NŞ: Efendim tekrar başa dönersek, anlaşılıyor ki tasavvufun kurumlaşması kaçınılmaz bir biçimde dünyevîleşip sosyal ve psikolojik açılardan birçok yozlaşmayı da beraberinde getirmiş. Yakın dönemde yaşamış bir Türk sûfîsi Kuşadalı İbrahim Halvetî'nin10 tekkesi yandığında: "Elhamdülillah, merâsimden kurtulduk!" sözleri boşuna değil!
AYÖ: Güzel evlâdım, bu tarihten önce de aynı yozlaşmaya işâret eden zâtlar var. Bu daha IX. yüzyılın sonu gibi erken bir dönemde kendisi de tasavvufî hayatı dolu dolu yaşayan bir ârif olan Cüneyd-i Bağdâdî'nin tekke ve zâviyelerin yozlaşmakta olduğu hakkında dostlarından birine yazmış olduğu bir mektuptan anlaşılmaktadır. Bu sekülârizasyon, tekke ve zâviyelerin yavaş da olsa sürekli bir biçimde: 1)Maddî ihtiyaçlarını karşılayacak kaynaklara yönelmeleriyle; 2) Ritüel ve teşrîfatın, yâni işin zâhirî vechesinin, ön plâna çıkarılmasıyla; 3) Tekkelere, istidâtlarına bakılmaksızın, yeni mürîdler celb etmenin önem kazanmasıyla; 4) Dünyevî güç odaklarının güdümüne girmenin bir politika olarak kabûl edilmesiyle; 5) Yaygın olmasa bile, bazı târîkatların alenen diğerlerinden daha üstün oldukları iddiasında bulunmalarıyla; 6) Bâzı meşâyihe ya da pîrâna Cenâb-ı Peygamber'de dahi bulunmayan vasıflar izâfe edilmesiyle; 7) Bâzı kimselerin dîvanlarına ya da diğer eserlerine olması gerektiğinden fazla önem atfedilmesiyle; 8) Şeyhlik icâzetinin lâyık olmayanlara ve hattâ seyr-i sülûk dahi görmemiş kimselere "teberrüken(!)11 "dağıtılmasıyla; 9) Dervişleri maddî ve mânevî yönden istismâra kalkışan şeyhlerin ortaya çıkmasıyla; ve 10) Şeyhlik müessesesinin, çoğu tekkede, bir hânedanlık gibi babadan oğula geçmesini mümkün kılan bir an'anenin teessüsüyle gerçekleşmiştir.
Böyle bir genel gidişe karşı tepki gene Tasavvuf mensûblarından gelmiş ve Bayrâmî-Melâmîlik ile bunun tabiî uzantısı olan Hamzavî-Melâmilik, (ya da İkinci Devre Melâmîliği) özellikle Tasavvuf erbâbının dünyevî güç odaklarıyla fazlaca içli dışlı olmalarına ve tekke teşrîfâtına bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Böylece 17. yüzyıldan i'tibâren tekke hayatını terkederek cemiyetin içine çekilmiş olan Hamzavî-Melâmîler, Şeyhülislâm'ın kontrolünden çıkmış olmakla, bu makamın hiddetinin de odağı durumuna düşmüşlerdir. Ama aynı zamanda, Hamzavî-Melâmîler tasavvufî bir hayatın cemiyetten kopmadan ve tekkelere bulaşmadan da var olabileceğinin müşahhas misâli olmuşlardır.
NŞ: Efendim "Şeyhülislâm kontrolü" dediniz de aklıma Şeyhülislâm İbn-i Kemâl geldi. Biliyorsunuz Kanunî Sultan Süleymân zamanında Müftü Ebu Suud Efendi ile birlikte verdikleri fetva ile bir Hamzavî-Melâmî olan "Oğlan Şeyh" lâkablı İsmâil Maşukî'yi genç yaşta idama göndermişlerdi. Hatta rivâyet ederler ki babası Pir Alî Aksarayî oğlu İsmâil Maşukî'ye "Kurbanlık kuzum, Kurbanlık İsmail'im! Şeyh baban seni bir daha zor görür. Yaşamak istiyorsan sözlerimi dinle. Va'zlarında, düşüncelerine kılıf geçirip, öylece kelimelere dök" diye nasihat etmiştir. Ama anlaşılıyor ki: "Terkedip nâm-u nişânı giy melâmet hırkasın/Bu melâmet hırkasında nice sultan gizlidir" diyen İsmâil Maşukî bu nasihate pek kulak asmamış. İşin asıl acı yanı İsmâil Maşukî'nin başı kesildikten sonra, toprağa gömülmeye lâyık görülmeyerek, bedeni ve başı ayrı ayrı denize atılmak sûretiyle o zamana kadar görülmemiş bir uygulama gerçekleştirilmiş. Şimdi düşünüyorum, ne yapmıştır bu insân da böyle bir cezaya çarptırılmıştır?
AYÖ: Evlâdım, mezhepler din yapılırsa olacağı budur. Her zaman söylerim din başkadır, diyânet başkadır. Bunların biribirlerinden iyi tefrik edilmesi gerekir. Özellikle bir mezhep, devletin resmî görüşü hâline gelmişse, o devletten beslenen ulemâ da egemen mezhebin anlayışını kuvvetlendirmek için ellerinden geleni yaparlar. Şurası bir gerçektir ki Ehl-i Sünnet'e uygun bir devlet daha yumuşak, halkın ihtiyaçlarına daha hızlı cevap verebilen ve yeni durumlara daha kolay uyabilen bir yapıya sâhiptir. Ayrıca, bu mezhebler misyoner ve yayılmacı bir rûhla hareket etmeyi bir fazîled addeden Şia'ya karşı güçlü bir müdafaa aracı olarak yararlanılmağa da müsaittir. Bütün bu avantajlarından ötürü Ehl-i Sünnet mezhepleri pekçok devlet ve bu arada Osmanlı İmparatorluğu tarafından hem kabul görmüş ve hem de her bakımdan desteklenmiştir. Ebu Suud'un vermiş olduğu fetvada "Sünnî inancı dışındaki mezhepteler ise öldürülür" ifâdesi de o devirde mezheb taassubunun geldiği noktanın vahâmetini ortaya koymaktadır. Üzülerek ifâde edeyim ki, bu talihsiz damarın uzantıları günümüzde de aynı asabiyeti göstermekte, kendi düşünceleri dışındaki kişileri mülhid, reformcu ya da kâfir ilân etme husûsunda aşırı eğilimlerini sürdürmektedirler.
Akla gelen bir başka husus da; diğer tarikatlerin sekülerleşmesi ve devlet ile kurumsal bir koalisyon içinde olması, İsmail Maşukî'nin öğretilerinin derhal ortadan kaldırılmasını gerektirmiş olabilir. Aksi takdirde diğer dergâhlar boşalacak, Osmanlı yönetimine karşı toplumsal ve sivil bir muhalefet giderek güçlenecekti. Özellikle de ekonomiyi elinde tutan esnaf sınıfı giderek güçlenecek ve Melâmîlik çevresinde kümelenecekti. Diğer taraftan bu durum askeri birliklerde de bir infiâl meydana gelecekti. Çünkü İsmail Maşukî'nin askerler ve yeniçeriler arasında bağlısı çoktu. İşte bu nedenlerden ötürü İsmail Maşukî, Osmanlı yönetimi tarafından sudan sebeplerle idam cezasına çarptırılarak ortadan kaldırılmıştır. Bu da olayın siyâsal ve sosyal bir endişe ile çözümlenmeye çalışıldığını gösterir.
NŞ: Efendim, mezheplerden bahsettiniz de dikkatimi bir şey çekti. Bir tarafta devlet mezhebi hâline gelmiş Hanefîlik, diğer tarafta da bu ekolü içtihatlarıyla oluşturmuş ve devrin halifesi Cafer Mansur'un Şeyhülislâm olma teklifini "dövülmesine, hapsedilmesine ve işkence görmesine rağmen" reddeden İmam-ı Azam lâkabı ile tanınmış Ebu Hanife. Herhâlde o zamanda hayatta olsaydı kendi mezhebinin mensuplarının düştüğü bu trajedik durumu hayretle izlerdi.
AYÖ: Evlâdım, Ebu Hanife ilim ahlâkına sahip bir zâttır. O da melâmet yolunu benimsemiş, halk ve devlet erkânı nezdinde itibâr sahibi olmaya aldanmamış ve teveccüh etmemiştir. Hattâ rivâyet ederler ki, kendi yerine kadı olan Şüreyk ile ilgisini kesmiş, bir daha onunla konuşmamıştır.
NŞ: Efendim, tüm Hamzavî-Melâmîler, Ehl-i Beyt aşkını sürekli ön plânda tutmuş ve bu aşk uğruna cemiyet içerisinde nefislerini zelîl kılmaktan kaçınmamışlardır. Bu insânlarda Ehl-i Beyt sâdakatinin bu derece yoğun bir şekilde ortaya çıkmasının nedeni nedir?
AYÖ: Necmettin'ciğim, bu sâdakat Hz.Peygamber tarafından: "1- Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır; 2) Ben ve Ali aynı nurdanız; 3) Ben kimin velisiysem, Ali de onun velisidir" sözleriyle taltif ve tebşir edilen Hz.Ali'nin tavrından kaynaklanmaktadır. O Şah-ı Velâyet dünyâ saltanatına aslâ tâlib olmadığı gibi ailesi ve sülâlesi de insânlık tarihinin en acı zulümlerine, iftira ve ıstıraplarına uğramalarına rağmen temkin ve istikametlerini hiç bozmamışlardır. Üstelik Hz.Peygamber kendi hizmeti için ümmetinden tek bir şey istemiştir. O da âyette12 geçtiği gibi Ehl-i Beytine sevgiden/muhabbetten başka bir şey değildir. Ehl-i Beyt hanedânı kadar zulüm gören, fakat aynı zamanda üstünlükleri istismar edilen ikinci bir nesli insânlık tarihi kaydetmemiştir.
NŞ: Efendim bu konuda "Üsküdar'ın Üç Sırlısı" adlı kitabınızda Eşref Efendi Amca'dan bir hatıra nakletmiştiniz. Tekrar bir lütfetseniz.
AYÖ: Bir gün Attâr Dükkânı'nda Eşref Efendi'ye: "Yâhu amcacığım! İnsanı dilhûn13 eden bu Kerbelâ vak'ası niye vuku bulmuş ki? Bunun hikmeti nedir?" diye soran Ahmed Düzgünman: "Evlâdım Kerbelâ vak'asının zuhurunun hikmeti hakîkî müslümanların sahtelerinden tefrik edilmesi içindir. Bak sen de Kerbelâ'nın bahsi geçince nasıl elem duyuyor, nasıl muzdarîb oluyorsun!" cevâbını almış.
Gene Ahmed Düzgünman, bir gün Eşref Efendi'ye: "Amcacığım, Kur'ân-ı Kerîm'de Hazret-i Ali hakkında hiç âyet var mıdır?" diye sorduğunda: "Evlâdım Mâide sûresinin 55. âyeti Hazret-i Ali hakkında inmiştir" cevâbını aldığını beyân etmektedir.14
NŞ: Efendim, söz Düzgünman'lardan açılmışken bir şey sormak istiyorum. Bir makalenizde Mustafa Düzgünman'dan bahsederken, onun "Hamzavî-Melâmî Eşref Efendi'nin vefâtından sonra kendisini sohbetleriyle, nazarlarıyla tahkîm edecek bir ikinci zât bulamamıştır. Bu dönem onun Üçüncü Devre Melâmiliği'nin pîri olan Muhammed Nûrü-l Arabî'ye ve onun öğretisine yakınlık ve hayranlığının öne çıktığı ve her türlü sofuluk ve yobazlığa karşı asabî bir tepki izhâr ettiği bir dönemdir. Bu zâtın, seyr-i sülûkun klâsik zikir metodunu kaldırarak yalnızca sohbet ve nazar aracılığıyla mürîdleri kemâle erdirmiş olduğuna kail olmuş ve hep böyle bir idealin peşinden gitmiştir" diyorsunuz. İfâdenizden anladığım kadarıyla Siz Ahmed Düzgünman'ın gösterdiği bu refleksi ve benimsediği ideali pek tasvip etmiyorsunuz. Öyleyse nedir bu II. Devre Melâmîleri (Hamzavî Melâmîler) ile III. Devre Melâmîleri (Nurîye Melâmîleri) arasında neş'e, öğreti veyâ erkân farkı?
AYÖ: Evlâdım! III. Devre Melâmiliği veyâ bir diğer adıyla Nûriye Melâmiliği 18.yüzyılda Üsküp'te Seyyîd Muhammed Nûr'ul Arabî tarafından temelini Nakşibendiyye Tarîkatı'nın teşkil ettiği bir sistem üzerine kurulmuştur. Sen de biliyorsun ki Tarîkatların çoğu, Allãh'a uzanan yolda (seyr-i sülûk'de): 1) nefse karşı cihâdı ve 2) ilîm iktisâbını mânevî olgunluğun stratejisi olarak seçmişlerdir. Muhammed Nûrü-l Arabî Hazretleri'nin yolunu izleyen Üçüncü Devre Melâmîleri ise, -tabiî hepsi değil bir kısmı- mânevî seyirlerinde, nefislerini tezkiye etmeksizin doğrudan doğruya ilîm iktisâbını tercih etmektedirler. Böylece bu kolda zikir âdetâ hakir görülmekte ve kemâle ancak nazar ve sohbet aracılığıyla erişilebileceği hakkında yanlış bir kanaat oluşmuş bulunmaktadır.
Üçüncü Devre Melâmiliği'nin kurucusu olan Muhammed Nûrü-l Arab hazretlerinin yüzbinden fazla mürîdinin olduğu rivâyet edilmektedir. Bu kadar insana 1) tasavvufun inceliklerini izah etmek ve 2) bunların gerektirdiği hâlâtı kazandırmak mümkün değildir Kendisi de Nakşibendî tarîkatından icâzetli olan Hazret, sayı ile çekilen zikrin nefs üzerindeki kiri, pası temizleyici etkisini pekalâ bilmektedir. Ancak bu kadar geniş bir kitleye zikir tâlim etmek ve bunun rüyâlar, gündelik ahvâl ve etvârdaki etkinliğini herbir mürîd için tâkib etmek tek bir kişinin altından kalkabileceği bir keyfiyet değildir. Bu sebepten ötürü, Muhammed Nûrü-l Arab hazretleri zikri mahdûd bir zümreye ta'lîm etmiş; diğer büyük kitleyi ise, bunları zikir ile yüklemeden, sohbetleriyle tenvîr edip belirli ve kararlı bir îmân düzeyinde muhâfaza etmek yolunu seçmiştir. Böylece bu kitlenin ve daha sonra da halkın indinde, Hazret'in seyr-i sülûk metodunda büyük bir devrim yaparak zikri kaldırmış ve mürîdleri yalnızca nazar ve sohbetle kemâle erdirmiş olduğu hakkında yaygın bir vehim teessüs etmiş bulunmaktadır. Muhammed Nûrü-l Arabi hazretlerinin zikir metoduyla yetiştirmiş olduğu gerçek halîfeleri el'ân hem habs-ı nefese dayanan zikir, hem nazar ve hem de sohbete dayanan bir eğitim uygulamaktadırlar.
NŞ: Efendim biliyoruz ki, Fenâ ve Bekâ makamlarını İlmel yakîn olarak zevketmenin Merâtib-i Tevhîd adı altında sistemleştirilmesi Muhammed Nûrü-l Arab tarafından gerçekleştirilmiştir. Ama tanıştığım kişilerden gözlemlediğim o ki, eğer bu zevk sadece felsefi düzlemde kalıp içselleştirilmezse beraberinde birçok sorunu da birlikte getiriyor. Bir bakıyorsunuz bu sistem içinde İbâhiyeciliğe, Hurufîciliği, Batınîliğe, Kabala Mistisizmine hattâ Masonluğa kadar uzanan kaymalar çok rahat ve kolay oluyor. Üstelik bu kişilerde hakîkati yalnız kendilerinin temsil ettiği konusunda bir vehim de oluşuyor. Ondan sonra da hem Şeriat'e karşı ukala/lakayt tavırlar, hem de çevrelerindeki insânları taklid ehli, zahir ehli diye küçümseyen kibirli davranışlar ortaya çıkıyor. Kur'an'daki Bakara Suresi, "Bak- Araf Suresi", Allah'ın yakınlığını ifâde etmek için kullandığı "Şah Damarı", "Şah-ı Velâyet olan Ali damarı" gibisinden safsataya dönüşüyor. Bilmiyorum belki de Hamzavî-Melâmîleri bu nedenle III. Devre Melâmîlerî'nin kahîr ekseriyetini gerçek melâmetîler olarak görmemekte, onları "Mütemelâmîyye", yâni melâmî geçinenler ya da sonradan melâmetîleşenler olarak kabûl etmektedirler.
AYÖ: Evlâdım, bu nedenle her zaman söylüyoruz ki, Tevhid Mertebeleri nefs tezkîyesi gerçekleştirilmeden el atılacak bir alan değildir. Nefsin hile ve hurdasını teşhis etmeden Merâtib-i Tevhid'i zevk etmeye kalkmak yalnızca bir felsefedir. Gaye hâl ehli olmaktır.
NŞ: Efendim III. Devre Melâmiğin i'tibâr ettiği zevât ve zevk ettiği kitaplar içerisinde Simavna Kadısı Bedreddin ile Vâridât'ını ve Niyâzî Mısrî ile Mısrî Dîvânı'nı sıkça görüyoruz. Hattâ Niyâzî Mısrî'nin: "Muhyiddin ü Bedreddin ettiler ihyâ-i din/Fusûs ummân Niyâzî, enhârıdır15 Vâridât." sözüne bakılırsa bunlara İbn Arabî'nin Fusûs'l-Hikem'ini ve Fütuhat-ı Mekkîye'yi de ilâve edebiliriz. Fakat bir şey dikkatimi çekiyor İbn Arabî Melâmî ismini klasik Melâmî anlayışından daha geniş bir anlamda kullanıyor.
AYÖ: Necmettin'ciğim, İbn Arabî Melâmîleri sâliklerin en üst derecesine yerleştirmekte ve onları bu yolun kâmilleri kabul ederek Fütûhât'ında şöyle söylemektedir: "Eğer onlar, Allah katındaki derecelerini insânlara açıklamış olsalardı, insânlar kendilerini ilâhlaştırırlardı. Bu yol, özeldir herkes onu bilemez, sadece ehlullaha hastır." Bir başka yerde de: Melâmîlik Allah'a kurbiyet makamıdır. Bu makam, "Sonra yakınlaştı ve sarktı, iki yay arası kadar, yâhut daha da yakın oldu"16 makamıdır diyerek Melâmîliğin anlamını Hz.Peygamber'e izâfe edecek şekilde genişletmektedir.
NŞ: Efendim bu konuda Sülemi'nin Risâlet'ül Melâmiyye isimli eserinde Melâmilerle ilgili ilginç bir benzetmesi vardır. Şöyle der: "Sûfiler, Allah ile ilişkilerinde Hz. Mûsâ'ya benzerler. Hz.Mûsâ, hiç kimsenin kendine bakamayacağı Rabbiyle konuşurken bâtının tesiri, zâhirinde gözükmüştür. Allah ile ilişkilerinde Melâmîler ise, Hz.Muhammed'e benzerler. Hz. Muhammed, en ulvî dereceye nail olduğu kurbiyet ve yakınlıktan sonra bile, bâtını zâhirinde müessir olmamıştır. Halka döndüğü zaman ise, sanki onlardan biri imiş gibi dünyevî işlerinde onlarla sohbet etmiştir. İşte bu ubûdiyetteki en üstün hâldir."
AYÖ: Evlâdım boşuna söylemiyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın öylesine sırlı velî kulları vardı ki Cenâb-ı Rabbü-l Âlemiyn bunları: 1) muhabbetiyle, 2) Zât'ına mahsûs tecellîleriyle, ve 3) onlara lûtfettiği hakîkî "teslimiyet libâsı"yla beşerin basarından setretmişti. Onlar ahâli arasında dolaşırlar ama, esrârlarına muhiblerinin ancak pek azını âşinâ kılarlar diye.
NŞ: Efendim çok uzattığımı biliyorum ama Siz soramadıklarımı da dikkate alarak günümüzde Melâmiliğin geldiği nokta Siz'in pencerenizden nasıl görünüyor merak ediyorum?
AYÖ: Evlâdım! Daha ne soracaksın? Herşeyi sordun işte! Melâmiliğin geldiği noktayı bırakalım da, sen bize sözünü ettiğimiz Ganiyy-i Muhtefî'nin "Melâmiler" adlı bir nefesi var, onu bir zahmet okuyuver.
NŞ: Peki Efendim.
Müstağnîdir Melâmî avâlimden, ârâzdan;
Onu Şer'i Şerîf'e hâdim kılmıştır Yezdân.
Aldırmaz gösterişe, hırkaya, posta, tâca;
Hak için hizmet eder fukarâya, muhtâca.
Kınar durur nefsini, sed çeker hevâsına;
İksîrdir Hak'kın aşkı nefsinin devâsına.
Rızk için, bir Melâmî, talepkâr olmaz halkdan;
Hiç bir şey kabûl etmez; böyledir, işte, merdân.
Nûr-i Hak mücellâdır, anlayana, vechinde;
Erimiş gibi yaşar, cemiyyetin içinde.
Apaçıktır zâhiri, hakîkatıysa mestûr!
Bâtınını sırlamak olmuştur ona düstûr.
Her işi olur onun adâletle, ihsanla;
Bundaki inceliği fehmet de iyi anla!
Ehl-i da'vâ değildir, asla, has bir Melâmî!
Hiç bir vehme hayâle kapılmaz, olmaz hâmî.
Ahlâk-ı Muhammedî olmuş onun ahlâkı;
Bu ahlâkla müstesnâ kılmış onu Hallâk'ı.
Ganiyy iken fakîrdir; râzıdır Lâyezâl'den.
"El hayru fî mâ vaka'" düstûrudur ezelden.
Mi'râcına ulaşmış, yok etmiştir nefsini;
Rûh'u Bekabillâh'da bulmuştur neş'esini.
Aldatmasın ahvâli: halkla halk, Hak'la Hak'dır.
Rûh'uyla zinde olmuş, nefsi ise helâkdır.
Hassü-l Havas'sın tavrı hiç olur mu avâmî?
Nice ulu makamın sâhibidir Melâmî.
"Fe eynemâ tuvellû..." sırrının âgâhıdır;
Vahdet neş'esinin de münîr, parlak mâhıdır.
Hüviyyetini müdrîk nâdir erdir Melâmî.
Kim bilir ki gönlünde bütün avâlim câmî?
Velhâsıl, Melâmîlik Nebî'nin meşrebidir;
Kim ki onu giyinir sanki Nebî gibidir.
NŞ: Efendim Siz'i yorduğumun farkındayım. Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Allah sizden râzî olsun.
AYÖ: Senden de evlâdım!
[1]Örnek: Üsküdar'da Bir Attar Dükkânı, Üsküdar'ın Üç Sır'lısı.
[2]Sohbetin bu paragrafını bilgisayara aktarırken o anda tecellî etmiş bir olayı anlatmak isterim. Bugün 3 Kasım 2005 Ramazan bayramının ilk günü olması sebebiyle bir çok dost telefonla bayram tebriki için aradı. Onlardan birisi de İstanbul'daki kardeşlerimizden Korkut Özelsü idi. Tebrikleştikten, hal hatır sorduktan sonra: "Abi! Neredeyim biliyor musun?" dedi. "Hayır" deyince: "Şimdi Eşref Efendi Amca'nın kabrinin başında niyâz etmekteyim" cevâbını verdi. Bu tevâfuk karşısında bir kez daha anladım ki: "Eşref Efendi Amca'nın rûhânîyeti bizimle ve himmeti üzerimizdedir."
[3]1460-1552
[4]ö: 1024/1615
[5]Bugün Yunanistan sınırları içerisinde bulunan bir kasaba.
[6]Nehir, akarsu, ırmak.
[7]Sessiz, susmuş, sus pus.
[8]A. Yüksel Özemre, Üsküdarın Üç Sırlı Velîsi, Kubbealtı Neşriyâtı, Seyyid Abdulkadir Belhî Efendi, s.106, İstanbul. 2004.
[9]Ben insânım.
[10]öl.1845
[11[Teberrük: uğurlu sayma. Teberrüken: uğurlu sayarak.
[13]Dilhûn: İçi kan ağlayan.
[14]Bu âyetin meâli: "Sizin velîniz: evvel Allah, sonra Resûl'ü, sonra o îmân etmiş olanlardır ki namaza devâm ederler ve rükû hâlinde zekât verirler " şeklindedir (Elmalılı Hamdi Yazır meâli). Abdülbâkıy Gölpınarlı Kur'ân-ı Kerîm ve Meâli (Remzi Kitabevi, İstanbul 1958) başlıklı eserinin 2. cildinin LIX. sayfasında bu âyetin açıklaması bâbında aynen şöyle yazmaktadır: "Bir gün, mescide bir yoksul gelmiş, Allah için bir şey istemişti. Namazda bulunduklarından, hiç kimse bir şey verememiş, yoksul da Ya Rabbî, Tanık ol!; Peygamber'in mescidine geldim, bana bir şey veren olmadı demişti. Bunun üzerine Ali, rükûda iken elini uzatmış; yoksul, parmağındaki yüzüğü alıp gitmişti. Bu âyet Ehl-i Beyt imâmlarına, Sa'labî'ye, Tabarî'ye Abû Bekr-al Râzî'ye göre bu olay üzerine inmiştir". ***
8- ÖMER TUĞRUL İNANÇER İLE SÖYLEŞİ
Ömer Tuğrul İnançer:
(d. 1946, Bursa), Türk avukat, mutasavvıf, müzisyen.
Ömer Tuğrul İnançer 1946 yılında Bursa'da doğmuştur. Hukuk Fakültesinden mezun olarak, 1991'e kadar hukuk müşavirliği yapmıştır. 1991 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu'nun genel müdürlüğüne atanan Ö. Tuğrul İNANÇER Türk Tasavvuf Musikisini Koruma ve Yayma Cemiyeti'nin de yöneticisidir.
1999'dan beri İstanbul Cerrahi Tarikatı'nın postnişinliğini yapmaktadır
Kitapları:
Dinle Neyden & Mesnevi Sohbetleri, Vakte Karşı Sözler, Ömer Tuğrul İnançer ile Gönül Sohbetleri, Bir Muhammedi Aşık: Hz. Mevlana, Muhabbet Peygamberi Hz. Muhammed (sav,) Sohbetler, Gönül Gözü (Kenan Gürsoy), Şarkılar Seni Söyler (Ahmet Özhan ile), Aşk Kağıda Yazılmıyor, Mübarek Vakitler
Ayrıca çok sayıda makale ve söyleşileri yayınlanmıştır.
Aşağıda iki ayrı söyleşisi yer almaktadır.
***
“EFENDİMİZ”
( “Kâinatta Hem Temiz Hem Temizleyici Olan İki Şey Vardır:
Biri Su, Biri Ehl-i Beyt-i Mustafa” )
Nur-ı Muhammedi ne demektir, bu ifadeden ne anlıyorsunuz?
Efendim kâinatın yaratılışında şöyle bir ‘haber’ anlatılır. Cenab-ı Hak Kendi nurundan bir nur ayırdı. Yalnız burada tabirlere dikkat etmek lazım. Zatından, ruhundan değil; nurundan bir nur ayırdı ve o nura “Muhammed ol” dedi. Bu emir üzerine o nur insan şeklinde tecessüm etti, cisimlendi ve hemen dile gelip “La ilahe illallah” dedi. Allah-u Teȃlȃ cevap verdi; “Muhammedun Resulallah”. Bu insan şeklinde tecessüm etmesinden dolayı… Veya murad-ı ilahi öyle, kendi kendine iradeyle olacak işler değildir bunlar. Bütün insanlar yeryüzüne Allah’ın halifesi olarak gönderildiler, Nur-ı Muhammedi şeklinde oldukları için… Yani insan şeklinde Nur-ı Muhammedi’den ziyade Nur-ı Muhammedi şeklinde insan olduk. Bu ilk oluşum olduğu için zaten Efendimiz hakkındaki sözlerin bir kısmı mesela; nur-ı evvel diye söylenir. Sonra bu Nur-ı Muhammedi’den levhler, kâlemler, arşlar, kürsiler vs… yaratıldı. Hepsi Nur-ı Muhammedi’nin yansımasıdır. Nur-ı Muhammedi de elbette nurullahtır. Ayrı görmemek, şaşı olmamak lazımdır. Tevhid sadece kelime-i tevhid’in, La ilahe illallah kelime-i tayyibesinin tekrarından ibaret değildir. Tevhidin ileri mertebelerinde böyle bir birleşim vardır. Buna rağmen İbn Arabi Hazretlerinin tabiriyle “Allah Allah’lığını kimseye vermez, Habib’i dȃhil” Bu nüanslarla bu işler lisana gelmeden laboratuara hayli hayli girmez. Ancak sezgi, muhabbet daha doğrusu aşk yoluyla anlaşılan şeylerdir.
‘Allah ve melekler, Resulüne salat ve selam ederler’ ayetindeki ‘salat’tan kastedilen mana nedir?
Bir müslümana yakışan ve bütün ibadat ve taattan, akaitten kasıt; Allah’ın Ahlakı’yla ahlaklanmaktır. Ancak demin arz ettiğim gibi Allah, Allah’lığını kimseye vermez. Rab Rab’dır, kul kuldur. Halık halıktır, mahlȗk mahlȗktur fakat halifetullah olmak çok önemli bir meseledir. Halife, müstahlefi gibi olmak durumundadır. Allah ve melekleri bir de mutlak ifade kullanarak ayetin başında “innallahe” mutlak ifadesi kullanacak melekleriyle birlikte Hz. Peygamberimize salât etmektedir. Salât kelimesi birçok manaya gelir. Burada… Nedir? Tazimdir. Halik mahlȗkuna tazim eder mi? Etmemesi için bir kayıt mı var, birisi karışabilir mi? Habibine tazim ediyor. Meleklerine de öyle emrediyor. Biz de mutlaka tazim ile
mükellefiz. Allah nasıl Resulullah’a salât ediyorsa, biz de O’nun gibi salât etmeliyiz. Biz ne diyoruz bu ayetin karşılığında; “Yarabbi! Allahümme! Ey Allahımız! Biz O’na layık tazim ile ve salât ile salâtlayamayız. Lütfen bizim namımıza sen salât et.” Allahümme salli ala seyyidina Muhammed, demek o demek. Nasıl Resulullah Efendimiz: “Ben seni hakkıyla bilemedim Ya Rabbi” diyorsa, biz de Resulullah Efendimize uyarak Rabbimizden niyaz ediyoruz ki Resul-i Kibriya’ya biz hakkıyla tazim ve salât edemeyiz, ya Rabbi bizim için sen ediver. Böyle anlamak gerekir.
Kuran ile Efendimiz’in ikiz kardeş oldukları söylenir, bunu nasıl anlamak gerekiyor?
Şimdi “ikiz kardeş” sıfatı biz anlayalım diye söylenmiş bir sözdür. Gayrı değildir. İkiz oldu mu bir ve iki var demektir. Kur’an ve Muhammed aleyhisselam birbirinden ayrı değildir. Resulullah Efendimizin kırk yaşından evvelki hayatı tedkik edildiğinde, bir tek ayet-i kerimeye muhalif hal görülmez. Keza hayatının son demlerinde gelen ayetlere de muhalefet o ayet gelmeden evvelki döneminde yaşama tarzında asla rastlanamaz. Mesela çok önemli bir dünyevi hadise olan emaneti ehline vermek meselesi. Bu ayet Mekke’nin fetih günü, Efendimizin son zamanlarında gelmiştir. Ama Efendimiz altmış sene emaneti hep ehline vermiştir. Tetkik etsinler. Hicret sırasında kendisine verilen emanetleri Hz. Ali’ye bıraktı, ondan sonra Hz. Ebubekir’le beraber Sevr mağarasına gitti diye anlatılıyor. Bu çok kolay gibi anlaşılıyor, meselenin iç yüzüne intibak edilmeksizin… O sırada Mekke’de Efendimiz ve Hz. Ebubekir’den başka, Hz. Ali ve Hz. Osman dışında Müslüman yok. Hepsi Müşrik. Efendimizin canına kastedecek kadar düşmanlar ama emaneti O’nun kadar muhafaza edecek zat bulunmadığı için para, senet, mücevher gibi emanetlerini onların tabiriyle Muhammedü’l-Emin’e, bizim tabirimizle Resulullah Efendimize bırakıyorlar. O da hayat-memat meselesi zahiri itibariyle bunca senelik memleketini terk edip gidecek evvela emanetlerin teslimi için Cenab-ı Ali’yi görevlendirip ondan sonra yola çıkıyor. Yani Resulullah Efendimiz İslam ahlakını Kur’an ayetleri inmeye başladıktan sonra öğrenmiş ve yaşamış değildir. Allah-ı Zülcelal Habib-i Edibini her türlü hata ve isyandan korumuştur ve hiçbir ayete muhalif fiil-i Peygamberi görmek kırk yaşından evvel ve sonra da mümkün değildir. İşte budur ahlak-ı Muhammedi…
Dostları ilə paylaş: |