Cân yine bülbül oldu hâr açılıp gül oldu
Göz kulak oldu her yer her ne ki var, ol oldu
Oynadı çün nâr-ı aşk kaynadı ebhâr-ı aşk
Her yaneye çağlayup aktı gözüm sel oldu
Gönül ol bahre daldı dilim tutuldu kaldı
Girdim anın zikrine âzalarım dil oldu
Ferhad bugün ben oldum varlık dağını deldim
Şirin’ime varmaya her cânibim yol oldu
Geç ak ile karadan halkı bırak aradan
Niyazi dön buradan durma sana gel oldu
***
5 – NOKTANIN SONSUZLUĞU (1, 2, 3, 4)
Lütfi Filiz
( Pan Yayıncılık – 2000 )
(Lütfi Filiz, (d.1911, Tire, ö. 2007, Tire) Neyzen ve Sufi
1911 yılında İzmir'in Tire ilçesinde dünyaya geldi. Onüç yaşına kadar öğretim hayatına devam etmiştir. Hayatını elli altı yıl boyunca saatçilik yaparak sürdürdü. Otuzdört yaşında Mevlevi-Melami Osman Dede ile tasavvuf hayatına dahil oldu. İkinci hocası Kenzî Aziz Şenol oldu
Lütfi Filiz yirminci yüzyıl Türkiye'sinde yaşamış Ekberi sufilerden biri olmuştur.
Eserleri: Noktanın Sonsuzluğu (4 cilt), Fani Divanı ve Evveli Nokta Ahiri Nokta (otobiyografi )
Ayrıca güfte ve bestesi kendine ait çok sayıda ilahileri vardır. )
***
CİLT – 1 –
ALLAH
Her şeyin bir başlangıcı, bir de sonu vardır. Eğer bu başlangıç ve son aynı noktada birleşiyorsa o birleşme noktası esas, gerisi teferruattır. Kâinat da bu kuralın dışında değildir. Onun da bir başlangıcı vardır. İşte “Nokta-yı Kübra” diye kabul edilen o başlangıç noktasına “Allah” denir.
Allah'ın varlığının en kesin delili, kâinatın mevcudiyetidir. Nasıl bir resim ressam olmadan meydana gelemezse, kâinat da bir Yaratan olmasaydı meydana gelemezdi. Burada ressam asıl, resim feridir (gölge, yansıma).
Allah, zȃtı itibariyle; kendinden başka bir şey olmayan, kendisinde dolduracak boşluk bulunmayan, her ne düşünürse kendinde mevcut ve müstehlik olan, kendinden kendine: “ O gün mülkün sahibi kimdir ” <40-16> diye sorulduğunda, kendinden başkası bulunmadığından yine kendi: “ Herşey Allah'ın hükmü altında kahrolmuştur ” <40-16> nidasıyla varlığını kendinde toplayan mertebedir. Bu mertebede Allah'ı Allah'tan başka bilen yoktur.
Allah da böyledir ve en büyük enerji kaynağıdır. Her şey enerjisini O'ndan alır. O, enerjisini çekiverdiği anda da her şey biter. Onun için “Aliyyülazîm olan Allah'tan başka kuvvet ve kudret sahibi yoktur ” <18-39> denmektedir. Burada bizi yanıltan husus; eşyayı görüp, ona varlık veriyor olmamızdır.
Eğer o Varlık olmasaydı ne kâinat olabilirdi, ne de onun özeti olan insan... Onun için kâinat ve insan, Allah'ın, varlığını en güzel ispatlayan eserleridir.
“Allah olmasaydı insan bulunmazdı
İnsan olmasaydı Allah bilinmezdi ” sözü bu gerçeğin ifadesidir.
HAYR-I MAHZ
Hayr-ı mahz: Sırf iyilik, kendinde kötülükten eser olmayan demektir. Allah'ta kötülük olmayışının nedeni; O'nun zât bakımından kenz-i mahfi (Gizli hazine) olmasıdır. Nasıl bir yumurta, içinde tavuğa ait her şey bulunduğu halde, "Şurası gaga, burası barsak" demeden tümüyle, sevilerek yeniyor; fakat aynı yumurtadan çıkan tavuğun gagası, barsakları, ayakları yenmiyor, atılıyorsa; Allah'ta da herşey böyle, yumurtadaki gibi olduğu için, O'nda kötülükten eser bulunmaz.
Burada insanın aklına Âmentü'de neden: “ Hayır ve şer Allah'tandır ” dendiği sorusu gelir.
Cevabı; bu duanın, ileride göreceğimiz halkiyet mertebesine hitap ediyor olmasıdır. Çünkü o mertebede tavuk tamamen meydana çıkmıştır.
İŞİTEN, GÖREN, BİLENDİR
Allah'ın azamet-i İlâhisine tahammül edilemediği için, kul O'nu göremez, ama O kendini görür. Bu, O'nun sırrıdır.
Allah “ İşitip, gören ” <40-20> dir. Öyle olduğu için de kullarının her türlü ihtiyacını karşılamakla kalmayıp, onlara zararlı olmayacaksa, istediklerini de verir.
EVVELİ VE SONRASI OLMAYANDIR
Allah'ın ne başlangıcı vardır, ne de sonu... Çünkü evveli de O'dur, sonrası da... Allah'ı böyle bilmek gerekir. Zaten O'nun da: “ O evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır ve O her şeyi tüm olarak bilendir ” <57-3> demesindeki amaç budur.
SEVGİNİN KAYNAĞIDIR VE ÇOK SEVER
Allah “ Gizli bir hazineydim, sevilmek istedim ” derken, sevgilerin başı ve kaynağı olduğunu, her şeyi sevgiden yarattığını ve bu sevgisinin de yukarıdaki bilgiler ışığında kendinden kendine olduğunu anlatmaktadır.
TÜM MERTEBELERİ, SIFÂT VE ESMAYI KENDİNDE TOPLAYANDIR
Her şey, kul da dahil, Allah'ta mevcuttur. Ama bu mevcudiyet, çekirdekte ağacın varlığı gibidir. Ağaç ne zaman çekirdekten çıkarsa, o zaman görünmeye başlar.
Mertebeler ve esmalar da böyledir. Hem gayb âleminde vardır, hem de şühud âleminde... Herşeyin kendinde toplandığı âleme “Gayb âlemi”, görünür hale çıkmalarına da: “Şühud âlemi” denir. “ O öyle bir Allah'tır ki, kendinden başka ilâh yoktur, gaybı ve aşikârı bilir, O rahmanürrahîmdir ” <59-22> âyetindeki Hüverrahmânürrahîm'in Rahman bölümü âfaka, Rahim bölümü ise enfüse aittir. İkisinin vahdeti Allah'tır.
HER YERDE HÂZIR, NÂZIRDIR VE HER ŞEYDEN MÜNEZZEHTİR
Tenzih (enfüs) görünmezlik, teşbih (âfak) ise görünürlük âlemi demektir. Bu âlemlerin her ikisi de Allah'ın olduğu için, O her iki âlemde de vardır.
Allah'ın tenzihte olması: “O ne yerdedir, ne göktedir, ne sağdadır, ne soldadır, ne öndedir, ne de arkadadır” cümlesiyle, teşbihte olması ise: “O her yerde hâzır ve nâzırdır” sözüyle anlatılır.
“Bir zerre yoktur sensiz cihanda
Sen müncelisin her bir zamanda
Hem lâmekânsın, hem her mekânda
Bulduk visali elhamdülillâh ” kıt'ası da bunu özetler.
YEGÂNE BEN'DİR
Allah: “Benim” deme hakkına sahip yegâne varlıktır. Kendine ait olan bu benliği kullarına, yani bize de aktarmış olduğu için, biz kendimizin zannedip, “Benim” diyor ve böylece enâniyete düşmüş oluyoruz.
*
ÂN NEDİR, ZAMAN NEDİR?
Rüyalarımız ân ile zaman arasındaki farkı bize, bir ilâ iki saniyelik süre içinde bir kaç yıllık serüvenler yaşatarak anlatmaktadır.
An ile zaman ilişkisi bizim algılama kabiliyetimizle bağlantılıdır. An devamlıdır, zaman ise o devamlı olan andan bizim algılayabildiğimiz kadardır. Örnek olarak biz, ışık huzmelerini bir yere kadar takip edebiliriz. Daha sonra ışık görünmez olur. Ama bizim göremiyor olmamız o ışık huzmelerinin yok olması demek değildir. Onlar biz göremesek bile sonsuzlukta yollarına devam ederler.
Bizim kayboldu dediğimiz ışık huzmeleri veya ses dalgaları aslında kaybolmamakta anda toplanmaktadır. Bizim onlar için kayboldu deyişimiz, onların zamandaki algılama kapasitemizin dışına çıkmış oluşlarındandır.
.Biz, zamanda yaşadığımız için, ânda olanları bilemeyiz.
Ânda yaşam; kıyametiyle, ahiretiyle ân-ı daimde olmak demektir. Ânda doğmayan, dolanmayan bir güneş vardır. Orada doğmak, doğurmak yoktur. Orası: “ De ki: O Allah bir'dir, Allah sameddir, doğmamış, doğurmamıştır ve O'nun hiç bir eşi de yoktur ” <112-1,2,3,4> dediği yerdir.
“Dem bu demdir” sözü, âfakı enfüse, yahut ânı zamana getirmek demektir. Neşe-i Ulâ bu demdir. Kalû-belâ'da: “ Ben sizin Rabb'iniz değil miyim ” <7-172> sorusuna “ Evet Rabbimiz'sin ” <7-172> diyen ruhların afaktaki o anını bu güne getirmek, “Dem bu demdir”i yaşamak demektir ki, bunun adı da: “El tutmak”tır. El tutmak, ândaki: “Ben sizin Rabb'iniz değil miyim” sorusuna “Evet” cevabını vermek demektir.
O'nu uzakta aramaya gerek yoktur. O devirde evet diyenlerin mümin, demeyenlerin kâfir olduğu söylenir. Eğer Kalû-belâ bugüne getirilirse, o zaman bu kural bu gün ve bu âlemde de geçerli olur.
Âfak ve enfüs, Furkan ve Kur'an gibidir. Furkan fark âleminde görülen, Kur'an ise iç âlemde okunan demektir. Onun için insan, gözünü yumduğunda tahakkuk ederse, kendini kendinde bulmuş olur. Aynı şekilde gözünü yumup âfakı gözünün önüne getirirse, onu kendinde bulmuş olur. Gözünü açıp kâinatı gördüğündeyse, o gördüğü de kendinden gayrı değildir. Bu durumda içindeki dışına çıkmış, içi dış olmuş demektir ki, bu bir mısır tanesinin patlamasına benzer.
*
İLÂHİ MERTEBELER
Mertebeleri anlayabilmek için bir tarafından çıkılıp, diğer tarafından inilen bir duvarcı merdivenini veya bir piramidi göz önüne getirmek gerekir. Yaratılış denen olay bu merdivenin zirvesinden en alt basamağına inmek (Nüzul), geri dönüş ise, en alt basamağından zirveye tırmanmak (Uruc) tır. Merdivenin basamakları mertebeleri, bu basamaklardaki panaroma ise âlemleri sembolize eder.
İlâhi mertebeleri bir marul veya lahanaya benzetmek te mümkündür. Dıştaki bir yaprağı koparılınca altından bir yaprak daha çıkar. O da kaldırılınca bir daha, o da kaldırılınca bir daha ve böylece en içteki yahut göbekteki Zȃt'a kadar gidilir ki, tohumu yapan orasıdır. Onun için sadece ahadiyet demek yetmemekte, onu da: Ahadiyy-ül kesre, ahadiyy-ül ef'al, ahadiyy-üs sıfât, ahadiyy-ül ayn ve ahadiyy-üz zat diye safha safha belirtmek gerekmektedir.
Bu mertebelerin hiçbirinde henüz zuhura çıkmış bir şey yoktur. Onun için buralar her şeyin olup, hiç bir şeyin olmadığı yerlerdir. Durumun anlaşılabilmesi için örnek olarak bir çekirdek ele alınabilir. Çekirdek, çekirdek halindeyken içindeki ağaç görünmez. Ağaç meydana çıktığında, o çekirdeğin içinde ağaca ait her şeyin bulunduğu anlaşılır, ama bu kez de çekirdek görünmez olur. Çekirdeğin tekrar oluşabilmesi için ağacın gelişip, meyve vermesi ve o meyvenin de olgunlaşması icabeder.
Meydana çıkış kulluk mertebesidir. Çekirdek halindeyken kulluk yoktur. O mertebede, yani Ahadiyette sadece Allah vardır. Buraya tenzih (görünmezlik) âlemi denir. Çekirdekten ağacın çıkması teşbih (görünürlük) âlemine geçmek demektir. Bundan sonraki görünenlere, yani ağaç, dal, yaprak, çiçek gibi bölümlere çekirdek denemez. Bunlar için ancak: “Hepsi çekirdekten çıkmıştır, yani tenzihten yaratılmıştır” denebilir.
*
ALLAH’IN TECELLİSİ
Tecelli kelimesinin lügattaki karşılığı görünmek, Allah’ın kudret ve sırlarının kişilerde ve eşyada görünmesidir.
Bu anlamda bir tecelli mümkün müdür? Mümkündür, çünkü ilk tecellisini kendinden kendine Allah mertebesinde yapmış ve Kendi’nden meydana getirdiği Ahmed aynasında (Bunun insan-ı kâmil olduğunu anlamıştık.) tecelli ederek kendini görmüştür. Bu tecellisinin, bu âlemde de Hazret-i Peygamberde devam edegeldiğini anlatmıştık. Bu O’nun zâti tecellisidir. O’nun bir de sıfatî tecellisi vardır. Bu tecelli nasıl olur?
Kâinatı yaratan varlık birdir. Allah dediğimiz o varlık, güneş gibidir. O’nda kâinattaki tüm renkler vardır ve asıldır. Tıpkı zigot dediğimiz tek hücrede insan olduğu gibi… Belirli mertebelerden geçerek her şeyi a’yan-ı sabitesinde meydana getirip tespit ettikten sonra, onları “kün” (ol) emriyle bu ȃlemde kȃinat ve insan olarak, kendinden meydana getiren O’dur. Bu meydana getirme olayını, yani “kün” emrini, filmde tespit edilmiş şekilleri, filme arkadan ışık vererek ekrana yansıtma olarak algılayabiliriz. Ekrandaki görüntülerin vücudu yoktur. Onlar birer gölgedir. Ama o gölgelerin olabilmesi için bir asla ihtiyaç vardır ki o asıl da film, a’yan-ı sabitede kendinden yaratmış olduklarıdır.
Ekranda görünenler, ışığın vurmasıyla bir anda kendilerini ekranda buldukları için, asıllarını unutmuş durumdadırlar. Kendilerini oraya yansıtan aşk dedğimiz ışık, içten bir kaynama yapmak suretiyle, onların asıllarını aratmaya başlarlar. Bu kaynamanın meydana getirdiği dürtü ile çalışıp aslını bulabilen, kendini tanır ve kendine ayna olur.
İşte, “Allah’ın zatıyla sıfatına âşık olması” denen olay budur. O’nun aşkıyla, zatından sıfatına yaklaşmasına “kurb-u feraiz”, sıfatının o aşkla zatına yaklaşmaya çalışmasına da “kurb-u nevafil” denir. *
SIFÂTIN OLUŞUMU VE ÖZELLİKLERİ
Allah’ın zat ve sıfatını bütünüyle bir piramit olarak düşünmek gerekir. Yukarı çıkılıdıkça daralan piramidin zirve noktasında Allah durur. Aşağı inildikçe genişleyen gövde ve tabanıysa, bir taraftan sıfât âlemi dediğimiz kâinatı meydan getirirken, diğer taraftan da tabaka tabaka mertebeleri oluşturur. Piramit bir bütün teşkil ettiğine göre, bunun zirve noktası olan Allah’ı, daha aşağıdaki sıfatından ayrı mütalaa etmek, denizi dalgasından ayrı düşünmek kadar yanlıştır. Böyle bir hata, insanı yanılgılar içinde bocalatır ve aklına takılan sorulara mantıki cevaplar verme olanağını ortadan kaldırır. Onun için sıfatı, zâtın zuhur âlemindeki görüntüsü veya elbisesi olarak bilmek gerekir.
*
Allah kötü düşüncelerden kurtulmasını istediği kuluna celalî tecellisiyle bir sıkıntı ve azap vererek, onun, bu sıkıntıyla kötü düşünceleri atıp, iyi düşüncelere dönmesini sağlamayı amaçlar. Yani, azabın veriliş nedeni, kulu yakmak değil, onu mükafȃta layık hale getirmektir. Yoksa Allah, hiçbir zaman, kuluna azap vermek için onu cehenneme sokmaz.
*
BEKÂ-FENÂ
Bu iki kavramı en iyi anlatan örnek dalgalı bir denizidir. Deniz hiç değişmediği halde, dalgaları görünüp, kaybolur. Bu durumda deniz bakî, dalgaları ise fanîdir. Dalgaların fanîliği, dalga olarak kaldıkları sürecedir, çünkü fenâ bulup, gözden kaybolduklarında yine denize karışırlar.
*
Nasıl fotoğrafa bakan bir kimse kart üzerinde gördüğünü bizzat görmüş gibi oluyorsa, bizim fani olan bedenimize bakan da bizi görmüş gibi olur ve hayal olan bu görüntü ile kendisi arasında bir hiss-i müşterek oluşturur ki bunun nedeni, görenin de, görülenin de aynı, yani insan olmasıdır.
KELAM
Kelamın güzelliği kemâl ile orantılıdır. İnsanın büyüklüğü de gövdesinin iriliğiyle değil, sözlerinin ululuğuyla belli olur. Onun için kâmil kelamı daima güzeldir, sıcaktır, sevgi doludur ve insanı âbad eder. Konuşma, Hakk’ın mânâsını maddeye çevirmek anlamına geldiği için kâmil zâtlardan dedikodu mahiyetinde bir söz çıkması imkânsızdır. Çünkü dedikodu, esmaların, Hâlik’in ve insanın bilinmemesinden kaynaklanan boş ve özsüz sözlerdir. Böylelerine söz değil, laf denir.
Bu hususta şöyle denmiştir,
Söz bilirsen güzel söyle sözünden ibret alsınlar
Bilmez isen sükȗt eyle seni bir insan sansınlar
HAYAL
O halde hayal, görülmeyen ruhun bir tür kılıfa bürünerek çok az görünür hale gelmesidir. Bu duruma misal olarak gökyüzündeki bulutları göstermek mümkündür. Normalde görülemeyen havadaki buhar, biraz kesafet kazandığı için bulut olarak fark edilebilmektedir. İşte hayal de bunun gibidir.
İşin aslına bakacak olursak hepimiz birer hayalden ibaretiz. Ama o hayal olmasaydı Hakk’ı bilemezdik. İnsanın yüzü, kimliğinin göstergesidir ve o kimlik insanın yüzüne hudut-u ilâhi (ilâhi çizgiler) olarak nakşedilmiştir. Biz o hatlara bakarak varlığı okuyabiliyoruz. Yüzdeki iki göz, iki burun deliği, iki kulak ve bir ağızdan ibaret olan yedi delik yedi ilahi harf mahiyetindedir ki buna tasavvuf dilinde “ fâtihatü’l kitâb” denmektedir.
.
İLİM
İlim, Allah’ın sübȗtî sıfatlarındandır. Aslı Allah’tadır ve “ledün” diye bilinir.
*
Allah’ın ilminde ve ilminin tecelliyatında nihayet olmadığı gibi, bu tecelliyatta tekerrür de olmadığını ifade etmektedir.
*
İlim Allah’a aittir ve sevdiği, istediği kuluna lütfundan başka bir şey değildir. Karşılığında istenen samimi bir sevgiden ibarettir.
*
Dünyadaki her şey insanda da olduğu için “İnsan kâinatın özetidir” diyoruz. “Kendini bilen Hakk’ı bilir” meselesi de buradan kaynaklanmaktadır. Ancak bu bilişin en ince teferruatına kadar ve tam olması gereklidir. Bu şuna benzer; insan ister eline geçirdiği bir kitabın tümünü okuyup öğrenmiş, isterse kitabın özetini tam öğrenmiş olsun, bu ikisi arasında, öğrenilmesini gerekenler öğrenilmiş olduğu takdirde, hiçbir fark yoktur. Onun için, insan kendini özet olarak bilirse kâinatı da bilmiş olur ki bu, Kur’an’ın, yani Kitab-ı kâinatın bilinmesi demektir. Böylece tafsili bilen icmali, icmali bilen de tafsili bilmiş olur. Durumunu bu şekilde idrak etmiş bir kimse kendini nokta olarak görürse kâinat onun kesreti olur.
*
Allah isterse, bir kuluna el tutmadan da ilim öğretebilir mi? İsterse öğretir. Nasıl Hazret-i Âdem’e ve Hazret-i Peygambere öğrettiyse, dilediği bazı kullarına da aynı yöntemle öğretir.
*
Bir insan eğer Allah’ın veya mürşidin kendisini doldurmasını istiyorsa, önce kabını boşaltmak zorundadır. Çünkü dolu olan kaba fazla bir şey konması mümkün değildir.
*
İnsan, aslen mânâyken sonradan madde haline geldiğine, yani aslen buharken sonradan buz olduğuna göre şimdi de buzken buhar haline dönmek zorundadır. Bunu için de ateşe ihtiyaç vardır ki bu ateşe “Aşk” adı verilir.
İLMİN YAKÎN MERTEBELERİ
İnsanın bir konudaki bilgisi üç mertebede olabilir. Bunlar;
1. İlm-el yakîn
2. Ayn-el yakîn
3. Hakk-el yakîn mertebeleridir.
Bu mertebelerin her biri hüvezzahir ve hüvelbâtın olmak üzere tekrar ikiye ayrılır.
İlm-el yakînin zâhire ait olanı zâhirî ilimler, bâtına ait olanı da dini ilimlerdir.
Ayn-el yakînin zâhire ait olanı basarla (dış gözle) görülenler, bâtına ait olanıysa basiretle (iç gözle) görülenleridir. Bu ikinci görüş zamanla kazanılır.
Hakk-el yakînde iş biraz değişir. Çünkü buraya gelenler “lâ ilâhe”yi geçip “illâ” olmuşlardır. Onun için burada Peygamberi zahiren veya bâtinen görmek bahis konusudur.
Her yakîn mertebesinin ilk, orta ve üst olmak üzere üçer basamağı vardır. Böylece üçerden dokuz eden bu kademelerin sonuna kadar akılla ilerlenebilir ama ondan sonrası, ancak Allah lütfederse görülebilir, çünkü daha ileriye bedenle gitmek mümkün değildir. Melekȗtiyete ait, latif alanlar olduğu için oralara, ancak safiye mertebesine ulaşıp ruh halini almış bir nefisle gidilebilir.
ESMA-YI İLÂHİ
Esma, “ İlâhi âlemdeki sıfatların değişmez, zuhur âlemindeki nesnelerin değişebilir isimleridir” diye tarif edilir.
EF’AL-İ İLÂHİ
Kȃinatı meydana getiren, Allah’ın ‘Aşk’ adı verilen ef’al-i ilahi’sidir. “Her şey fena bulacaktır. Sadece celȃl ve ikram sahibi rabbinin yüzü bȃki kalacaktır.” (55-26,27) ayetleri, O’nun bir taraftan fenȃ bulurken, diğer taraftan yine genç olarak ortaya çıkmakta olduğunu ve bu durumun ilelebet devam edeceğini göstermektedir. Bu hȃl aynen bir çiçek kuruyup yok olurken bir yenisinin taze olarak meydana çıkması yahut ölen bir insanın yerine bir çocuğun doğması gibidir. Buna tasavvuf dilinde “fenȃda bekȃ” adı verilir ve bu deyimle ef’al-i ilahi’nin devamlılığına işaret edilir.
KÂİNAT NEDİR?
Önceki bahislerde her şeyin bir Zât ile sıfat diye bilinen bir hakikatten, yahut, Bir’in bin olarak görünmesinden ibaret olduğunu söylemiştik. Bu bin dediğimiz kesret, tek olan zâtın muhtelif aynalara yansıyan görüntüsünden başka bir şey değildir. Onun için kâinatta inkâr edilecek tek zerre yoktur çünkü her şey Hakk’ın varlığıdır. Hakk’ı bilmeyenler gördüklerine sahip çıkmaya kalkarlar, bilenler ise kendini yok edip hepsine sahip olmaya çalışır. Bu durum Niyazi Hazretleri’nin “Yitirdim ben benliğimi, bendeki benlik Hakk benliğidir” mısrası ile ifade edilmiştir. İşin aslına bakıldığında gören de, görülen de, yani asıl da, suret de kendisi olduğu halde biz, aynalarımız tozlu olduğu ve iyi göstermediği için görünenin kendimiz olduğunu zannedip aldanıyoruz.
*
O halde, “Kâinat nedir? diye sorulduğunda en basit ve özet cevap “Allah’ın görüntüsüdür” olacaktır. Ama bu cevap, kâinatın tümüyle ele alınması halinde geçerlidir. Kısmen ele alınacak olursa o zaman, o bölüm, için “Allah’tır” değil, “Allah’tandır” demek gerekir. Çünkü bu durumda işin içine esmalar girer. Allah ise tüm esmaları camidir.
*
Allah, zȃtıyla bütün, sıfatıyla kesirdir.
*
Kȃinat bir Zât ile O’nun sıfâtından ibarettir. “Kâinatta bir Allah ve bir de kul vardır, geri kalanların hepsi işin süsüdür.”
*
Beşeriyetten, düzenin tümünü idrak etmesini beklemek mümkün değidlir. Allah ne kadarını bildirirse, kişi ancak o kadarını bilip kavrayabilir. Onun için de bilenler, şükründen acizdir.
*
Tasavvufta, topraktan gelmiş olan beden inkâr edilmemekle birlikte, insan denince, bu bedene canlılık veren ve aslında nefha-yı ilâhi olan ruhsal yapı esas alınır. Çünkü insan Allah’ın “Ona kendi ruhundan üfledi” <38-72> ayeti hükmünce yaptığı bir bağıştan ibarettir.
*
Bunu biraz daha açık bir ifadeyle “Allah’ın insana verdiği yegane bakî şey ruhtur. Ruh dışındaki her şey geçicidir. Allah, kendindeki her şeyi, bu arada bekâyı da insana vermiş olduğu için insan Allah’ın âleminde yaşayacaktır” diyerek de anlatabiliriz.
Bir başka açıdan bakıldığında insan, açılıp kapanan, dağılıp toplanan bir marifettir ve bu yönüyle deniz anasına benzer. Açıldığında kainatı kapsar, kapandığındaysa bir nokta olur. Açılışına “tevessüh”(genişleme), kapanışınaysa “ nokta halini alma” denir.
*
“Hakk’tan başka bir şey yoktur, bizim karşımızdakini halk görüşümüz, körlüğümüzden ötürüdür”
*
Nasıl dünyanın güneşi pisliğin hatta lağımın dahi üzerini aydınlatır ama kâinattaki tüm çiçekler ona âşık olduğu için ulviyetini kaybetmezse, manevi güneş de böyledir. Herkes bilsin veya bilmesin O’na âşıktır ve yüzünü günebakan gibi O’na çevirmiştir. Neden böyledir? Çünkü Yaratan’dan gayrı bir şey mevcut değildir ve O, kendini sevmektedir de ondan… Kısacası, O, kendini sevmiş ve âşık, maşukunu yaratmıştır.
*
İnsanlıkta esas olan insana hürmettir. Çünkü insana hürmet, gerçekte Allah’a hürmettir.
*
BEŞER VE BEŞERİYET
İşte, burada ins durumunda kalanlara beşer denir. Beşerin insan durumuna geçebilmesi için çalışarak gelişmesi icap eder. Başka türlü insan olmak mümkün değildir.
*
Beşerle insan arasında mertebe açısından adeta bir uçurum vardır. Çünkü insan Allah’la, yani mânâ ile, beşer ise madde ile ünsiyet kuranlara verilen isimdir.
*
İnsanlar tıpkı bir ağacın meyveleri yahut yaprakları gibidir. Toplandıkları dallar farklı olsa bile tüm dallar aynı kökten beslendiği için esas itibarıyla aralarında farklılık yoktur. Yani Hakk birdir. Her fert ayrı bir sülaleye mensup olsa bile bu sülaleler Hazret-i Âdem’e kadar takip edildiğinde, hepsinin ondan başladığı görülür. Daha da geriye gidilirse hepsi insan tohumuna dayanacaktır. Bu da gösteriyor ki insanlar da bir ağacın dökülen yeni çıkan yaprakları gibi aynı özsuyundan beslenmekte yahut hepsine aynı ruh üflenmektedir. İnsanların karşılaştıklarında birbirlerine “merhaba” diyerek selam vermelerinin nedeni budur. Çünkü merhaba “Ben seni biliyorum, sen benden gayrı değilsin” demektir. Bu sözü söyleyenler arasında mânâsını bilen çok azdır. Onun için verdikleri selam da taklit olmaktan ileri geçmez. İnsanın konuşmasındaki amaç, bilerek konuşmak olmalıdır. Yoksa papağan gibi ezberlenen sözleri söylemek değil…
*
İNSANIN CÜZ’İ İRADESİ
Aslına bakılırsa, hepsi O’nun elindedir. Bizim elimizde hiçbir şey yoktur. Kendi başımıza yapabildiklerimiz, O’nun bize lütfettiklerinden başkası değildir. İşte bazılarının “İrade-i Külliye’den başka bir şey yoktur” demelerinin nedeni budur. Bu söz “Güneşten başka ışık veren bir kaynak yoktur” demeye benzer ve gerçek de budur. Biz, o kaynaktan bize uzanan ışık huzmesine “güneş” dediğimiz için yanılıyoruz. Nasıl güneşten gelen ışık huzmesi güneş değilse, irade-i külliyeden bize yansıyan ve bizim “irade-i cüz’iye” diye adlandırdığımız irade de gerçek irade değildir. Yansımadan ibarettir.
Hürriyet, insana irade-i külliyeden verilen cüzi iradenin kullanım serbestliğidir. Allah, bu konuda kullarını muhayyer kılıp serbest bırakmıştır ama tabi, bir hudut tayin ederek…
*
İnsanın yeri bu âlem değildir. İnsan, ruh olarak çok yükseklerin, nur âleminin, ilâhi âlemin malıdır. Ruhen oradan gelmiştir. Ruhî vatanı orasıdır ve tekrar o asli vatanına dönecektir.
*
Her fert bu âleme bir görevle gelmiştir ve mutlaka o görevini yapacaktır.
*
Her insana bu âlemde bir görev verildiği gibi öbür âlemde de bir görev verilmiştir. Çünkü Allah’ın insanı yaratmasındaki amaç, verilen görevin yapılmasıdır.
İnsanın en aşağı mertebelerde kalması reva-yı Hakk değildir. Çünkü Allah, insanları bu âleme sırf yesinler, içsinler, üresinler diye değil, Kendi’ni bilsinler ve muhabbet-i ilâhiyesi izhar olsun diye göndermiştir.
*
İnsan bir yönüyle “Âdemoğullarına mükerremiyet verdik“ <17-70> ayeti gereğince meleklerden bile üstün olduğu halde diğer yönüyle “Sonra onu aşağının aşağısına attık” <95-5> hükmünce en aşağı mahlȗktur. Böyle olduğu için insanda ulvi ve süfli, utanılacak ve utanılmayacak her şey vardır. Allah, ulvi kısımları belden yukarıda, süfli kısımlarıysa belden aşağıda yaratmıştır. Yani insanın belden yukarı latif, belden aşağısı ise kesif âleme aittir. Bu nedenle de insanların bel ile diz kapağı arası, şer’an namahremdir ve örtülmesi gerekir.
*
Ama insan manevi tarafa geçip manevi sofradan beslenmeye başlarsa, o zaman, maddi gıda ihtiyacı azalır. Ruh, bedene hakim olduğu için ruhen güçlenenlerde bedensel ihtiyaçlarda azalma olur. Riyazata girenlerin o kadar az gıda ile yaşayabilmeleri ruhi beslenme sayesinde mümkün olabilmektedir. Buna mukabil bedenen güçlenenlerdeyse, ruhsal güçlerde zaaf kendini gösterir.
Dostları ilə paylaş: |