İNSANIN YARATILIŞ NEDENİ
İnsan olarak bu âleme gelmemizdeki gaye, neşe-i ulâ olan Kâlȗ belâ’daki sevgimizi burada ispat etmektir. Oradaki “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” <7-172> sorusuna burada da “Evet öylesin” <7-172>, yani “Evet, Sen’i tanıdık” diyebilirsek bunu ispatlamış oluruz. Ama, maalesef, orada tanıdığımız, burada tanıyamadığımız ve aslımızı unutup inkâra saptığımız için insanlıktan uzaklaşmış durumdayız. Bugün, tıpkı bir ağacın yapraklarının yeşerip sarardıktan sonra dökülmesi gibi, biz de bu âleme gelmekte, yiyip içip gezdikten sonra, insan olarak yaratılış amacımızı idrak edemeden ve uyanıp gözlerimizi açamadan geldiğimiz yere dönmekte, böylece insanlığın sadece çilesini çekmekteyiz.
*
Zaten, insanın dünyaya gönderilmesinden gaye, burada tekmillenmesidir. Bu âleme gelip tekmillenmeden gidenler, boşuna gelip gitmiş olur adeta yere düşen ham meyve gibi çürüyüp heba olmuş sayılırlar. Burada miracını yapanlar, beşerlikten kurtulup insan olarak Allah’a kavuşabilirler. Çünkü Allah’ın huzuruna ancak insan olan çıkabilecektir. Beşer Allah’ın huzuruna çıkamaz. Bunun nedeni, Allah’ın “Beşeri yarattık” değil, “İnsanı yarattık” demiş olmasıdır.
*
İnsanı şaşırtan, esma ve sıfâtta kalıp her şeyi ayrı görmesidir. İnsan buğday, nohut, fasulye, şeker, incir, kayısı, üzüm vs.yi teker teker görüp ayrı zannetmekle hata yapmaktadır. Hȃlbuki bunların hepsini bir görüp “aşure” deyiverirse, yani müsemmayı tanısa, ayrılıklar ortadan kalkıverir. İşte tevhid budur.
*
İnsan, her şeydir. Hem melek, hem cin, hem şeytan…. Kişi bunlardan hangisinin yaptıklarını yapıyorsa, o olur. İyilik yaparsa melek, kötülük yaparsa şeytan, malı gasp edersede müşrik olur.
*
İnsan, Allah’ı tam anlamıyla şühud ederse, Allah, bilinmeyenleri o kişiye rüyasında bile öğretir. Çünkü insan, Allahtan ayrı değildir. Her insan Allah’ın aynasıdır ama kaçıncı mertebedeki aynası olduğunu ancak Allah bilir. Burada herkesin bildiği tek şey, birinci aynanın Hazret-i Peygamber olduğudur.
Onun için insan, Allah’sız değildir. Bilsin veya bilmesin insan her an Allah’la beraberdir. Yani söylendiği gibi, Allah ayrı, kul ayrı yerlerde değil, birliktedir. Nasıl deniz ve dalgası birbirinden ayrı olamazsa, bu da öyledir. Onun için herkes, O’nu göklerde değil, kendinde arayıp bulmaya çalışmalıdır. Allah’ın yaptığı kitap bizim bedenimiz olduğu için herkes bu kitabı okuyacak ve bundan sorumlu tutulacaktır.
*
İnsanlıkta amaç kendini bilmektir. Bu da ancak Allah’ın hidayet etmesiyle mümkündür. Allah hidayet ettiğinde, kimde Kendi’ni görmek istemişse, o kimsede bir aşk doğar ve kişi o aşkın etkisiyle, Kendi’ni kendine bildirecek bir kâmil mürşit aramaya başlar. Eskilerin, ayaklarına demir çarık takıp diyar diyar dolaşmalarının nedeni bu aşktır. Bazen kendini bildirecek olan zât insanın ayağına gelir. Burada işleyen, hattâ daha doğru tabirle kendinden kendine işleyen Hakk olduğu için bir şey söylenmez. Söylenebilecek tek şey, her şeyin başının teslimiyet olduğudur.
Allah’a yaklaşma konusunda her ne kadar kul gayret gösterirse de, yardım Allah’tan olur ve bu yaklaşmadaki farklılıkları O tayin eder. Ancak, bu hususta insanın önündeki örnek Hazret-i Peygamber olduğu için amaç, O’nun gibi olabilmek yani “”Allah’ın ve resülünün ahlakıyla ahlaklanmak” ‘tır. Çünkü Kur’an’da Hazret-i Peygamber’in, ne mecnun, ne sahir, ne de büyücü olmadığı bu âleme hulk-i azîm (yüksek ahlaklı) üzere gönderildiği yazılıdır. Allah’ın insalık âlemi için istediği de başka bir şey değil, sadece ve sadece budur. İnsan olarak gelişip onun huylarıyla huylandığımız zaman, O’nun gibi kibar, edepli, mütevazı, oturup kalkmasını, konuşmasını bilir, karşısındakini kendisi bilip ona eziyet etmeden kaçınır bir insan oluruz. İşte cem-ül cem’e gelmek budur.
*
“Önce nurduk, nur olarak kâinatı dolaşa dolaşa, onda değişik huyları ala ala bugüne geldik” şeklinde olur. Bugün de bir yarış içindeyiz. Bizden sonrakiler bizi, daha sonrakiler de onları geçecek ve böylece yine tekmillenip Liva-ül Hamd altında toplanarak, nur olan aslımıza kavuşacağız ki bu tasavvuf dilinde “Zuhurun kemâli” denmektedir.
Hazret-i Peygamber bu âleme “kemâlin zuhuru” olarak teşrif etmiş, O’ndan sonra zuhur kemâle gelmeye başlamıştır. Bu ikinci kemâlin tamamlanmasıyla kemâl dairesi tekmillenecektir.
*
İnsan, daima kendine en yakın âleme kayma temayülündedir. Her ne kadar Allah’tan gelmiş ise de gelinceye kadar pek çok âlemlerden geçmiş olduğu için kendine en yakın âleme, yani kendinden bir önceki hayvaniyet âlemine yöneltmeye meyyaldir. Hayvanlık hissiyatı insana tatlı gelir.
*
İnsan, şaşı nazarla baktığında bir kendisi, bir de Allah varmış gibi görür. Bu hatalı görüşü dolayısyla ikiyi birleştiremez. İkiyi birleştiremeyince de şirkten kurtulamaz. İşte, ileride anlatacağımız fenâ mertebelerini talim etmenin amacı, insanı şirkten kurtarmak, yani fail, mevsuf ve zâtın bir olduğunu idrak ettirmektir. O zaman kişideki “Bir ben varım, bir de Allah var” düşüncesi kaybolur ve insan tevhide varır. Bunun için Allah ortadan kalkmayacağına göre, ortadan yok olan kul olacaktır. Yok oluş nasıl olsa gerçekleşeceği için bunu zamanında ve bilinçli olarak yapmakta fayda vardır. Çünkü doğan hâdistir ve kuldur. Allah’ta ise doğmak ve ölmek yoktur. İşte, insanın eğitilme ihtiyacı buradan doğmaktadır.
*
Memnuniyetsizlik, insanın yukarıdan bakmasından kaynaklanır. Memnun olmak isteyen insan kendinden aşağıya bakmalıdır. Bu kural herkes için geçerlidir.
Allah, manen ve maddeten, her insana bir kapasite vermiştir. İnsan kendini bilir ve bu kapasitesini tam kullanırsa, kendisi için yeterli olur. Ama kişi kendini daha geniş kapasite verilmiş olanlarla kıyaslamaya kalkarsa, o zaman, mutsuzluk ve tatminsizlikten kurtulamaz.
*
Bir insanı dış görünüşüyle değerlendirmek mümkün değildir. Çünkü kişi dışarıdan çirkin göründüğü halde, içiyle çok güzel olabileceği gibi tersi de olabilir. Kişinin aslını ancak Allah bilebilir. Böyle olduğunu da Kur’an’da “Zor gördüğünüz ve ikrah ettiğiniz bir şey bazen sizin için hayırlı olabilir, sevdiğiniz bir şey de bazen sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz” <2-216> denmektedir. Bu durumda, hata yapmamak için her şeyi Allah’tan bilip kendini aradan sıyırmak lazımdır.
*
İnsan, maddeten çok küçüktür, adeta hiç mesabesindedir. Ama aynası parlar ve o aynaya, gerçek sahip olan Allah’ın nuru yansırsa, o küçücük insan öyle bir güneş halini alır ki gerçek güneş onun yanında sönük kalır.
***
CİLT – 2 –
RUH VE BEDENLE İLİŞKİSİ
Kâinat da bir vücut olduğuna göre o vücudun ruhu veya canı, her noktasının ne yaptığını bilmekte ve ağrı veya acısını duyup hissetmektedir. Hal böyle olunca hiç kimse ondan gizli bir şey yapamayacağını, her an, her hareketinin kontrol altında olduğunu bilip ona göre kendine çeki düzen vermelidir. Burada insanları şaşırtan, O’nun, bildiğini söylememesidir. İnsan olarak yoktan değil, vardan var olduğumuzu idrak edebilirsek o zaman yukarıda söylenenlerin doğruluğunu da kabul eder ve hareketlerimizi ona göre ayarlamaya başlarız.
*
Ruhumuz bu beden girmeden önce kâinattaydı ve oradayken de mertebe mertebeydi. Bu mertebe oluş burada da devam ettiği için orada olduğu gibi burada da gruplaşmalar ortaya çıkmaktadır.
En yüksek ruh Hazret-i Peygamberin ruhudur ve tüm kâinatı kapsamıştır. Diğerlerinin etki alanı ise mertebesine göre değişmektedir.
*
Ruh adı verilen bu nur devamlı, yani bâkidir, Fakat zuhur âlemine geldiğinde fâni gibi görünür. Yine geldiği yere döneceği için bu âlemde fâni gibi görünse bile aslında bâkidir, ölümsüzdür. Onun için ölüm denen olay ruhla değil, onun kılıfı olan bedenle ilgilidir.
*
RÜYA NEDİR?
Uyku yarı ölüm, rüya ise bir nevi ahiret hayatı olarak düşünülebilir. Çünkü ruh, rüyada hiçbir kayda tabi olmaksızın, serbest olarak dolaşıp herkesle beraber olabilmektedir. Genelde uyurken görülürse de bu şart değildir. Çünkü insan bu âlemle irtibatını kopardıktan sonra her an rüya görebilir. Bu duruma “mutlakıyet” (kayıttan kurtulma) denir.
*
Rüyada büyük zâtların görülmesi, ya onların tenezzülünü yahut da rüya görenin yükselip o seviyeye ulaştığını gösterir. İnsanlar nasıl bu âlemde farklı mertebelerde bulunuyorlarsa manevi âlemde de farklı mertebelere sahiptirler. Öyle olduğu için de insan, bu alemde nasıl kendi seviyesindekilerle irtibat halinde ise o âlemde de yine kendi seviyesine uygun kimselerle ilişki içinde olacaktır. Bu esasa itibar edenler (ki bunların başında evvelce de söylediğimiz gibi Uşakkiler gelir), rüyalara çok değer verir ve saliklerinin gelişimini onların gördükleri rüyalarla takip ederler. Çünkü bilirler ki rüyalar insanın kendi âleminin yansımasıdır.
RUH – BEDEN İLİŞKİSİ
İnsan, beden ve ruh olarak, içinde kuş bulunan bir kafese benzer. Beden, ruh adı verilen kuşun kafesi gibidir. Esas olan kuştur ve o kuş kafes olmasada vardır. Kafes, o kuşun uçup kaçmamasını temin eder, yani onu hapseder.
İnsanların gidecekleri yer gönül âlemidir. Ölümden sonra bedenin ne olacağı malumdur. Ancak beden deyip de küçümsememek lazımdır. Zira içindeki maya veya ışıktaki yansımayı, içine konan sıvıyı dışına sızdırarak, onun ne olduğunu belli eden küp misali temin eden, bu bedendir. Beden, bir kemâli sakladığı zaman tasvip görür. Nitekim Hazreti Muhammed’de peygamberlik mayası doğuştan itibaren mevcut olduğu halde kırk yaşına gelip kemâle erinceye kadar o mayayı yine bu beden muhafaza etmiştir. Onun için bedenin esas görevi içindeki aslı saklamaktır. O asıl geliştikçe kemâlâtını veya ışığını bu beden vasıtasıyla yayacaktır.
*
Halkın sesi, Hakk’ın sesidir. Halk iyi düşüncelere sahipse Hakk’ın düşüncesi de iyi olur. O zaman da yıldızın dünyaya çarpması bahis konusu olmaz. Halkın düşünceleri kötü olursa o düşüncelerin gerçekleşmesi imkan dahilinde girer ve harpler çıkabilir. Çünkü kâinat da, insan da aslında düşünceden, yani mânâdan ibarettir. Görünen et, kemik vb bu düşüncenin elbisesidir. Bu sebeple daima iyi düşünmek ve her şeyi iyiye yormak gerekir. Zira “Rüyalarınızı iyiye yorumlayanlara yorumlatın” buyurulmuştur. Bunun sebebi sözün vücud bulmasıdır.
Her şey gibi kâinatda bir düşünceden, Allah’ın düşüncesinden, ilm-i ezelisinden meydana gelmiştir ki bu düşünceye tasavvuf dilinde “a’yan-ı sabite” dendiğini biliyoruz. Küntü kenz denen ilâhi hazinenin yeri burasıdır. Çünkü Allah, kendini görmek istediği için kâinatı yaratmıştır.
İnsan için de durum böyledir. Herkes kendini kendinde görür. Bunun için gözünü yumması yeterlidir. İnsan gözünü yumduğunda kendini gelmişiyle, geçmişiyle, hatta bu dünyadan göçmüş anne, baba, arkadaş gibi tanıdıkları ve sevdikleriyle bir anda gözünün önünde canlandırabilir. Çünkü bunların hepsi kendindedir.
*
Düşüncenin eski dildeki karşılığı tefekkürdür. “Bir saatlik tefekkür bin yıllık ibadetten hayırlıdır” sözü, düşüncenin değerini göstermektedir. Çünkü düşünce her şeyin başıdır. İcatlar dahil her şey düşünceden meydana çıkar.
İcat, bütün (iç) âlemindeki bir şeyi zuhur âlemine (görünür âleme) getirmek demektir. İcat edilen şey, önce düşünce âleminde hesabı kitabı yapılarak oluşturulur, sonra zuhur âleminde ortaya çıkarılır.
*
Güzel düşünce akılla olur. Kimin aklı fazlaysa düşünceleri de güzeldir ve bu güzellik bedene de yansıdığı için annelere hamileliklerinin dördüncü ayında çocuk canlanacağı zaman güzel şeyler düşünüp güzel şeylere bakmaları tavsiye edilir ki çocukları güzel olsun. Böyle söylenmesinin nedeni maddenin mânâdan meydana gelmesidir. Mânâ güzel olursa, madde de güzel olacaktır.
*
İnsan bedeni geçici olduğu gibi bedensel zevkler de geçicidir. İnsan, o an için ne kadar zevk alırsa alsın bir süre sonra mutlaka inkâra yönelecektir. Örneğin çok güzel bir yemek yiyerek karnını doyuran insan bir süre sonra yine acıkacaktır. Ayrıca insanın bir yemek yeme kapasitesi vardır. Yemek ne kadar leziz olursa olsun bir an gelir ve insan doyar. Daha fazlasını yiyemeyeceği için önüne konanı reddeder. Ama moral veya manevi zevkler böyle değildir. İnsan ne doygunluk hisseder ne de bir süre sonra o zevki reddedip inkâra sapar. Güzel bir sohbetin bitmesini kim ister? İşte “Rabbim ilmimi ve anlayışımı arttır” dileği buradan çıkmaktadır.
İnsan kemâle geldiğinde mânâyı da maddeyi de reddetmemeye başlar. Bunun nedeni ikisi arasındaki farkın mertebelerden kaynaklandığının anlaşılmasıdır. Her insan varlığın maddisini de, manevisini de sever. Çünkü varlık izzetiyet, yokluksa zilletiyettir. İzzetiyet de, zilletiyet de insan için olduğu halde daima izzetiyet tercih edilir.
AKLIN ÖZELLİKLERİ
Bu konuyu anlatmak için şeriat erbabı âfaktan, hakikat erbabı ise enfüsten misal gösterir. Onun için “sema” dendiğinde hocalar gökyüzünü, bizse insanın düşünce âlemini kastederiz. Onların devamlı olarak yanılmalarının nedeni budur. Arş-ür Rahman da, sema da, gök de, gökten nazil olanlar da bu kafanın içindedir, tüm sema katları da buradadır. Bu gerçeği şimdiye kadar hiç kimse bu kadar açık bir şekilde ve sade bir dille anlatmamıştır. Anlattıklarımız bu kadar açık olmasına rağmen yine de fikren açık olanlara açıktır. Bu durum aynen Hızır’ı arayan adama, karşısında duran Hızır’ın, bir boğumu kısa olan parmağını göstererek “Onu işaret parmağının bir boğumunun eksikliğinden tanıyabilirsin” dediğinde adamın “Ha anladım, ben onu arar bulurum” deyip “ sensin” diyememesine benzer. Adamın anlayamayışının nedeni, çok aşağı mertebelerde olması ve bir türlü üst mertebelere çıkamamasıdır.
*
Zaten alim ile arif arasındaki fark da birincinin bilmesine karşılık, ikincinin görebilmesidir. Eğer kişi kâmil bir zât ise görebilmesi mümkün olur. Nasıl mı? Kendisi yok olarak… Aranan da budur ve ben bunu “Sen çıkarsan aradan / Kalır şeksiz Yaratan” diyerek anlatmaya çalışıyorum.
*
Dördünce sema ilk yaratılış olan akl-ı külldür ve insan-ı kâmilin aklıdır. Kur’an, yirmi üç yıl içinde oradan, akl-ı küllün sembolü olan kendi Cebrail’i tarafından Hazret-i Peygambere indirilmiştir. Yani, Hazret-i Peygamberin kendi akl-ı küllünden, beşer olan Muhammed’in aklına nazil olmuştur. Bu nüzul, kendinden kendine olan bir haldir. Burada, akl-ı küll olana “Hâlik”, bu âlemde görünene de “mahlȗk” demek gerekmiştir. İşte Hazret-i Peygamberin “Ben de sizin gibi bir beşerim” <41-6> demesinin nedeni budur.
*
Kur’an’da her şey rumuzlarla anlatılmıştır. Akl-ı küll denilen nokta Cebrail’dir ve Peygamberimizin aklıdır. Bu akıl, vahyi, akl-ı küll olan kendi aklından, akl-ı küllün görünürdeki temsilcisi olan Muhammed’e, yani kendinden kendine bir bilgi nakli şeklinde intikal ettirmiştir. Miraç esnasında Peygamberimize refakat ederken bir yere geldiklerinde Cebrail’in “ Bir adım daha atarsam yanarım” demiş olması, aklın hududunu da göstermektedir. Peygamberimizin onu o noktada bırakıp yoluna devam etmesi, bir nevi akıldan soyunma anlamındadır. İnsan, soyuna soyuna uluhiyet âlemine yaklaşır. Oraya ulaştıktan sonra Allah’ın kendi kendine neler yapacağı hakkında bir şey söylenmez. Ancak burada “Bir an gelecek, asr-ı saadet yaşanacaktır” sözü vardır. Asr-ı saadet, mesut olunan bir devredir ve Allah’ın lütfuyla beşeriyetin, soyuna soyuna Allah’a vasıl olacağı anlamına gelir.
*
İnsanda zihinsel faaliyeti yaratan, içindeki Hakk’tır. O, kendini bulmak için tefekkürü meydan çıkartmaktadır. Tefekkür, insanın kendini kendinde araması demektir. İnsandaki doğuşatlar, şiirler, nesirler ve verilen eserler hep O’nun etkisiyle olmaktadır.
*
Akıl hem çok iyi, hemde çok kötüdür. İnsana benlik (beden) yoluyla gelen akıl, cüz ve misafir olduğunu unutur, kendine varlık verir ve kendini akl-ı küll ile mukayeseye kalkarsa hapı yutar. Onun için en büyük marifet enaniyetten kurtulabilmektir. Bunda başarılı olmadan Hakk’ı bulmak mümkün değildir.
*
Telepati, insanın zekâsının aşırı hassasiyet kazanması sonucu, kâinatta her an mevcut olan vibrasyonları (titreşimleri) alabilmesidir. Akl-ı küllden ders alanlar his âleminde aşırı hassasiyet kazanıp bu yeteneğe sahip olurlar.
*
Aklı başında olan herkes, bir konuda adım atmadan önce gönlüne danışmalı ve adımını ondan sonra atmalıdır. Zira yapılacak olan o iş kişiye azap veriyorsa yanlış, huzur veriyorsa doğrudur.
*
Aklın iyi kullanımı, Kur’an’ın emirlerine uyup “Güzel surette yaratılan”<95-4> insan haline gelebilme amacına yöneliktir. Bunun için düşünceyi derinleştirmek yani tefekkür haline getirmek gerekir. Tefekkür derin düşünmek demektir ve insanın kolayca çözemediği konularda işe yarar. İnsan böyle bir durumla karşılaştığında rapt-ı kalp edebilirse Allah’tan yardım ve problemini çözdürecek ilham yetişir. Zaten tasavvufta riyazatın ve erbaine sokmanın amacı, ferdi tefekküre sevketmektir.
*
Allah’ın ihata-yı külliyesi sonsuzdur. İnsan ancak aklının aldığı kadarını idrak edebilir. Daha sonrasına akıl yetmez. Ziya Paşa bunu anlatmak için
İdrak-ı ma’âli bu küçük akla gerekmez
Zirâ bu terâzȗ o kadar sıkleti çekmez
demiştir.
AKLIN MERTEBELERİ
Düşünce akılla bağlantılıdır. Herkesin aklı aynı incelikte olmadığı için tasavvufta akıl yedi mertebede incelenmiştir.
-
Akl-ı maaş
-
Akl-ı mead
-
Akl-ı selim
-
Akl-ı nurani
-
Akl-ı ruhani
-
Akl-ı sultan
-
Akl-ı evvel (Akl-ı Küll)
Akıl, şecere-i kâinattır ve bu şecerenin iki kutbu vardır. Biri en alt âlemlere kadar iner ve akl-ı maaş adını alır. Diğeri ise yükselere, akl-ı külle kadar uzanır ve insanı yüceltir.
İnsanın yükselmesi akılla başlar. Akıl yükseldikçe nefis de buna paralel olarak yükselmek zorundadır. Nefis yücelip azizleşirken insan sırf bedenden ibaret olmadığını, canının ve ruhunun da olduğunu öğrenmeye başlar. Aklının ihatası genişledikçe ruhunun da tealisiyle irfaniyete erer. Bundan sonra artık kişi “Kur’an’la ikiz kardeş” olur ki bu, Kur’an’daki vasıfların kendinde toplanması demektir. Bu duruma gelen bir kişinin Kur’an’ın “Yapmayın” dediği şeyleri yapmasına imkan yoktur. Çünkü artık edep sahibidir ve Kur’an’ın yasakladığına tenezzül edemez. Mertebesi gibi meşrebi de âli olduğu için aşağılara inmek ona zor ve aşağılayıcı gelir, inemez. Bir kazayı ilâhi ile inerse (Allah’ın tecellisine karışılmaz) o zaman tövbe ve istiğfar etmek durumunda kalır.
NEFİS NEDİR?
Nefis kelimesinin lügattaki karşılığı, hayat, can, ruh, biyolojik ihtiyaçlar, kendi, asıldır. Kısaca benlik demektir.
*
Benlik konusu hocalar ile mutasavvıflar arasında asırlarca niza konusu olmuş ve tarihte bir süre tarikatların yasaklanmasına yol açmıştır. Münakaşaların arttığı bir devrede, olayın padişaha aksettiği ve padişahın işin aslını öğrenebilmek için iki grubu da ayrı ayrı davet edip onlara yemek verdiği şeklinde bir hikȃye anlatılır. Hikȃyeye göre önce hocalar davet edilir. Kalabalık bir kafile halinde geldiklerinde padişah vezirine döner ve “Git sor bakalım bunların başı kimmiş” der. Vezir çıkar ve gelenlere “Sizin reisiniz kimdir?” diye sorar. İlk sorduğu hoca “ Benim” diye cevap verince diğerleri itiraz edip her biri kendisinin reis olduğunu iddia etmeye başlar. Tabii sonuçta kimin baş olduğu anlaşılamaz durum olduğu gibi padişaha nakledilip, herkes “Benim” dediği için kimin reisi olduğu anlaşılamadı, denir. Davet edilenler sofraya oturduklarında kendilerini bir sürpriz beklemektedir. Sofrada her türlü yemek olmasına rağmen, herkesin önünde sapı bir metre uzunluğunda birer kaşık bulunmaktadır. Hocalar bu kaşıklarla yemeğe başlayınca kaşık saplarının birbirine çarpması sonucu yemekler sofraya ve üstlerine dökülür. Doğru dürüst birer lokma yiyemeden sofradan aç kalkar ve utançlarından kimseye görünmeden sarayı terk ederler.
Sıra dervişlere geldiğinde, yine padişah vezirine, gelenlerin başını öğrenmesini söyler vezir çıkar ve en öndekine başlarının kim olduğunu sorar. Öndeki arkasındakinin, arkasındaki de kendi arkasındakinin baş olduğunu söyler ve kuyruğun sonuna gelinceye kadar kimin baş olduğu anlaşılamaz. En sondakine aynı soru sorulduğunda alınan cevap, en öndekinin baş olduğu şeklindedir. Kimse baş olmayı kabul etmeyince durum padişaha anlatılır ve bu grupta da kimin baş olduğunun anlaşılamadığı söylenir. Sofrada yine aynı kaşıklar vardır. Kaşığı ilk eline alan durumu kavrar ve doldurduğu kaşığı “Destur” diyerek karşısında oturanın ağzına uzatır. Karşısındaki “Eyvallah” deyip kendine uzatılan kaşıktakini yemeye başlarken, bir taraftan da kendi kaşığını doldurup, karşısındakinin ağzına uzatır. Böylece birbirlerini besleyerek, hiçbir tarafı kirletmeden karınlarını doyururlar. Yemek sonunda bir de yemek duası yapıp izin ister ve saraydan ayrılırlarken, gördüklerinden memnun olan padişah, onları uğurlamaya iner ve birer de hediye verir.
Bu anlatılan hikȃye veya masal, Ene ve Ente konusunu işleyen güzel bir örnektir. Ente sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı doğurur. Ene ise “Hep bana” dediği için sonuçta kendini de açlığa mahkȗm eder.
*
Allah her şeyi sevgiden yaratmıştır. Yarattığı her şeyi kendisi sevdiği gibi, tüm yarattıklarına da sevme gücü vermiştir. Birlik bu sevgiyle sağlanır. Aileyi aile yapan ve bir arada tutan bu sevgidir. Eğer bir evde sevgi hȃkimse, o ev halkının yüzü güler ve hepsi cennette yaşarlar. Ama sevgi azalır veya yok olursa, o zaman gülen yüzler asılmaya başlar ve cennetten uzaklaşılır, hatta sevgisiz ortamda bir anne bile çocuğuna bakmaz olur. Allah’ın bir adı da aşk olduğuna ve her şeyi sevgiden yarattığına göre, insan da her şeyi sevmelidir.
*
“Aşkın yüksek âlemlerde tezahürüne vecd, süfli âlemlerdeki tezahürüne ise şehvet denir.”
*
Hastalıklar insanın gönlünde değilse bir elbise gibidir, gelir ve geçer. Geçmezse bile pek önemi yoktur. Çünkü zaten beden bir elbise gibidir ve nasıl olsa çıkarılıp bırakılacaktır. Dünya için “Her gelen câmesin kor, bir camekândır bu” denmesinin nedeni budur. Ama insanın gönül âlemi hasta olursa, o zaman durumu kötüdür. Allh korusun…
***
CİLT – 3 –
Peygamberler içinde âlemlere gönderilen yegâne peygamber, Hazret-i Muhammed’tir. Diğerleri ya bir ülkeye veya bir kavme gönderilmiştir.
*
Onun için, Hazret-i Muhammed’ten önceki peygamberlerin tümü, bir ara mertebe durumundadır. Her biri kendi devrinin ahkâmına göre gelmiş, beşeriyetin mertebesini yükseltmiş ve kitleyi, Hazret-i Muhammed-i anlayabilecek seviyeye getirmeye çalışmıştır. Bu sebeple, diğer tüm peygamberler, Hazret-i Muhammed’in birer aza ve kuvası mesabesindedir (konumundadır). Hazret-i Peygamberin teşrifiyle menba ve mansap birleşmiş kemâl tamamlanmıştır. Bu gerçeği “Hazret-i Peygamber, Musa’nın şeriat olan bedeni ile, İsa’nın hakikat olan ruhunu birleştirip bir bütün haline getirmiş, yani tekmillenmiştir” diyerek özetlemek de mümkündür. Kendisinden sonra gelenlerin tümü bu minval üzere devretmektedir.
*
Hazret-i İbrahim’in, ilk eşi olan Sara’dan çocuğu olmadığı için, eşi onun çocuk sahibi olabilmesini teminen, ikinci eş olarak Hacer’le evlenmesini sağlamıştır. Bu evlilikten Hazret-i İsmail dünyaya geldikten sonra, Sara’dan da İshak doğmuştur. Sara, kendisi doğum yapınca bu kez Hacer’i istememiştir. Bunun üzerine İbrahim, onları Mekke’ye götürmeye karar vermiştir. Yolda, Safa ile Merve arasında bir yerde suları bitmiş, su ararlarken İsmail ayağını yere vurunca oradan su çıkmış ve suyu gören İsmail, “zem zem zem “ demeye başlamıştır. Bu sebeple o suya “Zemzem Suyu”, kuyusuna da “Zemzem Kuyusu” denmiştir. Bu anlatılan, işin şer’i yanıdır. Hakikatte ise zemzem, nefsin kurban edilmesinden sonra, kuyuya tekabül eden bedenden fışkırmaya başlayan ilim suyunun adıdır.
Hazret-i İbrahim’in Halilullah oluşu, herkesi Hakk görüp, misafiri gelmedikçe sofraya oturmayacak kadar cömert oluşundan ötürüdür. Nasıl tohum tarlaya saçılmadan mahsul alınamaz ve çok mahsul almak için çok tohum saçmak gerekirse, Hazret-i İbrahim de sevgi tohumlarını böyle bol bol serperek Halilullah olmuştur.
*
Hazret-i Peygamber, gerçek anlamıyla kâinatın ruhudur. Ruh-u mücessemdir. Bu nedenle dört halifesinin, bu ruhun anasır-ı erbaasına tekabül ettiği, bunlardan Ebubekir’in suyunu, Ömer’in ateşini, Osman’ın havasını ve Ali’nin de toprağını oluşturduğu kabul edilir.
*
VAHİY NEDİR? NASIL GELİR?
Vahiy, Peygamber mertebesinde olanlarda, Lam’dan Cim’e veya Öz’den, cüze olan füyüzat akımıdır” diye tarif edilebilir. Bu akımın peygamber olmayan kimselerde görünenine de “ilham” denir.
*
Vahiy, son derece net ve açık bir şekilde geldiği, üzerinde kalem oynatılmadığı halde, ilham daha flu bir doğuş şeklindedir. Bu sebeple de sonradan tashih edilebilir.
*
İnsan-ı kâmil her şey olduğuna göre, onun da şeytanı vardır. Lakin o,şeytanını Müslüman etmiştir. Böyle olduğumuzu Peygamberimiz de söylemiştir. Bu sözün anlamı, nefsin, şakilikten, kendini bilmezlikten kurtarılıp, kendini bilen ve teslim olan bir nefis haline getirilmesidir. Kısaca şeytanın Müslüman edilmesi, kötü huyların, iyi huylarla değiştirilmesi demektir.
*
Hazret-i Peygamberi rüyada görmek, kendisini görmek gibidir. Çünkü kendisi, “Beni rüyasında gören, hakikatimi görmüş gibi olur. Şeytan benim suretime giremez” demiştir. O’nu rüyasında görenler kâmil insanlardır, zira insan o mertebeye çıkmadıkça, O’nu göremez. Bu durum bileşik kaplara benzer. Seviye her iki tarafta da aynı olacaktır ki, aynalar karşı karşıya gelsin ve görüntü oluşsun.
*
MİRAÇ NASIL GERÇEKLEŞİR?
Miraç, Allah isterse kevni de olabilir. Ama genel anlamıyla enfüsi, yani iç âlemi ilgilendiren bir keyfiyettir. Çünkü miraç eden gönüldür.
Miraç olayını bir balonun yükselmesine benzetebiliriz. Balonun yükselmesi için safrasının atılması gerekir. Ağırlıklar atıldıkça balon yükselir. İnsanda safraya karşılık neyin atılacağını buraya kadar öğrendik. Balonun inmesi için de havasının boşaltılması gerekir. Bu inişe de “hubut” denir.
Miraç, insanın düşüncelerinin yükselmesi, hubut ise, inmesi demek olduğu için “Âdem cennetten hubut etmiştir” denir. Bunun anlamı, düşünceleri, yüksek âlemden, aşağı âlemlere, yani cennetten dünyaya inmiştir demektir. Burada insanın aklına “Cennet neredeydi?” sorusu takılır. Cennet, onun düşüncelerindeki varlıktaydı. Âdem o varlıktan uzaklaşıp dikkatini kendi bedenine çevirince, Allah’tan uzaklaşmıştır
Uruç ve miraçta beden yoktur. Eğer olsaydı, Âdem, cennetteyken de bedenini görüp örtünme zorunluluğunu hissederdi.
*
Uruc dediğimiz yükselme, ruhun tealisiyle, yani bedenden çıkıp göğe yükselmesiyle değil, iç âlemde gerçekleşir. Kişi, ilmini ne kadar genişletirse, mertebesi de o kadar yükselir.
*
Buradan anlaşılıyor ki tüm dinler Allah’ı öğretmektedir. Her millet Allah’a kendi dilince bir isim koymuştur, Allah’ı öğreten insandır. O, öğreteni unutmamak için namazda, “Her türlü tazim ve ihtiram, salâvat ve dua ve bütün iyilikler Allah’a mahsustur. Ey nebi selam ve Alah’ın rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun ve Alah’ın selamı bizim ve Allah’ın Salih kulları üzerine olsun. Allah’tan başka ilah olmadığını şahadet ederim ve Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğuna şahadet ederim” dendikten sonra, “Allahım Hazret-i Muhammed’e ve O’nun yakınlarına, Hazret-i İbrahim’e ve âline rahmet ettiğin gibi rahmet eyle, sen hamid ve mecidsin” veya “Allah’ım Hazret-i Muhammed’i ve âlini, Hazret-i İbrahim’le etbaına mübarek kıldığın gibi mübarek kıl. Sen hamid ve mecidsin” dualarıyla tevhidin babası addedilen İbrahim halilullaha kadar gidilmektedir
*
Hakikat, sevgi, marifet, bilgidir. Tarikat ise, halktan Hakk’a meyildir. Zaten amaç da halkiyetten Hakkıyete yükselmek değil midir? Bir insan tarikata girdiğinde de halkıyette kalırsa, herkes halkıyette olduğuna göre, o girişin ne anlamı olur?
Musevilerde ve Hırıstiyanarda ibadet için yer gösterilmiştir, ama İslamiyette, böyle bir yer yoktur, ibadet her yerde yapılabilir.
*
Dinimiz marifet dini olduğu için, ne sadece şeriat, ne de sadece hakikat onu temsil edemez. İkisi birlikte olmak zorundadır. Çünkü şeriat bilinmezse hakikate, hakikat bilinmezse marifete geçilemez. Aradaki tarikatın fonksiyonu ise, kişinin benliğini kırmaktır.
Bunları anlatabilmek için dinimizi bir cevize benzetirsek şeriat, bu cevizin yeşil kabuğudur. Bu kabuk cevizi koruyan bir örtü görevi yapar. O örtü olmazsa ceviz yetişemez, korunamaz. Ceviz olgunlaşınca bu yeşil kabuk kurur ve atılır. Yani, insan olgunlaştıkça bu kabuktan sıyrılmaya başlar.
Tarikat, cevizin sert kabuğudur. Onu kırmadan içinden istifade etmek, yani hakikate ulaşmak mümkün olamaz. Eskiden tarikat mensupları kılık, kıyafet ve nişanlarıyla belli olur ve sevenler, görünce itibar ederdi. Şimdi devir değiştiği için, kendisiyle konuşmadıkça kimsenin ne olduğu bilinmiyor. Allah’ın üniformavari giyinişi kaldırmasındaki bir neden de, o kıyafetlerin insanda gurur vesilesi olabilmesiydi. Şimdi Allah yolundan giden, gittiğini sadece kendisi biliyor ve arayan da aradığını buluyor. Çok şükür güzel bir devredeyiz.
Hakikat bu cevizin içidir, yani yenecek, lezzetli kısmıdır. Bunun gelişip yenir hale gelebilmesi için o kabuklara ihtiyaç vardır. O iki kabuk, içteki özün, diğer canlılardan korunup olgunlaşmasını sağlar.
Marifet ise, cevizin tümüdür. Nasıl bu anlatılan tabakaların hiç biri cevizin tümünü temsil edemezse, şeriat, tarikat ve hakikat de tek başına İslamiyeti temsil edemez. Onun için gerçek Müslümanlık, Allah’ın, sıfatıyla görülüp bilinmediğini, zatıyla bilinip görülmediğini idrak etmiş olmak ve ameli buna göre icra etmektir. Amelsiz bilginin bir faydası olmadığı gibi, ilimsiz amelin de bir yararı olmaz. İlimsiz amel taklitten ibarettir ki, bugün bizim yaptığımız ibadetlerin çoğu böyledir.
İnsana, “Amel mi, yoksa ilim mi daha faydalıdır?”diye sorulsa, bu soruya, “İlim daha faydalıdır” diye cevap vermek gerekir. Çünkü ilim niyete, amelse o niyetin zuhura gelmesiyle ortaya çıkan eşyaya benzer.
Müslümanlık, esas olarak çok geniş bir fikr-i mutlaktır, ama şeriat için daraltılmıştır. Allah’ın varlığına ve birliğine inananlar, hiçbir zaman kimsenin hiçbir şeyine karşı çıkmaz, “Neden, niçin?” diye sormazlar. Çünkü O’ndan başka bir varlık olmadığını müdriktirler. Birbirine karşı gelen, birbirini tenkit edip, küçümseyenlerse varlığı, bilmeden kendilerine hasretmiş, Allah’ın birliğinin idrakine varamamış olanlardır.
Bizim bildiğimiz ve emin olduğumuz şey, gören, duyan, bilen bir Allah’ın varlığı ve O’ndaki görme, duyma, bilme sıfatlarının gölgesinin bizde de ortaya çıkmış olduğudur. Karanlık âlemde bulunuşumuz, Allah’ta olmayan kötü sıfatları da bizde ortaya çıkarabilmektedir. “Size bir iyilik gelirse Allah’tandır ve bir kötülük isabet ederse o nefsinizdendir”<4-79> denmesinin nedeni budur. O halde kötülük, en aşağı mertebedeki nefiste ortaya çıkmaktadır. Allah’ta yoktur. Onun için kötülük tali, yani gölge vasfındadır ve burada bırakılabilir. Bıraktırma işini, anne ve baba terbiye ile sağlayamazsa, bu huyu zamana bırakmak gerekir. Zira zaman, nasıl olsa silip yok edecektir. İnsanın yaşı ilerleyince yaramazlığı, haşarılığı kalır mı?
Nasıl insanın olgunlaşması yaşla bağlantılıysa, dindeki gelişim de ilimle bağlantılıdır. Biz, bu bakımdan gelişip dinde marifet erbabı haline gelemediğimiz için pek çok problemler çıkmış, mezhepler ayrılmış ve Müslüman olduğunu iddia edenler birbirini beğenmez olmuştur.
Hazret-i Peygamber zamanında mezhep mi vardı? O, mir’at-ı Huda idi ve Allah’tan aldığını cemaate aksettirdi. Esas İslamiyet de buydu. İslam olabilmek için mümin olmak gerektiği ve inanmadan selamete çıkılamayacağı bilinirdi.
*
Hazret-i Peygamber miraç etmiş ve miracın keyfiyetini bize namazla bildirmiştir. Biz de beş vakit namazla miracımızı tamamlayabilirsek mesele kalmaz.
Dinimiz kemalâtın son noktası olduğu için, diğer tüm dinlerin aksine, “Allah’tan başka ilah yoktur” dan sonra “Muhammed Allah’ın resülüdür”ü de içermektedir. Muhammeden Resûlullah, kemalâtın son noktasının Muhammed’te görülmüş olması demektir. Bu nedenle Muhammed’e inanan, Allah’a inanmış, O’nun ahlakıyla ahlaklanan, selamete çıkmış olur. Selamete çıkan ise, Müslüman olur ve her tarafa, “Esselâmünaleyküm ve rahmetullah” diyerek selam vermeye başlar. Bu selam verişte de, yaratan kendisi olmadığı için, iyi ve kötü ayırımı yapmaz.
*
Şeriatın katı kuralları olduğu için, bu kurallara alışılanların hakikate geçmesi çok zordur. İnsanın, hakikatte her öğrendiğini korkmadan kabullenebilmesi için, bir sürü tevillere başvurması gerekir ve bu hususta çok sıkıntı çeker. Ama bir kere hakikate erdi mi, artık “Onlar için korku yoktur ve mahzun da olmazlar”<2-112> hükmüne girip korkularından kurtulur. Ancak, hakikate eren kişinin, şeriatı red veya inkâr etmemesi gerekir.
Ben şeriatta yetiştiğim için hakikate geçmekte çok zorluk çektim. Ben de yukarıda söylediğim gibi bir sürü tevile başvurdum. Ama sonunda yukarıdaki ayetin tecellisiyle korkudan kurtuldum.
Şeriatı hiçbir zaman reddetmem, çünkü oradan yetiştim. Şeriata tabiyken, namaz kıla kıla nerdeyse alnım delinecek hale gelmişti. Devamlı kılıyordum, ama ben de diğerleri gibi, ne olduğun bilmeden kılıyordum. Şimdi namazın ne olduğunu biliyorum. “Rabbine ibadet et, ta ki, yakine ulaşıncaya kadar” <15-99> ayeti gereği dışarıda yaptığım hareketler içe geçti ve Aziz Dede’nin
Huzur-u Hakk’ı bildinse salât oldu bütün âdat
Eğer gafil isen, heyhat salâtın oldu hep âdat
Beyiti tahakkuk etti. Bunun anlamı, Allah’ı bilenlerin her hareketlerinin namaz olduğu, bilmeyenlerin ise, yatıp kalkmakla namaz kıldıklarını zannettiklerini ve yaptıklarının sadece alışkanlık olduğudur. Bu işi bir adet olarak bilmeden yapanlar, “Allah emretmiş ben de yapıp borcumu ödüyorum” diyerek kendilerini teselli ederler.
Peygamberimizin koyduğu bu âdeti tahkir etmekten Allah korusun!.. Ama, avamın namazı ile havassın namazı farklıdır. Avam bu bilgilerden yoksun olduğu için, onların o şekilde hareket etmelerini de yadırgamamak ve küçümsememek lazımdır. Kısaca anlatmak gerekirse, “Hakikat saliklerin son durağıdır” demek yeterlidir.
Burada kısaca zikrettiğimiz hucübat-ı erbaayı (dört unsur perdelerini) terk edip nefsini tasfiye edenler daima temizlik âlemindedirler. Dört makamı tahsil edenler de, daima salât üzeredir. Onun için Hazret-i Mevlâna, “Aşikȃr râ fiy salâtihum dâimun”, Kur’an da “Daimi namazda kalanlar başka”<70-23> demektedir. Bunlar da anlattıklarımızı doğrulamaktadır. İşte, zirve-i hakiki ve namaz-ı hakiki budur. Burada şeriat, gerçekten de hakikatın merdivenidir. Hakikate o merdivenle çıkılır. Ama çıkıldıktan sonra ancak inmek için merdivene ihtiyaç duyurulur.
Tarikat da böyledir. Çünkü evinin yolunu bulup, eve ulaşanın artık yola ihtiyacı yoktur. Yol, evi bulup, oraya ulaşabilmek için gereklidir. İnsan eve ulaştıktan sonra artık yolda yatıp, uyuyacak değildir ki, yola ihtiyaç duysun. Onun için kemale erenler, hem her tarikattandır, hem de hiçbir tarikattan değildir. Onun için onlar: “Allah’a yol canlıların soluğu kadardır”ı idrak etmişlerdir.
Şeriat Allah’ın insanlar için kurduğu bir dünya düzenidir. Allah isterse bu düzene uyan bir kimseyi, şeriattan hakikate çeviriverir. Nasıl çevirir? O kişiye, evvelce “ak” dediğine “kara” dedirterek…
Ehl-i şeriat, bilgileri dolayısıyla kıyasta olduklarından ehl-i hakikate inanmaz. Çünkü onların nazarında Hakk tenzihte, yani gaybtadır. Bu sebeple, gaybı hazıra getirme düşüncesinden bile ödleri patlar. Onların kafasındaki Allah, Arş-ür Rahman üzerine oturup her tarafa kumanda eden padişah gibidir.
Ehl-i hakikat ve ehl-i marifet nazarındaysa, Allah, tüm mertebelerde, mertebenin gerektirdiği şekilde mevcut olan bir varlıktır. Onun için, “Yedi kat yerin dibine bir ip sarkıtsan Allah’ın başına değer” derler. Bu düşüncenin doğruluğunu, “Üç kişi gizli konuşmaz ki, dördüncüleri Allah kendisi olmasın, beş kişi gizli konuşmaz ki altıncıları O olmasın, daha az, daha çok olsunlar, nerede olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir”<58-7> ayetleri ve “Müminin kalbi Allah’ın evidir” hadisi teyit etmektedir. Ancak bütün bu açıklamalara rağmen şeriat ehli, “Allah mekȃndan münezzehtir” düşüncesine dayanarak, bir yandan Âdem-i mânâya secde etmeyi redderken, diğer yandan, “Allah’ın evidir” diye Kâbeye gider ve böylece, farkında olmadan çelişkilerini ortaya çıkarırlar.
Şeriat erbabı, secdeyi, secde-i mutavaat, secde-i tilavet, secde-i ilm diye tasnife tabi tutmuşlardır. Ama onlar ne yapmış olurlarsa olsunlar, secdenin esası, küçüğün, büyüğe itaatidir. Gerisi teferruattır.
Ehl-i şeriatın hakikat hakkındaki düşünceleri, kuruntu ve hayalden ibarettir. Onlar, her mefhumu hayallerinde canlandırır, ama içine girip yaşamadıkları için, ne olduğunu bilemezler. Tıpkı, sonunda gideceklerini bilip de, nereye gideceklerini bilemedikleri gibi…
Ehl-i şeriat, sözünden dönmesin diye karşısındakine yemin ettirir, ehl-i hakikat arasındaysa yemin bahis konusu bile edilmez, çünkü hakikat ehli, ashab-ı meymeneden olduğu için kendisi yemin olmuştur.
Burada anlatılanlardan hiçbiri, gerçek şeriata aykırı değildir. Ama çok kimse, anlatılanları anlamayacağı için aksi bir kanaate varır. Bunun sebebi, Müslümanın, insan demek olması, yatıp kalkan demek olmaması ve bu kavramı yatıp kalkmak olarak anlayanlara insanı anlatmanın hemen hemen imkânsız olmasıdır.
*
TARİKAT NEDİR?
Tarikat kelimesinin lügatlardaki karşılığı, yol, meslek, Tanrı’ya ulaşmak isteyen bir ulunun tuttuğu yol, Hakk’a ermek için tutuan, bir takım kuralları ve âyinleri bulunan yoldur.
*
Tarikat, Allah’ı ve Peygamberi bilmenin yolu demek olduğuna göre, bu yol, önce kendini bilmekten geçecektir. Kendini bilmek ise, “Nefsini bilen rabbini bilir” demektir. Kendini bilmeyen bir insan neyi bilebilir?
Kendini bilmek isteyen kimse, bunu mutlaka bir bilenden öğrenmek zorundadır. Öğrenecek ve sonra da başkalarına öğretecektir. Öğretim işi, baştan, yani Hakk’tan öğrenen ve “Şüphesiz bilirim, bildiririm” diyen Hazret-i Muhammed’ten başladığı için, takip edilecek yol, O’nun yoludur.
*
Dinlerin gelişiminde tarikat Davut Aleyhhisselam’a verilmiştir. Zebur’un sadece ilâhilerden ibaret olmasının sebebi budur.
*
Hazret-i Ali de “En büyük harp kendi nefsimizle yapacağımız harptir” diyerek bu harbin nasıl gerçekleştireceğini öğretmiştir. İşte, İslamiyette tarikatların başlangıcı bu olaya dayanır.
Burada akla “Bunları niye Hazret-i Peygamber kendisi öğretmedi?” sorusu takılır. Bu sorunun cevabı “ İmkȃnsızdı da ondan” denerek verilebilir. Çünkü evvelce de anlattığımız gibi, 0 devirde Kur’an öğretmeye çalıştığı Araplardan bile çekmediği kalmamıştır. Kimi bağıra bağıra konuşan, kimi eve arka kapıdan girmeye kalkan, kimi kervan geldi diye namazı bırakıp gitmeye kalkan insanlara işin inceliklerini anlatmak mümkün değildir.
Hazret-i Peygamberin sağlığında herkes müşküllerini ona sorup hallediyordu. Kendileri, kendinden sonra müşküllerin halledilebilmesi için iki şey bırakmışlardır. Biri Mushaf, diğeri de ehl-i beyt’i… Vefatından iki veya üç asır sonra bazı sorulara farklı cevaplar verilmeye başlanması tasavvufun ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Tasavvuf akıl nurudur. Yapılan bazı şeylerin ne olduğu bu nurla anlaşılabilir. Örneğin, namazın keyfiyeti akıl nuruyla bu nurla anlaşılabilir. Anlayan da kendinde uygulamaya başlarsa o zaman taklitçilikten kurtulmuş olur. Böyle yapmayan, surette kalır.
Peygamberimiz zamanında birbiriyle adeta verasetle intikale varacak kadar iyi kaynaşmış olan sahabeler, zaman geçip bu birlikten uzaklaşmaya başlayınca fikir âleminde de bazı gelişmeler olmuştur. Bu gelişmeler Muhiddin-i Arabi ile çok hızlanmıştır. Bunun sonucu cami ikileşmiştir. Zahire nazar kılanlar yine toplantılarını camilerde yapmaya devam etmiş, fakat bâtın ilmiyle haşir neşir olanlar tekkelerde toplanmaya başlamışlardır. Bu durum asırlarca devam etmiştir.
Allah’ı bulma yolunu öğretmek için pek çok mektep açılmış ve bunların her birine birer isim konmuştur. Tüm okullar Allah’la kul arasında keyfiyeti öğretir. Lakin farklı yöntemlerle öğrettikleri için değişik düzen ve nizamlar konmuştur. Bu düzen ve nizam farklılıkları da onların Rüfai, Kadiri, Mevlevi vs. diye isimlendirilmesine yol açmıştır. Ben bunları ekol farklılığı olarak görüyorum. Davet devri, Hazret-i Peygamberle bitmiştir. Daha sonra ortaya çıkan tarikatlar çeşitli uygulamalarla insanları cezb etmeye çalışmışlardır. Bu durum, günümüz insanlarının, “Ben şu kolej veya okulluyum” demesine benzemektedir.
Pirân zamanında böyle övünme ve rakabet etme durumları yokmuş. Örneğin Mevlâna sema edermiş, ama sema eski Türklerde, Şamanizm devrinden kalma bir adetmiş. Daha sonraları Mevlâna döndüğü için, sema Mevlevilerde bir âdet olarak kalmış.
TARİKATLARIN AMACI
Tasavvuf, “Allah’ın seni senden öldürüp kendisiyle diriltmesidir” diye tarif edilebilir. Bu da, kötü huylardan kurtulup iyi huylarla huylanmak, yani Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak demektir.
*
Her yol Kâbe’ye gider. Önemli olan yolda kalmayıp Kâbe’ye ulaşabilmektir. Yol, yatmak için yapılmamıştır. Yola düşenin amacı, meskenine kavuşmaktır. Onun için marifet, yolda ölmek değil, eve varabilmektir.
Tüm tarikatların amacı, insana, ufacık bir şey olmayıp kâinatı kapsayan bir varlık olduğunu anlatmaktır. Bunu bilenler uruc etmiş, miracını yapmış demektir. Miraçta Allah’la görüşülür. Namazın gayesi de aynı olduğu için, “Namaz müminin miracıdır” denmiştir. Namazdaki, “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz” <1-4> ayeti Allah’la görüşme yeri ve görüşmenin ifadesidir.
*
İnsan nasıl toprak, bitki, hayvan safhalarından geçip tekâmülünü tamamladıktan sonra insan haline geldiyse, eğitimini esma üzerine kurmuş olan tarikatlarda, esmalar arasındaki geçiş noktalarını (atlama noktalarını) esas almışlar ve “Lâ ilâhe illallah”, “Allah”, “Hû, “Hakk”, “Hayy”, “Kayyum”, “Kahhar” diye devam edip gitmişlerdir. Bu isimlerin de üstte ve altta olanları vardır. Bu yolla ism-i Azâm’a ulaşmaya çalışılır. Bu çalışmayı yapanlar, ism-i âzam’ın kendinde olduğu bilincine varamayanlardır. Ne zaman kendilerini bilirlerse, o zaman Allah’ın da, Peygamberinin de, kâinatın da, tüm ehlullah’ın da kendilerinde olduğunu ve kendilerinin, kıdem aynası olup “Âdem’e tüm esmaları öğretti” <2-31> ayetini tahakkuk ettiğini idrak ederler.
*
MARİFET TÜRLERİ
Marifet, marifet-ün nefis ve marifetullah olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan marifet-ün nefis, kulun kendini bilmesi, marifetullah ise Allah’ı bilmesidir.
İnsan, nefsini bilmeden, yani marifet-ün nefse gelip kendi başını kaşımayı öğrenmeden, marifetullaha geçip başkalarının başını kaşımaya kalkarsa olmaz. Onun için, kişi önce kendine bakmak zorundadır. Daha sonrası Allah’la kul arasındadır.
Allah iki yolla bilinir. Bunlardan biri marifetullah, diğeri de muhabbetullah yoludur. Marifetulaha ilimle, muhabbetullaha ise aşkla, sevgiyle ulaşılır.
ERBAB-I MARİFET
Erbab- marifet her şeyin Allah’tan olduğunun bilincinde ve inancında olduğundan kimsede kusur bulmaz. Çünkü resmi kötülemenin, ressamı kötülemek demek olduğunu öğrenmiştir.
Marifet erbabı, önce kendini düzeltmiş kişidir. Sonra, düzelmeyi aile çevresine yaymış ve çocuklarını, olması gerektiği gibi yetiştirmiştir. Daha sonra bunu yakın çevresine, yani müritlerine aşılamaya ve onları yetiştirmeye başlamıştır. Kendisi berbat olan olan bir kimsenin ne çoluk çocuğundan, ne de eğittiği diğer insanlardan hayır gelir.
KADER BİLİR Mİ?
Nahnü Kasemnâ’da herkesin ne olacağı belirlenmiştir. Onun için Allah, bizim ne olduğumuzu ve ne olacağımızı bilir. Biz bilemeyiz, ancak zamanı gelince öğrenebiliriz. Çünkü biz ânda değil, zamandayız.
Bu durumda yapılması gereken şey, yapıp çatanın Hakk olduğunu bilip O’ndan daima iyilik istemek olmalıdır. Çünkü, O, “Duyan, bilen ve görendir” <40-56>, <40-20>, <42-11>.
Allah bir kulunu yetiştirecekse, onu baştan alıp yetiştirir. Belli yerlere ve belli mertebelere gelmek, kulun elinde değildir. Örneğin burada oturup “Ben cumhurbaşkanı olacağım” demek, boş laftır. Gerçi herkes Allah’ın kuludur ve o makama da yine O’nun kullarından biri oturacaktır, ama kimin oturacağına O karar verecektir. O, kararını vermişse, işler kendiliğinden yürür ve kişi hiç farkına varmadan kendini o makamda buluverir.
Bir çiçek nasıl açacağını, güneş nasıl doğacağını bilemediği gibi, insan da ne olacağını bilemez. Bir çiçeğin açışını kamera ile safha safha tesbit edebilmek için kamerayı bir veya birkaç gün kullanmak gerekir. Açış safhaları tespit edildikten sonra, değişik fazları tespit etmiş olan fotoğraflar, bir sinema makinesi ile birbiri ardınca ve süratle göz önünden geçiriliverirse, seyredenler sanki çiçek birden açıveriyormuş zanneder. İşte, insanın yetişip bir makama gelmesi de böyle olur.
*
ŞER NASIL MEYDANA GELİR?
Bir taraftan “lâ faile illallah” (Allah’tan başka fail yoktur) ve “Allah’ta kötülük yoktur” denirken, diğer taraftan “Hayır ve şer yüce Allah’tandır” deniyor. Bu durumda insanın aklına “Kötü fiil nasıl oluşuyor” sorusu takılır. Bu sorunun cevabı şudur: Allah’ta kötülük yoktur. Kötülük, sadece bizim düşüncemizde vardır ve bu sebeple de Allah’a değil, bize, yani alt mertebelere ait bir değerlendirmeden ibarettir.
Şer kemâlât-ı İlâhi’nin meydana çıkması için gereklidir. Çünkü şeytan olmazsa Rahman, gece olmazsa gündüz, çirkin olmazsa güzel bilinmez. Asıl olan O’dur ve O, hayr-ı mahzdır, aydınlıktır. Karanlık ise, sıfat-ı selbiye, yani bir elbiseden ibarettir. Onun için, kötülük diye nitelendirilen olay ve vasıflar kullardan kaynaklanır. İyilik de kullarla gerçekleştirildiği için, kötülüklere “zulmani veya nefsani vasıf ve fiiller”, iyiliklere de “nurani veya ruhani vasıf ve fiiller” denir. Nurda veya aydınlıkta olmak, karanlıkta olmaya tercih edileceği için, insanlar eğitilmek ve bu yolla aydınlığa kavuşmak isterler. Ayrıca Allah da, “Nura gelin” dediği için, insanların iyiliğe yönelmelerinde fayda vardır. Zaten kötülük ve iyilik, celal ve cemal tecellilerinin dünyaya yansımasıdır.
Asılda şer yoktur. Şer, alt mertebelere inildikçe ortaya çıkar. Çünkü müspet, menfi, iyi, kötü, siyah, beyaz gibi zıtlıklar kemâlatın meydana çıkması için gereklidir. Bu, tıpkı tek elin ses vermemesine, sesin meydana gelebilmesi için iki ele ihtiyaç duyulmasına benzer bir olaydır. Onun için bizim şer diye nitelendirdiklerimiz, aslında kötü değil, iyinin yansıması ve onun tamamlayıcısıdır. Onun için Allah “Rabb’in boş bir şey yaratmamıştır” <3-191> demektedir. Bu da gösteriyor ki, şeytan dahil kötü bir şey yoktur. Hepsi iyidir. Öyle ya, şeytan olmasaydı Rahman’ı bulabilir miydik?
*
Yakına geldikten sonra ibadet kendinden kendinedir. Çünkü artık Hakk’tan başka mevcut kalmamıştır ve Hakk bir mertebeden bir mertebeye ibadetini yapmaktadır. Yani, artık namazı kılan Hakk olmaktadır. Bu halde, kulda kudret mi vardır ki namaz kılabilsin?
Kul bir hiçtir, bir alettir. Kulluk mertebesinde Hakk kuvvet, kudretini ihsan ettiği için kul bir şeyler yapabilmekte ve bilinçsiz olduğu için de yapılanı kendisinin yaptığını zannetmektedir. Hakk, ihsan ettiği kuvvet ve kudreti çekiversin de kulun ne yapılabileceğini görelim.
Onun için, ibadet de Hakk’tan Hakk’adır. “ Kuldan Hakk’adır” denişi mertebe icabıdır. Burada mertebe konuşur.
Melâmiler Osman Dede’ye, “Allah kul, kul Allah olabilir mi?” diye sorduklarında, kendisi “Kul mertebesinde kul, Allah mertebesinde Allah’tır” diye cevap vermiş ve “Çünkü kulluk ve Allah’lık birer mertebedir. O, mertebelerde ne kul Allah, ne de Allah kul olabilir. Kul kulluğunu atarsa, geriye Allah kalır”diye ilave etmişti. Bu izahat, bizim yukarıda anlattıklarımızın özeti mahiyetindedir. Yani, kul bir alettir. O aletten işleyen Hakk’tır. Biz bir şeye niyet eder ve çalışırsak, Hakk onu bize ihsan eder.
*
NAMAZ NİÇİN FARZ OLMUŞTUR?
Beş vakit namaz, insanların düzenli bir hayat sürmesi, abdestse, dış temizliği, bedenin güzellik ve tazeliğinin korunması için konmuştur. Helal, haram, hayır, şer gibi kavram ve kurallarsa, insanın iç âlemini güzelleştirmek içindir. Ama içi esas güzelleştiren, hakikattir.
*
Yapan, çatan Hakk’tır. Kul hiçbir şey yapamaz. Veliler, o mertebeye gelmişlerse, kendilerinde kulluktan eser kalmadığı için, onlardan yapıp çatan yine Hakk’tır. Bu nedenle de her zaman söylediğimiz gibi, mertebeleri bilmek ve o mertebelerin hakkını vermek gerekir.
***
CİLT -4-
TEVHİD NEDİR?
Tevhid, gerçek anlamıyla kelime-i tevhidi, yani “Lȃ ilahe illallah muhammeden resulullah” lafzını yaşayarak demektir.
Kelime-i Tevhidin esas önemli olan tarafı, “Muhammed Allah’ın resulüdür” kısmıdır. Allah’ı bilen çoktur. O’nu tenzihte herkes bilir ama bildiren Allah’ın resulü olan Muhammed’dir. Allah’ın resulü olan Muhammed’e varanlar, O’nun kendilerinde olduğunu öğrenir ve öğretirler.
Sadece Allah’ı bilip “Muhammed Allah’ın resulüdür”e erişememiş olanlar ise, Allah “Biz ona şah damarında daha yakınız” (50-16) dediği halde, keyfiyeti kavrayamayıp O’nu yine uzakta aramaya devam ederler. İnsanın O’nu kendinde bulabilmesi için mutlaka bir mürşit gerekir. Mürşidin şahdanesi de Hazret-i Peygamber ve Hazret-i Ali’dir. “Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır” hadisi bunu anlatmaktadır. İlmin şehrine girmek isteyen mutlaka kapısından geçmek zorundadır.
İnsanın tevhidi kavrayıp idrak edebilmesi için “Basiret” adı verilen tevhid gözünün açılması gerekir ki bu da ancak Allah’ın inayetiyle mümkündür. İnsanlar ancak bundan sonra ilahi ȃlemi toplam olarak bir noktada müşahede ederler. O noktaya “Nokta-yı kübra” dendiğini biliyoruz.
Zuhur ȃleminde görülen her şey birer noktadan ibarettir. Bu nokta-yı sugralar, o esas olan nokta-yı kübranın yansımasından ibarettir. Yani, vücud olan o nokta-yı kübra birdir. O nokta, İnsan-ı Kȃmil noktasıdır, kȃinatın özetidir ve Hazret-i Muhammed’dir. Diğerleri onun gölgesi, vücud-u zıllisi, aza ve kuvası yahut ümmetidir. Tüm esmaları, hüvezzȃhiri ve hüvelbȃtını ile cami olan Hz. Peygamberdir.
*
İnsanın “Varım” demesi, içindeki o gerçek Var’ın ona varlık katmasından dolayıdır. Gerçekte var olan biz değiliz, bizdeki var olan O’dur. O, herkeste birer parçası bulunan, paramparça olmuş bir varlık değil, tek ve bütün bir varlıktır. Bizde var olan, o Var’dan kaynaklanan bir ışın huzmesinden başka bir şey değildir. Bu huzme, güneşin eve girmesi gibi, bizim istidat penceremizin açıklığı ve büyüklüğü oranında azalıp çoğalarak kendi varlığını bizde ilim olarak gösterir. O’nu böyle bilenler için “Allah’ı yakında arayın” denmiştir. O’nu uzakta arayanların bulması mümkün değildir.
Kişi, Lȃ’yı tam anlamıyla gerçekleştirebilirse, illa mutlak surette onda tecelli eder ve bilmediklerini bildirir, duymadıklarını duyurur ve onu güzelliklere gark eder. Çünkü O hüsn-ü mutlaktır.
*
Tevhidin aslı “Benim varlığım senin varlığın, senin varlığın benim varlığım, ne benim varlığım, ne senin varlığın, varlık Allah’ın varlığıdır” cümlesiyle ifade edilebilir. Geri kalan tüm konuşmalar, bu ana prensibin süslenmesinden ibarettir.
*
Tevhid açısından her doğan Hakk’tır. Ancak, halk edildiği için de halktır. Bu şu demektir; halkıyet bir elbisedir ama aslı, yani mayası Hakk olan bir elbisedir. Bu elbise, görünür ȃlem, yani görünebilmek için şarttır. Elbise, iyi veya kötü olabilir ancak asılda, mayada kötülük yoktur. Elbise bir sıfattır ve bu sıfata bir isim verilmiştir ki buna da esma denir.
*
Tevhid ehli nazarında masiva diye bir kavrama yer yoktur. Masiva, tevhidle yeni ilgilenmeye başlayanların dikkatini bir noktada toplamak için ortaya atılan bir kavramdır. İşin aslı öğrenilip Hakk’tan başka bir şey olmadığı idrak edildiğinde, masiva diye bir şeyin olamayacağı da anlaşılmış olur.
Her şey ve herkes Hakk olduğuna göre, insanın aklına “ Hakk paramparça, birbirinden ayrı ve kopuk bir varlık mıdır?” sorusu takılacaktır. Öyle değildir. Hakk gönülde bir, gözde ayrı olan bir varlıktır. Yani özde birdir, gözde ayrıdır. Bu durum bir ağaca benzetilebilir. Nasıl ağacın dalları, yaprakları, çiçek ve meyveleri ne kadar çok olursa olsun, hepsini besleyen özsuyu aynı ve aynı yerden geliyorsa, bu da o özsuyu gibidir. Bu özsuyu kökte de gövdede de, dallarda da, yapraklarda da aynıdır ve hayat suyu diye bilinir. Ağacı içiyle dışıyla hayatta tutan budur. Bu suyu görüp idrak edebilmek, cem mertebesinin iktizasıdır. Çünkü o mertebede bu sudan başka bir şey yoktur.
Cem’den Hazret-ül Cem’e inildiğinde, bu su içte kalır, buna karşılık dal, budak, yaprak, çiçek vs. görünmeye başlar. Bu görünenlerin her biri, esmaları gereği ayrı bir yapıya sahip olduğu için birbirinden farklı görüntü verir. Ama ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, yine asılları, yani kendilerini besleyip var gösteren o görünmeyen aynı özsuyudur. Biz bu çokluk görünüşüne “halkiyet” diyoruz. Bu mertebede her ferde ayrı ayrı bakar ve onu halk olarak görürüz ama tümüyle ele aldığımızda Hakk’tır. Bu da aynen bir halının motiflerini teker teker ele alarak, onları ayrı motifler olarak görmek veya tüm motifleri birleştirip hepsini bir halı olarak görmek gibidir.
*
Mürşid çevresine baktığında her yüzde kendini görmektedir. Müridler ne zaman kendilerini mürşitde görürlerse, o zaman sen ben, ben sen olarak birliğe ulaşmış olurlar ki işte tevhid veya birlik böyle meydana gelir.
*
Ehl-i tevhid, yani marifet ehli, olaylara daima yukarıdan baktığı için şeriattaki bazı kurallara pek itibar etmez. Bu kurallardan biri kısas kuralıdır. Ehl-i tevhid nazarında Hakk’tan başka bir şey olmadığı için düşman kavramı da yoktur. Bu nedenle kim kimden şikȃyet edebilir?
*
TEVHİD-İ EF’AL
Tevhid-i ef’al; çoksayıda ve değişik büyüklükte bilyeleri, büyükten küçüğe doğru sıraladıktan sonra, en baştakine dokunulduğunda, bu dokunuşun, en sondakine kadar tüm bilyelerin hareketine neden olmasıdır. Bu hareket son bilyeye değil en baştakine dokunulmasıyla oluşmuştur.
İşte her fiil bunun gibidir. İnsan, kendisinin yaptığını zanneder ama işin aslı öyle değildir. Olay, ahadiyet denizinden kaynaklanmakta ve denizin en uç dalgasına kadar yayılmaktadır. Yani, üst uçtan başlayıp alt uçta tecelli etmekte, etkisini göstermektedir. Hareket durduğu anda da sükûnet hȃsıl olmaktadır.
Ef’al-i ilahide hareket, sükȗn ve bisükȗn vardır. Bunlardan ilk ikisi bizimle ilgilidir. Harekette sükûn, sükûndaysa hareket içeri çekilir. Allah ise bisükȗndur, yani O’nda zaman gibi, sükûn da yoktur.
Yukarıda verdiğimiz örnekteki bilyelerin farklı büyüklükte oluşu, mertebelerin farklılığına dalalet eder.
Yapılanlar mertebeye göre olduğu için herkes yaptığından memnundur. Çünkü bu bilince ulaşıldığında ferdin kusuru ortadan kalkar.
(Not: İnsanın istemi dışında organlarını çalıştıran, kalp, beyin, beyicik, hormonlar v.d. bedensel özellikleri tamamen Allah’ın yönetimine tabidir…)
Nasıl aternatif akım üreten koca bir şehir jeneratörünü küçücük bir doğru akım dinamosu faaliyete geçiriyorsa, insan denen jeneratörü de faaliyete geçiren ona Allah tarafından lütfedilmiş olan (ense kökündeki beyincik; bulbus veya soğancık.) küçük bir doğru akım dinamosudur. Bu küçücük dinamo, insan vücudunun tüm işlevlerini yaptırdığı gibi (ki bunlara kalp, karaciğer vd. tüm organların çalışması dahildir.), gerektiği zaman, alternatif akımı gerektirir faaliyetler için de lüzumlu uyarıları (yürü, koş, kolunu kaldır gibi emirleri) yapar. İnsan kendindeki bu doğru akımın farkında olmadığı için bir alet olduğunu bilmez ve yaptıklarını kendisinin yaptığını zanneder.
Beden dediğimiz bu alet hangi mertebenin malıysa, o mertebeden irtibat kurmaktadır. İrtibat kesildiği anda alet işe yaramaz olur ve böyle bir alete de “öldü” denir. O halde beden Allah’ın işini O’nun arzusuna uygun olarak yapan bir aletten başka bir şey değil demektir.
Kişi ilahi harekete tabidir ve onunla hareket etmektedir. Bu hareket aynen denizin hareketiyle dalga meydana gelmesi gibi bir olaydır. Nasıl, dalga kendi başına oluşmuyor, denizin haraketiyle, yani denizdeki tecelliyat sonucu meydana geliyorsa, insan da bu durumdadır.
*
MÜRŞİT
Büyük, küçük herkes, dayanacak bir Allah olduğunu bilir. O Allah, mürşittir, efendidir ama görünmez. Görünen mürşit veya efendi ise bir sıfat, bir elbise, yani beşeriyet kisvesi giymiş olduğu için görünür. O’nu tanımak ve tanıdığını bilmek, bir çocuk için bile hem büyük bir moral desteği, hem de mayalanmadır. O maya uygun ortamı bulduğunda mutlaka hamuru kabartacaktır.
Allah dosttur, mȃnȃdır. Ama O’nu bulan da maddeye indiği için görünen mürşit Muhammed’dir. Allah “Allah’a itaat edin, Resul’üne de itaat edin” (64-12), Hazret-i Peygamber de “Beni gören O’nu gördü” dediğine göre, mürşitten görünen O’dur. O, müşid-i ȃzamdır. Görünen esas mürşit ise, Hazret-i Peygamberdir. Diğer mürşitler birer esmayla onu temsil ederler.
İnsan tohum ararken o tohumdan meydana gelmiş ağacın meyvesine bakmalıdır. Tohum, o meyvenin içinde bulunacaktır. Allah da aynen tohum gibidir. O’nu arayan kȃinat ağacının meyvesi olan mürşidin içine bakmalıdır. Çünkü İnsan-ı Kȃmil olan mürşitten konuşan Allah’tır. Allah kesiverse mürşit tek kelime bile söyleyemez.
Mürşit ile Hz. Peygamber arasındaki fark şudur. Peygamber meyvedir. Fakat bu meyve tabirinin içinde elma, portakal, muz, çilek gibi her tür vardır. Mürşitlerse, bu meyvelerden sadece birinin ismine mazhar düşmüşlerdir.
Mürşit bilendir, görendir, işitendir ama Allah değildir. Çünkü Allah’ta doğmak ve ölmek yoktur. O zaman mürşit nedir? Mürşit, Allah denen o görünmeyen kökün, görünen gövdesidir. Çünkü mürşit olan, zȃt mertebesinde ölmüş ve yok olmuştur. Ondan görünen Allah’tır.
*
Hazret-i Muhammed’in bedeninin yok oluşunun, ruhen yok olması anlamına gelmediğini ve O’nun ruhunun bȃki olduğu anlatıldı. O, İnsan-ı Kȃmilde devam edegelmekte ve mürşitlerde de rububiyetiyle tecelli etmektedir. Böylece, mürşitler ellerini tutanlara, o nur-u Muhammedi’yi tevcih etmekte ve kendilerinin ne olduğunu anlatmaktadırlar.
*
Şefaat, nurun ışığını engelleyip insanı karanlıkta bırakan küfür perdesinin çekilmesi ve böylece kişinin nura kavuşturulmasıdır. Bu, ilmin kişiden kişiye nakledilmesiyle sağlanır. Peygamberimizin genel şefaati ise ondan öğrenilenlerin uygulanması ve onun huylarıyla huylanılmasıdır. Bu iş de buradayken yapılacaktır. Kişi ondan öğrendiklerini bu ȃlemde kafasına yerleştirir, o yerleştirdiklerine uygun ameller, huylar ve düşüncelerle kendini düzeltmiş olursa, o zaman O’nun şefaatinden yararlanmış olur.
*
Feyiz, ilahi zevk demektir. Bu zevk olmazsa, o zaman ilahi sıkıntı başlar. İlahi zevke”cemal”, ilahi sıkıntıyaysa “celal” adı verilir. Celali ve cemali tecelliye “Neden, niçin” denmez çünkü denirse şirk olur. Celale karşı yapılacak şey “Bu da geçer yahu” deyip oturmaktır.
*
Müridin gelişmesini sağlayacak olan Allah’tır. Nasıl her okula giren mezun, her subay çıkan general olamıyorsa, her yola giren de zirveye çıkamaz. Bu hususta kimsenin Allah’a “niye beni seçmedin” deme hakkı yoktur. Allah “Benim rahmetimden ümit kesmeyin” (39-53) demektedir. Zaten çalışma aşk ve şevkini veren de O değil midir?
Kul gururlanmaya başlayınca Allah ona bir hata yaptırıp burnunu sürtüverir.
Maddi çalışmanın gayesi dünyada rahat yaşamak, manevi çalışmanın amacıysa huzurlu ve mutlu olmaktır.
İnsan, bir kȃmil mürşit bulup ondan el aldıktan sonra orada kalmayıp devamlı olarak tırmanmaya çalışmalıdır. İnsan-ı kȃmil bir merdiven gibi tüm mertebelere havidir. El tutma merdivenin ilk basamağına adım atma demektir. Orada duranın seyredebileceği manzara bellidir. Merdiveni bulan insan onun her basamağına tırmanıp oraların manzarasını da seyretmeye çalışmalıdır. Çünkü tekmil-i meratib etmek işin nazariyatıdır. Önemli olan onun içinde yaşamaktır ki yaşatacak olan da yine Hakk’tır. İnsan onu da kendinden bilmemelidir.
*
İyi bir mürid, Osman Dede’nin “Sensiz cihanda uşşaka can gerekmez” diye başlıyan şiirindeki gibi, “Ey cihanın canı, yüzün bana kıble olduktan sonra, ne Kȃbe’den ne kıbleden haberim olur. Senin yüzün önümdeyken kıbleye dönmeme imkȃn yoktur çünkü o kıble cismin, senin yüzünse ruhun kıblesidir” diyebilmelidir. İşte mürşidi bu şekilde görmek gerekir.
*
Tasavvufi eğitim, kendini kendinde bırakıp yine kendini kendinde buluncaya kadar çalışmak ve kendini kȃinatta, kȃinatı kendinde bulmaktan ibarettir.
Tüm dinlerin ve eğitimlerin amacı, insan adı verilen canlının yontulup gerçek insan haline getirilmesidir. İnsan. Tüm varlığını ve kȃinatı sahibine verip aradan çıkmış olandır. Burada “ben aradan çıkamıyorum” diyenlere “arada sen var mısın ki” diye sormak gerekir. Kendinden başka bir şey olamayacağına göre, bir başkası var mıdır ki araya girip çıkamıyor olsun?
El tutmak veya bir mürşide bağlanmak, “Kȃlu belȃ”daki “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim” sorusuna “Evet” cevabı vererek yapılan kalbi ikrarın, burada dil ile tasdik edilmesi demektir.
İnsan için ölmek diye bir şey yoktur. Yaşamın, bedende veya ruhta oluşu bahis konusudur. Bu dünyada bedenimizle yaşıyorken öbür dünyada ruhumuzla yaşayacağız. Zaten beden de bildiğimiz gibi, ruhun donmuş halinden başka bir şey değildir. Bu, sütün soğutulup dondurma haline getirilmesi gibi bir şeydir.
*
Allah güzeldir. Güzele de güzel yakışır. Allah, güzelliğini kȃinata serpmiş ve herkes o güzellikten nasiplenmiştir. Ancak bu durum, tıpkı dikilen armut ağaçlarının ahlat (yaban armudu) çıkması gibidir. Kaliteli meyve alabilmek için aşılama, yani bir insan elinin değmesi gerekir ki bunun beşeriyete uygulanmasına “El tutma” diyoruz. O değen ve tutulan el de yine güzelliği serpip dağıtanın elidir. Güzelliği serpip dağıtan da, burada aşılayıp güzelleştiren de O’nun yani Allah’ın elidir, ama biri görünmeyen eliyken, diğeri görünen elidir. E l tutup güzelleşenler “Allah güzeldir ve güzeli sever”e layık olurlar. Bu güzellik, milletin yaptığı gibi makyajla değil, ilimle oluşur. Bu ilmin kıymetini bilenler güzelleşir, bilmeyenler ise oldukları gibi, ahlat olarak kalırlar. İlmin kıymetini bilmek, öğrenilenleri yaşama geçirmek demektir. Bu yapılamazsa, kendine ilim verilenler sorumlu olurlar. İlmin sahibi, aşıyı yapan el, yani mürşittir.
*
Allah’ın yarattığında kusur aramak, kendine benlik vermek demektir ki bu da böyle düşünenlerin hȃlȃ eski düşüncelerinden kurtulamadığını gösterir.
*
“Kemalihu zevalihu, zevalihu kemalihu” (kemȃl zevaldir, zeval kemȃldir” diye bir söz vardır. Bu dünyaya her gelen gidecektir. Ancak sülȗkunu tamamlayanlar, belirli bir kemȃle varmış oldukları için öldüklerinde gam yemezler, çünkü mevt-i ihtiyari ile ölmüş olduklarından onlar için bir daha ölüm yoktur.
İş ölebilmektedir. Ölen selamete çıkar. Ölebilmek için de dilini tutmak gerekir. Çünkü ölü konuşmaz. Kavgaların nedeni, dillerin bir karış dışarıda olması değil midir?
*
Cezbe ve bunun daha şiddetlisi olan vecd hali, Şamanizm dahil her dinde vardır çünkü tüm dinlerin sahibi Allah’tır. Kemalini Hazret-i Peygamberde bulmuştur. Diğer dinler O’nu rahmaniyetinden, İslamiyet ise Rahimiyet güneşinden istifade eder.
Zikir esnasında oluşan o raşeler, titremeler kişide ilahi zevkin başladığına işarettir. Bu zevk “tatmayan bilmez” kuralı gereği ancak bizzat yaşanmakla öğrenilebilir. Bazen bu titremeler o kadar şiddetli olabilir ki dışarıdan görenler sara nöbeti geçirildiğini zannederler.
İlahi sevginin tezahürü cezbeye yakalanmaktır. Cezbe tesiriyle kimi sema eder, kimi başka türlü davranışlarla cezbeyi belli eder.
*
Vecd hali insana iki şekilde gelebilir. Biri, insanın haberi yokken birdenbire olabilir. Örneğin ilahi dinlerken ya da düşünürken kişi birden tüylerinin diken diken olduğunu fark eder. Bu kurb-u feraiz tecellisidir. İkincisiyse zikirde daha sık olmak üzere, kulun talebine karşılık olur ki buna da “tevacüd” adı verilir ve kurb-u nevafil diye bilinir. Bunların ikisi de Allah’ın kendi malına olan yakınlığını bildirmesidir.
*
İnsan kimsenin işine karışmamalıdır. Çünkü Allah Peygamberine dahi “Sen sadece tebligatçısın” demek suretiyle onun bile başkalarının işine karışmasını istememiştir.
*
Allah düzenini şeriat ahkȃmına göre kurmuştur. İlahi düzen, itirazsız kabul edilen düzen budur. Bunda inkȃra yer yoktur. Namaz kılınacak, oruç tutulacak ve tüm kurallar uygulanacaktır.
*
İnsan bu ȃleme tenezzül-i mertebe ederek, ef’al için gelmiştir. Allah, “Yeryüzüne bir halife yaratacağım” (2-30) diyerek, insan yaratacağını bildirmiştir. Çünkü yeryüzünde Allah’ın işlerini görecek olan insandır. Allah, mülkün sahibidir. İnsansa bu mülkte halifetullah olmuştur. Ama hangi insan? Allah’ın boyasıyla boyanıp O’nunla ünsiyet edebilen İnsan-ı Kȃmil… İşte, İnsan-ı Kȃmilin Ȃdem-i mȃnȃ ve daima var oluşunun nedeni budur. Hepimizin amacı da o kemȃle erebilmek, O’nunla ünsiyet kurabilmek ve O’nun boyasıyla boyanabilmektir.
*
Kȃmillere, bazen “benim için dua edin” dilekleri iletilir, hatta onlardan sözle dua etmeleri beklenir. Bunu söyleyenler, çok defa, kȃmilin ne olduğunu bilmeyenlerdir. Çünkü kȃmilin huzuruna gelmiş olanlar, kȃmilden hiç söz çıkmasa bile sadece onun yüzünü görmekle feyiz alırlar. Onu görmek bile ayrı bir ȃlemdir ve o görünmeyen ȃlemin endüksiyon alanına girmektir. Zaten İnsan-ı Kȃmilin konuşması, görünmeyen ȃlemin; sırasıyla harf, hece, kelime, cümle, paragraf ve konu haline gelmesi demektir.
***
6 - CEMALNUR SARGUT İLE SÖYLEŞİ
Konuşturan
Mukaddes Mut - Sadık Yalsızuçanlar
(*) TRT-2’de Cuma günleri, 22.20’de yayımlanan Anadolu Mayası belgeseli için gerçekleştirilen konuşmanın tam metnidir
(Cemâlnur Sargut, 1952'de İstanbul'da mutasavvıf bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Üniversite eğitimini kimya mühendisliği dalında tamamlamıştır. Gençliğinde felsefeye ilgi duyan Sargut, büyük felsefecilerin hayâtını incelemişse de bu ilmin yaşanamayan bir ilim olduğu kanaatına varınca Mevlânâ'ya yönelmiştir. Hocası Sâmiha Ayverdi'nin etkisinde kalarak Kur'ân-ı Kerîm ve karşılaştırmalı Mesnevî çalışmalarına başlamış, 24 yaşında gençlerle başladığı Mesnevî çalışmalarıyla geniş çevreye hitâp etmiştir.
Araştırmacı yazar Sadık Yalsızuçanlar'ın ifâdesiyle bugün bir modern zamanlar Râbia'sı olan Cemâlnur Sargut, tasavvuf ilimine vakıftır. Tasavvufî geleneğin, Ahmed er Rifâî, Ken'an Rifâî, Meşkûre Sargut ve Sâmiha Ayverdi etkisinde kalan Sargut, tasavvuf araştırmalarının yanı sıra Mevlânâ, Abdülkâdir Geylânî, İbn-i Arabî, Mısri Niyâzî, Cîlî, Şems ve Sultan Veled gibi büyük mutasavvıfların yorumlarıyla Kur'an-ı Kerîm sûrelerini açıklayan eserler yazmıştır. Ayrıca halka açık Mesnevî, Füsusu'l Hikem ve Tasavvuf dersleri ve sohbetleri yapmaya devam etmektedir.
İnsanların kadın, erkek, din, mezhep, meşrep, kıyafet farkı gözetmeden, farklı olanı değiştirmeye çalışmadan, birlikte hoşgörü içinde yaşamayı ve yaşatmayı hedefler.
Eserleri:
Kenan Rifâî ile Aşka Yolculuk
Dinle
Aşktan Dinle
Ey İnsan (Yasîn Sûresi Şerhi)
Bakara (Bakara Sûresi ilk 10 Ayetin Şerhi)
Bakara II (Bakara Sûresi 11-29 arasındaki Ayetlerin Şerhi)
Bakara III (İnsan-ı Kamil'in Hakikati)
Hz. Âdem (Füsusu’l Hikem Şerhi)
Hz. Şit (Füsusu’l Hikem Şerhi)
Hz. Nuh (Füsusu’l Hikem Şerhi)
Hz. İdris (Füsusu’l Hikem Şerhi)
Sâmiha Ayverdi ile Sırra Yolculuk
Peygambere Sevdirilen Kadın
Kâbe’nin Hakîkati
Osmanlı Padişahlarında Peygamber Sevgisi
Can-ı Candır Hz. Ahmed Muhammed Mustafa
Hz. Meryem - Yaratılış Sırrı (Meryem Sûresi 1-15 arasındaki Ayetlerin Şerhi)
Sohbetler
Ayetü'l Kürsi
Peygamber Sevgisi
Yaratılış Sırrı
İslâm’ın hakîkatinin tanıtılması için Doğu ve Batı arasında mânevî bir köprü kurulmasına önderlik etmeyi hedefleyen çalışmalarıyla tanınmaktadır. )
***
Dostları ilə paylaş: |