmil bulunmakla birlikte tam anlamıyla zevk edenler oldukça azdır.”

İşte sofiyye hazeratının(sufiler) vahdet-i vücȗd’a olan inançlarının Panteizm mezhebi ile hiç bir alakası yoktur.

Hazret-i insan, bunları söyledikten sonra buyuruyor ki: “Halk, kar gibidir, sen ise kar’ı meydana getiren, o karda vücȗd olan su demeksin. Lȃkin karın erimesi ile görüntüsü kaybolsa da suyu kaybolmaz. Burada su asıl kaynak, kar v.b. ise tecelli suretleridir…”

Aman ne hooş, ne kadar zarif ve güzel bir benzetme… Hakk ile halkı tevhid ile beraber tefrik(ayırd) eden bu misal gözleri kamaştırır.

Gavs-ı A’zam devam buyurarak: “ Birbirine zıt tecelliler dahi sonsuz fiilleriyle, sıfatlarıyla hepsi Vahid olan Hakk’tan dağılan harikalar olarak zuhur etmektedir. Yani hiçbiri birbirine benzemeyen sıfatlar ve fiiller daimi var olan Zȃt-ı Vahid’in var edip yok ettiği kendine ait tecellileridir. Onlar ayrı ayrı görünseler de herbirinde görülen o Şehnaz-ı Vahdet(vahdet güzelliği)’dir.”

O hazret-i insan, güzellik ve çirkinlik tecellilerini de şöyle tarif buyurmuşlardır:

“Ȃlemde çirkin görme, zira çirkin gördüğün, çirkinlik, o benzersiz güzellik sahibinin güzelliğini, kemȃlini anlayabilmek için bir kıyastır, ölçüdür. Surete bakarak şaşırma, her tür mahlȗkun arkasında Hakk’ın nurları yayılmaktadır.(hikmetini düşün). Eğer Zȃt’ın nurlarının görünme yeri Ȃdem’in yüzü olmasaydı hiç melekler ona huşu ile secde ederler miydi? Evet, meleklerin Ȃdem’e ettikleri secde, hakikatte Allah’a idi…”

Dikkat edilirse perdelenmiş olanlar Ȃdem’e yapılan secdeyi Cenȃb-ı Hakk’ın emrine uyularak yapıldığını anlarlar. Evliyaullah olan ulu zȃtlar ise bu secdenin, Hakk’ın mazhar-ı tammı(Hakkın göründüğü yer) olan Ȃdem’in hakikatine olduğunu beyan ile hakikati açıklıyorlar… Demek ki, Ȃdem’in yüzündeki sır, kıblegah-ı hakiki olup, onda görünen Rahman’ın nurlu tecellisidir…

Yine o Zȃt-ı ȃli şöyle diyor: “Eğer İblis’in gözleri Ȃdem’in yüzündeki ilahi sırrı görebilseydi hiç isyan edebilir miydi? İtaatten başka bir şey yapabilir miydi?”

Ey hakikat arayan!

Cenȃb-ı Hakk’ın meleklere, Ȃdem’e secde hususunda ne şekilde hitab buyurduğunu bilir misin? Bu hitab hazreti Ȃdem’in lisanıyla oldu. İblis bu hitabın Hakk’tan olduğunu anlamadı da, inkȃrı bundan oldu…

Hazreti Gavs diyor ki:



“Zȃt’dan mahcub(perdeli) ve gafil olma. Zira ki, Zȃt yani Zȃt’ın göründüğü yer sensin. Çünkü Sübhan’ın tüm tecellilerinin zuhur etttiği, sıfat ve fiilleriyle açığa çıktığı varlık sensin… Bu tevhide ait önemli konuda hemen delil isteme, zira bu oluş aklın ötesindedir…”

Nitekim hadis-i şerifde zikredildiği gibi:

“Allah-ü Teȃlȃ, Ȃdem’i kendi sureti olan hakiki bir suret üzere yarattı ve hayat, ilim, irade, kudret sem’i, basar ve kelȃm gibi sıfatlar ve güzel isimleriyle donattı. İşte bu niteliklerle insan Hakk’ın sıfatlarıyla yüceldi…”

Ey hakikat arayan, dikkat et!

Hakk’ın kulda zuhuru dolaysıyla kulun Hakk olması gerekmez. Nitekim hadisi kutside buyurulmuştur: “Nefsini bilen Rabbini bilir.”(Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu) Yani: Bir kimse varlığının geçici ve görece bir varlık olduğunu ve istek dışı hareketlerle hayatını sürdürebildiğini bilse anlar ki, varlığı Rabbine aittir…

Bu mertebeye ulaşmış insanın kabul ettiği veya reddettiklerinin hepsi de Hakk’tandır. Onun için hazreti insanın kalbini kırmaktan çok sakınmalıdır. İnsan-ı Kȃmil Hakk’ın nüshası, ilahi bir kitaptır…


Ey tȃlib!

