Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş
Bürhân arardım aslıma aslım bana bürhân imiş
Sağu solu gözler idim dost yüzünü görsem deyû
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş
Öyle sanırdım ayrıyam dost gayrıdır ben gayrıyam
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş
Savm-u salâtu hac ile sanma ki biter zâhid işin
İnsan-ı kâmil olmağa lazım olan irfân imiş
Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana hakka’l-yakîn
Mürşîdi olmayanların bildikleri gümân imiş
Her mürşîde dil verme kim yolunu sarpa uğradır
Mürşîdi kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Anla hemen bir sözdürür yokuş değil düzdürür
Ȃlem kamu bir yüzdürür gören onu hayrân imiş
İşit Niyâzi’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün
Hak’tan âyân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş
SEN’SİN…
Sen’sin, Evvel, Ahir, tek olan…
Sen’sin, Zȃhir, Bȃtın, var olan…
Sen’sin, ȃlemleri yaratan, Sen’sin yokluktan varlık yapan…
Yoktu bir şey Evvel’de, tek sen vardın o yerde, elan
yine öyledir, görünensin her yerde…
Sen yarattın her şeyi, kendine ettin ayna… Bizi yarattın burda, böyle fȃni boyutta, ayrı ayrı sıfatta, işlersin her mahlȗkta…
Sen’sin Cemȃl sevgilim, Sen’sin Celȃl bildiğim…
Kimini “ şaki ” yapan, kimini “ said ” kılan, ayrı kaderler yazan, Sen’sin yüce yaratan…
Dünyayı yarattın ki insana beşik olsun, insan-ı kȃmillerin sana halife olsun…
Dünya nimetlerini insana Sen verirsin, insanoğlu ne yapsa rızkı verecek Sen’sin… Kimine çok verirsin, kimine hiç vermezsin, şüphesiz ki Rezzak’sın hikmeti Sen bilirsin…
Sen’sin kararı veren, aldanır “ ben, ben “ diyen…
Sen’sin bizden işleyen fiilleri var eden, sıfatı bize veren…
Akıl, mantık biliyor, gönül gözü görüyor, vücȗd Sen’den geliyor…
Sen’sin her an tek olan, mevcudum demek yalan…
Fail Sen’sin fiil senden, vasıtan çok biri biziz
Mevsuf Sen’sin sıfat Sen’den, görünen çok biri biziz
Mevcȗd Sen’sin vücȗd Sen’den, tecellin çok biri biziz
Fail, mevsuf, mevcȗd Sen’sin, gayrı yoktur Sen’den mutlak
Kesretteki Vahid Sen’sin, enfüs, ȃfȃk olmuş hep Hakk
Görünensin, gören Sen’sin, görünene gönülden bak
Bȃtın’daki Mevla Sen’sin, halk görünüp Zȃhir’desin
Hem işiten hem konuşan Sen kendinden kendinesin
Vahdet iken kesrettesin mevcȗd Sen’sin yine Sen’sin
Cem etmişsen her bir Cem’i, Sen’sin Vahdet, Sen’sin kesret
Evvel, Ahir, Bȃtın, Zȃhir gördün bildin Hakk’a şükret
Menbaıdır tüm esmanın, tek Hakk vardır daim zikret
Kayıt kalktı mukayyetten, intikali Muhammed’den
Hakka’l-Yakîn olan kim ki? Allah işler Habib’inden
Her şey gider BİR şey kalır, ezelinden, ebedinden…
**
Nice şükür edelim, hamdimizi bilelim, güzel Mevla’yı burada gönlümüzde görelim…
Enfüste ve ȃfȃkta Allah tektir varlık tek, tevhidi yaşayalım benliği edelim terk…
Olalım gerçek mümin hem gönlümüz mutmain, Elhamdü lillahi Rabbil ȃlemin… Ȃmin…
28 / 01 / 2011
GAZETE
“Göklerdeki ve yerdeki her şey O'nundur. Öylesine yüce, öylesine büyüktür O!” ( 42/4 )
***
Uyanmak üzereydim ama hȃlȃ gözlerim kapalı, yakaza gibi.. Bir gazete elimde sayfalarını çeviriyorum okumak için, fakat bu gazetede her gün okuduğum şekilde bir dolu yazılar, resimler görülmüyor… İlk sayfadan itibaren sayfalar boş.. Boş derken her sayfada sadece bir kaç sözcük var… Bu nasıl gazete diyorum şaşkınlıkla ve diğer sayfayı çeviriyor ve bekliyorum ki alıştığım gazete düzenini göreyim ama nafile, sayfalar birbirine benziyor, çevirdikçe gazetenin kalınlığı yani sayfa sayısı azalacağına artıyor…
***
İlk sayfa ve takip eden sayfalarda sayfanın üst yarısında kocaman ve kalın olarak “O” yazılmış ve alt kısımda her sayfada değişik bir veya birkaç sözcük yine tırnak içinde yazılmış… Sırasıyla aklımda kalanlar şöyle;
“Allah” , “Rahman” , “Rahim”, “Melik” , “Kuddüs”, “Es-Selȃm “ , “Mümin, Müheymin” , “Aziz, Cebbar, Mütekebbir” , “El-Hȃlık, El-Bari”, “Musavvir” , “Gaffar”………“Evvel” , “Ahir” , “Zȃhir” , “Bȃtın” …… “ Bȃki” , “Maşuk” , “Ȃşık” ve ilh….
***
Uyanmak üzereyim artık, içimde bir boşluk ve büyük bir hazla bir hoşluk duyumsuyorum… Gönlüme bu güzelliği verene şükürle kalkıyorum, gözüm boşlukta hȃlȃ, teferruat kaybolmuş, her şey “ O “ olmuş, her yerde tek “ O “ var, gönül O’nunla dolmuş, fikirde “ O “ var, kalp dile gelmiş zikirde tek “ O “ var…
***
“O”
Zikir ettim fikir ettim dün gece
Her şey gitti kalan kimdi? O’dur O
Var olan O, Bir olan O ne şüphe
Her şey fȃni, O’dur Bȃki, O’dur O
Her bir şeyi yaratan kim, O’dur O
Her bir şeyi yaşatan kim, O’dur O
Her bir şeyi kuşatan kim, O’dur O
Ezel, ebed hüküm süren O’dur O
Gördüğümün tarifi yok bir zevkti
Duyduklarım emsalsiz bir müzikti
Varlık Bir’di o da Zȃt’a aitti
Hakikat bu tek ilahım O’dur O
Dost Eminim sırra girdin eyvallah
O’nu duydun O’nu bildin eyvallah
Anlatılmaz zevke erdin eyvallah
Hȃlık O’dur Yüce Allah, O’dur O
PIRILTILAR –VIII-
- Namazgȃh her yerdedir, kıble her yönde… Lȃ- mekȃndır O, arama gökte… Niyetin kulluksa eğer, Allah her an her yerde…
- Arı, çiçek, çiçek dolaşır, peteğine gelir balı doldurur. Sen de değerli bilgilerin içine dal, tefekkürle zihninde fikir balını oluştur…
- İlim kapısından geçmeden ilim şehrine girilmez, Ali’nin vechini görmeden Muhammed’in nuru bilinmez… Ali’dir seni nura götüren, Muhammed’dir aşkı verdiren, veli olan anlar bunları Şah-ı Velayet’tir seni yola götüren…
- Gazabın içinde gizli bir rahmet vardır ki arif olanlar anlar…
- Hayvan hayvanlığını, insan insanlığını yapar, insan kılığındaki hayvan nefs-i emmaresine tapar…
- Hayat bir tiyatro, bizler birer oyuncu, rollerimiz ayrı ayrı… Sahne, dekor, ışık, efekt gibi mekȃnsal oluşumları ve oyunun akışını düzenleyen yönetmen, aynı zamanda figürandan baş role kadar oyuncularını da seçip oyunu yönetmekte… Oyuncular istidatlarına göre sıralanmışlar rollerini oynuyorlar… Sen de içindesin, dikkat et; figüranlıkta kalma başrollere çıkmaya çalış, Yönetmenin dediğini yap, gözüne gir, yüksel… Başrole yaklaşınca göreceksin ki, yönetilen de Yöneten de aynı imiş…
- Mikroskopla araştırsan, teleskopla göğe baksan, kullansan da çeşit çeşit merceği; gözlerinde perde varsa göremezsin gerçeği…
- Nefsin Yezit’dir ki, nice güzelim Hüseyin’leri şehit eder…
- Nefsinin çektiği fiziki mekȃnlarda huzuru bulamazsın ama manevi iklimlerin içinde bulabilirsin…
- Her aile çocuk ister. Çocuk gelir eksileri artı eder, çocuk gelir, artıları eksi eder… Hikmetini Allah (cc) bilir…
- Daim zikir eyleyen tekke dergȃh istemez, daim vuslatta olan “Şeb-i Aruz” beklemez…
- Bazıları Allah’ın varlık ve büyüklüğünü geçmişten gelen eski masallar, efsaneler, menkıbeler ile duyumsayarak
“Allahuekber” der. Çağdaş eğitimli insan ise bilimsel bilgi ve güncel bulguların ışığında fizik, kimya, biyoloji, astronomi vd. dallarda en son bilişlerin, buluşların akıl almaz sonuçlarını yani “El Alim”in ilmini gördükçe şaşırır, titrer, ve yüce yaratanın büyüklüğü karşısında bütün içtenliğiyle “Allahuekber!..” der… Bazıları da tarifsiz bir haz içinde yok olur da varlığı bulur ve nurlara gark olur; “La mevcude illallah” der…
- Kurandaki ayetler indiği dönemde ve o coğrafyada yaşayanlara olduğu kadar günümüz insanlarına da prensipler ve modeller ortaya koymaktadır. O dönemden bu döneme doğru nitelik ve nicelikleri değişen objeleri benzeşim yönüyle düşünüp işlevleri günümüze uyarlamalıyız…
- Hz. Adem’den beri değişmeyen tek kavram “Aşk” dır…
- Ben beni seviyordum, sonra seni gördüm ve ben seni sevdim, anladım ki sen de beni seviyordun, ama o da ne, gördüm ki sen seni seviyorsun… Ȃşık, Maşuk olur Maşuk ise Ȃşık… Bu AŞK nasıl bir şey ki ezel ebed vardır O, tekdir O…
- “Ol” demişse yüce Mevla olmaz, olmaz…
- Allah, çok para verip azdırmasın, çok bilgi verip tozdurmasın…
“MAHBȖB-İ HUDȂ”
Allah (cc) “En-Nur” ismi ile Hz. Muhammed Mustafa ( sav ) efendimizde zuhur edip Muhammed’in nuru ile tüm kȃinatı teçhiz etti, yarattı… Hiç bir mahlȗk o nurdan ayrı olmadığına göre sende de var bende de var…
Muhammed’in nuruyla yaratılmış, donatılmış güzel mümin kardeşim, senden yansıyan da benden yansıyan da Muhammed’den bize intikal eden yüce Allah’ın nuru değil mi?
Ben Allah’ı seversem Muhammed’i, Muhammed’i seversem seni, seni seversem Allah’ı sevmiş olmuyor muyum?
Hadis-i şerifte ne diyor : “ Mümin olmadıkça cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de mümin olamazsınız...”
Yani ben mümin isem mümin kardeşimi severim ki onda “Muhammed-i Nur” vardır, onda yüce Rabbimizin zuhuru söz konusudur…
Bu vesileyle ünlü divan şairimiz Nȃbi’nin bir beyiti
aklıma düştü de anlatayım dedim; Nabi hacca gittiği zaman Medine’ye yakın bir noktada mola veriliyor ve “Mescid-i Nebi” ye yaklaştığı için heyecanlanıyor, kalbindeki Muhammed-i Nur, kalemini aydınlatıyor ve ravzaya yönelip şöylece başlayan bir nȃt yazıyor:
Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ'dır bu!
Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ'dır bu.
(Sabah namazı için camiye yöneldiklerinde müezzinin aynen bu beyti okuduğunu duyarak irkiliyor ve gidip soruyorlar. Müezzin “ Gece rüyamda Resulullah’ı gördüm ve bana bunu okumamı söyledi” diyor…)
Sevgili mümin kardeşim, Nȃbi ravza-i mutahhara’ya yaklaştığında ne gördü bilemem ama ben sende “ Mahbȗb-î Hudȃ “ yı görüyorum, “nazargȃh-ı ilahi” ye bakıyorum…
Sende parlayan “Muhammed-i Nur” gözlerimi kamaştırıyor…
Ben seni seviyorum, “Mahbȗb-i Hudȃ” yı seviyorum..
Ben sende Muhammed’i seviyorum, “Mahbȗb-i Hudȃ”yı seviyorum..
Ben Muhammed’de yüce Allah’ı seviyorum…
“EDEB YA HU “ …
“Lȃ mevcude illa HU”…
ELEST
[ Cenȃb-ı Hakk, ruhları yarattığı zaman, (elestü bi-rabbiküm) buyurdu. Ruhlar da (bela) diye cevap verdiler.
Elestü bi-rabbiküm, (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) demektir. “Kalu Bela” ise, (Evet [Sen bizim Rabbimizsin] dediler) demektir. ( Türkçe olarak “Bela” yerine “Beli” de denmektedir.) ]
Elimde okuduğum kitapta şöyle diyor : .. bütün ruhlar, “ Elestü bi-rabbiküm” makamından sonra, kıyamet gününe kadar, kendi kalıplarında raks ederler, Yüce Rabbimi gördüm derler… ( Muhyiddin İbn Arabi – Gavsiye Risalesi - )
Muhammed Nur el Arabi ise bu bölümün şerhini şöyle yapıyor : .. Yani “ Elestü bi-rabbiküm ” hitabından duydukları haz ile bir an durmaksızın cümle ervȃh raks ederler. Bu hitabın lezzetinden kendinden geçip yanarlar ki bu aşk ateşinin yakması daimidir. Gördükleri, işittikleri güzellikler onları mest eder, neşelendirir, gönüllerinin ferahlanmasına yol açar ..
Aşağıda sunduğum şiiri tam anlayamamıştım, şimdi biraz anladım gibi…
GÖNLÜN FERAH EYLEMİŞ
Ulu Rabbim semadan nurlar saçmış cihana
İçin dışın nurlanmış gönlün ferah eylemiş
Yüce Tanrım dünyada kulum demiş insana
İçin dışın nurlanmış gönlün ferah eylemiş
Halife yapmış seni bu dünyaya göndermiş
Bana ibadet eyle görevin budur demiş
Akıl ile irade bir de aşkını vermiş
İçin dışın nurlanmış gönlün ferah eylemiş
Aklını kullanarak doğru yolu bulursun
Şeytana uymaz isen iradeli olursun
Hele aşka düşersen yanarsın tutuşursun
İçin dışın nurlanmış gönlün ferah eylemiş
Zȃhirde bir kulsun sen niye dünyaya geldin
Bȃtında bir ruhsun sen beden elbise giydin
Aşk için yaratıldın ȃşık oldun titredin
İçin dışın nurlanmış gönlün ferah eylemiş
Sen kimsin ki “O” da kim aynada görünensin
Zȃhirdeki Hakk’sın sen halk diye bilinensin
Maşuk kendine ȃşık, ȃşık denilen sensin
İçin dışın nurlanmış gönlün ferah eylemiş
Dost Eminin kalbine nice güzellik vermiş
Bir gülünü buraya ödül diye göndermiş
Gülistana gir, sen de, kokla gülleri demiş
İçin dışın nurlanmış gönlün ferah eylemiş
Bu dünyaya gönderildiğimde benimle birlikte özümde o hitap ile geldim ; “ Elestü bi-rabbiküm? ” …
Gözüm görmeye başladığında doğanın güzelliklerinde El- Musavvir’e hayran oldum, bitkileri, çiçekleri seviyorken, kokluyorken, hayvanları okşuyorken, gözlüyorken, Ahsen-i takvim olan insanları izliyorken hep içimdeydi o hitap ; “ Elestü bi-rabbiküm? ”
Ya işittiklerim, o sesler, tizden pese her bestede değişik şekilde aynı terennüm değil miydi? Her ses, her müzik ruhumda o hitabı titreştirip beni tarifsiz hazlara ulaştırıyordu; Yine duyuyordum derinden “ Elestü bi-rabbiküm? ”
Yerden kaldırıp başımı gökyüzüne baktığımda o ihtişam neler fısıldıyor kulağıma, yine o hitap değil mi ; “ Elestü bi-rabbiküm? ”
Ezelden beri içimi titreten Rabbimin sesini çeşitli boyutlarda işittim, içimi ferah eyledi buradaki güzellikler…
Benim gibi nice canlı, cansız tüm mahlȗkat tesbih eder, zikir eder ve kendi dillerince cevap verir “Beli” Sultanım, Rabbimizsin der…
Ezelde vurgun yiyen firak içinde inler
Her an her yerde duyar Rabbin hitabın dinler
Yaşamak, hissetmek, duymaktır o ezeli sesi…
Hatırla, dinle, duyacaksın Rabbin ne dedi : “ Elestü bi-rabbiküm? ”... Ve yanıtla kalbinden, “ Beli “ de hemen…
ELEST
Sanma ezelde, “Elest” andadır
Senle birlikte, Rabbin candadır
Uzakta bilme, yakınındadır
“Beli” de hemen Rabbin candadır
“Elest Bezmi” de şimdi burdadır
Bunu bilmeyen aldanmadadır
“Beli” demeyen yanar, nardadır
“Beli” de hemen Rabbin candadır
Rabbini bil sen, O canındadır
Zikret ve fikret, O yanındadır
Dost Eminim der “Elest” burdadır
“Beli” de hemen Rabbin candadır
PIRILTILAR – IX-
- Rüya güzelse nefis der ki hiç bitmesin, uyanma
Dünya hoştur nefsin için, aldanırsın sakın kanma
Hakikati görmek için uyan dostum aldanma
Hakiki güzellik senin içinde, rüyalarda görülür sanma…
- Her şey güzel her şey hoştur o didarı gören için,
Mȃsivayı sevmek boştur o Cemȃl’i seven için…
- İdrȃk arttıkça Yaratan büyür, büyür ve her yeri, her şeyi, her zerreyi kaplar ve sonunda her şey gider “Bir” şey kalır ki işte O, O’dur… İdrȃk eden edilenin içinde yok olur…
- Biyolojik yapıdaki DNA zincirine benzer şekilde insanın manevi yapısını da “esma” ların değişik birleşimleri oluşturuyor ve cüz’i irade ile dualar mutasyon işlevi görüp kişiyi kemȃlȃta doğru ilerletiyor diye düşündüm, en doğrusunu Allah bilir…
- Şeytan bizi kandırmasın / Bir’i iki sandırmasın…
- Nefs-i mutmain olduysan eğer / Şerler dahi hayra döner…
- İnsan kendisinin eksik, noksan, muhtaç olduğunu gördükçe Allah’a yaklaşır. O ‘na bir adım giderse O ona on adım gelir. Onun için eksiğimizi bilelim ve muhtaç olduğumuz Rabbimize dua ile ibadetle birer adım yaklaşalım…
- Fatiha suresinin üstün özelliklerini tarife hacet yok mȃlumunuzdur. Fatiha’da kul olarak yalvarıp Allah’tan bizi “sırat-ı müstakim” e ulaştırmasını niyaz ediyoruz. “Sırat-ı müstakim” öyle bir kavramdır veya ifadedir ki, pek çok özelliği
ortaya koyuyor. Yani “sırat-ı müstakim” ifadesi içinde; sağlıklı bir ömür, helal rızık, hastalığa şifa, dertlere deva, borçlara eda, güç ve kuvvet, sağlam hakiki iman, manevi mertebeler, Allah’ın rızası, peygamberden şefaat ve hayırlı sona ulaşma ile v.b. olumlu şeyleri isteyebiliyoruz… Fatiha her derde deva…
- Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir. (7/179)
..Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz. (21/98)
Yukarıdaki ayetlerde cehennem için yaratılmış insanların olduğu açıkça belirtiliyor. Cehennem, insanın ceza olarak acı ve ızdırap çektiği ortamın adlandırmasıdır. Bu ortam dünyada da yaşanabilmekte olup, bize acı çektiren oluşumlarda etkin olan kötü insanlar bu görev için yaratılmışlar. Allah bizi doğru yoldan ayırmasın ve onları çevremizden uzak etsin, ȃmin… ( Aşağıda bu konuya ilişkin bir şiirim )
Kork insanın hayvanından, hayvan bile korkar ondan
Vahşi odur vahşet ondan, kork insanın hayvanından
İnsan sanma sen onu kılığı insan gibi
Suretine bakma sen sireti hayvan gibi
Zalim odur zulüm ondan, yakar yıkar utanmadan
Cehenneme yakıt ondan, kork insanın hayvanından…
ZİKİR - ZȂKİR
Gecenin bir vakti aniden uyandım, içim bir hoş… Kalbimin attığını duyar gibi, bir saatin tıkırtısı gibi, içime bir ferahlık salan, güzellikler veren bir ses; Allah, Allah, Allah…
Hiç bitmesin bu an, bu zevk taa sonsuza dek sürsün istiyorum, içim huzur dolu; Allah, Allah, Allah … Bu durum bir sızma hali, bir sarhoşluk, belki baygın bir yakaza hali gibi…
Zaten zamanı yitirmiş gibi belleğim, say ki çok öncelerde bir zaman içindeyim veya çok sonralardayım, hatırlamıyorum…
Ancak hayalime bir ayet geliyor, gülümsüyorum…
“Onlar, iman eden ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşan kimselerdir. Bilin ki kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.” (13/28)
Gözlerim kapalı olduğundan kendimi bilinmez bir mekȃnda hissediyorum… Daha doğrusu yer ve zaman dışında, kendimi yok olmuş, sadece huzur içinde tek o sesi dinleyen, tarifsiz bir duygu birimi gibi görüyor ve o güzel terennümü dinliyorum; Allah, Allah, Allah…
Bu eşsiz güzelliği devam ettirmenin sırrı “zikrullah” …
Bir şiir geliyor zikirle ilgili,
Süpür gitsin mȃsiva, süpürgen zikrullahtır
Enfüs, ȃfȃk olsun pak, temizlik zikrullahtır
Dilin kalbin zikretsin “haneyi mamur” eyle
“Padişah konar” belki zikrini daim eyle
Su bedeni yıkarken zikir ruhunu yıkar
Tertemiz olur insan benlik gider Hakk çıkar
Abdestin tamam olur zikrullahla beraber
İbadetin farz olur Hakk seninle beraber
“Sen çıkarsan aradan tek O kalır; Yaradan”
Zikrullaha devam et zȃkir olur Yaradan
Hem namazı O kılar hem orucu O tutar
Zekȃt verir hac yapar kendi kendine tapar
Dost Emin zikir eyle her an ve de her yerde
Ayan olsun yüce Hakk kalmasın hiçbir perde
Bu zikri yapan “zȃkir” kim, kimden kime bu güzellik?.,Uyurgezer gibi kalkıyorum sadece O var, kalbimde, içimde O’nun sesi; Allah, Allah, Allah…
Zȃkir geldi yerleşti tam kalbime
Allah diye zikri verdi dilime
Zikrettikçe Allah girdi fikrime
Zȃkir geldi yerleşti tam kalbime
Zȃkir geldi nefes verdi zikrime
Kalbim dilim alet oldu Zȃkir’e
Zȃkir, zikir hepsi kendi kendine
Zȃkir geldi yerleşti tam kalbime
Dost emin der hamd-ü sena Rabbime
Emaneti teslim ettim sahibe
Enfüs ȃfȃk tek O kaldı ȃlemde
Zȃkir geldi yerleşti tam kalbime
Abdest almaya yöneliyorum. Beraberiz “ zȃkir “
ile… İkinci bir fısıltı, şiir okuyor sanki…
Abdest alın zikr ile
Nispet fiil yok olsun
Devam et ki zikire
Şirk sıfatın yok olsun
Sesli, sessiz Allah de
Allah, Allah, Allah de
Zikret için pak olsun
Nispet vücȗd yok olsun
Devam eyle zikire
Hakk sende diyet olsun
Sesli, sessiz Allah de
Allah, Allah, Allah de
Fenȃ et sen benliği
Bul yoklukta varlığı
Zikir senden sanadır
İdrak eyle Bir’liği
Sesli, sessiz Allah de
Allah, Allah, Allah de
Dost Eminim abdest al
İçin dışın pak olsun
Kıyam eyle kamet al
Namazın gerçek olsun
Sesli, sessiz Allah de
Allah, Allah, Allah de
Anlıyorum namazı da O kılacak, beraberiz yani… Zaten en evvel O vardı elan yine O var, başka yok ki…
Namaz kılındı, selam verildi… yine ikinci bir ses, şiirle bir şeyler söylüyor;
Selam senden sanadır
Dua senden sanadır
Zikir senden sanadır
Fikir senden sanadır
Ne yaparsan sanadır
Zannetme ki O'nadır
Bir aynaya bakarsan
Selam senden sanadır
Her şeyi O'ndan iste
Tüm istekler O'nadır
Her dileğin verilir
Dua senden sanadır
Sayısı yok tesbihin
Her an zikir O'nadır
Dilden değil kalpten an
Zikir senden sanadır
Etrafa bak O'nu gör
Tefekkürün O'nadır
Düşündükçe titre dur
Fikir senden sanadır
Dost Eminim sırdaş ol
Senin aşkın O'nadır
Maşukunu kalpte bul
Vuslat senden sanadır...
Ben fikirdeyim kalbim zikirde Allah, Allah, Allah… Ben zȃkir oldum, mezkȗr ben oldum, doğrusu her şey flu… Gerisini anlatamıyacağım…
Maşuk ȃşık vuslat etti oldu tek
Bu ne zevktir, bu ne hazdır, bu ne şevk
Dünya gitmiş ukba bitmiş kalan tek
Bu ne zevktir, bu ne hazdır, bu ne şevk
Naz nerede niyaz nerde bu ne zevk
Kimden kime naz niyazın, eyle terk
Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i terk
Bu ne zevktir, bu ne hazdır, bu ne şevk
Dost Eminde gözler yaşlı gönül hoş
Maşukuyla bir olmuşken dünya boş
Aşka düşüp vuslata gir sen de coş
Bu ne zevktir, bu ne hazdır, bu ne şevk…
22 / 07 / 2011
BEYTULLAH
En-Nur, nuruyla habibi Muhammed’in nurunu var etti ve o nur ile tüm kȃinatı yarattı… O nur, bir huzmeler demeti olarak, nur sütunu halinde yeryüzünde bir noktaya iner oldu… O nur demetinden bir huzme Arafat’da suya değdi, toprak balçığa döndü ve Ȃdem can buldu… Ȃdem’den Havva, ikisinden de diğer insanlar canlandı… Hakk’ın nuru ve cemȃli Muhammed’de, onun nuru ve cemȃli de insanoğlunda görünür oldu…
Ȃdemoğlu yani insanoğlu, yakınlarında gökten yeryüzüne inen nur sütununu gördüğünde menşeini hatırladı da tanrısına kavuşmuş gibi oldu… Hz. Şit bu nurlu noktaya bir yapı kurdu buna “Beytullah” dediler, etrafında tavaf ettiler, namaz kılıp secde ettiler…
Zamanla insanlar çoğaldı. Münkirlerin sayısı müminleri geçtiğinde nur görünmez oldu, daha doğrusu sadece müminler görür oldu… Beytullah’ın duvarları da zamanla yok oldu.
İbrahim Halilullah geldiğinde Beytullah’ı yeniden inşa etti ve Kȃbe’yi tavaf etti, müminler sevindi, yeniden tevhid dini İslam geldi…
Münkirler, müşrikler giderek azıttılar ve Kȃbe’yi putlarına tapınma yerine çevirdiler. Nur gökten yere indi ve Hz. Muhammed, nuruyla ışıttı yeryüzünü, şeref verdi, hoş geldi… Putlardan temizlendi Kȃbe ve Müslümanlar ettiler secde… Müminler Muhammed’in nuruna koştular, saf saf halka oldular, namaza durdular, her biri Allah(cc) ‘ın huzurunda Hz. Ȃdem oldular…
***
Tevhide girenler, kalp gözüyle bakanlar şunu görürler; Kȃbe bir taş yapıdır insanın inşa ettiği, ancak o noktada gökten yere inen bir nur sütunu vardır ve etrafında dönüp haşrolanlar birer katre-i nurdur… Müslüman, mümin kullar, yani katre-i nurlar o nur sütunu etrafında halka halka saf olurlar, yeryüzünün her noktasından o halkalardan biri geçer ve merkezdeki nura dönük yüzler Hȃlık’ına secde eder… Gerçekte tam karşısında secde ettiği de kendisine doğru secde eder…
***
-Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zȃtı) oradadır. Şüphesiz Allah'ın rahmeti ve nimeti geniştir, O her şeyi bilendir. ( 2/115 )
-Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir. ( 24/35 )
Dostları ilə paylaş: |