Gecenin karanliğinda doğan işIK


Peygamberimizin isimleri kaç tanedir, bunları nasıl almıştır, anlamlarına ilişkin neler söylenebilir?



Yüklə 1,01 Mb.
səhifə20/20
tarix29.07.2018
ölçüsü1,01 Mb.
#62256
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20

Peygamberimizin isimleri kaç tanedir, bunları nasıl almıştır, anlamlarına ilişkin neler söylenebilir?

Efendimizin isimleri pek çoktur. Bunların sayılmışı vardır, sayılmamışı vardır. Efendimizin âlem-i melekuttaki ismi başkadır, âlem-i dünyadaki ismi başkadır, âlem-i ervahtaki ismi başkadır. Ayrıca sıfatları vardır. Bu sıfatlar Medine’de Mescit-i Nebevi’nin kıble duvarına Osmanlı zamanında yazılmış, herkes öğrensin diye oraya hakkedilmiştir. Ancak nasıl Cenab-ı Hakk’ın esma-i şerifesi doksandokuzla sınırlı değilse; -çünkü maalesef bu yanlış biliniyor. Allah’ın doksandokuz ismi vardır deniliyor. Böyle değildir. Hadis-i Şerif’te “Allah’ın isimleri içerisinde şu doksandokuz tanesini iksa ediniz” buyuruyor Resulullah Efendimiz. doksandokuzdur demiyor ama bunu maalesef halkımız böyle anlıyor. Yanlış bir anlayıştır.- Nasıl Cenab-ı Allah’ın Esma’sına sınır yoksa, Resul-u Kibriya’nın da esmasına sınır yoktur. İbn Arabi Hazretleri “tesbit ettim ve her esma-yı ilahinin gölgesinde Resul-u Kibriya’nın Esma’sını gördüm” buyuruyor. Onbin civarındadır. İbn Arabi hazretlerinin sayabildiği kadarıyla ki Cenabı Hak’kın da Resullullah’ın da Esma-i Şeriflerine hudut koymak hiç kimsenin haddi değildir, on binle bile sınırlı değildir.
 

Bir eş, bir baba, bir dede, bir kumandan, bir dost ve arkadaş olarak Efendimiz’i nasıl anlatırsınız?

Resulullah Efendimiz’in pek çok sıfatı vardır. O sıfatların şahikasını, zirvesini, doruğunu yaşamıştır. Çok şefkatli bir baba, çok sevgili bir eş, çok muktedir bir kumandan, çok ince görüşlü bir diplomat gibi bütün sıfatlarında en ince ve en yüksek halleri yaşamıştır. Bazı misaller arz edelim. Resulullah Efendimiz dünya metaına ehemmiyet vermemiş sair peygamberan-ı kiram gibi dünyevi mirası kalmayacak kadar fukara yaşamıştır. Hz. Süleyman çok zengin gibi görünür ama şahsi malı değildir, devletin malıdır. Kral olmak itibariyle şahsi malı değildir, Hz. Süleyman’ınkiler de… Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz oynamak için yavru deve satın almasını istiyorlar. Bizim çocuklarımızın bizden kuzu istedikleri gibi… Efendimiz buyuruyor ki; “Yavrularım onu alacak para yok. İster misiniz ben deve olayım size?” deyip dört ayak üstüne gelip, torunlarını sırtına alıp oynatacak kadar müşfik bir dededir. Hz. Ayşe validemiz anlatıyorlar: “Resulullah benden su isterlerdi, bir kap içerisinde götürürdüm. “Evvela sen iç ya Ayşe” derlerdi. Ben bir yudum içerdim. Sonra içtiğim yere ağzını denk getirip oradan içerdi.” Eşine, zevcesine böylesine iltifat edici bir eş. Sevde validemiz, Safiye validemizle evlendiği zaman Efendimiz: “Ben artık ihtiyarladım. Sana hem eşlik, hem ev hizmeti göremeyecek haldeyim. Beni boşarsın diye çok korkuyorum.” dediğinde Efendimiz gamını dağıtmak için şaka yapacak kadar da latif bir eştir. “Niye istemiyorsun benden boşanmak? Fena mı serbest kalırsın. Bak bir sürü iş veriyorum ben sana vs. gibi.” “Hayır ya Resulullah, Kıyamet gününde sizin zevceniz olarak haşrolmak isterim. Onun için boşanmamızdan korkarım” buyuruyor Sevde validemiz. Efendimiz teselli buyuruyorlar. Sevip okşayıp olmaz öyle şey ölünceye kadar beraberiz buyuruyorlar. Böyle bir eş, böyle bir dede. Oğlu İbrahim (as) vefat ettiği zaman kendisine telkin veren müşfik baba. Fakat Ashab-ı Kiram Efendilerimiz hazaratı içinde dahi Efendimizin bu inceliğini idrak edemeyecek zevat vardı. Efendimiz ağladığı zaman “hani sen bize ağlamayı yasaklamıştın” diyecek kadar sözü yanlış anlayanlar…“Ben size ağlamayı yasak etmedim. Ben size yaka yırtmayı, bağırıp çağırmayı, niye evladımı benden aldın diye Allah’a kafa tutmayı yasakladım” buyuruyorlar. Kumandan Resulullah olarak da Efendimizin Uhud gazvesindeki stratejisi ders kitaplarında okutulacak kadar önemlidir. Diplomat olarak Hudeybiye Anlaşmasındaki hali, harekȃtı, tavrı, Hz. Ömer tarafından dahi itirazla karşılanan ama çok uzak görüşlü, muhatap tanınmak inceliğine dayanan, çok ince bir diplomattır. Bütün ahvali Efendimizin bütün sıfatlarında böyle en yüksektir.


 


Ehl-i Beyt tabiri neyi ifade eder? Ehl-i Beyt’i sevmek ve saymak, o kutlu aileye ve nesle bağlı olmaya çalışmak ne anlama gelir?

Biz hep Amerikalılara kızıyoruz, kelimeleri kısaltıp konuşuyorlar diye. Ama biz de yapıyoruz aynı şeyi. Ehl-i Beyt deyip geçiveriyoruz. Hȃlbuki onun tamamı Ehl-i Beyti Mustafa’dır. Ehl-i Beyt kelimesi yetersizdir; çünkü hepimizin beytimiz var, ehlimiz var. Ehl-i Beyt, “ev ahalisi” demektir. Ehl-i Beyt-i Mustafa; “Mustafa’nın ev ahalisi” demektir. Biz ayran, limonata, çay vs. içeriz ama onlarla abdest alamayız. Çünkü, ayran, limonata, çay temizdir ama temizleyici değildir. Asit temiz değildir ama temizleyicidir. Kâinatta hem temiz hem de temizleyici olan şey vardır. Biri su, biri Ehl-i Beyt-i Mustafa. Hem temiz, hem temizleyicidirler. Ayrıca saygı bir davranış biçimidir. Sevgi ise bir gönül meselesidir. Resulullah’ı ve ailesini saymak mümkündür. Terbiyeli insanlar bunu yaparlar. Sevmek ise, yüksek gönül sahibi olan insanlara mahsustur. Ve ifrat-ı muhabbette edeb sakıt olur. Bunu da herkes anlamaz. Edepsizlik gibi görülebilir, saygısızlık gibi görülebilir ama ifrat-ı muhabbette edep sakıt olur. Resulullah Efendimizi sevmek demek O’nun sevdiklerini sevmek, O’nun sevmediklerini sevmemek demektir. Biraz evvel Efendimizin zevceleri validelerimizi, yavrularını ve torunlarını nasıl sevdiğini arz etmeye çalıştık misalleriyle. Dolayısıyla Efendimizin zevceleri zaten Kur’an hükmüyle müminlerin anneleridir. Anasını sevmeyen evlat zaten haramzadedir. Annelerimiz hakkında ayettir, seveceğiz. Ve bir zerre imana sahip olanlar bu sevgiyi taşırlar. Keza aile efradı da Efendimizin O’nun sevdiği için, sevilmeye layık olduklarından mana bizatihi hepsi mustakil olarak fevkalade sevgi ve saygıya layık insanlardır. Bizim ne yazık ki yeterince tedkik etme meraklısı bir ahalimiz yok. Bunların hepsi kitaplarda yazılı, biraz okuyuversinler. Ne kadar yüksek insanlar olduklarını, ne kadar saygıdeğer insanlar, ne kadar sevgiye layık insanlar olduklarını zaten öğreneceklerdir. Efendimizin ve ailesinin düşmanları sadece cahiller ve gafillerdir. İnanç meselesi ayrı bir meseledir. Bismark, Goethe hıristiyandır. Ama Bismark; “Senin zamanında yaşayamadığıma esef ediyorum, ey Müslümanların peygamberi. Hatıran önünde tazimle eğilirim” diyor. İman değil ama bir saygıdır bu. Belli olmaz bu saygısından dolayı Allah’ın Habib’ine olan muhabbeti iman ile müşerref kılmış olabilir. Onu bilemeyiz.


 

Habibullah ne demektir, ‘Allah’ın Sevgilisi’ nitelemesinden ne anlaşılmalıdır? Makam-ı Mahbubiyet, sadece Efendimiz’e mi özgüdür?