Eşya, suret-i Hakk’tır. Fakat bunun içinde olan hakikat ancak sır gözü ile görülebilir. Yalnız dünyadan kurtulan takva sahibi kişiler Zȃt’ın cemȃlini müşahede edebilirler. (Hakk’ın kayıtlı olamayacağını da bilmek gerekir.)

*

Evet, ehadiyyet, dalgasız deniz, vahidiyyet ise dalgalı deniz gibidir…



*

İnsanın seyrine dünyada ve ahirette nihayet yoktur. Öyle bir ilme ȃlim kılınır ki onun zevki ölçüsüzdür. Ȃdem’in arza inmesi bu ilim içindir ki, zuhurat aşk nedeniyle olmuş ve aşk ise derd ile örtülmüştür. Cennette ise dert ve bela yoktur. Enbiya ve evliya çok belalara göğüs germişlerdir.

*

Resul-i Zişan efendimiz: “Kur’an-ı Mübin ayetlerinin birinin içinde yedi adet bȃtını(anlamı) vardır” buyurmuşlardır.



*

Fatihatü’l-Kitab: Seb’a-i mesȃni’den(iki yedili) ibaret olup, bu da yedi sıfatı gösterir ki, bunlar: Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basar ve Kelam’dır.


Bir hadiste de “Cenȃb-ı Hakk, Fatiha’yı kulu ile kendi arasında taksim etti” buyurulmuştur.

Bu emr-i Muhammedi ile vücudun, “halk” ile “Hakk” arasında taksim olunduğunu da işaret ediyorlar. Zȃhir olarak “halk” olan hazret-i insan, bȃtını itibariyle “Hakk”tır. Şu halde vücȗd, zȃhir ve bȃtın arasında taksim olunmuştur… Bu anlatımlar mana ile ilgili olup yanılıp maddi duygulara göre düşünme… Hazret-i insan kȃinat kitabının “Fatiha”sıdır…

*

Bahr-i hakikatın gemisi Allah ismi ile yürür, Allah ismi ile durur. Başka bir isimle yürümez, durmaz. Kalb gemicisi tevhid denizinde “Allah” ismi gemisine biner, Rahmaniyyet rüzgȃrı da eserse, im-i Rahim’in rahmet ve hidayetiyle sahib-i Zȃt’a erişir.



*

Mesneviden Hikmetler:

Hazret-i Mevlana buyuruyor:

Şeytan-suret olan kimsenin Allah, illallah demesine, tevhid ü teşbihine itimat etme. Ona itimat eden kimse, dünya savaşında baş üzere düşer, ona ayak uyduran, İslam yolunda tepesi üzere gelir.

Dost yüzlü düşmandan çok sakın! Onun hilesine kanarsan din yolunda sırat köprüsünün üstünde beyin üstü düşersin.

*

Ervȃh ȃleminden canlar bu görünür ȃleme döküldüler. Ne yapalım ki, iyilerle kötüler bu ȃlemde birbirine karıştılar.



*

Bazı dostların toplantısı vasıtasıyla, yahut bir ağızdan zikrullah yapmaları veye semȃ ve safȃ kılmaları nedeniyle kalbe bir hȃlet yansıması olursa o takliddir; ona mağrur olmamak lazım gelir. O zevk kesilmez devam eder, vasıtalı, vasıtasız kesilmeden tecelli ederse, iş tahakkuk etmiş demektir ki, o kimseye muhakkik denir.

*

Gözünde kıl olan etrafını görebilir mi? Kafa gözünde kıl olan etrafı göremezse, gönül gözünde masa, kasa, mevki hırsı olan, hakikat hȃlini müşahede edebilir mi?



*

Kişi yedi yüz perde ve mertebeyi geçti mi deniz kesilir. Aynen bahr-ı vahdet olur. Yani kendi varlık, benlik zannından, vehminden kurtulur da o mertebede kendisinin deryanın dalgalarından bir dalga olduğunu temȃşȃya(seyretmeye) başlar. O vakit anlar ki, ben, ben değilmişim… Ben deniz değilmişim, denizin dalgası imişim… Dalga… Dalga…

*

Hakk’ın nȃrı da vardır, nuru da vardır. Nȃrında yanmadan nuruna yol yoktur. Kalb, nȃr-ı aşka müptela olmalı ki, Tecelli-i cemȃl-i Zȃt’a mazhar olabilsin..



.
***


Yüklə 1,01 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin