NECİP CAN (*)
“ Dervişlik dedikleri hırka ile tac değil
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil
Durmuş marifet söyler, erene Yunus Emre’m
Yol eriyle yoldadır, yolsuza yoldaş değil ”
2007 Mayıs ayının güneşli günlerinde kısa bir geziye çıkmıştık. Eşimle yaptığımız turda Ankara’dan Eskişehir yoluna koyulmuş ve önce yol üzerindeki Nasreddin Hoca’nın doğduğu şirin beldeyi görmüş, sonra da kuzeye sapan yola dönmüştük. Gayemiz Mihalıççık yakınında bulunan Yunus Emre türbesine gitmek ve büyük veliyi ziyaret etmekti. Dar ve virajlı yolları geçip Yunus Emre’mizi ziyaret etmiş, manevî haz ve düşüncelerle daha kuzeye yol almaya başlamıştık. Sapa orman yollarından enfes manzaraları izleyerek Nallıhan’a ve daha sonra da Mudurnu’ya varmıştık. Benim için yorucu bir gündü. Orman içinde ve bir göl kenarındaki otelde gecelemiştik.
Öğlene doğru yakındaki Göynük ilçesine hareket ettiğimizde yemyeşil bir doğa içinde dar fakat asfalt bir yolda merakla ilerliyorduk. Gören arkadaşlar Göynük için çok övücü ifadeler kullanmışlardı. Gerçekten yeşil bir vadi içinde özgün güzellikte bir yerleşim yeri çıktı karşımıza. Doğal güzellikleri yanında Osmanlı tarzı yapılarıyla turistik bir yerleşim yeriydi. En önemli özelliklerinden biri de evliya diyarı olmasıydı. Belli başlı üç evliya türbesi vardı. Bunlardan Akşemseddin Hazretlerinin türbesi yurtiçinden çok sayıda ziyaretçi çekiyordu. Diğer evliyalardan Hacı Bayram Veli’nin halifesi Ömer Sıkkin ile Debbağ Dede de ziyaret edilen velilerdi.
Türbeleri ziyaret etmiş Akşemseddin Hazretlerinin hemen yanındaki Süleyman Paşa camiinde namaz kılıp çıkmıştık. Etrafa bakınırken cami önünde yerdeki sergide mütevazı ölçülerde kitap, kaset v.b. satan, sakallı, başı külahlı gülümser çehreli bir satıcı ile selamlaşıp sattıklarını incelemeye başlamıştım. Akşemseddin hakkında tanıtıcı küçük bir kitap almış ve sergiyi inceliyordum. Kasabalarda dükkȃn ve evlerde duvarlara asılan çerçeveli şiir ve özlü sözler vardır. Sergisinde de vardı. Sordum şiirler kendisininmiş. “ Ben” dedi, “Âşık Necip, memleketi gezer yazdığım şiirleri, manileri satarak geçimimi sağlardım.” Basılmamış binlerce şiirim var…
Şiirlerinden birisi şöyleydi;
İNSANOĞLU
Zerreden zerresin ey beni Adem
Nereden geldiğin bil insanoğlu
Şu kara topraktır ecdadın deden
Neden hâlk oldun bil insanoğlu
Topraktan yarattı Allah Ȃdemi
İnsanı hâlk etti bütün ȃlemi
Görmez misin her gün doğup öleni
Bunlardan bir ibret al insanoğlu
Doğan ölür burada baki kalamaz
Aslını bilmeyen mümin olamaz
Yirmi dört saatte beş vakit namaz
Üzerine farzdır kıl insanoğlu
Dünya için çalış rızkını sağla
Allah’a ibadet et elini bağla
Günah işlediysen hiç durma ağla
Yarın ahirette gül insanoğlu
Sen içkiyi içme sakın kumardan
Onu haram kıldı seni yaradan
Ömrü hitam olan gider buradan
Gideceğin yeri bil insanoğlu
Aklıma geldi arabamdaki şiir kitabımdan bir adet çıkarıp hediye ettim. Sohbet ilerledi ve benim de tasavvufi şiirlerim onun hoşuna gitti. Ayaküstü dini, tasavvufi sohbet bizi yakınlaştırdı, Âşık Necip’e Necip Can demeye başladım, içimden öyle gelmişti.
Yola çıktığımızda Göynük ziyaretinden manevî hazlar edinmiştik. Arabada her zaman yaptığım gibi tasavvuf müziği dinleyerek eşsiz güzellikteki doğayı izleyerek, Cenab-ı Hȃlık’ı fikrederek, esmasını zikrederek ilerliyorduk. İlham olur olmaz yer ve zamanda gelir gönlüme, titrer gönül teli ve yazıya dökülürse şiir olur… İşte gelmişti yine…
GÖYNÜK
Akşemseddin elin verdi
Debbağ Dede taç giydirdi
Bir Necip Can dostum dedi
Hakk’ı buldun sen Göynük’de
Göynük yolu dardır derler
Geniş eder onu pîrler
Senin gibi nice erler
Aşkı buldu şu Göynük’de
Dost Emin’im yollardan geç
Gönül dostu pîrini seç
Koş Allah’a olmasın geç
Çok şey vardır bu Göynük’de
Necip Can’ı arayıp bu şiiri okuduğumda pek memnun olmuştu. Bolu üzerinden Ankara’ya döndüğümüzde ben ve eşim gezimizden çok memnun olmuştuk. Necip Can telefon edip benim kitaptan satmak için bir miktar istedi kırmadım fakat ısrar da etse para almadım. Paraya önem vermediğini gerçek zenginliğin gönülde olduğunu davranışlarıyla gösteriyordu.
Yaz ortasında bir gün yine telefon etti. Hoş beşten sonra zoraki şekilde hasta olduğunu akciğerinde kitle olduğunu ve Bolu’da hastanede ilaç tedavisine başlandığını sanki nezle olmuş gibi söyledi. Şaşırdım adam resmen kanser tedavisi görüyor fakat o hȃla benden Ankara’da kaset veya CD doldurup dolduramayacağını öğrenmemi istiyordu. Çok pahalı olduğunu
bildirdiğimde bu sefer de zaman zaman telefon edip Akşemseddin hakkında bir kitap bastırmak istediğini ve ilgimi istiyordu. Doğrusu ben her görüşmede hastalığından bahsedeceğini, maddi imkȃnsızlıktan yakınacağını umuyor ve nasıl yardım edebilirim diye düşünüyordum. 2008 yılı baharında hazırlamış olduğu Akşemseddin kitabının baskısı için Ankara’ya geldi. Kemoterapi nedeniyle saç, sakal gitmiş ama sanki yüzü nurlanmıştı. İsteğini yerine getirdim ve kitabını bastırıp arabamla Göynüğe gittiğimde çok memnundu.
Sabah namazından sonra türbeleri ziyaret ettik, çok dokunaklı sesiyle Kur’an okudu, içim aydınlandı… Akşemseddin Hazretlerinin türbesi önündeki sergisini açarken yeni kitaplarının paketlerini zevk ve ihtimamla açıyor, sanırım içinden Yüce Mevla’ya hamd ediyordu…
Sonraki aylarda her görüşmede ben sormadan hastalığı yokmuş gibi bir şey söylemezdi. Yıl sonuna doğru ışın tedavisine gittiğini söylüyordu. 2009 Ocak ayının 10. Günü arabamla Antalya’ya giderken telefon çaldı, durdum. Telefonda kızı Melike Sultan: “ Memed Emin amca babam vefat etti “ dedi. “Nasıl oldu?” dedim. Evinde çalışıyormuş, duvarları boyuyormuş ve aniden oracıkta yürüyüvermiş Hakk’a, canından çok sevdiği, Mâşuk’una kavuşmuş… Mevlâ rahmet eylesin, mekȃnın cennet olsun Necip Can!…
Yaşam tarzıyla, davranışları ve pratikteki uygulaması ile gerçekten bir DERVİŞ idi… Kendi deyişiyle, Leyla’ya, dünyaya, paraya değil, Mevla’ya âşıktı… Ölene kadar hasbi hizmette idi, son olarak türbeleri ziyaret adabı hakkında bir yazı hazırladığını, ayrıca engelliler için bir yardım derneği kurup kuramayacağını konuşmuştuk… Kendini Hakk’tan ayrı görmediği için gelecek endişesi taşımıyor, rızkı için Rezzak’a güveniyordu… Tevekkül ve tefviz ( Allah’a havale ) içinde yaşıyor, dilinde Allah, gönlünde Allah ile yaşıyordu… Gerçek bir derviş tanıdım onun şahsında… Allah gani gani rahmet eylesin gönül dostum, güzel can, NECİP CAN…
Bu dünya ol ahiretten içeri
Âşıkın yeri var kimseler bilmez
Yunus öldü diye sela verirler
Ölen hayvan imiş, ÂŞIKLAR ÖLMEZ
(*) Necip ZEYBEK (Alacaoğlu)
1943 yılında Bolu’nun Göynük ilçesine bağlı Demirhanlar Köyünde dünyaya geldi. Çok zorluklar ve sıkıntılar içinde bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirmiştir. Babasını daha küçük yaşta kaybetmiş ve çocuk yaşta çalışmak zorunda kalmıştır. Okuma yazmayı sonradan öğrenmiş ve ozanlığa başlamıştır. Âşık geleneğine bağlı eserler veren yazarın 3000 civarında şiiri vardır. 2009 yılı Ocak ayında Mâşuk’una kavuşmuştur.
AŞK…
Aşk ateşi yaktı ise
En büyük zevk inan onda
Ne şundadır ne de bunda
En büyük zevk inan onda…
Bir gün bir anda gelir girer içine aşk, kalbine yerleşir çıkmamacasına ve ne olduğunu şaşırırsın, söylemek ister yutkunursun… Sen artık sen değilsindir, yeni sen ise önce ne olduğunu bilemez, yaşadığı halini anlatmak ister, anlatmaya kelimeler kifayet etmez…
Bu hal ne haldir? Her şey kaybolmuş BİR şey olmuştur, ȃşık MAŞUK’unu bulmuştur, öyle bir zevk halidir ki inşaallah hiç bitmez…
Aşka düşenler bilir, kalbi arşa yükselir, hem çok sever hem de sevildiğini bilir… Akıl der ki; ne yaptın da böyle bir hȃle girdin, önceden hiç bilmediğin zevki bir anda bildin?.. Düşünür bilemez, arar sebep bulamaz, bu hali çözemez, öylesine farklıdır ki duygularını ifade edemez…
Ȃşık oldum birdenbire Allah'a
Bu aşk bana nasıl geldi bilemem
Maşukum da beni sevdi billaha
Bu aşk bana nasıl geldi bilemem
Düşündükçe Hakk’ı, titreyip durdum
Zikrederken O' nu, huzuru buldum
Her neyi gördüm ise ȃşıkı oldum
Bu aşk bana nasıl geldi bilemem
Arar iken O'nu içimde buldum
Nice güzellikler O'ndandır bildim
Ȃşıkı oldum da kendimden geçtim
Bu aşk bana nasıl geldi bilemem
Ȃşık olan der ki kȃinat aşktır
Ezelden ebede var olan aşktır
Yaratılış sırrı belki de aşktır
Bu aşk bana nasıl geldi bilemem
Aşk ateşi seni yaktı Dost Emin
Bu aşk ile oldun gerçekten mümin
Allah'ı an artsın bu aşkın senin
Bu aşk bana nasıl geldi bilemem
Ȃşık bilemese de yaşadığı aşkın güzelliklerini terennüm eder…
Bu muhabbet çok tatlı şey, acıyı tatlı eder
Maşukundan keder gelse gönlünde neşe biter
Lütuf, kahır hepsi birdir çünkü O’ndan gelmedir
Kötü olan Hakk’tan gelmez O’ndan gelen güzeldir
Aşka düşen bunu bilir Maşuk’tan ışık gelir
Karanlıklar nura döner tüm lekeler silinir
Elindeyse aşka düş sen her gördüğün hoş olsun
Maşuk ile birlik ol sen kalbine neşe dolsun
Dost Eminim bu ne haldir, dünya nereye gitti
Ȃşık, Maşuk BİR olunca cümle kederler bitti
Çevresindekiler sahip çıkarlar ve anlamadıkları halde bunu garip bir durum diye yorumlarlar. Ȃşıka nasihatler başlar, kısaca bu durumunu beğenmezler. Bu da ne demek derler, müslümanız elhamdülillah, yolumuz belli, eğer gerekseydi bizler de ȃşık olurduk…
Ȃşık gülümser ve yine gönlünden diline düşer şu dizeler…
Talip olan aşkı arar çarşıda mı pazarda mı
Aşk nerede diye sorar satılır mı mezatta mı
Burada mı orada mı Kaf dağının ardında mı
Ne burada ne orada Maşuk nerde aşk orada
Beş duyunla aşk arama göremezsin bulamazsın
Bu mekȃnda şu mekȃnda satılmaz o alamazsın
Aşkı sana Maşuk verir yoksa ȃşık olamazsın
Ne burada ne orada Maşuk nerde aşk orada
Zarfı yırtıp mazrufa bak içindedir Maşuk mutlak
Sana senden yakın olan yaratandır kalbinde Hakk
Maşuk sana ȃşık olmuş olamazsın O’ndan uzak
Ne burada ne orada Maşuk nerde aşk orada
Bu aşk nedir nasıl şeydir nerededir kimler bilir
Maşuk ȃşık, ȃşık Maşuk, aşk içinde iç içedir
Mümin kullar bunu bilir çünkü Maşuk içindedir
Ne burada ne orada Maşuk nerde aşk orada
Dost Emin der aşk sadırda, aramayın satırlarda
Maşuk senle her anında aramayın uzaklarda
Maşuk ȃşık bir arada aramayın mekȃnlarda
Ne burada ne orada Maşuk nerde aşk orada
Elinden en büyük varlığını almak isteyenler vardır… Gözleri yaşlı Maşuk’una döner ve içtenlikle şöyle söyler…
Alamaz güzelim kimse alamaz
Bu aşkını benden kimse alamaz
Aşkı veren sensin kimse alamaz
Bu aşkını benden kimse alamaz
Yanmışım bir kere aşka düşmüşüm
Bazen ağlamışım bazen gülmüşüm
Nereye bakarsam seni görmüşüm
Bu aşkını benden kimse alamaz
Maşukum demişim candan sevmişim
Malı mülkü değil canı vermişim
Seni her şeylerden üstün bilmişim
Bu aşkını benden kimse alamaz
Nedir bu sendeki bu işve bu naz
Verdiğin cefaya kalbim hiç tınmaz
Canımı versem de yine dersin az
Bu aşkını benden kimse alamaz
Aslında ben yokum sade aşkın var
Bu aşka düşenler olur bahtiyar
Tek sensin bana yar kıskansın ağyar
Bu aşkını benden kimse alamaz
Dünyayı isteyen huzur bulamaz
Dünya derdi bize keder olamaz
Aşkından gayrısı kalpte kalamaz
Bu aşkını benden kimse alamaz
Aşkı var edensin tek maşuk sensin
Ȃşıkı halk edip aşk veren sensin
Sevilen de sensin seven de sensin
Bu aşkını benden kimse alamaz
Dost Emin ȃşıktır Maşuk’u Allah
Bulunmaz bu sevgi illa maşallah
Biliniz bu aşkı, bu aşk aşkullah
Bu aşkını benden kimse alamaz
Maşuk isterse aşka düşer yanarsın, bu bulunmaz zevk içinde yaşarsın…
Aşk’a düşen ateşe düşmüştür, yanmaya başlar, yandıkça önce kor olur sonra kül olur, bu ateş hiç sönmesin der… Ben’lik kül olup savrulunca tek O kalır…
Müjdeler Dost Emin aşkın daimdir
Senden mutlu var mı göster ki kimdir
Yanık bir kor idin küle dönmüşsün
Neşeler senindir, bu zevk senindir
Aşk BİR’likteki yapı taşıdır, bilin ki gerçekte ȃşık Maşuk’tan ayrı değildir… Kendinden kendinedir her oluş… Evvel, Ahir, Zȃhir, Bȃtın O vardır, o halde AŞK vardır… Aşk bir titreşimdir ezelden ebede… Bu titreşim bazen ses verir senin gönlünde, duyarsın aşkı, aşkın müziğini…
Kalbinde bir aşk yaşayıp , gönül teli titreyenler
Kimselerin duymadığı bambaşka bir müzik duyar
Hakk'dan gelen tınıları kulak açıp dinleyenler
Kimselerin duymadığı bambaşka bir müzik duyar
İlahi bir aşka düşen, firkat çeker Hakk'ı arar
Teslim olan müslümanlar Allah diye Hakk'ı anar
Nasip olmaz her kuluna aşka düşen daim yanar
Kimselerin duymadığı bambaşka bir müzik duyar
Yüce Mevla çağırırsa kulak duymaz gönül duyar
Dost Eminim aşkla yaşar her nefeste Hakk'ı duyar
Aşka düşüp özlem çeken mümin olan nice canlar
Kimselerin duymadığı bambaşka bir müzik duyar
Maşuk sandığın Tanrı aslında ȃşık sana, bu aşkı hissedersen taparsın Yaradana…
Aşktan başka bir şey yok bunu sen anlasana, bu ȃlemde ne varsa Hakk yaratmış aşk için…
Seni anmak ne güzel dilimde duamdasın
Mȃsiva bir hayaldir yalnız gerçek sen varsın
Rabb’imsin Melik’imsin Allah’ım tek ilahsın
Zȃhir, Bȃtın lutfet sen, aşkımız baki kalsın
Ne kadar hamd etsem azdır Allah’ım…
GÜL
Değer verdiğim, saygı ve sevgi duyduğum bir kardeşimi ziyarete gitmiştim. İşyerinde çalışma odasının duvarında bir tablo dikkatimi çekti. Tabloda bir çöl manzarası vardı. Boz renkli çölün üstünde mavi bir gökyüzü görünse de asıl dikkat çeken, gökyüzü üzerinde yer alan kırmızı ve muhteşem bir güldü… Zaten tabloda öne çıkarılan obje bu güldü sanırım.
Beni bir duygu kapladı ve tabloya bakıyorken sanki çöllere gittim… Bir çölü bir gülü düşledim… Her an değişen kumların şekillendirdiği çölde, damla su arasanız damla su yokken, nasıl olur da bu cansız, bu susuz ortamda bir muhteşem gül açar… Bu mucizedir işte… İlahi rahmet suyu ile sulanan ilahi bir tohum yeşerir, büyür ve sonrası mȃlum, muhteşem bir gül açar çölde… Bu gül ne görülmüş ne de görülebilecek bir güldür… Çölde açan ŞAH’ın gülüdür… Bir çiçekten çok üstün, yani çiçeklerin şahıdır…
Papatya var, gelincik var
Çiçeklerin şahı güldür
Karanfil var, laleler var
Çiçeklerin şahı güldür
Her çiçekte güzellik var
Kimi zambak kimi güldür
Rengȃrengi çeşidi var
Çiçeklerin şahı güldür
Her çiçekte bir koku var
Kimi nergis kimi güldür
Her kokuda ayrı zevk var
Çiçeklerin şahı güldür
Her çiçeğin bir balı var
Arı için tercih güldür
Çiçeklerde şifalar var
Çiçeklerin şahı güldür
Birbirinden süslüsü var
Bülbül için çiçek güldür
Menekşesi sümbülü var
Çiçeklerin şahı güldür
Her çiçekte özellik var
En özeli güzel güldür
Çiçekte de mertebe var
Çiçeklerin şahı güldür
Sözde çiçek benzetmedir
Bir semboldür bir simgedir
Ya Velidir ya Nebidir
Çiçeklerin şahı güldür
Dost Emin der rahmet güldür
Peygamberim Ahmet güldür
Muhammed’e sembol güldür
Çiçeklerin şahı güldür
Dilde salavat (ASM..) bağlanmışken gönülden, gözüm güldeydi ve Rasulullah ( sav ) o an benimleydi… Misler gibi gül kokuyordu her yer… Bakın gül nasıl koktu…
GÜL KOKTU
Muhammed geldiğinde gökler yerler gül koktu
Muhammed dendiğinde bütün diller gül koktu
Muhammed girdiğinde tüm gönüller gül koktu
Ȃlemlere rahmetti cümle ȃlem gül koktu
Arş-ı Rahman nurlandı arş-ı ȃlȃ gül koktu
Yedi göklerden indi tüm semȃvat gül koktu
Dünyaya şeref verdi çöller dağlar gül koktu
Hakk yolunu gösterdi mümin kullar gül koktu
Çöllerde bir gül açtı bütün kumlar gül koktu
Nuruyla Muhammed’in tüm kȃinat gül koktu
Salȃvat söylendikçe nefeslerden gül koktu
Kalemime gül taktım kelimeler gül koktu
Allah “Habibim” dedi nurunu O’na verdi
Onun nuruyla bizi bu cihanda var etti
Tüm gülistan şenlendi çünkü Şah gülü geldi
Çöllerde bir gül açtı bütün kumlar gül koktu
Nurlandı bütün ȃlem aydınlandı her bir yer
O’nun nuru gelince hayır geldi gitti şer
Elinde yüce Kur’an hakikatleri söyler
Nuruyla Muhammed’in tüm kȃinat gül koktu
Putlar yerle bir oldu gönüle girdi Allah
Kulluk bilinci geldi ümmeti dedi Allah
Şahadetim; Allah bir, Muhammed Resullullah
Salȃvat söylendikçe nefeslerden gül koktu
Müminlere ne mutlu ümmetiyiz biz O’nun
Hatem-i Enbiya’nın O en büyük Resulün
Adını andıkça ben Muhammed Mustafa’nın
Kalemime gül taktım kelimeler gül koktu
Şah gülü’nü kokladım içim dışım gül koktu
Salȃvat çektim durdum nefesimden gül koktu
Nuru gönüle doldu, dilim, gönlüm gül koktu
Muhammed’in nurundan Dost Eminim gül koktu
O kokuyu alabilen meftun olur, mümin olur… Bu koku ezel ebed tüter ve halen tütmektedir, duyabilenlere ne mutlu…
Selam ve salȃt Yüce Peygamberim (sav)’ e olsun, onun sevgisini veren Rabbime sonsuz hamd-ü senalar olsun… Elhamdülillah…
PIRILTILAR – V –
- Namaz sonunda tesbih çekiyoruz. Bir keresinde tefekkür ettim; Subhanallah eksiksiz, noksansız her şeyi yaratan her şeye malik olan yani akla gelen gelmeyen her çeşit eşya ve kavram O’ndan… Elhamdülillah derken ürperdim, bu çeşitlilik içinde beni yarattıklarının en şereflisi olarak halk ettiğini düşünüp Yüce Rabbime sonsuz hamd ederim diyerek minnet duydum… Yaratılan her nesneyi benim önüme serdi ve bana akıl ile iradeyi lutfetti, dahası “hilafetini” bahşetti… Hiç yaratılanla Yaratan kıyaslanabilir mi? Asla… Ürperdim titredim en büyük ve tek büyük O’dur… O halde gönülden ihlasla söyleyelim yürekten Allahuekber, ve tesbihim bir anlam kazandı, kulluğum bilinçle dile geldi…
- Allah sana yȃr ise dünya sana kȃr olur,
Dünya malı yȃr ise ahret sana dar olur…
- Düşündüm; insanlık tarihinde zaman içindeki birikimlerle bilgi düzeyimiz gelişmekte ve olgunlaşmakta, önceki “doğru”lar zamanla değişebilmekteler. Zȃhir ilimlerdeki gelişmelerle bugün daha önce bilinemeyen veya yanlış bilinenler, değişmekte ve daha doğru olana ulaşılmaktadır. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi v.d. ilimlerde deneylerle “doğru”ya yaklaşmak zamana koşut olarak artmaktadır. Birçok somut örnek verilebilir. Aklıma gelen bir örnek geçen yüzyılda zararlı görülmeyen sigara bugün ölümcül bir zararlı olarak biliniyor… Zȃhir ilimlerdeki evrimsel gelişmeler, benzer şekilde, soyut alanda özellikle din anlayışı ve “doğru”larının da irdelenmesini düşündürüyor. Din konusunda, insanoğlu kadar eski inanç sistemleri, dinler tarihinde anlatılmaktadır. Tarih boyunca insan evrim geçirmekte, aklını kullanabilmek ve deneylerden sonuç çıkarmakta giderek gelişmektedir. Yani beşer denen canlı türünden aklını öne çıkaran “insan” olmaktadır. Semavi dinler işte bu aklını kullanabilen insanlar için yaratıcı Yüce Allah tarafından peygamberler vasıtasıyla gönderilmiştir. Zaman içinde basit din kuralları en mükemmel olan İslami değerlerle kemȃle erdirilmiştir. Dini “doğru”lar Kur’an-ı Kerimde zikredilmiş ve Hz. Muhammed (sav) tarafından hayatta örneklendirilmiştir.
Sonuç olarak zȃhir ilimlerdeki en son bilgiler en doğru bilgiler olmaktadır. Benzer olarak din konusunda da en son peygamber
(Hatem-ül Enbiya) en doğru din kurallarını Allah (cc) adına getirmiş ve uygulamıştır. Bize düşen “doğru” yoldan ayrılmamaktır… En doğrusunu Allah(cc) bilir…
- Herkes biraz haklıdır. Haklılık miktarıysa o insanın aklıdır… İnsanlar noksanlıdır, birazını tam sanır… İşte bu yanılgıdır, bu yanılgı insanı doğru yoldan çıkarır…
- Bir görevin, bir işlevin var ki burada varsın, bir görev veya işlevin kalmaz ise sen burada kalmazsın…
BİZDE BİR ŞEY YOK …
“Ona kendi ruhumdan üfledim.” (Sad: 72)
“Kendi içinizde de, görmüyor musunuz?” (Zariyat: 21)
“Siz öldürmediniz onları, Allah öldürdü onları. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı. İnananları kendisinden güzel bir imtihanla denemek için yaptı bunu. Allah; işitendir, bilendir.”
( Enfal: 17 )
“Gaybın anahtarları O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde olanı da bilir. O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Toprağın karanlıklarındaki bir dâne, yaş ve kuru her şey apaçık bir Kitap'ın içindedir.”
( Enam : 59 )
“Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız.”
(Kaf: 16)
...
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre,
Hadis-i Kudsi:
“Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim. Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim.” (Buharî.)
Bâyezid-i Bestâmî -Kuddise Sırruh- (753- 848)
Cezbe ve vecd halinde iken söylediği bazı sözlerini muasırları anlayamadılar.
“Kendimi tesbih ederim, şanım ne kadar yücedir!”, “Çadırımı arşın hizasına kurdum.” gibi bazı sözleri üzerine çeşitli ithamlarda bulundular.
Yunus Emre -kuddise sırruh- hazretleri (1240-1321) buyuruyorlar ki:
“Ben ben değilim ,
Bir benliğim var bende, benden içeri.”
Hallâc-ı Mansur -kuddise sırruh- Hazretleri (858-922)
919 yılında, Hakk’ın tecellisine mazhar olduğu bir anda “Ene’l-Hakk = Ben Hakk’ım!” sözünü söylemiş ve bazı kendini bilmez zȃhiri alimlerin hasedlerini izhar ederek bu sözü çarpıtmaları, onu küfürle damgalayacak ve katlini isteyecek kadar ileri gitmeleri üzerine halife Mutasım tarafından işkence edilerek yakılmıştır.
Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbni Arabi hazretleri (1165-1240) tasavvuf ıstılahında yer alan Vahdet-i Vücȗd kuramında,
var olanın sadece Allah olduğunu, etrafımızda gördüğümüz eşyanın Allah’ın isim ve sıfatlarının bir gölgesi olduğunu, bu gölgenin de gerçek olmayıp hayali olduğunu, böylelikle asıl var olanın sadece Allah olduğunu savunur. Kısaca Vahdet-i Vücȗd, nereye bakarsan bak Allah’ı görmüş olursun der. Yani aslında “her şey O’dur” (Heme O’st).
Vahdet-i Şuhud teorisi ise, İmam Rabbani’nin (1563-1624) sistemleştirdiği tasavvuf felsefesidir. Bu teori Vahdet-i Vücȗdu tamamen reddetmez ama eksik kaldığını bildirir. Kısaca bu teori’ye göre, eşya yani ȃlem, bir gölgedir ve her şey varlığını Allah’tan alır. Dolayısıyla gölge (Allah değildir ama) Allah’tandır. Yani her şey O’ndandır. (Heme ez O’st).
Naçizane inancım “ Hem O’ndanız hem O’yuz”
…
Yukarıda yer alan ayet, hadis ve veliyullah sözlerini iyice düşünelim ve anlayalım ki biz hiçiz… Hiç olanda ne olabilir ki? O halde “Bizde bir şey yok” efendim…
Biz Allah’tan bir kul olarak zȃhirde yaratıldık, bir ilahi gaye için hikmet içinde zuhura geldik…
Bu ȃlemde görevimiz belli; önce ne olduğunu, nereden ve neden geldiğini yani kendini bil, nefsini tanı Rabbini bil… İman et, yürekten inan ve kul olarak sana emredileni yap ki, Allah(cc) senden razı olsun, sana aşkını versin senden işlesin…
Her namazda, her Fatiha’da olduğu gibi daima sırat-ı müstakim’i iste O’ndan… Doğru yolda olup hayırlı işler yapanlardan ol, bunları yapabilmek için daima O’ndan yardım iste, daima yalvar dua et O’na… O senin dualarınla seni doğru yola (hidayete) iletecektir. Senin olgunlaşman yani kemȃlata ermen için oluru verecek olan O’dur… Şayet ol der ise, bu fȃni dünya hayatında kemȃlata erersin ve gerçek kaynağını bilir O’na dönersin…
Özetlersek, düşün, iman et ve dua et, O’ndan iste, de ki; “Bizde bir şey yok efendim” , nolur hidayetini ver bize, sevip seçtiklerinden kurtuluşa erenlerden eyle, sırat-ı müstakim’den ayırma, kulluğunu tam yapalım ve lütfunla Kȃmil İnsan olalım… Amin…
TEK
Evvelde aynı idik ahirde aynıyız biz
Biz demek sözgelimi evvel ahir TEK’iz biz
Bȃtında vahit iken zȃhirdeki kesretiz
Biz demek sözgelimi evvel ahir TEK’iz biz
Sorma neden böyleyiz Hakk diledi öyleyiz
Bizden işleyen Allah görünen bir hiçiz biz
Yansıyan Hakk zȃhirde, çirkin yoktur, güzeliz
Biz demek sözgelimi evvel ahir TEK’iz biz
Dost Eminim diyor ki düşününüz biz kimiz
Çeşitli güzellikte gülistanda gülleriz
Kulluktur görevimiz aslımızı biliriz
Biz demek sözgelimi evvel ahir TEK’iz biz
BU HAYAT
Düşün bu hayat nedir ki?
Şüphesiz bize empoze edilen değil ki…
Yaşamak; bir lokma ekmek, bir yudum su
Yaşamak; gündüz çalışmak, gece tavşan uykusu
Yaşamak; nefes almaktır doğrusu…
Bu kadar basit ve yalındır hayat, yarına çıkacağın meçhuldür, heyhat…
Gözde büyütsen ne olur, büyütmesen ne?
Geleceği düşünüp durma, bu endişeler ne…
Düşün ama Hakk’ı düşün, hakikat ne onu düşün…
Nerden geldin, neden geldin, işlevin ne, görevin ne onu düşün…
Kulluk eyle Yüce Hakk’a, rızaya er ol murtaza, yükselirsen hakikata dönüşürsün tek olana…
Varlığını yoklukta bil, yaşar iken ölmeyi bil, var olan O, ezel, ebed, tecellini sen O’ndan bil…
Ne sen varsın ne de başka, hep O vardır güzel dostum, görüntüsü başka başka…
Kesretteki vahdeti gör, her yönünde Güzel’i gör, düşeceksin gerçek aşka…
Her görünen bu ȃlemde çeşit çeşit çeşitliktir
Kalp gözüyle bakar isen her oluşum güzelliktir
Kimi ölür kimi olur, her an şanda olan O’dur
Kalp gözüyle bakar isen her oluşum güzelliktir
Gelen giden acaba kim, zȃhir bȃtın kimdir mukim
Bȃki olan yalnız Hakk’tır, hikmeti çok O’dur Hakîm
Her zerrede bir hareket, oynatan kim oynayan kim
Kalp gözüyle bakar isen her oluşum güzelliktir
Bu kȃinat bir aynadır kendi bakar kendi görür
İsim, sıfat, ef’al O’nun her güzellik O’ndan gelir
Ne isterse hemen olur arif olan bunu bilir
Kalp gözüyle bakar isen her oluşum güzelliktir
Dost Eminim bu ne iştir gördüğün hep güzelliktir
Yaratanı bilir isen yaratılan güzelliktir
Hikmet vardır her oluşta bunu bilmek güzelliktir
Kalp gözüyle bakar isen her oluşum güzelliktir
05 / 06 / 2009
SONSUZLUK
En aşağıdaki en küçük birim en yukarıdaki en büyük birime ulaştığında devr-i daim tamam olur ancak bitmez bu devir, sonsuz niceliklerde ve sonsuz niteliklerle devam eder durur… Sonsuzluk bir tanımlama olarak soyutta ve somutta her yönde söz konusudur ki havsala almaz… Bu sonsuzluğun içinde alttan üste doğru çıkmaktayken bulunduğun koordinatta kendini sen sen olarak görürsün de bütünlüğün içinde bir nokta olduğunu ve değişimi fark etmezsin… O sonsuz devr-i daim içinde bir eleman, bir parçacık olarak kendini küçük görme, nitelik olarak sen çok ulusun… Sen olmadan “bütün” eksik kalır yani BİR tam olmaz… Bu farkı fark edenlerden olursan ya Hallac olursun ya da Bestami gibi “cübbemin içinde şanım ne yücedir ..” der durursun…
Değişim süreklidir. Sonsuz büyüklükteki sergi salonunda sonsuz çeşitlilikte eserler sergilenmekte ve değişim, dönüşüm her an sürmektedir. Bu sonsuzluğu havsalası alan beri gelsin, hayret ki ne hayret… Evet, hayret makamından geçelim ve yakınlaşalım O’na, ülfete ulaşalım ki kutsal kaynağımızı bilelim, kendimizi nur topunun içinde bir nur huzmesi olarak bulalım…
Yüce Allah seni, beni yarattı, ruhundan üfledi de aşağılara bu deni dünyaya attı… Devr-i daimin bu noktasından yüksel insanoğlu, taa yukarılara tırman ki yerin orasıdır, hakikatin orada… Muradın iradenle gerçekleşecek, şu fȃni görüntün Bȃki olanla birleşecek…
Noktaya bakalım sonsuzu görelim, nasip eylesin Allah hakikata erelim, her yerde mevcuttur O, bunu bilelim, amin…
HER YERDE
"Arama beni gökte
Her yerdeyim görsene
Sorma sakın kimseye
Seninleyim bilsene
Sıtkı bütün kalp ile
Duanı edeceksin
Ne olursa ȃlemde
Allahtan bileceksin
Cüzi irade sanma
Her hareket bendendir
Herkeste başka esma
Sırra eren bilendir
Eğil yerlere kadar
Her yanında mevcut Hakk
Noktadan sonsuz çıkar
O'dur görünen Mutlak"
Dost Emin seni bilir
Her yerdesin Allahım
Nice mucize görür
Gönüldesin Allahım
ÖFKE
Yanıldım öfkelendim yine. Ne hakla, kime neden kızdım, neden sinirlendim, ben kimim, karşımdaki kim?
Allah “Ol” dediğinde cansızdan canlıya her seviye ve her çeşitlilikte mahlȗkat var oldu… Beşerden gelişti, insan oluştu, olgunlaştı da “Kȃmil İnsan” oldu. Peki, ama bu oluşum bir kez oldu da öylece kaldı mı? Hayır, her an O “Ol” demekte ve her an bize aynı görünen farklı ȃlemler yeniden oluşmakta, sanki sonsuz ışık huzmesi bir yanmakta bir sönmekte… “Bȃtın” ken “Zȃhir” , “Zȃhir” ken “Bȃtın” olmakta…
Gelelim biz fȃnilerin gördüğüne. Perdelenmiş gözlerde görünen zuhur etmiş Hakk tecellisi değil de sanki ayrı bir varlıkmış gibi şaşırmakta, aldanmakta insan…
Bir hata mı gördük hemen tepki gösterip tenkit ediyoruz, öfkeleniyoruz.
Dostları ilə paylaş: |