Muhabbet asla tek taraflı olmaz. Mutlaka karşılıklı olur. Mahbub hub olarak görülen, güzel olarak görülen yani sevilen demektir. Cenab-ı Allah’ın sevdiği Muhammed (as)’dir. Bu sadece Efendimize mahsus bir makamdır. Makam-ı Mahbubiyet, Mahbubu Kibriya, Habibi Kibriya’dır. Ayrıca insanlardan da, ümmetten de Resulullah Efendimize ve dolayısıyla Allah-ı Zülcelal’e büyük muhabbet besleyen zevat-ı kiram vardır. Onlar da Efendimizin mahbub-ı kibriya makamının varisleri olarak kendi miktarlarınca makam-ı mahbubiyet sahibidirler. Resulullah Efendimizin varisleri; âlimler, arifler ve ȃşıklardır. Alimler nübüvvetine, arifler hikmetine, aşıklarsa muhabbetine varistirler. İnsanı yücelten yegane kıymet Muhammed mihengine vurulmaktır. Ne kadar Muhammedi isen ilimde, irfanda, muhabbette ne kadar Muhammedi ise o kadar büyüksün. İşte Hz. Abdulkadirleri, Hz. Mevlanaları, Hz. Hüdaileri, Hz. Suud Efendileri büyük yapan Yunus Emreleri, büyük yapan muhabbet-i Muhammediyyeleridir, başka bir şey değil.

 

Efendim Hz. Bilal malum Habeşliydi, Arapça telaffuzunun sorunlu olduğu rivayet edilir, ‘eşhedü’ diyemediği, ‘eshedü’ şeklinde telaffuz ettiği söylenir. Fakat Efendimiz, ezanı onun sesinden dinlemeyi tercih edermiş. Buna bazı sahabiler itiraz edince de, ‘Bilal’in sin’i, Allah katında şın’dır’ buyurmuştur. Hatta bunun üzerine Hz. Ebubekir’in, ‘keşke Muhammed’in hatası olsaydım’ dediği rivayet edilir. Bu sözü nasıl yorumlarsınız?

Resulullah Efendimiz her hususta çok yüksek ve çok incedir. Eğer musiki ile bizzat meşgul olsa idi bunun bütün ümmete sünnet olması gerekirdi. Hȃlbuki musıki bir kabiliyet meselesidir. Herkeste olmaz ama musikiden lezzet almayan insan da olmaz. Efendimiz de o lezzeti en yüksek derecede alıyordu. Nereden biliyorum? Hz. Bilal gibi bir Habeşle, Hz. Abdullah İbn Mektun gibi bir ‘kör’ü -zahir itibariyla estağfurullah!- müezzin olarak tayin etmesinden de anlaşılabiliyor. Çünkü o kadar yakıcı, o kadar güzel ve o kadar ahenkli okuyorlar ki her ikisi de onları seçiyor. Resulullah Efendimiz Kur’an-ı Kerim’i kendi mübarek, fasih lisanıyla okuduğu gibi bugün biliyorsunuz dünyadaki kıraat ilmine intikal etmiş yedi tane okuyuş vardır ve bunların hepsi doğrudur, hiç biri hata değildir. Resullullah Efendimiz’den hata zuhur etmez. Hz. Ebubekir’in burada söylediği çok ince bir sözdür. “Muhammed (as)’e yakın olayım. O’nunla bir ilgim olsun da hatası olayım” manasına yüce bir muhabbet ifadesidir. Hz. Ebubekir çok önemli bir zat-ı şeriftir. Bir sözü bizim için yeterlidir değerinianlamaya. “Yarabbi benim bedenimi öylesine büyüt ki cehenneme benden başka kimse sığamasın, müminler yanmasın.” Bir adam Resulullah’tan sonra idareyi eline aldı diye emirül müminin olmaz. Bu sözü söyledi diye emirül müminin olur. Hz. Ömer de “Fırat kenarında bir dul kadının oğlağı kaybolsa benden sorulur” dediği için emirül miminindir. Bu incelikleri anlamak lazımdır.


 

İlim bir şehirdir, kapısı Ali’dir (ra)’ hadisini nasıl anlamak gerekiyor?

Hz. Ali’yi kelimelere sığdırmak mümkün değildir, bütün ashab ve ileri gelenleri gibi. Bu sadece Hz. Ali hakkında değildir. “Ben sıddıkiyet şehriyim Ebubekir kapısıdır, ben adalet şehriyim Ömer kapısıdır, ben hayȃ şehriyim Osman kapısıdır, ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır”. Bu sözün tamamı böyledir. Bu sadece Hz. Ali’ye mahsus değildir. “Ben Fatma’danım, Fatma bendendir.” Bunlar yakınlık ifade eden terimlerdir, Arapça deyimlerdir. Çok fazla yakınlık ifade etmek için kullanılmıştır. Hz. Ali hem Efendimizle kan bağı, hem damatlık bağı, hem de çok yakını olmak itibariyle çok yakınlar. Bu yakınlığı biz anlayalım diye bu sözler sadır olmuştur. Çünkü nasıl Kur’an-ı Kerim’de “Resulullah’a itaat bana itaattir, O’na isyan bana isyandır” diye ayet-i kerime indiyse Resul-i Kibriya Efendimiz’in de bu nevi zevat hakkında söyledikleri sözlerle onlara itaat Efendimize itaat, onlara isyan Efendimize isyan demektir. Onun için Hz. Ali’ye isyan edenleri haklı görenlerin kulakları çınlasın, Hz. Ali’ye isyan edenler, Efendimiz’e, dolayısıyla Kuran-ı Kerim’e, dolayısıyla Allah’a isyan etmişlerdir.
 

Mirac’ın sırrı açısından bakıldığında, Efendimiz’in Cemal-i Hakk’a ayna olması hikmetini nasıl izah edersiniz?

Süleyman Çelebi’miz hakikaten çok yüksek hakikatleri bir beyte sığdırarak ifade etmiş çok önemli bir zat-ı şeriftir. ‘Sen ki miraç eyleyip ettin niyaz/Ümmetin miracını kıldın namaz.’

İşte bu Resulullah Efendimizin namaz hakkındaki hadisleri de nazar-ı itibare alındığında beraberce düşünülürse Mirac, Allah ile ayniyet kesbetmek demektir. Aynı olmak demek değil ama ayniyet kesbetmek demektir. Hz. Mevlana bunun misalini bir hikȃye ile şöyle anlatıyor Mesnev-i Şerif’te: Bir padişah bir saray yaptırmış. Bütün odalarını ayrı ayrı nakkaşlara tezyin ettiriyor. Birinci gelene de büyük bir hediye verecek. Bütün nakkaşlar talip olmuşlar. Kimi salonlara, kimi koridora, kimi şuraya, kimi buraya… Çok meşhur bir nakkaş da büyük salonun ana duvarına nakış yapmaya talip olmuş. İki delikanlı gelmiş demişler ki; “Efendimiz biz o büyük nakkaşın yapmış olduğu nakşın tam karşı duvarını istiyoruz. Ama bir şartımız var, araya bir perde gerilecek iş bitene kadar.” “Peki” denmiş. Aradan geçen zaman içerisinde bütün nakkaşlar duvarları nakışlamışlar. Son gün, artık hem yarışma, hem karar verme günü gelmiş. Hakikaten o meşhur nakkaşın yaptığı duvar nakışı diğer nakkaşların dahi takdirini kazanacak kadar fevkalade. “Fakat bir şart daha var perdeyi en son açacaksınız” demişlerdi. Daha önce birinciliği o meşhur nakkaş kazanmış, adeta belli; fakat perde açılacak. Perdeyi çekmişler karşıda aynı nakşın daha parlağı, daha güzeli. O meşhur nakkaş da hayret etmiş “Benim düşündüğümü siz nasıl düşünürsünüz. Benden kopya çektiniz.” Hayır, kopya çekmek mümkün değil; çünkü zaten padişahın muhafızları geziyor. Sadece duvara cila yapmış o iki delikanlı. Öyle bir cila yapmışlar, öyle bir parlatmışlar ki karşıdaki nakşı daha güzel bir şekilde aksettiriyor. Onun için Hasan Sezai Efendimizin tabiriyle,

Muhammed’dir Cemali Hakk’a mir’at



Muhammed’den göründü kendi bizzat”

Ağır bir sözdür. Herkesin anlayabileceği bir söz değildir bu.

Anlamayanlardan ricamız; inkȃr etmesinler, “olur mu böyle şey?” demesinler. “Biz henüz anlayacak çağa gelmemişiz” desinler. Eksikliklerini kabul etsinler. Ricamız budur. Cemal-i Hakk’ın mir’ati nasıl Muhammed (as) ise, Muhammediliğin aynaları da evliyaullah efendilerimiz hazaratıdır. İşte onun için Ali’den nakışlar lemaan eder, parlar. Hz. Ali efendimizden günümüze kadar bütün turuk-ı Aliye yolcusu zevat-ı kiramda o kabloya bağlılık, o akıma bağlılık o paralellikle devam eder, kıyamete kadar da devam edecektir.
 

Kaside-i Bürde yazarını düşünürsek, bir şairin insanlık tarihi boyunca aldığı en büyük armağan Efendimiz’in hırkasıdır diyebilir miyiz, ne dersiniz?

O şiirin, O şairin gönlünü alacak bir şey. Bu gönül alma nedir? Çünkü bunlar gönül meseleleridir. Bu bir metelik de olabilir, bir tatlı tebessüm de olabilir. Efendimiz’in yaptığını nazar-ı itibare alırsak eğer sırtından çıkarıp verdiği hırka da olabilir. İşte yine bir Varis-i Muhammedi olan Mevlana Celaleddin-i Rumi Efendimiz, kendisine Hz. Şems’ten haber getirenlere sırtındakini, üstündekini çıkarıp veriyor. Diyorlar ki “ye Hüdavendigar bunlar yalan söylüyorlar. Hz. Şems’i gördükleri falan yok.”

“Biliyorum” diyor, “verdiğim hediye yalanlarınadır. Doğru söyleselerdi canımı verirdim.” Bunlar muhabbet bahisleridir efendim, herkes anlamaz. Bu muhabbet bahsidir. Yunus Emre’mizin tabiriyle “ȃşık olan kişiler deligen olur/kişi neye gülerse başa gelegen olur/Derviş Yunus sen dahi incitme dervişleri/Dervişlerin duası kabul olagan olur.”

Mesela şair İkbal’in çok güzel bir sözü vardır. Hz. Fatma’dan bahseden çok büyük bir makalesinde; “ben Hz. Fatma’yı övmedim sözlerimde. O’ndan bahsetmek suretiyle Hz. Fatma şeref verdi sözlerime” diyor. Bu başka şairler için de geçerlidir. Bu mealden söyleyen birçok zevat vardır. Şair İkbal çok yakın zamanda olduğu için söyledim.


 

Efendimiz’e yazılmış naatlar arasında en çok sevdiğiniz hangisidir? Naat geleneğine ilişkin neler söylersiniz?

Şimdi Müslüman dünyasında lisanlar değişiktir. Bugünkü yirminci asır başlarındaki dünya Müslümanlarının toplamının yüzde yirmibir civarı Arapça konuşur. Yani zannedildiği gibi Arapça konuşanlar Müslümanların ekseriyetini teşkil etmezler. Urduca daha kalabalıktır. Yüzde yirmisekiz civarındadır. Türkçe ve şubeleri yüzde yirmialtı civarındadır. Malezya ve Endonezya gibi mahalli diller de vardır. Boşnakça ve Arnavutça gibi diller de var Müslümanların kullandığı. Türkçe bütün tarih içerisinde Müslüman dünyasının yüzde yirmibeşler civarında olduğu halde dünya edebiyatında Efendimiz’e yazılan naatların yüzde sekseni Türk edebiyatına aittir. Biz Türkler Efendimiz’i çok severiz. Öyle severiz ki Süleyman Çelebi’nin deyimiyle; “Hem heva üzerine döşendi bir döşek/Adı sündüs döşeyen anı melek.” Biz Efendimizin yer yatağında veya karyolada doğmasına bile razı değiliz. Ancak havaya döşenen bir döşek üzerinde dünyaya gelmesini kabul ederiz. Bunların olup olmaması önemli değildir. Bu hadiseler önemli. Bunlar edip insanların edebiyatıdır. Ȃşık insanların edebiyatıdır. Elbette ki dervişlik denen Resulullah Efendimiz’e bağlılık geleneğinin edebiyatıdır. (Malum Süleyman Çelebi Hazretleri, Emir Sultan Hazretlerinin dervişidir. Nurbahşiyye tarikatına mensuptur. Bursa Cami-i Kebir’inin ilk imam ve hatibidir. Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan Bursa Ulu Cami’nin.) Evet, yani biz Efendimiz’i çok severiz. Bunu en çok dile getiren de biziz ama bütün mücevherler kıymetlidir de bazılarına yüzük taşı gibi derler. Benim görebildiğim, okuyabildiğim çok küçük, birkaç kitaptan ibaret. Madem ki şahsen sordunuz benim için yüzük taşı olanlardan biri. Diğerine kıyamayacağım yani Şeyh Galip Efendimizin “Sultan-ı Resul Şahınım… Efendim” bir tanedir benim için. Bu objektif değil, subjektif bir görüş. Ama sen Ahmed-i Mahmud u Muhammedsin Efendim…

Bu sözler şair tabiatı ve tabiat-ı şiiriyye ile söylenecek sözler değildir, aşk-ı Muhammedi lazımdır. Onun da basamağı yine Şeyh Galip Efendimizin sözüyle: “Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir…” diye başlayan Hz. Mevlana’ya yazılmış olan şiirdir. “Başımda bir külah-ı iftiharım varsa sendendir” diye. Tabi bunlar hep silsile silsile olur. Bir taşın durgun suya atıldığında çıkardığı halkalar gibi görüntüsü birbirinden ayrı ama aslı aynıdır. Biz baktığımız zaman halka halka görüyoruz, hepsi havuzdaki su. Yani Muhabbet-i Mevlana demek Muhabbet-i Muhammediye demektir. Muhabbet-i Muhammediye demek Muhabbetullah demektir. Zuhuru değişiktir ama işte şaşı olmayanlar, iki gözle bir görmeyi bilenler bunları birbirinden ayıramazlar. Çünkü ‘münhasır vasıta-ı rüyet iken göremez kendini dide bile.’ Göz görme vasıtası olduğu halde kendini göremez. Bunları doğru görmek lazım, şaşılığın âlemi yok. Gönül tedavisi olursa şaşılıklar geçer.
 

Sadık Yalsızuçanlar
Mart - 2009 -
***

Ö. TUĞRUL İNANÇER İLE SÖYLEŞİ

Allah’ın Merhameti ve İmtihan Sırrı”

  Allah (Celle Celalühü) insanla ilgili ne yapacağını bilmeye, ne olduğunu anlamaya, neler olacağını görmeye muhtaç olmadığı halde, insanın imtihan edilmesindeki sır nedir? Bilindiği üzere sırf bu soruya tarihte ve günümüzde verilen cevaplar, bir kısım insanları kadercilik anlayışıyla Cebriye'ye sürüklemiştir. Bir kısmı da hakikaten bu sorunun hikmetli cevaplarını alamamış ve idrak edememiştir. Bir merhamet ve hikmet vesilesi olarak bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Bir kere, emrolunduğumuz şeylerin hikmetini anlamakla mükellef değiliz. Öyle bir mükellefiyetimiz yok, yapmakla mükellefiz. Evvela neyin mükellefi olduğumuzun bir adını koyalım. Yaptıktan sonra anlamak mümkün olabilir, Allah isterse o hikmeti de anlatır. Ama biz, dini vecibelerimizin, akaidden amele kadar vecibelerimizin, ne yazık ki, özellikle Batı'nın öğrenim sistemi, maarif hikmeti diyelim- böyle bir maarifin hikmeti olmaz ama aslında maarifin bir hikmeti vardır- Batı'nın maarif-i hikmetiyle "evvela öğrenelim sonra yapalım"a gelmişiz. Hȃlbuki hadis malum; "Siz bildiklerinizle amel edin, Allah bilmediğinizi öğretir" buyuruyor Hz. Peygamber…

Her hadisin mutlaka biz çözebilelim veya çözemeyelim- ama ayetten dayanağı vardır, bunu büyüklerimiz söylemişler, anlatmışlar. Bu hadisin dayanağı iki kelimeden ibaret; Sure-i Bakara'nın sonlarındaki bir ayetin içinde iki kelime. "Allah'tan ittika edene, Allah herşeyi öğretir" diyor. İttikanın ölçüsü nedir; takvadır. Takvanın ölçüsü nedir, ameldir. Peki, adam namaz kılmasını yanlış öğrenmiş… Yanlış kılsın, Allah doğrusunu öğretir. Ne Allah va'dinden döner, ne Efendimizin sözü yanlıştır estağfirullah!.. "Siz bildiğinizi yapın, Allah bilmediğinizi öğretir" diyor. Adam namazı yanlış kılmasını öğrenmiş bir yerden… Ama kılıyor, Allah ona doğrusunu öğretir, amenna ve saddekna. Biz böyle yapmıyoruz. Ben evvela öğreneyim, sonra yaparım diyoruz… Her ilim, evvela öğrenilir, sonra tatbik edilir. Din evvela taklid edilir, sonra tahkike erilir. Namaz kılmayı çocukken "birdirbir"oynayarak öğrendik. Dedemizin ninemizin yanında onun gibi yatıp kalkarak- namaz yatıp kalkmak mıdır, estağfirullah, değildir, ama onu taklit ederek öğrendik. Kılabildiğimiz miktarca da yanlışlarımızı bize birisi ikaz etti. Hem de "sen yanlış yapıyorsun" diye değil… Bir sohbet sırasında biri bir şey söyledi, "aa, ben onu yanlış yapıyormuşum!" diyerek öğrendik. Malum bir hikȃyedir. Bir zat bir su başında abdest alırken, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin efendilerimiz çocuk… Yanlış abdest aldığını görmüşler fakat yaşlı adama, yanlış olduğunu söylememişler…

Demişler ki; ya ne yapalım; "amca, biz iki kardeş, aramızda anlaşamadık, abdest nasıl alınır diye, biz bir abdest alalım, siz bakın, siz bize yanlışımızı gösterin" demişler… İkisi de doğru dürüst erkȃn ile abdest almışlar, o ihtiyarsa; "yavrum, sizinki yanlış değil, benimki yanlışmış, ben şimdi anladım. Siz kimsiniz bakayım" demiş; "Biz, Ali'nin çocuklarıyız." demişler… O da "belli belli" demiş… Şimdi bakın, bu aynı zamanda tabii, bir terbiye sistemi… Fakat, konuştuğumuz mevzu ile sınırlandırırsak, eğer o zat, o ihtiyar, yanlış bilse bile abdest almasa idi nasıl düzeltecekti yanlışını!.. Allah öğretir derken, Allah yeryüzünde "Allahlığını" insanlar vasıtasıyla yapar. O ikazları da yani Cenab-ı Allah'ın "Mudil" esmasının da "Hadi" esmasının da mazharı insanlardır. Bir adamın koluna girer bir arkadaşı, yürü meyhaneye gidelim der. Oraya gider, işte Mudil... Öteki koluna girer, haydi camiye gidelim der, camiye giderler. İşte Hadi… Onun için, fiil önemlidir. Biz, imtihan kelimesini de, karşılığını da kendimize göre algılıyoruz. Bizi öğretmenlerimiz imtihan ediyor. Niçin? Bizim ne kadar çalıştığımızı ve ne kadar öğrendiğimizi ancak imtihan neticesinde öğreniyorlar. O imtihanı da Allah'ın imtihanıyla aynı kefeye koyu-yoruz. Dünya imtihanları, yani hocalarımızın yaptığı imtihanlar, bizim ne kadar bildiğimizi hocalarımızın öğrenmesi içindir. Allah'ın yaptığı imtihan ise, bize bizi öğretmek içindir. İşte bundan ibarettir bunun hikmeti. Ayrıca bu murad-ı ilahinin niçin öyle tecelli ettiğini, Allah'ın niye öyle murad ettiğini çözmeye çalışmanın sonu deliliktir. "İdrak-i mali bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez." Evvela mahlȗk olduğumuzu bileceğiz. Mahlȗk, Halık'ını çözebilir mi? Bu, Tanrı fikrinin Allah-u Zülcelal'den bahsetmiyorum genel Tanrı fikrinin, Tanrı telakkisinin insanlar Tanrı'yı eğer kendi kafalarında yarattıkları bir varlık olarak görürlerse, çözmeye çalışırlar. Ama Allah-u Zülcelal'i Halık olarak da bilirlerse zaten mahlȗk, "Ben nerden bilicem O'nu" der, aczini idrak eder. Aczini idrak etmek, Allah'ı bilmek demektir.

Resulullah Efendimizin övülemeyeceğini bilmek, onu övmek demektir, gibi… Onun için, Allah ihtiyaçtan ve her türlü mecbûriyyet ve mahkûmiyetten berîdir. Onun için, ne ibadetin karşılığında cennet vermeye mecburdur, ne kabahatin karşılığında ceza vermeye mecburdur. "Ceza veririm" demiştir, yalnız, vaad ile vaîd arasındaki farkı, öğrenmek lazımdır. Güzel sözler vermek vaaddir, tehditvâri sözler vermek vaîddir. Allah "Benim rahmetim gadabımı geçmiştir." Hadis-i kutsisinde belli ettiği gibi, rahmeti bol, kızması azdır. Kendisi öyle buyuruyor ve bildiriyor bize. Onun için, Allah vaadinden dönmez, vaidinden döner. Bu Allah'ın dönekliği gibi falan algılanmamalıdır, böyle algılayanın beynine turp sıkmak lazım. Biz yeryüzünde Allah'ın halifesi miyiz? Amenna… İster kȃfir, ister putperest, ister ayyaş, ister fahişe; Allah'ın halifesidir, Hz. İnsan… Onlar nedir? Sıfattır… Sıfatlar bozulur. Zât olarak her insan halifetullahtır. Sıfatı değişir, yükselir… İşte tipik misal Hz.Ömer'dir. Katil Ömer olarak gitti, huzur-u peygamberîde; Hz.Ömer olarak döndü. Aynı Ömer, zâtında bir değişiklik yok. Ama sıfatı değişti. Birinde kȃfirdi, öbüründe mümindi. Şimdi de bir adam kȃfir diye kızıyoruz, hiçbir hakkımız yok…

Çünkü sıfattır o, "Eşhedüenlailahe illallah ve eşhedüenne muhammeden abduhu ve rasuluhu" der, din kardeşimiz olur; sıfatı değişiverir. Ayyaştır, tövbe eder, bitti; sıfatı değişti. Onun için, zât itibariyle hepimiz halifetullahız. Müstahlefte yani halife tayin edende ne varsa, halifede o vardır. Hepimiz, çocukken anamızdan dinledik, biz de çocuklarımız olunca çocuklarımıza yaptık… "Bir daha parmağını elektriğe uzatırsan parmaklarını kırarım!" dedi annemiz… Hangimizin kafası kırık? Biz de söyledik çocuklarımıza… "Bir daha yaparsan bacaklarını ayırırım senin!" Hangi çocuğumuzun bacağını ayırdık?. Ama mesela çocuğa dedim ki ben, "Oğlum, dersine çalış, sana çikolata alacağım." Çikolatayı hep aldık… Ama kafalarını hiç kırmadık… Bu bile, Cenab-ı Allah'ın ahlakını gösteriyor. Cehennemime koyarım der, koymaz. Kim mahkûm edecek O'nu? Kim O'na"mecbursun!"diyecek!.. Olmaz. Ama bir güzellik, bir mükȃfat vaad ettiyse, ondan dönmemek de O'nun şanındandır. İşte Cenab-ı Hakk'ı böyle doğru tanımak lazım. Hiçbir mecburiyyeti, hiçbir mahkȗmiyeti, hiçbir yükümlülüğü yok… Onun için, o imtihan, bizim ne halt olduğumuzu öğretmesi içindir, öğrenmesi için değildir. Bize öğretmesi içindir. Hikmeti de işte bundan ibarettir. Ha bu yeterli midir? Bu konuyla ilgili… Yoksa Cenab-ı Hakk'la ilgili hiçbir konuda, şu şundan ibarettir demek mümkün değildir. Sınır gelmez. Nasıl zâtına, sıfatına, fiiline, rahmetine sınır yoktur; O'nun hakkındaki söylenecek sözler de hiçbir şekilde sınırlandırılamaz.



Efendim, Kitap'ta Allah (Celle Celalühü) "Nefsin olanca gücüyle kötülükleri emredeceğinden" bahsediyor. Diğer taraftan; " Allah, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez." yüce kelamı da mevcut. Tasavvuf kültürümüzde bu konu hangi inceliklere haizdir, izah buyurur musunuz

Tabi tasavvuf kültürü dediğimiz zaman iş ne mülakatla, ne kitapla olmaz. Zaten tasavvuf satıra girmez, sadırdan okunur. O, ayrı bir bahis… Ama tasavvufun ahaliye intikal etmiş davranış biçimlerinde bunu nasıl algılamak lazım diye düşünürsek, bu bir tesbittir, o yapılabilir. Şimdi esas soru daha başlangıç tarafında "Nefsin kötülükleri emrettiği halde, Allah'ın da insana taşıyamıyacağı yükü yüklemeyeceği" gerçeği… Yükü burada ayırmak lazım. Cenab-ı Hakk'ın bizden istedikleri, nefis tarafından "yük" olarak algılanır. Nefis onu yük olarak algılar. Halbuki bu mükellefiyetlerin emredicisi Allah (Celle Celalühü) olduğu için, taşınmayacak derecede ağır değildir "yük.." Nefis onu ağır gösterir. Daha zaten oradan başlıyor. Nefis, hep kötülükleri emreder. Sure-i Yusuf'ta Hz.Yusuf'un ağzından;"Ben nefsimi aklamam, çünkü o hep kötülükleri emreder." Koca bir Peygamber… Vahy-i İlahiye muhatap olmuş bir peygamber-i Zîşan Yusuf (AS)… O bile, "Ben nefsimi aklayamam…" dedikten sonra, bize ne oluyor ki!.. Biz kimiz ki.. Peki o zaman, "yük" meselesi neden? Yük diye bir şey yok. Nefis, Allah'ın emirlerini yük göstererek, kaçındırıyor…

Yani Hz. Ȃdem'e secde etmesini şeytanın nefsi ona yük gösteriyor. Ne diyor ayette; "Ben sana secde ederim ya Rabbi, Ȃdem'e etmem." diyor. Hȃlbuki secde eğer bir yükse, Allah'a da secde etmemesi lazım. Hayır, nefis öyle gösteriyor. Çünkü ilk materyalist şeytandır. Niçin materyalist? Ȃdem'in maddesine baktı, Ȃdem'e "toprak" dedi."Ben ateştenim, o topraktan…" Ȃdem'in (AS) bırakalım manevi o içteki nur-u Muhammedi'ye haiz olmasını, zahir olarak şeytanın da bildiği olarak; esmayı taşımıyor muydu Hz. Ȃdem, o esmanın manasına secdeyle emrolundu. Manaya bakmadı, maddeye baktı…

İlk materyalist şeytandır. Toprakla ateşi mukayese etti. Hȃlbuki o da kul, o da kul… Esmaya havi olmasını nazar-ı itibare almayınca "Sana secde ederim, o mahlȗka secde etmem." dedi. İşte nefis secdeyi değil, Adem'e"eyvallah etmeyi" ağır gösterdi ona. İşte nefis ve yük meselesini böyle mütalaa etmek lazım. Adem (as) yasak ağaca yaklaşmamayı beceremedi. Diyelim ki, zelle sadır oldu. Ne dedi? "Biz nefsimize zulmettik." Çünkü nefse en büyük zulüm, Allah'ın emrine muhalefettir. En büyük zulüm… Biz yaptık dedi. Sen eğer affetmezsen biz zarar görürüz. Sadakte... Şeytan ne dedi; "Beni sen azdırdın." dedi. Hȃlbuki Cenab-ı Allah, Hz. Ȃdem'i o ağaca yaklaştırmamak kudretine sahip… "Vehüve ala külli şey'in kadir." Şeytanı da ensesinden tutup Hz. Ȃdem'e secde ettirme kudretine sahip. Yapmadı öyle… Ha, niye yapmadı? İşte orada insanın beyni durmalıdır. O soruyu sormamalıdır. Murad-ı ilahi öyle... Murad-ı ilahiyeye intibak edilemez. Birleşilemez onunla... Öyle oldu. Fakat bu fiillerin sonunda Ȃdem (as) kabahati kendi üstüne aldığı için, -zaten öyle- o âdem, insan oldu… Şeytan, kabahati Allah'a yüklediği için şeytan oldu… Şeytanla Ȃdem arasındaki en büyük fark budur. Kabahati Allah'a yükleyenler… Hala devam ediyor. Onlar şeytanın varisleridir. Kabahati kendine yükleyip Cenab-ı Allah'tan af dileyenler, tövbe edenler, Ȃdem'in çocuklarıdır… Ademiyyet mertebesindedir. Ötekiler şeytan derecesindedir. Adam içiyor, çekiyor rakıyı…

Allah istese bana içirmez diyor. Biliyoruz içirmez, içme!.. Allah içirdi diyor!.. Kendi kabahatini Allah'a yüklüyor. Şeytan… Bugün ikindi kaçtı maalesef diyor. İşte kabahati üstüne almak insanlık, kabahati Allah'a yüklemek şeytanlık… İşte bu tasavvufta bütün bir hayat felsefesi olarak kabul ediliyor. Kabahatler bizim, ikramlar Allah'ın; adı üstünde, "kerîm" tecellisi… Ve biz hiçbir zaman ibadetlerimizin sonunda duasız bırakmıyoruz ve her duamızda "Duamızı kabul eyle ya rabbi!" diyoruz. Yani biz o fiili yapmakla, kabulüne dair senedimiz olmadığını bilip, Cenab-ı Hakk'tan kabul dileniyoruz. Bu da kendimizin marifeti olarak değil, Rab-bimizin ikra-mı ve lütfu olarak kabul ediyoruz. Namazı ben kıldım demek de şeytanlıktır. Rabbim ikram etti beni huzuruna kabul etti. Zaten hakikatte öyle değil mi yani…

O kabul etmese çıkabilir miyiz huzuruna? Ha, o şekli gösterip de huzura çıkmayanlar var, ayrı mesele… Kȃbeyi tavaf edenler de var, Kȃbe etrafında bostan beygiri gibi dönenler de var. Öyle değil mi? O zaman, yüklenilemeyecek bir yükü yüklemeyen Allah, nefsin bunları yük olarak göstermesinden de bizi muhafaza buyursun. Çünkü hakikatte yük değildir. Nefis öyle gösterir. İşte nefsin terbiyesi, onun dediğinin tersini yapmakla mümkün olur. O yükü kaldırmak imandır. Taklitten tahkike geçmek için, genel emirler yapılacak... ve bu genel emirlerin yapılması, genel yasaklardan kaçınılması, insanı nefs-i mutmainneye kadar getirir. Zaten bakın Kur'an-ı Kerim'de insanlara hitap var; "Ya eyyühennas!", Müminlere hitap var; "Ya eyyühellezine amenu!", kȃfirlere hitap ver; "Ya eyyühel kȃfirun!"… Bir de bir özel hitap var, bir tek yerde var;"Ya eyyühetennefsü mutmaine!" Mutmainneye gelenler için diyor ki; "Bana dönün!" peki, çünkü hala nefis orada. Önemli yanlışlıklar yapabiliyor mutmaine de… "Bana dönün!" Nasıl döneceğiz? "Benden razı olun…" "Ki Ben sizden razı olayım." İşte biz birbirimize konuşuyoruz günlük hayatımızda… Teşekkür mahiyetinde, Allah razı olsun diyoruz. Allah'ın bizden razı olması çok önemli değildir, bizim Allah'tan razı olmamız önemlidir.

Çünkü biz Allah'tan razı olmazsak o bizden razı olmaz. Evvela biz Allah'tan razı olmayı öğreneceğiz. Bunu öğrenmek için ne yapacaksınız? "Benim kullarımın arasına girin…" Peki biz kul değil miyiz? Hayır!... Kul var kulcuk var. Bir de has kul var. Şimdi Resulullah Efendimiz de "Abduhu ve rasuluhu." Yahu Allah aşkına, Resulullah Efendimizin kulluğuyla benim kulluğum bir mi ya?.." O abd-i has… Özel kul O… Ve makam-ı mahmud, makam-ı abdiyyettir… Kulluk makamıdır. Biz kul diye hepsini bir araya koyduk mu tabi büyük bir yanılgı içindeyiz demektir. Böylelikle yani "Kullarımın arasına girerek, Cennetime girin."diyor… Bakın, diğer ayetlerin hepsinde cennet, cennet'ül meva, cennet'ül …. diyor. Bu ayette ise "Cennetî" diyor. Cennet demiyor ayette. "Benim Cennetime girin" diyor. Yani, Zât Cenneti… Zât Cenneti'ne girmek için, mutlaka o "İbâdî" yani kendine muz'ar kılıyor. Benim kullarım, özelliği olan kullar… Yani bilfiil evliyaullah hazeratı… Efendim herkes evliya!.. Herkes evliya filan değildir. Velayet-i hassa ile velayet-i ammeyi ayırmak lazımdır. İnsanlar iki türlüdür; ya adivvullahtır ya veliyullahtır. Yani Allah'a ya dosttur ya düşmandır. Her Muhammedî, bir kere, Allah'a dosttur. Günahıyla vebaliyle, Allah'a dosttur. Dolayısıyla Velîdir, Veliyullahtır. Ama bu, velayet-i ammedir. Bir de velayet-i hassa var; "Bilmiş olunuz ki, Allah'ın dostları vardır, onlar için mahzunluk yoktur, onlara korku da yoktur." Niye böyle bir özel ayet sevketmiş Allah?.. "Ela inne evliyaullah…" Allah'ın özel dostları vardır. İşte o özel dostlara yani rasul-u Kibriya Efendimizin velayet sıfatının varisleri denir. Risalet sıfatının varisleri, ulema efendilerimizdir. Hepsinin ayaklarının altını öperiz. Ama bir de velayet sıfatı var Efendimizin… O da işte, meşayih-ı kiram hazeratıdır. Ve bunların zaten kısm-ı küllisi de ulemaya dahildir. Cahilden veli olur mu, olur… Allah kimi dost edineceğini bana mı soracak!.. Zahiri cahil olabilir, batınına bakmak lazım.. Ne fizik biliyordur, ne kimya biliyordur, ne tıp biliyordur, ne fıkıh biliyordur, ama Allah'ı öyle bir seviyordur ki… Allah ona dostluk gösterir. Bize mi soracak yani!.. Biz ne yazık ki dostluğu da maddi ölçülere bağlamışız. Olmaz öyle şey, yanlış o…

Yani bir ordinaryus profesörün çöpçüden dostu olmaz mı? Bitti, bu kadar... Onun için, velayet, inkȃrı mümkün olmayan bir kurumdur. Zaten ayetle de sabittir. Ayrıca bir başka ayette, "Benim nebilerim, velilerim, sadıklarım, şehidlerim vardır, bir de bunları sevenler vardır. Onlar da onlar gibidir." diyor. Velileri; nebilerle, salihlerle şehidlerle bir grup olarak sayıyor. Velilerim vardır, dostlarım vardır diyor. Hala niye inkȃr ediyorlar? Ha, kim veli? Aklımıza geldiğinde o zât, Allah aklımıza geliyorsa, o zât velidir. Ha mertebesi? Orada durmak lazım… Filanca zat-ı şerif, falanca zat-ı şeriften daha büyük! Sana sorarım, hangi teraziyle tarttın kerata diye… Senin o teraziyi kaldıracak kolun mu var? O teraziyi seyredecek gözün mü var? Hepsine eyvallah… Birine eyvallah, binine eyvallah demektir… Binine eyvallah, birine eyvallah demektir… Ayırmak yok, herkese o gözle bakacağız. Ortak paydayı nazar-ı itibara almadan kendi nefsimize göre adam ölçmeye kalkıyoruz!. Ne haddimize yahu… Sordu afedersiniz salağın biri; "Siz Resulullah efendimizin ismi geçtiğinde de elinizi göğsünüze koyu-yorsunuz, sonra bir velinin ya da bir şairin ismi geçtiğinde, ona da elinizi göğsünüze koyuyorsunuz. Bu onu da Peygamber seviyesine çıkarmaktır." dedi. "Haa, tabi, tabi, onu peygamber seviyesine çıkarıyoruz, peygamberi de onun seviyesine indiriyoruz" dedim. "Sen askerlik yaptın mı?" dedim. "Yaptım" dedi. "Onbaşıya verdiğin selamla yüzbaşıya albaya generale genelkurmay başkanına verdiğin selam arasında fark var mıydı?" dedim. Biz neferiz, onbaşıya da selam veririz, genelkurmay başkanına da selam veririz. Lateşbih, Resulullah efendimiz genelkurmay başkanıdır. Olamaz mı, hiçbirşeyle ölçülmez tartılmaz ama mesela genelkurmay başkanının özel bir selamı yok ki… Onbaşının da özel bir selamı yok. Selam, selamdır. Biz neferiz, en aşağıdayız. Tabandayız biz. Bizim için herkes büyüktür. Dervişilik böyle bir şeydir. Biz onbaşıya da hazırola geçeriz, paşaya da hazırola geçeriz. İşte bu… "Ha, ben öyle düşünmedim!" dedi. Sen öyle düşünmedin değil, sen tenkid edecek yer arıyorsun… İşte nefsin Allah'ın emirlerini ağır göstermesi gibidir bu iş. Yoksa Allah, kuluna raufurrahimdir, rauf ne demek? "Allah bütün kullarının dostudur." "İbad" diyor, "mümin" demiyor. Bütün kullarının dostudur. Biz o dostluğu, Rabbimizin emirlerine riayet, yasaklarından kaçarak teşekkürünü ifa ve ifade etmeliyiz. Bundan ibarettir. Yoksa Allah, bütün kullarının dostudur. Biz bir de cemiyet olarak yanlış düşünüyoruz. Rabbül alemin'i Rabbülmüslimin yapmaya çalışıyoruz. Rahmetenlil ȃlemini de Rahmetenlilmüslimin yapmaya çalışıyoruz.

Gȃvurların da peygamberidir Hz. Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi ve Sellem). Bunu bir algılasak çok iyi olacak. Tam manasıyla algılasak… Nedir bu? Efendimiz onların da gȃvur kalmasına razı değil... Bedir'deki kȃfirler, müşrikler geberince, koydukları çukurun başına gidip üzüntüsünü beyan etmedi mi? "Ey hemşerilerim, niye beni dinlemediniz? Niye benim sözümü dinlemediniz? Şimdi daha iyi mi oldu bak başınıza gelen!.." Ölmelerini demiyor, gördükleri azap için söylüyor… Kȃfirin azap çekmesinden razı olmayan bir peygamberin ümmetiyiz biz. Böyle mi davranıyoruz peki?.. Hiç farkında değiliz. Merhamet denilen şeyden uzaklaşmışız… Din kardeşliği dayanışması namı altında, düşmanlık beslemişiz. Onun için, Efendimizi çok iyi tanımak mecburiyetindeyiz. Efendimizi tanıdıkça dünya ve ahiret saadetimiz artar.

İnsanlarda kompleks, zillet, yetişme bozuklukları var. Herkeste, belli bir yaş grubunda yetişme bozuklukları, davranış bozuklukları, nefis hastalıkları var. Bu kaçınılmaz bir şey… Tasavvuftan istifade etme noktasında, kompleksli bir toplumda ya da herhangi bir toplumda yetişen insanların kendi benini görmesin diye kendi benini görmesini nefsaniyet, amellerini görmesini ucub olarak değerlendirip, bu insanları belki de yanlış bir şekilde frenliyoruz. İnsanın kendi "müsbet benini" farkedemeden "Biz kimiz ki, ben adiyim, ben rezilim" diyen insanların maneviyata talip olabilir mi, maneviyattan nasiplenebilir mi? Kulluğa gerçekten talip olması düşünülebilir mi? Kendini bu denli yok görerek maneviyata talip olunabilir mi? İnsanın kendini manen sevmesiyle Allah'ı sevmesi arasında ne tür bir ilişki olduğunu açıklar mısınız

Bakın bu yanlışlıklar günümüze mahsus değildir. Biz Hz. Ȃdem çocuğu olduğumuz kadar, Habil ve Kabil çocuğuyuz. Yani Hak ve batıl münakaşası, daha Hz.Adem'in birinci nesil evladında başlamıştır. Habil ve Kabil kavgasının doğru görüş açısı, Hak ve batıl kavgası değil midir? Dolayısıyla Hak ve batıl kavgası Ȃdem'in birinci nesil evladıyla başlamış ve kıyamete kadar devam edecektir. Bu buyurduğunuz tesbit, daha evvel de var. Bunun için mesela, bir önemli tasavvuf ekolü olan Şâbanîlikte, pir-i sânî, kol sahibi olan Mustafa Behrî Hz. Vardır ve Şâbanîliği Mısır'a ve oradan Arabistan'a taşıyan bir zattır. Onun kitabında var. "Ahaliden hürmet gören, bir mevkideki zat, tevazu göstereceğim diye, ahalinin, o mevkinin kıymetini azaltıcı görüşüne sebep olacak, aşağı derecede hareket sergilemesi günahtır, yasaktır." diyor. Dört asır evvel yazılmış kitap… var demek ki… Mesela bir kadı efendi, giyinmesinden sokakta yürüyüşüne kadar, hal içinde olacak. Lafları yanlış anlayan sadece biz değiliz, beni affetsinler, hepsinin ayağının tozu olayım ama ashab-ı kiramdan da var. Efendimiz tevazunun öneminden bahsettikten sonra malum, ashab-ı kiramdan zengin bir zat, yırtık vs. elbiseler giyinmeye başlıyor. Efendimiz buyuruyor ki, "ne yapıyorsun sen böyle?" O zât "Tevazulu olmamızı söylediniz ya…" deyince, "Ben öyle söylemedim." diyor. "Ben size, malınızla mülkünüzle burnu büyüklük yapmayın. Ama Allah, kuluna verdiği nimeti, kulunun üzerinde müşahade etmeyi sever dedim." diyor. Yani Allah sana zenginlik vermiş, zengin gibi giyineceksin. Ki ihtiyaç sahibi biri senden bir şey isteyebilsin… Bunun tersi, fukara, borç parayla zengin gibi giyiniyor!.. Bir zenginin ona yardım etmesine mani oluyor, görünüşü zengin çünkü. Ama borçla yapıyor. Olduğun gibi görünmek, ya da göründüğün gibi olmaktır mesele…

Hz. Mevlana'ya atfedilen bu söz… Bu zahir görünüşten, batınına girmek gerekirse konunun… Demin arzet-meye çalıştım; biz yeryüzünde Allah'ın halifesiyiz. Sair mahlȗkata karşı halifetullah olmanın izzetini yaşamalıyız ve yaşatmalıyız. Tevazu, halifetullaha ters davranacak bir biçim almak demek değildir. Fakat bunu da tam kendi kendimize beceremeyeceğimiz için, Cenab-ı Allah bu hususta da davranış biçimimizi belirleyecek bir ayet sevketmiş…"Müminler, birbirlerine karşı mütevazı, kafire karşı izzetli olurlar." diyor. Mesela "Yeryüzünde ayaklarınızı yere vurarak burnu büyük bir şekilde dolaşmayın" ayeti geldi. Fakat malum, Resulullah Efendimizin hayat-ı seniyyelerindeki gazvelerde evvela şiir okunuyor karşılıklı, hem hakaret ediyor hem kendilerini övüyorlar. Asr-ı saadetteki savaşlarda evvela şiir okunuyor, sonra mubarizler çıkıyor, sonra ordu kapışıyor. Bu mubarizlerden birisi Dıhyetü'l Kelbi Hz., Efendimize simaen de en çok benzeyen, Efendimizin de çok sevdiği birisi… O böyle salına salına gȃvurun üstüne doğru gidiyor. Efendimizin huzurundaki zatlardan biri;"Ya Resulullah, böyle yürünmeyecekti yeryüzünde…" dedi. Peygamberimiz ona burada böyle yürüneceğini söylüyor. Yani emirlerin bile nerede nasıl tatbik edileceğini anlamamız lazım. Kul Rabbine karşı elbette her zaman zilletlidir. Ama nefsine karşı izzetli olmalıdır. Nefse izzet, nefsin dediğinin tersini yapmakla olur.

Mesnevi-i Şerif'te Hz.Pir buyuruyorlar ki, "Nefis ateş gibidir. Sen onu söndürmek istiyorsun, üzerine odun atıyorsun. Korun üzerine odun attığın zaman; o kor, odunu tutuşturana kadar ateş biraz söner gibi gelir. Fakat sonra daha çok büyür. Ateşi söndürmek istiyorsan, üstüne su dök, odun atma." diyor. Yani ateşin istediği odundur. İstemediği sudur. Söndürmek istiyorsan tersini yap… Yani tersini yap… Misalle anlatıyor bunu Hz. Mevlana. Biz, halifetullah olduğumuz idrakinin izzeti, kul olduğumuz idrakinin zilletiyle yaşamalıyız. Ben kimim ki derken, evvela Resulullah Efendimizin, "Nefsini bilen Rabbini bilir." derken, nefsinin evvela aczini bilecek, -oradaki nefis, nüfusun tekili olan, kişilik yani- kişiliğini, Allah karşısında zilletini, kulluğunu bilecek ama Allah'ın ona diğer mahlȗkatın yanı sıra sadece ona halifetullahlık sıfatını verdiği, Allah'ın halifesi sıfatını verdiğini, onun da vakarını yaşayacak… "Güneşi de ayı da yıldızları da semayı da arzı da ikisi arasındakileri de sizin emrinize musahhar kıldım."diyor Allah-u Teȃlȃ… Sizin içinizden kendime yar seçtim, Habib seçtim diyor. Hep insanlara söylüyor bunu. Daha ne yapsın bizim izzetimizi anlatmak için… Ancak o şeytan ve Ȃdem bahsinde arzettiğim gibi, ibadeti bile "Ben yaptım"deyince benlik olur, "Sen lütfettin ya Rabbi" deyince beşerlik olur. Bu ikisinin arasındaki dengeyi kurmak… Biz maalesef Rabbimize karşı göstermemiz gereken zilleti, maddeten bizden kuvvetli insanlara karşı da göstermeye başladık. Bu, ne İslam'a yakışır, ne insan sıfatına yakışır. Olmaz, bu yanlış… "Ben yaptım" ne, kabahat; "Sen lütfettin Ya Rabbi" ne… İbadat-u taat. Zaten ayette demiyor mu; "Size bir musibet isabet ederse, nefsinizden bilin. Bir hasenat isabet ederse Rabbinizden bilin." Rabbinizdendir ve nefsinizdendir demiyor. Bilin diyor… Çünkü o zaman ne olur bunun bir adım ilerisi… Nefis, kötülük tanrısı, Allah-u Zülcelal iyilik tanrısı olur!.. Tevhid nerede kaldı!... Tevhidi de muhafaza etmek için Rabbül ȃleminin esma tecellilerine iyi dikkat etmek lazım. Bunun da yolu Cenab-ı Hakk'ın lütfu, kötülükleri ve yanlışlıkları nefsimizin iğvası kabul etmektir.



Bu topraklarda kültür emperyalizmi bitti mi? İnsanlar böyle algılayıp bir boşvermişlik içinde mi? Bu topraklar, kader birliği yapacak bu insanlar İslam dünyası açısından da çok önemli… Nasıl görüyorsunuz

"İnnemel mü'minine ıhvetün" ayetinin manasına tam intibak edemediğimiz için böyle oluyor. Bir de biz Cenab-ı Hakkın bazı dünyevi yaşayıştaki önem verdiği ayetlere kendimiz başka kaideler üretmişiz. Mesela Allah, anlaşmalarınızı yazın diyor. Sure-i Bakara'nın sonunda malum.. Yazamazsanız adil bir kȃtibe yazdırın diyor. Ne yapıyoruz? Benim sözüm söz arkadaş merak etme diyoruz. Allah yazın diyor, biz söz veriyoruz. Buyurun… Sözden dönmemek ayrı, o zaten müminin tarifi. Sözden dönmeyeceğiz, tamam. Ama Allah, hem sözünüzden dönmeyin diyor, hem yazın diyor. Niye yazmayı ihmal ediyoruz? Bugün hadi Türkiye'yi ele alalım, ben avukatım aynı zamanda… Bütün anlaşmazlıklar, yazılmadığı için, "öyle konuştuk, ama ben o manada söylemedim!.." kavgasından çıkıyor. Yazsak… "Emaneti ehline verin" diyor Allah. Biz Emaneti ehline mi veriyoruz, kendimize türlü vesilelerle yakın olanlara mı veriyoruz!.. Bunun içine din kardeşliği dahil… Resulullah Efendimizin hicret sırasındaki zahiren bakarsak can pazarı değil mi, bulsalar kesecektiler. Bu can pazarında dahi Efendimizin ve Hz. Ebubekirin kılavuzu kim? Abdullah İbni Uraykıt… Bir müşrik!.. Gȃvur yani. Hicret, 26 Safer günü başlıyor, 12 Rebiülevvel günü bitiyor. Bu ne demek? Ayın en az gözüktüğü zamanlar demek. Gündüz zaten yolculuk yapmıyor Efendimiz, gece yapıyor. İhbar olmasın diye gece yapıyor yolculuğu. O Abdullah İbni Uraykıt öyle bir usta ki, yıldıza bakarak yol buluyor. Tabi, Abdullah İbni Uraykıt isminde kılavuzu var Efendimizin…

Ve o kılavuz henüz müşrik fakat yıldızdan bile yol bulacak kadar usta bir kılavuz. Yani işinde ehil bir adam. Bunun farkında değiliz... Çünkü Resulullah Efendimizin kırk yaşından evvelki hayatında da kırkından sonraki kendisine henüz vahyedilmemiş ayetlerde muhalefeti hiç yoktur. Yani diyelim ki altmış yaşındayken Efendimize bir ayet geldi. Zaten o yaşa kadar Efendimiz ahlak olarak, davranış biçimi olarak o ayete uygun  yaşıyordu. "Emaneti ehline verin." ayeti, Mekke'nin fethi günü gelmiştir. Hȃlbuki hicret, Mekke'nin fethinden senelerce önce... Senelerce önce bile emaneti yine ehline veriyordu zaten Efendimiz… Abdullah İbni Uraykıt kadar usta bir kılavuz, o civarda yok, en ustası o, "Bana kılavuz ol." diyor. Onu tutuyor. Küfrüne bakmıyor, çünkü iman Allah ile kul arasındadır. Ama ehliyet, ikimiz arasındadır.

İslam'ın maalesef dışarıdakiler tarafından anlaşılmayan tarafı, fıtrat dini olmasıdır. Yaradılışa uygun yegȃne dindir. Fıtrat dinidir İslam. Zaten evrenseldir. İnsanlar, Allah'ın kullarıdır. İnsanlar ya dinde kardeştir, ya yaradılışta eştir. Sıfatlar bozuktur. Kȃfire zât olarak bakılmaz, sıfat olarak bakılır. Bir kelime-i şehadet farkı var aramızda… Efendim, onun günahı çok!.. Acaba bizimki tartılıyor mu? Sarhoşa kızıyoruz hepimiz, şunu düşünmek lazım; her günah içki gibi sarhoşluk verseydi, hangimiz ayık gezebilirdik?.

Ayık gezenimiz olur muydu? Allah'ın "settar" sıfatı he-pimizde tecelli etmese birbirimizin yüzüne bakabilir miyiz? Ne güveniyoruz kendimize? Bir tek güvenç vardır, bir tek güvenç.. Allah'a güveneceğiz. İtimat O'na… O'na direk ulaşılmaz. Bakın bugün bazı şeyleri bildiğimiz teknik konularla açıklamak daha kolay… Tabi bunlar, benzetme yoluyla… Şimdi burada bir ampul yanıyor. Bu ampulün burada yanması için 220 volt olması lazım. Peki, bu mahallenin trafosunda kaç volt var? Belki binlerce volt var, ben anlamam… Peki, İstanbul'un trafosunda, peki enterconnected sistemde? Adam beli gibi kalın telden geçiyor o elektrik... Burada, bir saç teli kadar geçiyor. Kaç bin volt geçiyor kim bilir orada? O volta bu ampul tahammül edemez değil mi? Cenab-ı Hak, lateşbih, güneşe çıplak gözle bakılmayacağı gibi öyle bir voltajdır. Ona ulaşmanın yolu yani muhavvile indirgeme demek- en büyük muhavvile merkezi, Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizdir. Sonra, Resulullah Efendimiz de kendi başına büyük bir trafo… Ona nasıl ulaşacağız? Küçük tellerle…

Yani bu evin bütün kablosu, incecik tellerden oluşuyor. Ama bu binaya giren kablo daha kalın, bu mahalleye giren daha kalın. Bu şehre giren en kalın… O adam beli kalınlığındaki kablolar daha kalın. Yani Resulullah'a bakmak için Resulullah'a bakmasını, görmesini bilenlere bakacağız evvela.. Sonra Resulullah'a sonra Allah'a… Ha, bu aradan gitmeden ben direkt Allah'a bakarım!.. Dediğin gibi olsaydı, onlara lüzum kalmazdı… Ve "ben, Allah'la arama kimseyi sokmam!.." diyorsun. Halt etmişsin sen… Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizle Allah (Celle Celalühü) arasındaki Cebrail neci?... Allah isteseydi Cebrailsiz, Habibinin gönlüne aklına, ne istediyse, o fikirleri, o düşünceleri, o emirleri, veremez miydi? Verirdi. Ama demekki Cebrail diye bir kurum var. Melek, amenna da, ama onu bir kurum olarak görelim… Cebrail kurumu var. Ne işe yarıyor o? Veya kullarına peygambersiz kendi isteklerini iletmeye kadir değil mi? Estağfirullah… "Vehüve ala külli şeyin kadir"; her şeye kadir… Ama Peygamber koymuş araya… Çünki sizin cinsinizden… Bunu Hz. Mevlana Mesnevi-i Şerif'te bir hikȃye ile anlatır. Hz. Ali Efendimiz, sokakta bir çığlık duymuş. Çıkmış dışarıya, n'oluyor diye. Bir kadıncağız ve kadının çocuğu bir şekilde, nasıl olduysa, dama çıkmış, henüz emekliyor… kadıncağız da çocuk damdan düşecek diye feryad içinde… Hz. Ali Efendimiz kadına hemen "sus" demiş… "Gürültü etme, şimdi çabuk bana, komşudan emekliyen bir çocuk bul." Bulmuşlar. Hz. Ali Efendimiz uygun bir yerden dama çıkmış, kendisi görünmeden, o damdaki çocuğa kucağında taşıdığı kendi yaşıtı, akranı çocuğu göstermiş… Çocuk çatının kenarından kendi akranı ya- pıtır pıtır emekliyerek akranı olan çocuğun yanına gidince, Hz. Ali Efendimiz tutmuş, ikisini de almış indirmiş…

Bunu niye anlatıyor Hz. Mevlana Mesnevi'de… O çocuğu, anasının bağırması ya da Hz. Ali'nin dama çıkması kurtarmaz. Neden, çünkü elini bacağını bir adım dışarıya atsa ‘lap' diye düşecek… Ama kendi cinsinden emekleyen bir çocuk oldu mu, o, onun cazibesiyle onun yanına gitti kurtuldu. İşte Allah-u Teȃlȃ bize melekten cinden değil, kendi cinsimizden tebliğciler gönderdi. Bu kadar açık bunun hikmeti. Ne münakaşa ediyoruz ki… Ama biz, bunları anlamamak, "Ben Allah'ın kuluyum, ben bunu anlarım." diyorsunuz. Olur!.. Bakın siz tabipsiniz, tabip mektebine gitmek için kaç sene tahsil ettiniz. Onu niye nazar-ı itibare almıyorsunuz? Ben şimdi açıyım anatomi kitabını okuyayım, sonra doktor diye ortaya çıkayım… Olur, o kadar ucuzdu!.. Siz anatomiyi anlamak için kaç sene tahsil yaptınız?... Şimdi ben Kur'an'ı açayım, dinimi anlayayım, olur!... O kadar kolay mı be!.. Yani 60, 70, 80 senelik ömre sahip bir bedenin sağlığının temini ilmi olan Tıp için, tıbbı öğrenmek için evvela 15 sene tahsil yapıyorsunuz, sonra tıbbı öğrenmeye başlıyorsunuz… Ben hiçbir ön çalışma, ön tahsil yapmıyacağım; Kur'an'ı okuyacağım, anlayacağım!.. İşte bu ucuzculuk, bu olmaz… Bunları doğru yaptığımız zaman, kimliğimiz de, kişiliğimiz de, şahsiyetimiz de, dayanışmamız da, toprağı vatan edinme, fikrî vatan edinme de hepsi hallolur. Çünkü böyle yaptığımız zaman, Domaniç yaylasından Viyana'ya gittik. Böyle yapmadığımız zaman, Viyana'dan Edirne'ye döndük… Bu kadar kolay... Ve dikkat buyurun, bize empoze edilen maarif sisteminde, hep Viyana'dan dönüş sebepleri anlatılır ve sadece din olarak anlatılır. Domaniç'ten Viyana'ya gitme sebepleri anlatılmaz!.. Niye acaba? Bir daha gitmesin diye… Bunda domuz dolabı vardır, gȃvur parmağı vardır. Kim ne derse desin...

Lozan'ın siyasi sınırları ile birlikte 80 senedir, fikrî sınırlarımızda Ardahan, Hakkȃri, Muğla, Edirne dörtgenine sığdırılmaya çalışıyoruz. Böyle şey olmaz… Biz âlem şümul bir milletiz. Bizim sınırlarımız, beygirlerimizin su içtiği yerdedir. Toprak sınırı değil, fikrî sınırımız. Zaten fıkıhta bir kaide var. Bir toprak parçası arazi, İslam olduğu zaman, yani Müslümanların elinde olduğu zaman, ebeden Müslüman toprağıdır. İşgale uğramış olsa da… Onun için, İspanya Müslüman toprağıdır, Viyana'ya kadar, bütün Romanya vs. İslam toprağıdır. Başkasının eline geçmiş olsa da… Peki, İslam toprağıdır diye de Müslümanlar mı idare edecek? Hayır. İdare, dünyevî bir meseledir. Ebedi hayattan bahsediyoruz. Biz dünyaya talip değiliz, ebedi hayata talibiz. Oradaki insanların yanlış yoldan çevrilmesi, bizim üzerimize farz-ı ayndır. Onun için, fikriyatımızı Edirne'nin dışına taşımalıyız. Ve unutmamak lazımdır, fütuhat-ı İslamiye, o zamanların gereği topraktaydı, bugünün gereği fikriyattadır. Ve bu oluyor. Üç buçuk milyon Türk var Almanya'da…

Ben eskiden hep o Avrupa'ya gidenlere kayıp gözüyle bakardım, yazık oluyor bu insanlara diye. Şimdi onların hepsini bir fedai olarak görüyorum. Bugün Almanya'da yüzlerce cami var. Hollanda'da mesela bir Fatih Camii var. Ben oraya gittiğim zaman en az Eyüp Sultan Camii kadar huzur duyuyorum. O camide bir ruhaniyet var, bir evliya ayağı değmiş oraya… Öyle acaip bir cami. Ha, başkasına tesir etmeyebilir, başkasına da başka yer tesir eder. Ama bugün kiliseden bozma, apartman katından bozmanın yanı sıra çifte minareli kubbeli camiler var. Beş vakit ezan okunuyor Avrupa'da. Bu bir fütuhat değildir midir?

Geçen sene 2007 Ramazan'ında Londra'da ben teravih kıldım. Faslı, Suudlu, Orta Afrikalı, kara yüzlü, siyah derili insanlar… Teravih kıldım. Ve emin olun, camiye giderkenki yürüyüşümle camiden çıktıktan sonraki yürüyüşüm değişmişti. Yani ben de iki sene evvel 61 yaşında koca adamdım yani. Ama bir çocuk gibi, dönüşte hoplaya zıplaya geldim. Ve nasıl dolu cami biliyor musun, kocaman… ve dolu… Bu işte, mesela bugün Newyork'ta 86.caddede galiba, minaresiyle kubbesiyle bir cami var Türklerin yaptığı… İlay-ı kelimetullah, her müslümanın üzerine farz-ı ayndır. Yapamıyorsak da yapanları sevmek gerekir. Herkes nebi, veli, salih, şehid değil, ama Allah öyle bir ikram sahibi ki, "onları sevenlere de onlar gibi muamele yaparım" diyor. Evet, benim nebilerim salihlerim şehidlerim velilerim vardır dört grup sayıyor- bir de bunları sevenler vardır beşinci grup onlar da onlar gibidir diyor. Bak, bak, bak, bak… Sevmeyi, onlarla aynı teraziye konmak olarak değerlendiriyor.

Elbette, Resulullah Efendimizle hatemü'l enbiya- nübüvvet bitmiştir, ama bütün peygamberleri sevmek, peygamberler gibi muamele görmektir. Allah vaat ediyor, dönmez ki va'dinden… Onlar da onlar gibidir diyor. Şehitlerimizi de seviyoruz. Salihlerimizi de seviyoruz. Velilerimizi de seviyoruz. E bize de öyle muamele yapıcak… Ha bu muameleyi yapsın diye seviyoruz dersek olmaz. Sevmenin göstergesi vardır... Nedir? Onlar gibi olmaya çalışmak.. Yani şehidi seviyorum, sonra askerden kaçıyorum, böyle şey olur mu ya!.. Sevmiyorsun demek ki kerata… Yani sevmek, onlara benzemeye çalışmak, onlar gibi davranış biçimine sahip olmakladır. Yani kendimize onları numune edeceğiz. Zaten Hz. Peygamberi her davranışta kendimize numune etmek farz-ı ayndır. Bir beş şart ezberlemişiz, İslam'ın şartı beş bitmiş... Öyle değil, o asgarisi, mükellefiyetin asgarisi… Hz. Peygamber'den gayrıyı kendine örnek almak küfürdür. Başkasını örnek alamayız… Ayet var, öyle değil mi? Fıkıh olarak öyle, başkasını örnek alamayız... Ha, onu örnek almış olduğuna inandıklarımızı örnek alırız. Neden? Çünkü henüz ona ulaşamadık… O'nu örnek alanı örnek alırız, ona ulaşayım, sonra O'na da ulaşırız. O caiz.

Çünkü hedefte yine örnek alınacak insan olarak Hz. Peygamber var. İşte, efendim nasıl güneşe açık gözle bakılmıyor, Resulullah Efendimize de pek öyle açık gözle bakılmaz. Veliler hepimize uygun güneş gözlüğü koyuyorlar gözümüze…



Efendimizin ışıltısını algılayalım… Sonra gözümüz alışırsa çıplak gözle bakarız, evvela bir gözümüz alışsın..

Efendim, çok teşekkür ediyoruz. İnanıyoruz ki, okurlarımız da çok istifade edecekler.
Röportaj: Dr. Alper Yücel ZORLU



FEYZ Dergisi - Haziran 2014
***






Yüklə 1,01 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin