Gecenin karanliğinda doğan işIK


İçimizdeki zıt isimler nedir?



Yüklə 1,01 Mb.
səhifə18/20
tarix29.07.2018
ölçüsü1,01 Mb.
#62256
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20

İçimizdeki zıt isimler nedir?

Öyle ya kıskancız. Bunu çok kolaylıkla merhamete çevirebiliriz. Zalimiz. Her şeyi yerli yerine koymaya başlarsak zalim de hizmete dönüşür. Dolayısıyla her negatif isim pozitif isimle birleşirse bizim içimizde de yaradılış başlar, kavgalar biter. Böyle kavgası biten insanla herkes dost olur. Dostlukta birlik sağlanırsa vahdet-i vücut idrak edilir. Allah nasip etsin inşallah efendim. Melamilik, bütün tarikatlerin özü ve hakikatidir. Tarikat, Allah’a giden yol demektir. Allah’a giden öyle çeşitli yollar vardır ki, tahmin edemezsiniz. Hani Kȃbe’ye giden yolların çok farklı olması ama sonuçta her şeyin Kȃbe’ye varması gibi, Allah’a giden yollar da çeşitlidir. Ateizm de Allah’a gider, reddederek Allah’ın varlığını ispat eder. Kimi Mecusilik’te ateşe tapar, nuruna değil narına tapmayı tercih eder. Ama hepsi farkında olmadan Allah’a gitmektedir. Bunlar içinde gerçekten meşreplere göre Allah’a giden yolları öğreten tarikatler vardır. Bu tarikatlerin hepsinin özünde melamilik yatar. Melamilik, vücuttan değil gönülden her şeyi silmek, Allah’tan gayrıyı terk etmek demektir. Melamilik, yalnız Allah’la hareket etmek, dünya malıyla, evlat sevgisiyle, dünya sevgisiyle, mal mülk sevgisiyle, insan sevgisiyle hiçbir şeyle meşgul olmadan yaratılmışta Allah’ı görerek ona ulaşmak demektir. Melamilerin ‘bir lokma bir hırka’ dedikleri, şeklen bir lokma bir hırka değildir. Gönülden bunları silmek, belki görünüşte onların üzerinde çok şey vardır ama manalarında hiçbir şey yoktur. Bir adam şeyhine, ‘bana hakiki şeyhi gösterir misiniz?’ demiş. O da demiş ki, ‘kulübede yaşayan bir adam var. Git ona de ki, gönlünden dünyayı çıkarsın.’ Adam kulübede yaşayana gitmiş. ‘Allah Allah’ demiş, ‘bu kulübede dünya ne gezer. Bu adamın hiçbir şeyi yok.’ Ama adam ona demiş ki, ‘düşündüğün gibi değil. Ne düşündüğünü anladım. Benim içim, dünya aşkıyla dolu. Buraya kendimi soktum ama içimden dünya sevgisi çıkmadı. Evlatlarıma tapma aşkı çıkmadı.’ Adam, ‘vah vah’ demiş. Sonra da gelmiş şeyhine, ‘şimdi de saraydakine git’ demiş. Ona de ki, ‘onun ellerinden öperim, dualarını eksik etmesin üzerinden.’ ‘Allah Allah’ demiş mürit. Saraya gitmiş. Şeyh altınlar içinde, üzerinde kürkler. Demiş ki, ‘şeyhim böyle dedi ‘ Adam, şöyle konuşmuş : ‘Oğlum, sakın yanlış anlama. Bunları biz üzerimize alırız, ama arızidir. Bir dakikada bırakırız. Bizim en büyük zenginliğimiz, Allah’tır. İşte görünüşte üzerinde ne olursa olsun Melami meşrepli insanın gönlündedir. Bu kişiler rinttirler. Hani Yahya Kemal’in, ‘hep rintleri anlattık ama hiç rint olamadık dediği’ gibi rintlik zor iştir. Biz buna ‘İlahi cebrilik’ diyoruz. İlahi cebrilik, öyle yüce bir makamdır ki, bizim anladığımız anlamda cebrilik değildir. Cebrilik, nefis sahibi insanın, ‘her şey Allah’tandır. Ben istediğim gibi yatayım, çalışmama da gerek yok, o istediğini verir’ demesidir. Bu tür insanı Allah lanetler. Çünkü Allah demiştir ki, ‘çalış, çabala bakalım. Ben istediğini verecek miyim?’ Bu cebrilik hoş değilse de bunun bir üst makamında yani insanın Allah’ta yok olduğu, kendi güç ve kuvvetini Allah’ta yok ettiği anda, Allah’ın tecellisiyle nefsine ait hiçbir istek kalmayınca, ‘evet her şey Allah’tanmış’ dediği an ilahi cebriliktir. Onun nefsinin kararı değildir bu. Artık yok oluşunun kararıdır. İşte rint bu haldir. Rintler gerçekten her şeyi Allah’tan bilirler. Onlar şeklen itiraz de etseler gönüllerinde daimi cennet, daimi namaz, daimi secde halindedirler.

İnsanın kendine ve ötekine acı vermeden yaşabilmesinin yolu nedir? Anadolu mayasıyla mayalanmış insanlar bunu nasıl başarırlar?

Hocam Kenan Rıfai’ye, ‘tasavvuf nedir?’ diye sorduklarında, ‘incinmemek ve incitmemektir’ buyuruyor. Demek ki tasavvufun özü, cümle varlığın birliği ve kardeşliğidir. Yani kime kırılacaksınız her şey Allah ise, her yerde Allah tecelli ediyorsa. Şimdi birisi bana şöyle diyor. ‘Hocam acaba yalan söyleyende, kötülük edende Allah’ı nasıl göreceğiz?’ Peki, yalan söylemek ya onun cüzi bir haliyse, hakikati değilse, üzerinde arıziyse, sen ondaki güzelliği görmeye çalış. Yüce sultan Niyazi Mısri ne diyor? ‘Ayın, yani insanın Allah’a bakan yüzü daima tandır. Ama sen ayın kendine bakan yüzüyle, meşrebiyle meşgul olduğun için onu eksik ve hilal halde görüyorsun.’ O halde insanı Allah’a bakan haliyle ölç, bu dünyadaki haliyle ölçme. Onun cüzi hatalarına göre onu değerlendirme. O insandan sana bir itiraz, bir kötü muamele geliyorsa da memnun ol, bir hatamı ödüyorum de. Öyle demiyor mu yüce sultan Hasan Basri? Çok büyük iftira etmişler Hazret’e. Demiş ki, ‘amel defterimdeki günahları kendi amel defterine alma lütfunda bulunmuşlar.’ O halde başkasının hakareti veya bizi aşağılaması, bizim aşağılanmamıza sebep olmaz. O Allah’tan bize bir ihtardır. Belki bir hatamızı ödüyoruzdur ya da çok şükür belki onun indinde derece alıyoruzdur. O halde kırmamak, kırılmamak gerekiyor. Kimi kıracağız, Allah’ı mı kıracağız? Kırılmamak, kimden kırılacağız? Allah’tan mı kırılacağız? Bu hal, Anadolu insanında tasavvufla beraber yaşamış, beslenmiş ve gelişmiştir. Anadolu insanı, tevazu sahibidir. Anadolu insanı, hoşgörülüdür. Herkesi ve her şeyi sever. Kimseye kırılmamaya dikkat eder. Bunu yapamadığımız zaman belki de madde ilminin çok fazla tesirinde olduğumuz zamanlar, kendi hakkımızı korumalıyız, diye yetiştiğimiz zamanlar bunu yapamayız. Ama Allah aşkıyla yetişmiş Anadolu insanı bizim hakkımızı koruyanın Allah olduğunu bildiği için, kendi kendinin hakkını korumak diye bir derde düşmez.

***

7 - MELÂMîLİK ÜZERİNE

(Bu sohbet Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre ile 30 Ekim 2005 Pazar günü Hoca'nın Üsküdar'daki evinde başbaşa bir konuşma esnâsında kaydedilmiştir)



***

(Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, 1935'de Üsküdar'da doğdu. 1954 yılında Galatasaray Lisesi'nden, 1957'de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik Bölümü'nden ve 1958'de de Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Millî Enstitüsü'nden mezun oldu. Türkiye'nin ilk Atom Mühendisi'dir.

Pozitif, sosyal ve dinî ilimler konularında 400 kadar makale ve raporu bulunan Prof. Özemre'nin hâlen üniversitelerimizde okutulan ve defalarca yeniden basılmış olan 12 cild ders kitabı yanında 40 cild kadar da genel kültür meselelerine ait kitapları ve tercümeleri vardır. Türkiye Yazarlar Birliği kendisini: 1996 yılında Üsküdar'da Bir Attâr Dükkânı (6 baskı) isimli eseriyle Hâtırat Dalı'nda ve 1998 yılında da Prof.Dr. Toshihiko İzutsu'dan çevirdiği İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar (3 baskı) başlıklı çevirisiyle Çeviri Dalı'nda "Yılın Sanatçısı" ödüllerine lâyık görmüştür. Üsküdar Belediyesi ise, Prof. Özemre'nin Üsküdar'a hizmetlerinden ötürü, 2002 yılında Çengelköy'de inşâ ettirdiği bir Kültür Merkezi'ne Ahmed Yüksel Özemre Kültür Merkezi adını vermiş bulunmaktadır. Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca bilen Prof. Özemre evlidir; iki kızı ve bir de torunu vardır. Özemre, 25 Haziran 2008 tarihinde İstanbul’da vefat etti.)

***

Hakk'ın gizli Veli'si bir Hamzavî-Melâmî
Çocuk iken fakîre Sır'rıyla oldu hâmî.

Nâfiz nazarlarından akmakta olan himmet,


Sır'rıma nüfûz edip, oldu yüce bir ni'met.

Yıllarca sürdü gitti bu rûhânî te'sir,


Gönlüm oluncaya dek Rûhî Sultân'a esîr.

Ganiyy-i Muhtefî

Necmettin Şahinler: Efendim hâtıra kitâplarınızda1 ismini sürekli vurguladığınız bir zâttan yâni Eşref Efendi Amca'dan sitâyişle bahseder ve sırlı bir Hamzâvî-Melâmî olan bu zâtın Siz'e her zaman muhabbetle nazar ettiğini anlatırsınız. Siz'inle şimdiye kadar pek çok konu üzerine konuştuk ama Hamzâvî-Melâmîlik konusuna hiç değinmedik. Lûtfederseniz bugün bu konu üzerine eğilelim. Nedir bu özel olarak Hamzâvî Melâmîlik veyâ genel yönüyle Melâmîlik?

Ahmed Yüksel Özemre: Evlâdım, gerçekten senin de söylediğin gibi Üsküdar'daki o mütevâzî attar dükkânının müdâvimi olan muhterem zevât içinde benim mevcûdiyetimi ve muhakkak ki hâlet-i rûhiyemi, fark eden tek zât Eşref Efendi Amca idi; zirâ gerek dükkânda gerekse dükkânın dışında karşılaştığımız zaman kendisinin o fevkalâde nâfiz ve rahmânî bakışlarını hep üzerimde hissetmişimdir. Onun bu nazarlarının ve mestûr himmetlerinin mânevî hayatıma nasıl bir istikamet vermiş olduğunu, aradan 50 yıl geçtikten sonra, bugün çok daha berrâk bir şekilde idrâk etmekteyim.

: Efendim, Eşref Efendi Amca'nın bağlı olduğu bir tarîkat var mıydı?

AYÖ:Eşref Efendi hangi tarîkata mensûb olduğu ve seyr-i sülûkunu kimin yanında tamamladığı bilinmeyen, Hamzavî-Melâmî meşrebli, belki de üveysî, Ehl-i Beyt-i Resûlullah âşığı, son derece sırlı, az konuşan, ama her beyânı inci gibi hikmet dolu olan bir zât idi. Bununla beraber ortada hakîkata aykırı bir durum var ise bunu şecaatle belli etmekden asla geri kalmayan celâlli bir tabîata da sâhipti.

: Efendim, anlaşılıyor ki Siz'in hayatınızda yansıttığınız ve bizim de yakînen gördüğümüz bu Hamzavî-Melâmî meşrebin/neş'enin kaynağında Eşref Efendi Amca var. Deyim yerindeyse Eşref Efendi Amca bir anlamda çocukluğunuzda Siz'in manevî basîretinizin ve irfânî kemâlinizin kapısını açan ilk anahtar olmuş.2

AYÖ:Evlâdım, bu ezelî nasibime ne kadar hamdetsem şükretsem azdır. Eşref Efendi'nin gönlümüzde yer etmiş olan bir sözü vardır. Der ki:"Evliyâullah her şeyini saklar ama nazarını saklayamaz". Demek ki biz de bu nazârdan payımıza düşeni almışız. Şunu da ilâve edeyim ki; Eşref Efendi, tıpkı Merkez Efendi3 gibi, bu âlemde her şeyin ve herkesin ne eksik ne de fazla, yerli yerinde ve Cenâb-ı Hakk'ın takdîriyle bu şekilde var olduğunun; yâni Kader'in Mükevvenât'taki her şeyi, tecellî etmekte oldukları gibi şekillendirip Ezel Hükmü'ne bağlamış olduğunun idrâkini bütün ömrü boyunca zinde tutmuş bir zâttır.

: Efendim, Hamzâvî-Melâmîlik kitâplardan okuduğumuz kadarıyla tarihsel olarak II.devre Melâmîliğin içerisinde yer alıyor. Hâtta buna Bayramî Melâmîlik de deniliyor.

AYÖ: Evlâdım her ne kadar tasavvuf tarihçileri böyle bir ayırım yapmış, Melâmiliği Hamdûn el-Kassâr ile başlayan, Hacı Bayrâm-ı Velî ve onun önde gelen müridlerinden Ömer Dede Sıkkınî ile devâm eden ve sonunda da Seyyid Muhammed Nûrü'l Arabî'ye uzanan üç devreye ayırmış olsalar da, hakîkat şudur ki; Melâmet neş'esini mahdud bir devreye münhasır kılmak doğru değildir. Ehl-i Melâmet her devirde nefsini zelîl kılmış, cemiyyet içerisinde erimiş gibi yaşamış, iddiadan uzak mahzâ kulluğu kendilerine hâl olarak seçmiş sırlı insânlardır. Bu nedenle Melâmetîlik için yapılacak en güzel, kâmil ve geçerli bir tanımın: "Hz.Peygamber'in ahlâkını izhâr etmek" olduğu kanaatini taşıyorum.

Ama sorduğuniçin kısaca değineyim. Önceki adıyla Bâlî Ağa, Hüsâmeddin Ankaravî'nin mürîdlerinden birisidir. Cezbesi kendisine gâlip gelen bu zât, halka hor görünmekte ve nefsini zelîl kılmakta aşırı bir yol izlemiş, öyle ki köpekler ve tavukların yemesi için sokaklardaki yalaklara dökülen yemekleri bile yemekten çekinmemiştir. Hâtta "Riyâzattan vazgeçtim; her gün tavuk çorbası içiyorum" diyerek de sureti tefâhur göstermiştir. İşte bu taşkın hâlinden nâşi şeyhi Hüsâmeddin Ankaravî onun adını Hamza koymuş ve kendisine: "Bu meşrep senin şahâdetine sebep olur, Hz.Hamza'nın sancağı altında haşrolunursun" demiştir. Gerçekten de bu gaybî işâret gerçekleşmiş yeni adı ile Hamza Bâlî, Kanûnî Sultan Süleyman devrinde Şeyhülislâm Ebu-s Suûd Efendi'den alınan fetvâ ile idâm edilmiştir. Kabr-i şerifleri de Sivrikapı'da sırlanmıştır. Bu hatırayı yâd etmek için de Melâmîler, Hamzâvî tâbirini öne olarak kendilerini Hamzâvî Melâmî olarak tanıtmışlardır. Fakat bu tabirinin, düşman çevreler tarafından Melâmîler'i töhmet altında bırakmak kastıyla Pejoratif anlamda söylendiği de bazıkaynaklarda yer almaktadır.



: Efendim Hamza Bâlî ile ilgili şöyle bir anekdot da anlatılır. Bosna'da bulunduğu zamanlarda meyhâneleri dolaşır, yanına yaklaştığı sarhoşlara şöyle dermiş: "Oğlum şu şeytân bevlinin ne hayrı olur ki? Sen bana gel, sana ilâhî aşkın şarabından içireyim de ebediyyen mutlu olasın." Hamza Bâlî'nin idâmında da rivâyetlere göre ilginç bir olay yaşanmış; infâzı denetleyen mollalardan biri şunu sözleri utanmadan söyleyebilmiştir: "Başından sarığı alıp öyle asın; sarığa saygısızlık olmasın". Bu da Hamza Bâlî gibi bir insânın başını birkaç santim bezden daha değersiz gören zihniyetin gerçek yüzünü bize göstermektedir.

AYÖ: Necmettin'ciğim, sen de biliyorsun ki; kâmil insânın tavrı, cezbesini iyice hazmetmiş ve dışarıya vurmayan bir temkîn ve teennî üzerine olmalıdır. Eğer cezbe zabt-ü rabt altına alınmaz, hazmedilmezse insânın aklını fikrini ta'til eder, dumûra uğratır. Bundan dolayı da böyle bir kimseden taşkın davranışlar, Şeriat'e aykırı hareketler ve sözler zuhur edebilir. Hamza Bâlî'nin acıklı sonunu hazırlayan ahvâl de bundan başka değildir. Hakîkat yolunda gaye kemâle kavuşmak olduğundan meczûbâne davranışlar hoş görülmez. Nefsin en büyük hiylesi bu delice hareketleri birer fazîletmişgibi göstermesidir. Melâmîler, yollarını "Meslek-i Celile-i Ahmediye" yani Hz. Muhammed'in yüce tavrı ve yolu diye tanımlarlar. Hz. Muhammed: 'Allah sizin dış görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize ve davranışlarınıza bakar." diyerek melâmetin en önemli boyutlarından birini ortaya koymuştur.

: Efendim, Bayramî Melâmîliğin içerisinde Siz'in bu tanımlamalarınıza daha uygun düşecek bir zât daha var. İdris-i Muhtefî4 mahlâsını taşıyan Tırhalalı5 Hacı Ali Bey. Bu zât da Hamza Bâlî gibi Hüsâmettin Ankaravî'nin manevî terbiyesinden geçmiş ve sonra irşad için İstanbul'a gönderilmiştir. Mensupları dışında kim olduğu bilinmeden vefatına kadar da yaklaşık 46 yıl irşad faaliyetlerini sürdürmüştür. Üstelik İdrîs-i Muhtefî'nin Hamzavî Melâmîliğin son kutbu olduğuna inanılmıştır.

AYÖ: Evlâdım, İdrîs-i Muhtefî'nin ticaretle meşgul olması -mülhidlik ve zındıklık suçlamalarının yoğun olduğu bir dönemde- kendisini gizlemeyi kolaylaştırmıştır. Hâtta O, komşuları tarafından bile tanınmamıştır. Kendisini tüccâr Hacı Ali Bey diye tanıyan ve büyük saygı gösteren bir komşusunun ona: "İdris adlı birinin binlerce müslümanı sapıklığa düşürdüğünü, bu fitnenin nasıl önleneceğini" sorduğunda "O İdrîs benim, beni nasıl bilirsiniz?" dediğini, bunun üzerine komşusunun özür dileyerek kendisine intisab ettiği anlatılır. İdrîs-i Muhtefî'nin dönemi aynı zamanda önceden taşrada faâliyet gösteren Hamzavî-Melâmîliğin İstanbul'da, fütüvvet ehli esnaf arasında yayıldığıbir dönem de olmuştur. Bu devirde Fatih Kırkçeşme'de Peştamalcılar Hanı'ndaki dokumacı esnâfının Hamzavî olduğu, Sarı Abdullah Efendi'nin de Hamzavîyye'ye burada intisâb ettiği bilinmektedir. Yine İdrîs-i Muhtefî'nin âlimler, şairler ve devlet adamlarından da birçok müridi olduğu söylenir. Kabri, Kasımpaşa'da Kulaksız Mezarlığı'ndadır.

: Efendim, Hamzavî-Melâmî kutbu İdris-i Muhtefî'den sonra bu mahlası tek kullanan ve "Nefesler" adındaki kitâbının dışında kendisi hakkında hiçbir bilgiye rastlamadığımız ama kullandığı dilin vokabülerinden çıkarttığımız kadarıyla yakın dönemde yaşamış veyâ yaşayan bir zâtta Ganiyy-i Muhtefî'dir. Fakîr O'nun Nefesler'inin VIII. Bölümünü oluşturan "Merâtib-i Tevhid Risâlesi"ni yorumlamaya çalışmış ve bu çalışma kitâp olarak 2001 yılının Temmuz'unda basılmıştı.

AYÖ: Necmettin'ciğim, bu zâttan haberim var. Anlaşılan O da mahlasına uygun olarak, tıpkı İdris-i Muhtefî gibi sırlı kalmak istemiştir. Atâî'nin İdrîs-i Muhtefî'yi tavsif ederken söylediği şu beyit bu temkîn sâhibi sırlı zât içinde geçerlidir.

Söyleyenler kendisin bilmez, bilenler söylemez.


Cûylar6 kim vardılar deryâya, hâmûş7 oldular.

: Efendim Hamzavî-Melâmîliğin son temsilcisi olarak bir de 1925 yılında Hakk'a yürüyen Seyyid Abdulkadir Belhî Efendi var. Sizden daha önce duymuştum Eyüp Nişâncası'ndaki Murat Buharî Dergâhı'nda irşada başlamış, tam 46 yıl boyunca bu dergâhtan yalnızca bir kere, o da Üsküdarlı Hafız Eşref Amca'nın ricâsıyla, Üsküdar'daki Sandıkçı Dergâhı'ndaki bir zikre katılmak için dışarı çıkmış.

AYÖ: Evlâdım, Seyyid Abdülkadir Belhî enteresan bir zâttır. Hamzavî-Melâmî meşreb olmasının gereği olsa gerek; ne kimsenin peşinden koşar ne de kimseye giderdi.8 Ziyâretinde sen de görmüşsündür, kabrinin üzerinde, hiçbir işâret, yazı, nişân yoktur. Hazret, ahirete irtihâllerinden sonra bile hırka-i melâmete bürünerek şöhretten kaçınmayı yeğlemiş, mahvîyet duygusu ile ȃlemde gaib olmayı murad ederek mübârek mezarlarıyla bile, nam-u nişanı terk etmişlerdir.

: Efendim, kaynaklar III. Devre Melâmîlerinin pîri Seyyid Muhammed Nur'ul Arabî'nin İstanbul'a geldiğinde, Seyyid Abdulkadir Belhî'yi ziyaret ettiğinden ve aralarında geçen bir konuşmadan bahsederler. Rivâyete göre Muhammed Nur'ul Arabî, Seyyid Abdulkadir Belhî'ye hitaben: "Duyduk ki kutupluk sizde imiş. Eğer kutupluk sizdeyse, biz de size uyalım. Yok eğer kutupluk bizdeyse, o zaman siz bize uyun! Demiş. Bu sözü duyan Hazreti Seyyid Abdulkadir Belhî de derin bir müşâhâde ile muhatabını incitmeden şu cevabı vermiş: "Biz öyle şeyler bilmeyiz. Yalnızca tabîyiz!" Ardından da şu meşhur Nefes'i okumuştur. "Eller buğday, biz saman/Eller yahşî, biz yaman."

AYÖ: Evlâdım, Melâmîliğin özünde iddiâ sahibi olmamak yatar. Bu nedenle Hamzavî Melâmîler, bâtınında bir iddiâsı, zâhirinde ise yapmacıklık ve riyakârlığı olmayan kimselerdir. Onlar; evhâm ve hâyâlâttan uzak, Kerâmât-u mu'cîzât peşinde koşmayan, aşk-ı Nebî uğruna nefsini zelîl kılan, tasarruf fakîri, mahzâ kulluk hâlinde tarîk-i nâzeniynin örtülü gülleridir. Öyle kutupluk, gavslık gibi nefsi okşayan, riyâset kokan ünvânlara itibâr etmezler.

: Efendim, Melâmet kınamak anlamındaki "levm" kökünden türeyen bir deyim. Bir tasavvuf terimi olarak ise "riyâdan kaçınmak ve ihlâsı muhafaza etmek adına iyi ve olumlu yönleri saklayıp, kınanmaya konu olacak yönleri açığa çıkarmak, gösterişten, şöhretten uzak durmak" şeklinde tecelli eden bir tutum. Bu yönüyle ele alındığında bu terimin içerik olarak Kur'ânî bir karaktere sahip olduğu apaçık ortada. Aslında şunu söylemek istiyorum ki; yaşanan bu hâlin adı ne olursa olsun bir Kur'ân ahlâkının ortaya konulmasından başka bir şey değil.

AYÖ: Evlâdım, Kur'ân'da "levm" ifâdesinin geçtiği ve konumuz açısından önemli iki âyet vardır. Bunlardan birincisi Kıyâmet Sûresi'nin 2. âyetidir. Bu âyette "Nefs-i Levvâme"ye yâni "kendi kendisini kınayan nefse" yemin edilmektedir. Şunu iyi bil ki; eğer Kur'ân'da bir şey üzerine yemin ediliyorsa, bu, içinde bulunduğu silsilede o şeyin çok önemli bir değeri olduğuna işârettir. Hesâba çekilmeden önce nefsini hesâba çeken, hata ve kusurlarını idrâk eden, nefsinin hiyle ve hurdasını tesbit etme konusunda fehâmet ve temyiz sâhibi olmaya gayret eden bir insân artık Hz.Peygamber'in sık sık söylediği gibi "ene beşerün"9 noktasına yaklaşmıştır. Bu da bir Kur'ân ahlâkı olarak Melâmîliğin önemli ilkelerinden birisidir.

İkinci âyet ise Mâide Sûresi'nin 54. âyetidir. Bu âyette Allah, kendisini seven ve kendisinin de onları sevdiği müminleri zikretmekte, onların taşıdıkları özellikleri şöyle vurgulamaktadır: "...Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, hakîkati inkâr edenlere karşı onurlu; Allah yolunda üstün çaba gösteren ve kendilerini kınayabilecek kimselerin kınamasından korkmayan (insânlardır). Bu, Allah'ın dilediğine bağışladığı bir lûtufdur. Allah (lûtfunda) sınırsızdır ve her şeyi bilendir." Bu âyette de Allah'ın emirlerini yerine getirmede kınayanların kınamasından korkmayan, insânların övmesine ve yermesine aldırış etmeyen insân övülmekte, bu ahlâkın ona Allah'ın bir lûtfu olduğu tebşir edilmektedir. Bu tavır da Melâmî neş'enin en bâriz niteliklerinden birine işâret etmektedir.

Hamdun el-Kassar'ın da melâmîlik yolunun özelliği kendisine sorulduğunda verdiği cevap bu âyetin rûhuna çok uygundur. Şöyle söylemiştir: "Halk için herhangi bir hâl ile süslenmeyi terk, herhangi bir hâl veya ahlâk ile onların rızasını beklemeyi terk ve Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmamaktır."

: Efendim, Melâmîliğin tarihsel seyrini gözlemlediğimizde, işâret ettiğiniz bu âyetler Melâmîliğin belki bir vechesi ile örtüşüyor. Ama zaman içinde bu meşrebin öyle farklı uygulamaları olmuş ki insân şaşırıyor. Toplum içinde dini onurlu/vakarlı/ihlâslı, olması gereken bir çizgide yaşayanları, bu yaşantılarından ötürü eğer birileri kınayacaksa ve yaşayanlar da kınayanların bu kınamalarına aldırış etmeden tavırlarını sürdüreceklerse böyle bir Melâmiliği anlamak kolaydır. Ancak görüyoruz ki bu böyle olmuyor. Melâmîliğin içine herkes kendi bildiğince veyâ keyfince bir şeyler dolduruyor/yüklüyor.

AYÖ: Necmettin'ciğim, bunu ilk defa sen keşfediyor değilsin. Meselâ Abdulkerim Kuşeyrî de Risâlesinde aynı şeyi söylüyor ve Melamiliği İstikâmet, kasd ve terk olmak üzere üçe ayırıyor. Senin söylediğin daha çok istikâmet Melâmîliği çerçevesi içinde kalıyor. Hz.Peygamber'in Kureyş müşriklerinin karşı çıkmalarına, engel olmalarına karşı amcası Ebu Talib'e söylediği sözleri bir hatırlasana. Şunları söylemişti: "Allah'a yemin olsun ki, benim bu yolu bırakmam için Güneşi sağ elime, Ay'ı da sol elime verseler, Allah'ın dinini zafere ulaştırmadıkça veya ben bu yolda harap olmadıkça bırakmam." İşte bu istikâmet Melâmîliğidir.

Kasd Melâmîliği ise farklıdır. Bir kimseyi düşün, halk arasında büyük bir makâm ve itibâr kazanmış, parmakla gösterilen bir şahsiyet hâline gelmiş. Fakat o kalbini halkın itibâr etme arzusundan tahliye ederek Hakk ile meşgul olur. Bunun yanında da dini kurallarca zararlı ve sakıncalı olmayan bazı yersiz ve olumsuz davranışlara teşebbüs etmek suretiyle halkın gözünden düşmeye çalışır. Özellikle dini şekil ve merasimlere karşı kasden lâkayt tavırlar takınır. Hatta bu konuda bazen halkın nefretini kazanacak kadar ileri gider. Sonunda halk onunla ilgilenmez, ayağının kaydığını, zühd ve takvadan ayrıldığını düşünür.

Terk Melâmîliği ise kişinin yaptığı melânetliklere melâmetlikle kılıf aramasıdır. Kısacası, dinî hükümlere uymamak için melâmeti yol ve vasıta olarak kullanır.

: Efendim, bazı kaynaklar Melâmiliğin piri olarak sahâbeden Abdullah b. Nuaym'ı gösteriyorlar ve onunla ilgili birçok hadîs kitabında yeralan bir hikâye anlatıyorlar. Rivâyete göre Abdullah içki içermiş ve bu yüzden de sahâbeler ona eşek (hımar) derlermiş. Fakat Peygamberimiz bu Abdullah'ı çok sever, onunla sohbet etmekten hoşlanırmış. Fakat içki içerken tutulduğunda da ona ceza (had) uygulamaktan geri kalmazmış. Yine bir gün içki içme cezası uygulanırken oradaki bazı sahâbeler biraz aşırı giderek Abdullah'a lânet okuyarak ağır sözler söylemişler. Bu tavır üzerine Hz.Peygamber öfkelenerek olaya müdahale etmiş ve oradakilere: "Onu lânetlemeyin! Allah'a yemin ederim ki ben onun hakkında, Allah ve Resulünü sevmiş olmasından gayri bir şey bilmiyorum; onun için yalnız hayırlı şeyler söyleyin" demiş.

Bu hikâyeden şunu çıkarıyorlar. Hz.Peygamber ona âşık demiştir. Hȃlbuki ötekiler onun adını eşek koymuşlar. Görülüyor ki, gönlüyle âşık mertebesine yükselen bir insân söz ve hareketleriyle eşek diye adlandırılabiliyor.



AYÖ: Evlâdım, Abdullah b. Nuaym'ı Melâmîliğin piri olarak gösteren telâkkîyi doğrusunu ararsan tasvip etmiyorum. Bu olay ekstrem bir misâl. Belki de Melâmiliğin yanlış anlaşılmasına yol açacak, günah işleyenlerin savunma mekanizmalarını geliştirecek mesajlar taşıyor içinde. Bu olsa olsa Hz.Peygamber'in müsâmahasının, adalet ve ihsân anlayışının/uygulayışının bir örneği olabilir.

: Efendim, aynı şeyi Neyzen Tevfik için de "Velâyetinin büyüklüğünü, melâmetîni büyüterek gizlemek zorunda kalmıştı" diye söylüyorlar. O da bir şiirinde Hz.Peygamber'e aşkını şöyle dile getirmiş: "Senin aşkınla gönlüm sütlimanlık ya Resûlullah/Kalın geldi fakire Müslümanlık ya Resûlullah!"

AYÖ: Evlâdım, bir kere velâyet gizlidir. Evliyâ sıfatı bir insâna izâfe edilir ama bu izâfetin hakîkati aksettirip aksettirmediği bilinemez. Bu sözlere gelince bunlar aşkla söylenmiş olabilir ama edep dışı ifâdelerdir. "Kurtarılabilecek olanı kurtarmak" adına bunlara müsâmaha edilebilir ama Melâmiliği sadece böyle bir neş'eye indirgemek nâkısa olur.

Yüklə 1,01 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin