4 - NİYȂZȊ-İ MISRȊ DİVANI VE ŞERHİ
Tanrı Erinin Sırları
( Gelenek Yayıncılık – 2012 )
Şerh Eden: M. Efdal Emre
( MEHMET EFDAL EMRE : 1952 Yılında Kayseri’de doğdu. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünden mezun oldu. Tasavvufa 1970’li yıllarda iştirak etti. Uzun yıllar çeşitli tasavvuf sohbetlerinde bulundu. 2000 yılından sonra da sohbetlerinden istifade ettiği kişilere teşekkürlerini sunarak, kendi mana dünyasına çekildi. Mana sohbetlerine devam etmektedir. )
***
(Şerh:2- Sayfa: 36)
Zehi kenz-i hafȋ k’andan gelür her var olur peydȃ
Gehȋ zulmet zuhȗr eyler gehȋ envȃr olur peyda
Zȃt-ı Hakk öyle bir gizli hazinedir ki varolan her şey –evren- ondan var olur, meydana çıkar, zȃhir olur. Mükevvenatta iğne ucu kadar Allah’sız bir yer mevcut olmadığına göre bu var olanlar nerden var olmuştur? “Evvel O’dur, ȃhir O’dur, zȃhir O’dur, bȃtın O’dur.” (Hadid:3) Varlık o olduğuna göre yaratma var mıdır? Varsa nasıl vardır?
Var olup zuhura çıkan her ne varsa onların kimisinde zulmet-celȃl-, kimisinde nurlar-cemȃl- ortaya çıkar.
Kenz-i Hafi: Gizli hazine demektir. Kudsi Hadis: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğime muhabbet ettim ve halkı halk ettim.” İşte burada kastedilen gizli hazine Allah’ın zȃt’ı, sıfatı ve ef’alidir. Yani sırrı tevhiddir. Besmelenin getirdiği mȃna da budur. Allah kendisinden başka bir mevcȗd yaratmamıştır. Ne yarattı ise kendisidir. Allah’sız bir yer olmadığına göre, her şey Allah’tan var olmaktadır. Evren ve içindekiler yok değildi. Hepsi de Allah’ın zȃtı ilminde mevcȗd idi. Allah bu ilminde mevcȗd olanları zuhura getirdi ve kendi o zuhura getirdiklerinin bȃtınına geçti, bȃtını oldu. -Bȃtın O’dur-. Onun için ehl-i hakikat bu sırrı bildiklerinden “Hakk eşyanın bȃtını, eşya Hakk’ın zȃhiridir” demişlerdir. “Evvel O’dur, zȃhir O’dur” olduğuna göre yani O’nun başlangıcı olmadığına ve zȃhir, zuhurda olanın O olduğuna göre yaratma; “O her an bir şe’ndedir” (Rahman:29). Şe’nde olma; zȃhir olmadır. Anla…
Bȃtından zȃhire çıkış –zuhȗr- yaratmadır. Başlangıcı olmayanın sonu yoktur. “O ahirdir”. Zuhurun sonu yoktur. Bu sırrı bilen Ebu Turab Nesefi Hazretleri: “Varlık yönünden hiçbir şeyin evveli, yokluk yönünden hiçbir şeyin sonu yoktur” der.
Şebüsteri ise ‘Gülşen-i Rȃz’ isimli eserinde şu ifadeye yer verir:
Hüdȃ’dan gayrı mevcȗd yoktur el-Hakk
Dilersen Hakk de istersen ene’l-Hakk
Yukarıdaki ifade bekȃ billȃh makamlarında makam-ı cem’in zevkidir. Zira bu makamda Hakk zȃhir, halk bȃtındır. Salik Hakk’tan başka bir şey görmez. Bu makam ene makamıdır. Salikler bu makamda fazla bekletilmezler, bir üst makama terakki ettirilirler. Zira bu makamın sonu darağacıdır. Söz buraya kadardır, bundan sonrası ehline malumdur…
Allah’ın subuti sıfatlarından biri ilimdir. Allah’ın ilminde bütün mevcudat vardı. Allah’ın ilmi ezelidir, bundan dolayı mevcudat da ezelidir.
Subuti sıfatlar dediğimiz zaman, sübut ifadesinden ne anlıyoruz? Subut demek, sabit demektir. Yani ölmez, kopmaz, kırılmaz, yanmaz, eskimez, ıslanmaz, ezelden ebede bulunduğu hȃl üzeredir. O ne ise odur, nasılsa öyledir. Subut olan sıfatlar ruhun zuhurudur. Ruh ise zȃtın zuhurudur. Subut olan sıfatların imamı hayat sıfatıdır. Sonra sırasıyla ilim, irade, kudret, semi, basar, kelȃm ve tekvin sıfatları gelir. Tekvin bunların zuhura çıktığı yerdir. Anla…
“Gehȋ zulmet zuhȗr eyler gehȋ envȃr olur peyda” ; Bütün bu zuhura çıkan varlıklarda iki vasıf görünür. Bunlardan biri zulmet, diğeri ise envardır(Nur). Zulmet celȃl tecellisinin zuhurudur. Bu iki vasıf da Allah’tan zuhur eder. Zira esmȃların müsemmȃsı O’dur…
Hukuk şeriate göredir…
Zehȋ deryȃ-yi vahdet kim kesilmez hergiz emvȃcı
Bu kesret ȃlemi andan toğup nȃçȃr olur peydȃ
Yani o vahdet deryasının dalgaları asla kesilmez. Bu kesret ȃlemi zuhurda olanlar, ȃlem-i nȃsȗt O’ndan (Hȗ) doğup çaresiz peyda olur, aşikȃr olur, vucȗd bulur, var olur. Bütün bu ȃlemler Allah’ın sübut olan sıfatlarının zuhurudur. İnsan ise bu sıfatları şahsında toplayan bir varlıktır. “Allah Ȃdem’i kendi suretinde yarattı” kudsi hadisinde kastedilen suret işte bu sıfatlardır. Bu sıfatları bihakkın idrȃk eden ‘halife’ yani ‘Ȃdem’ olur. Yani insan-ı kȃmil olur.
Şimdi bu vahdet deryasının dalgalarını ki, vahdet-i vücȗd bahsinde buna ‘meratib-i vücut’ denir. Bunları izah edelim:
Ehl-i hakikat beyan ederler ki, Zȃt-ı ahadiyye’nin külliyat itibariyle altı mertebesi vardır. (Dört, beş ve yedi mertebe sayanlar da olmuştur ki, ana hatlarıyla hepsi de birdir.) Ve cüzziyat itibariyle meratibine nihayet –son- yoktur.
1 - Lȃ-taayyün mertebesi: Zȃt-ı baht, zȃtın öz, hȃlis, saf yani ‘zȃt-ı sırf’ mertebesi. Bu mertebe Hakk Teȃlȃ’nın künhüdür. Onun üstünde hiçbir mertebe yoktur.
2 – Vahidiyyet mertebesi: Bu mertebenin ismi Allah’tır.
3 - Ervȃh mertebesi: Ruhlar. Bu ȃleme, ȃlem-i emir, ȃlem-i gayb, ȃlem-i ulvi, ȃlem-i melekût tabir edilir.
4 - Ȃlem-i misal mertebesi: Ȃlem-i ervahta olanların, ȃlem-i ecsam’da yani cisimler ȃleminde bürüneceği bir suretin benzeri bu ȃlemde belli olur. Yani zȃhir olur, Bu ȃleme ȃlem-i berzah da denilmiştir.
5 - Ȃlem-i şȃhadet mertebesi: Zȃt-ı Mutlak’ın kesret ȃlemi olan bu ȃlemde zuhurudur.
6 – Mertebe-i Cami-i Hazreti insan: Allah ismi şerifinin mazharıdır.
Her alt mertebe bir üst mertebenin zȃhiri, her üst mertebe de bir alt mertebenin bȃtınıdır. İşte bütün bu mertebelerin aslı birdir. Vahdet deryasının asla sonu olmayan kesilmez dalgalarıdır.
Ey talib-i hakikat! Bu seyri, mertebe-i cami-i hazreti insan olan bir mürşid-i kȃmilden tahsil et ki, zȃt-ı sırf’a eresin.
Ne sihr-i bü’l acebdür kim bu yüzden görinür ağyȃr
O yüzsen gayrı yok tenhȃ gelür dildȃr olur peyda
Ne acaip bir sihirdir ki bu yüzden -ȃlem-i şehȃdet; varlığın çoklu görünüşünde- yabancılar görünür. Ama bil ki, -örtüyü kaldır- Hakk’ın vechinden gayrı yok. Kesretten vahdete geçince suretlerin altında sevgilinin veçhi peyda olur, görünür. İşte burada Hasan Fehmi Tezdoğan Efendi’nin bir nefesi bize tercüman oluyor:
Sen senlikle sende yok
Ben benlikle bende yok
Hakk’tan özge nesne yok
Hep görünen vechullah
Aç gözün ibretle bak
Görünen değil mi Hakk
Fehmi’nin sözü mutlak
Zȃhirim dedi Allah…
İlahi; İlaha ait olan, yani herhangi bir mazhardan söyleyenin Hakk olduğu, ifadelerin tümüdür. Mazhardan söyleyen Allah’tır. İşte Niyazi Efendi ve benzer mazharlardan söyleyen O’dur, yani Hakk, Allah’tır… Niyazi Efendi bir başka nefesinde, ilahisinde şöyle buyururlar; bu ifadeye dikkat et;
Zȃt-ı Hakk’ı anla zȃtındır senin
Hem sıfatı hep sıfatındır senin
Sen seni bilmek necȃtındır senin
Gayra bakma sende(sen de) iste sende(sen de) bul…
Meratib-i tevhid tahsil edilmeyince bunların anlaşılması zordur. Sadece bir şiir olarak okunur geçilir. Ehli olmayan elindeki cevherin kıymetini ne bilir? Cevheri geç. Kendini bilmeyene ne denir?
O yüzden görüben ağyȃr döner şem-i cemȃlinden
Felekler de görüp anı döner edvȃr olur peydȃ
Hakk ȃşıkları Hakk’ın cemȃl nurunun etrafında pervane gibi dönerler. Dönüşleri onun pak veçhini gördükleri içindir. Felekler de O’nu görüp dönmelerinden dolayı devirler, zaman meydana gelmiştir.
Ȃlemler dönmekte, içindekiler de dönmekte; kimi haberli kimi habersiz… Semȃ yapmada dervişler; kimi haberli, kimi habersiz… Haberi olanların dönüşleri Hakk’tan Hakk’adır. Niyazi Efendi “Sureti terk eyle mȃna bula gör” der. Sȗreta dönüyorsun, mȃnadan ne haber? Fenȃdan bekȃya bir sefer eyle, mȃnayı gör fenȃda, bekȃda…
Felek: Lügatta gök, gök katı, dünya, ȃlem, vb. mȃnalarına gelir.
Bütün bu ȃlemlerde mevcȗd olanlar;
1-Anasır-ı Erbȃa dediğimiz dört ana unsurdur. Bunlar hava, su, toprak ve ateştir.
2-Cemȃd, nebȃd, hayvan, insan. Ruh dörde ayrılmakla cemȃdi ruh, nebati ruh, hayvani ruh ve insani ruh adını aldı. İnsan da diğer üç ruhu ve dört anasırı kendisinde bulunduran ȃlemin çekirdeği oldu.
İnsanda hava unsuru galip gelirse değişken olur, bir kararda durmaz. Su unsuru galip gelirse, ilim ehli olur. Toprak unsuru galip gelirse ağırbaşlı olur, hikmete meyilli olur. Ateş unsuru galip gelirse celȃlli olur. Esmȃdan müsemmȃya dönerse Ȃrif-i billah olur. Ruh gözü ile nazar edildi mi, vahdet aşikȃre olur…
Taşınur günde yüzbin cȃn adem iklimine her dem
Gelür yüzbin dahi andan bulur İ’mȃr olur peydȃ
Her gün yüzbinlerce can yokluk iklimine devamlı taşınırken, yüzbinlerce can da o yokluk ȃleminden gelerek vücȗd bulurlar…
Bu ȃleme gelen her varlık bedenen bu ȃlemde ebedi durmaz. Ama hakikati itibariyle de ebedi yok olmaz. Zira var yok olmaz, değişir. Ama bu değişim içinde değişmeyen bir öz var o değişmez. Ona sübut olan sıfatlar denir. Evrende gelme ve gitme –bedenlerin dağılması ve doğuş, zuhur- evrenin itici gücüdür. Bir yandan dağılırken diğer yandan vücutlar oluşur. Maddesel varlık çözüşünce yani onları bir arada tutan öz –ruh- devreden çıkınca vücȗdda bulunan varlıklar asli hȃllerine yani evrene geri dönerler.
…
Evren nasıl zȃhirinde can bahşediyorsa mürşid-i kȃmil de mȃnada can bahşeder. O da bir evrendir, evrenler evreni. Madde mȃna insanda nasıl birleşiyor görüyor musun?
Unutma mȃna maddesiz zuhura gelmez. Hakk veçhini bu vücȗddan gösterir, içindekilerle beraber kendini tüm evrende gösterir.
Hind’in kutsal kitaplarından Upanişad’larda şöyle bir gerçek olay geçer: Gerçeğin ne olduğunu soran oğlu Svetakatu’ya babası büyük üstad Uddalaka şöyle der:
-Bana bir tane incir getir.
-İşte getirdim baba.
-Onu kır.
-Kırdım.
-Ne görüyorsun?
-İçinde çok küçük tohumlar var.
-Onlardan birini al ve onu kır oğlum.
-Kırdım baba.
-Şimdi ne görüyorsun?
-Hiçbir şey efendim!
Üstad Uddalaka: “Latif cevheri görmüyor musun oğlum? Şu koca incir(banyan) ağacı senin göremeyeceğin kadar küçük olan oradaki tohumdan –boşluktan- zuhur etmiştir. Bütün varlıkların kaynağı işte o varlıktır. Gerçek odur.”
Hasan Fehmi Tezdoğan hazretleri;
Yok olmadan var olmaz var dahi yoktan olmaz
Anladım çün ben beni hep görünen Hakk oldu buyurur.
Fenȃ fillah olunmadan bekȃ billah olunmaz. Bekȃ billahta -lȃ(yok)- dan olmaz. Yani o makamda lȃ ifadesi yoktur. Sen seni anladın mı -ȃfȃkta ve enfüste-, -vahdette ve kesrette- hep görünen Hakk olur. Bir de şu var ki hiçbir şey yoktan var olmaz zira yok yoktur. Yok var olmaz, var yok olmaz, her şey varlığın şekil değiştirmesidir.
Kur’an’da bir ayet vardır; “Siz ölüler idiniz de O sizi diriltti. Sonra yeniden öldürecek yeniden dirileceksiniz. Sonra da O’nun huzurunda haşredileceksiniz.” (Bakara:28)
Bu ayet insan-ı kȃmil’le diyaloğu anlatır. Şöyle ki; Siz her ne kadar yaşayan bir varlık olarak diri olsanız da sizin bu diriliğiniz gerçek bir dirilik değildir. Ne zaman ki gerçek bir mürşid-i kȃmil’in huzuruna vardınız, o sizi kabul etti ve size hakikat iksirinden bir kadeh içirdi -mȃna- , seni sana bildirdi yani zikr-i hakikiyi (ehlullah lisanında Mȃyey-i Muhammedi’yeyi) sana telkin etti. İşte şimdi dirildin. Sonra seni öldürür. Ne ile? Tevhid ile. Sen varlığı kendinin zannediyordun, ‘Ef’ȃl, sıfat, zȃt benimdir’ diyordun. Bunların senin olmadığını, senin sadece bir mazhar olduğunu, Hakk’ın varlığına sahip çıktığını mürşid-i kȃmil sana bildirir ve varlığı sahibine iade edersin. Fenȃ fillah olursun. İhtiyari ölüm tahakkuk eder. Ölünün ef’ȃli, sıfatı, zȃtı var mıdır? Yoktur. Sen de bunların hakiki sahibini idrȃk edince sen de ölü oldun. Zira sende bunlar kalmadı.
Peygamber aleyhisselȃm buyururlar ki; “Ölmeden evvel ölünüz ki bir daha ölüm görmeyesiniz.” Sonra mürşid-i kȃmil saliki yeniden diriltir. Nerde? Bekȃ makamlarında. Ne ile? Yine tevhid ile. Artık sana bir daha ebedi ölüm yoktur. Fenȃdan bekȃya taşınmalar ebediyyen devam eder. Buna son yoktur. Ne zaman ki bu ȃlemde insan-ı kȃmil kalmaz, dış içe, iç dışa döner kıyamet kopar. Kime? Kıyameti kopmayanlara. Yani: “Ölüm gelmeden önce ölmeyenlere” Zira ihtiyari ölümle ölenlerin kıyameti sağlıklarında kopmuştur.
Dışın içe hayȃlatı için dışa zuhȗrȃtı
Birinden ol birine tuhfeler her bȃr olur peydȃ
Dış yani zȃhir duygular, içi, bȃtını hakikatı (ruh, nefs, öz) hayal eder. İç te dışa zuhur eder yani zȃhir olur. Bu irtibatlarla sürekli birbirleriyle hediyeleşirler.
…
O devr ile geliptür enbiyȃ Mürsel merȃtibce
Gehi mümin zuhur ider gehi küffȃr olur peydȃ
İşte bu devirler ile evliya ve resuller mertebelerine göre bu ȃleme gelirler. Bu nebilerin tebliğlerinden dolayı itaat edenler mümin, isyan edenlerse küffar olurlar.
…
Tecelli eyledikçe ol saray-ı sırr-ı ahfȃda
Bu suret ȃlemi içre satu bȃzȃr olur peydȃ
Cenab-ı Hakk gizli sır sarayından tecelli eyledikçe, bu kesret ȃlemi içinde alışveriş meydana gelir. Bu demektir ki oluşu meydana getiren bir yüce güç vardır. Bu Cenab-ı Hakk’tır. Bilinen ismiyle Allah’tır. Onu da zȃhir eden Zȃt-ı Mutlak yani Hȗ gizlilik sarayı Allah’ın hüviyyet-i Mutlakasıdır.
…
“Bu suret ȃlemi içre satu bȃzȃr olur peydȃ” ; Bütün bu oluşlar bu suret ȃleminde tecelliler sonucunda oluşmaktadır. Bizlere bunun yansıması nedensellik yasası doğrultusunda görünmektedir. Oluş, bu yasaya bağlıdır. Bunu göz ardı etmemek lazımdır. Şu kesindir ki bazı işlerde muhtar, bazı işlerde mecburuz. İstidadımızda mecbur, söz ve davranışlarımızda muhtarız. Yani cebr ve kader arası.
Anın zȃtına gayet sunu’na hergiz nihayet yok
Anınçün her bir isminden gelür bir kȃr olur peydȃ
Allah’ın zȃtına asla, katiyetle yön yoktur ve onun zȃtı nihayetsiz, sonsuzdur. Onun için onun her bir ismindeki o isimler sonsuzdur. Ve o isimlerin tecellilerinden de bir kȃr, bir iş meydana gelir. Zira Allah’ın zȃtından sıfatına, sıfatından esmȃ ve ef’ȃline doğru bir tecelli vardır.
Tecelli eyler ol daim celȃl ü gehi cemȃlinden
Birinin hȃsılı cennet birinden nȃr olur peydȃ
Allah her an celȃl ve cemȃlinden tecelli eyler. Celȃlinden tecelli eyleyince cehennem, cemȃlinden tecelli eyleyince cennet meydana gelir. Cennet ve cehennem bu iki esmȃnın tecelli mahallidirler. Allah’ın tecellileri genellikle bu iki esmadan olur. İnsan ve hayvanların bir kısmında bu tecelliler belirgin bir şekilde kendini gösterir. İnsanları korku ve ümide sevkeden bu tecellilerdir. Huzur ise esmȃdan müsemmȃya seferle mümkündür.
…
Cemȃli zȃhir olsa tiz celȃli yakalar anı
Görürsün bir gül açılsa yanında hȃr olur peydȃ
Allah’ın lütuf ve ihsanı ile tecellisi zȃhir olsa (cemȃl), hemen Allah’ın kahrının ve azametinin tecellisi (celȃl) onun yani cemȃlin yanında belirir. Görürsün ki bir gül açılsa yanında diken peyda olur. Her şey zıddı ile kaimdir. Ve bu zıtlıklar evrende itici güçtür. Kış gelir yaz olur, acı olur sevinç olur vb. Sabır gerekir. Bir şey haddini tecavüz etti mi zıttına döner. Bir güzellik zuhur etse bakarsın hemen onun peşi sıra bir acı, bir keder, üzüntü zuhura gelir. Halk nazar değdi der…
Bu sırdandur ki bir kȃmil zuhur itse bu ȃlemde
Kimi ikrȃr eder anı kime inkȃr olur peydȃ
İşte bu sırdandır ki bu ȃlemde bir insan-ı kȃmil zuhur etse, insanlardan kimileri onu kabul ve tasdik eder, kimileri de onu inkȃr eder, reddederler.
…
Veli ȃrif celȃl içre cemȃlini görür daim
Bu hȃristanın içinde ana gülzȃr olur peydȃ
Fakat ȃrif olan veli (ȃrif-i billah) kahrının ve azametinin içinde Allah’ın lütuf ve ihsanını daima görür. O zaman bu diken tarlası görünen yer, ȃrif-i billaha gül bahçesi olur, gül bahçesini görür. Hakk celȃli cemȃl ile örtülmüş gizlenmiştir. Kaçma, sırtını dönme, sabret. O örtünün arkasında cemȃli gizlidir. Ama bunu kim anlar? Veli olan arif anlar. Kimdir bunlar? Bunlar kalp sahipleridir. Onlar kalp irfaniyetleri ile bunu anlarlar. Ve onlar diken bahçesinde gül bahçesini müşahede ederler. Cemȃl-i ilahiyi müşahede eden, celȃli görür mü? Görmez… Ateş onu yakmaz, yaksa da farkına bile varmaz. Anla…
Ne sırdur ki iki kimse nazar eyler bu ekvȃna
Biri ancak görür dȃrı bire deyyȃr olur peydȃ
Bu öyle bir sırdır ki, kimse bu ekvȃna, ȃleme, varlıklara, mahlȗklara nazar eyler, bakar. Ama bunlardan biri ancak evi, sureti görür, zȃhiri görür. Diğeri ise bu evin, bu yurdun, bu ȃlemin sahibini görür, ona bunlar açık olur.
…
Gayb-i Sunullah Hazretleri buyururlar ki;
Tȃc mȃrifet tȃcıdır sanma gayrı tȃc ola
Taklit ile tok olan hakikatte aç ola
Düşe düşüp aldanma kendin hayrete salma
Hakk’tan gayrı ne vardır tȃbire muhtaç ola
Sana ȃlem görünen hakikatte Allah’tır
Allah birdir vallahi sanma ki birkaç ola
İçi ummȃn-ı vahdetdür yüzi sahrȃ-yı kesretdür
Yüzin gören görür ağyȃr içinde yȃr olur peydȃ
İçi, yani bȃtını vahdet ummanıdır.(Vahdet deryasıdır). Yüzü yani zȃhiri, kesret(çokluk) sahrasıdır. Zȃhirini yani dış yüzünü gören yabancı görür. Ama onun içinde yar peyda olmuştur. Yar mevcȗddur. Ama ȃrifler için, zȃhir O’dur, bȃtın O’dur. Gayrı var mıdır? Yoktur.
… Bir salik tevhid makamlarından tevhid-i ef’ȃl ve tevhid-i sıfatı tahsil etti mi, mümin olur… Bu sırrı büyük Melami mürşidi Hasan Fehmi Tezdoğan Hazretleri şöyle ortaya koyar;
Öğle namazını kılan mü’minler
Her sıfatı Hakk’a nisbet ederler
Her nazar mevsufu şuhud ederler
Yalvar kul Allah’a seher vaktinde
Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde
Seher, tevhid-i ef’ȃl’dir, bahar ise zikrullahtır…
Alan lezzȃtı birlikden halȃs olur ikilikten
Niyazi kande baksa ol hemȃn didȃr olur peydȃ
Birlikden lezzet alan ikilikten kurtulur. Niyazi nereye baksa orada hemen didar peyda olur. Birlikten lezzet ancak tevhid ile olur. Tevhid ise tevhid-i ef’ȃl, tevhid-i sıfat, tevhid-i zȃt’tır.
Bunların tahsili için ise mürşid-i kȃmil şarttır. Tevhid-i hȃkiki’yi tahsil etmeyen ikilikten kurtulamaz. İkilik ise sırat-ı müstakiymden uzaklaşmadır. Niyazi Mısri Hazretleri tevhid ehli bir muvahhiddir. O nereye baksa, orada Hakk’ın veçhini, Hakk’ı görür. Zira o “lȃ mevcȗde illallah” sırrına ermiş bir kȃmildir. Yukarıdaki beyitin sırrına eren büyük veli Molla Cami;
Ben bilmez idim gizli ȃyȃn hep sen imişsin
Tenlerde vü cȃnlarda nihȃn hep sen imişsin
Bu cihȃn içre senden nişȃn ister idim ben
Ȃhir şunu bildim ki cihȃn hep sen imişsin der.
Görür ol kenz-i mahfȋden nice zȃhir olur eşyȃ
Bilür her nakş-ı sȗretden nice esrȃr olur peydȃ
Her şey Allah’tan zȃhir olmakta ve yine ona dönmektedir. Bu suretlerin sırrıdır. Zȃt’ın zuhurundan sıfatlar, sıfatların zuhurundan ef’ȃl, yani eşya zȃhir olmaktadı.
… Niyazi Mısri gibi Hakk erenleri o gizli hazineden zȃhir olan eşyanın her suret nakşında nice sırların peyda olduğunu bilir. Gizli hazine, Allah’ın zȃtı, sıfatı ve ef’ȃlidir. Suretlerin sırrı mȃnadır, her suret Allah’ın bu gizli hazinesini kendinde barındırır.
*
(S:49)
Kenz-i yüfnȃ-yı bilmez kandedir illȃ fakir
Bahr-ı bȋpayȃnı bulmaz etmeyen terk-i sivȃ
Bitmez tükenmez olan hazinenin nerede olduğunu gerçek fakirden başkası bilmez. Masivayı terk etmeyen sonsuz deryaya ulaşamaz.
Bir kudsi hadiste Allah buyurur: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi murad ettim. Halkı halk ettim.” Gizli hazine Allah’ın ef’ȃli, sıfatı, zȃtıdır. Kim bilir bunu? Gerçek fakir olan insan-ı kȃmil bilir. Bir salik mürşid-i kȃmilin sohbetine erişirse, o sohbete layık olursa işi tamam olur. Sonsuz deryaya kavuşmuş olur. Masivadan kurtulur. Bir salik fena fillah oldu mu yani kendisinin zannettiği ef’ȃl, sıfat ve zȃtın gerçek sahibinin Allah olduğunu hakka’l-yakȋn idrȃk etti mi o gerçek fakr’a ulaşır. Bu aynı zamanda ihtiyari ölümün tahakkukudur.
Şu bir gerçek ki gayrıyattan geçmeyen bu sonsuz hazineye sahip olamaz. Sonsuz hazine olamaz. Daha açık ifade ile tevhidi mürşid-i kȃmilden tahsil etmeyen muvahhid, arif-i billah olmayan bahr-ı bi-payanı bulamaz, olamaz.
Ravza-i hadrȃyı bilmez Hızır’a yoldaş olmayan
Ȃb-ı hayvȃn’ı bu zulmü bilmeyenler sandı mȃ
Ravza-i hadrȃ: Yeşilliklerle dolu bahçe, ȃlem-i ervȃh.
Hızır: İnsan-ı kȃmil(ruh mertebesi sahibi). Yani Hızır’a, insan-ı kȃmile yoldaş olmayan makamı ruha erişemez.
… O zaman mȃna, cehalet karanlığında olanlar ȃb-ı hayvȃn’ı (hayat suyunu ilmi ledünü ki bengi su anlamına gelir.) normal içilecek su zannettiler.
Bil ki seddin iki kaş İskender ortasındadır
Cem-i cem’ül cem ile feth oldu ebvȃb-ı Hüdȃ
İskender-i Zülkarneyn’in makamı “kȃbe kavseyn” makamıdır. Yani meratib-i tevhidde makam-ı cem’ül cem’dir. Bu makamdan sonra ahadiyyet makamına sefer yapılır ki meratib-i tevhidde bundan öte makam yoktur. Mutlak tevhid bu makamdadır.
Ebvab-ı Hüdȃ; hidayet kapısı demektir. Bu kapı mürşid-i kȃmil kapısıdır. Makamat-ı tevhidi tahsil eden kȃmiller insanları tevhide davetle görevlidirler. Hatmü’l makam olmayan kişi ders telkini ile görevlendirilmez.
İki kaş iki yay olarak temsil edilir. Bu yaylardan biri fenȃ fillahtır (tevhid-i ef’ȃl, tevhid-i sıfat, tevhid-i zȃt mertebelerini içerir) diğer biri ise bekȃ billahtır (makam-ı cem, hazretü’l cem, cem’ül cem, ahadiyyet) makamlarını içerir. Bir diğer mȃna bu yayın biri kurb-i feraizdir (makam-ı cem), biri de kurb-i nevafildir (makam-ı hazret’ül cem). Bu ikisi kȃbe kavseyn makamı olan, makam-ı cem’ül cem’e işaret eder.
İskender makamı, bekȃ billah makamlarından cem ile farkın yani makam-ı cem ile hazret’ül cem makamının toplam makamı olan makam-ı cem’ül cem’dir. Mürşid-i kȃmil saliki bu makama kadar tahsil ettirir. Bu makamı tahsil eden salik ‘hatmü’l makam’ olur. Bu makam aynı zamanda hilafet makamıdır. Peygamberler bu makamdan seçilirler. Bu makamı tahsil eden bir salike “Sen kimsin?” diye sorulsa salikin verdiği cevap “Evvel benim, ahir benim, zȃhir benim, bȃtın benim olur.” “Ben kimim?” Diye sorulsa “Evvel sensin, ahir sensin, zȃhir sensin, bȃtın sensin” olur. Bu makam yaşayana malumdur.
İskender-i Zülkarneyn kıssası Kur’an-ı Kerim’de özetle şöyledir: İskender-i Zülkarneyn bir yol tutar ve nihayet güneşin battığı yere ulaşınca onu (güneşi) kara bir balçıkta batar buldu ve onun yanında bir kavim buldu. İskender o kavme Allah’ın emir ve nehiylerini bildirdi. Sonra yine bir yol tuttu nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca orda da bir kavim buldu. O kavmin üzerine güneş doğmuş ama onları güneşten koruyacak üzerlerinde bir siperleri yoktu. Yani o kavim çıplaktı. İskender tarafından bu kavme hiçbir hitap yapılmadı. Sonra İskender yine bir yol tuttu nihayet iki set arasına ulaşınca onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. O kavim yecüc ve mecücden şikȃyette bulundular. Kendileri ile yecüc ve mecüc arasında bir set yapılmasını İskender’den istediler. İskender onlardan demir kütleleri istedi ve iki dağın arasını o demir kütleleri ile doldurdu sonra da üfleyin dedi, üzerine de erimiş katran döküldü, set yapıldı. Yecüc ve mecüc o seddi ne aşabildiler ve ne delebildiler. Yalnız İskender-i Zülkarneyn dedi ki; “Rabbimin vaadi (kıyamet) geldiği vakit onu (seddi) yerle bir eder. Şüphesiz Rabb’imin vaadi gerçektir.” (Kehf:83-98) Kısaca Zülkarneyn kıssası böyledir.
Niyazi Efendi: “Rumuzu enbiyayı vȃkıfı esrar olandan sor” der.
Bu kıssa enbiya rumuzudur. Şöyle ki; İskender-i Zülkarneyn kȃbe kavseyn yani makam-ı cem’ül cem sahibidir. İlk yolculuğunu batıya yapıyor yani güneşin battığı yere. Güneş nerede batıyor? Kara balçıkta. Nedir o güneşin battığı kara balçık ve o güneş? Güneş zat-ı ilahidir, balçık da vücȗddur. Tevhidde bu hangi makamdır? Hangi makamda güneş batar? Bu makam bekȃ billah makamlarından makam-ı hazret’ül cem’dir. Güneş orada batar. Yani bu makamda Hakk bȃtındır, halk zȃhirdir. Bu makam kurb-i nevafil makamıdır, sıfat makamıdır. Kesret hȃkimdir. Salike bu makamda Hakk değil halk görünür. Zira Hakk bȃtın olmuştur. Buradaki kavim ikinci şeriat sahipleridir. Bu makamın özelliği budur. Kurbiyyet makamıdır. Hazreti peygamber bu makamda Muhammed adını almıştır.
Bu makam Muhammed olarak anılır. Peygamberin dört ismi vardır. Bunlar; Mustafa, Muhammed, Ahmed, Mahmud’dur.
Mustafa adını tevhidi zȃt’ın neşesinde, Ahmed adını makam-ı cem’de, Muhammed adını hazret’ül cem’de, Mahmud adını da makam-ı cem’ül cem’de kȃbe kavseyn makamında ad olarak almıştır. Bu sırdandır ki kim bu makamları zevk eder, adı bu adlar olur. Hazreti Mevlana bu sırra erince “Bugün Ahmed benim ama dünkü Ahmed değil” demiştir.
Zülkarneyn bu makam (hazret’ül cem) saliklerine şeriatin emir ve yasaklarını bildirdi. Bu makam şeriat makamıdır. Ama bu şeriat hakikatın şeriatidir. Zülkarneyn sonra yine bir yol tuttu bu sefer güneşin doğduğu yere vardı. Burada bir kavimle karşılaştı, örtüleri yoktu, çıplaktılar, güneşin doğduğu bu makam, makam-ı cem’dir. Doğan güneş zȃt-ı ilahi güneşidir. Bu makam vahdet makamı, ruh makamıdır. Bu makam sahipleri üryandır. Bu makamda Hakk zȃhirdir (güneş doğdu) halk bȃtındır. Bu makam kurb-u feraiz makamıdır, ene’l Hakk sadȃsı bu makamdan yükselir, zira bu makam ene makamıdır. Bu makam Sıdkiyyet makamıdır. Hazret’ül cem makamı ise ente makamıdır. Bu dersleri görenler bilirler, bu makamlar bekȃ billah makamlarıdır.
Sonra Zülkarneyn bir yol daha tutuyor ve bir kavimle karşılaşıyor. Bu kavim hiç söz anlamaz bir kavim ve Yecüc ve Mecüc’den şikȃyette bulunuyorlar. Kimdir bu kavim? Bu kavim ehl-i şeriattır. Tabiat mertebesi ile nefs mertebesi arasında bulunurlar. Bu iki sed arasında bulunurlar. Tabiat seddi ve nefs seddi. Bunlar söz anlamaz. Yani marifetullah ve hakikatı anlamazlar, Hakk irfaniyetine karşı kapalıdırlar. Şikȃyet ettikleri kavim Yecüc ve Mecüc ise ehl-i hakikattir. Ehl-i zȃhirin ehl-i hakikate karşı hiç tahammülleri olmadığından onlara arzda yaşama hakkı tanımazlar. Ama karşı karşıya da gelmek istemezler. Zira onların ilim, irfaniyet ve ahlakları karşısında ezilirler. Bu hȃl onların ehl-i hakikata karşı kinlerini daha da artırır. Ehl-i zȃhir ehl-i hakikata karşı tamamen kapalıdırlar. Ne zaman ki ehl-i zȃhirin üzerine kıyamet kopar, o zaman hakikat aşikȃre olur ve sed yıkılır. Hakikat her yeri, yanı ve yönü kaplar. Bir de şu gerçek var ki ehl-i zȃhir ehl-i hakikat arasına giremez zira o seddi aşamaz. Ama ehl-i hakikat, ehl-i zȃhirin arasında bulunur, ona sed yoktur. Ehl-i zȃhirin içinde hakikati izhar edemez, etmez. Ederse Hallac-ı Mansur’un başına gelen onun da başına gelir. Vahşice öldürülmekten de büyük haz alırlar. Getirilen demir kütleleri zȃhirde ayettir yani vahiydir, üzerlerine dökülen katran da örtüdür. Yani Zülkarneyn şeriatı hakikatın üzerine örtü çekti. Şeriata yardım etti. İnsan-ı kȃmil avamın arasında şeriatla görülür, hakikatı aşikȃr etmez, örtüyü kaldırmaz, hakikatı ile görünmez. Katran hakikate göre hicap(örtü) ifade eder. Bu hicap, hicab-ı zulmettir…
*
(S: 58)
Dostları ilə paylaş: |