Münafıklar Ve Sıfatları
Belki gençlerin karıştırdığı konulardan biri de münafıkların nitelikleridir.
Münafığın İslam'da özel bir konumu vardır. O, görünüşe göre müslüman, fakat hakikatta kafirdir. Ama İslam dini müslümanlara hükmü, görünüşe göre uygulamalarını emretti. Bu sayede onlar zahiren veya şeklen İslam dairesinin içinde kaldılar. Ama hakikatte onlar Ahirette kafirlerle beraber olacaklar. Hatta onlar cehennemin en aşağı tabakasında olacaklar.
Şeyhülislam İbn Teymiyye bu konuda şöyle diyor: "...Hakikaten küfür iki türlüdür: Küfr-i zahir, küfr-i nifak. Ahiret ahkamı sözkonusu olunca, münafığın hükmü, kafirin hükmü gibidir. Ama dünya ahkamına gelince, münafığa müslümanlara uygulanan hükümler uygulanır." 54
Bu konu çokça tekrarlandı. Ben onu kısaltarak ar-zediyorum.
Misal göstererek (bu münafıktır, öldürülmesi gerekir) şeklinde diyemeyiz. Buna hakkımız yoktur. Birçok olayda Hz. Peygamber (sav) münafıklara -gerçek yüzlerini bilmekle birlikte-yüzlerinemünafıkdenme-sini yasakladı. Onlara zahire göre muamele yaptı. Kendisine yasaklananıncaya kadarcenaze namazlarını kıldı. Bundan dolayı gençler şaşkınlığa düştüler. Bu iş kendilerine karışık geldi. Münafıklar hakkında va-rid olan sıfatlan müslümanlar hakkında da kullandılar. Böylece iş karmakarışık hale geldi. Cenab-ı Hak, münafıklar hakkında şöyle buyuruyor: "Onların sadakalarının kabul edilmesini engelleyen onların Allah ve Rasülünü inkar etmeleri, namaza ancak üşenerek gelmeleri ve istemeyerek sadaka vermelerinden başka bir şey değildir."55
Münafıklar hakkındaki bu ayeti müslümanlar hakkında kullanmak caiz olmaz. Her ne kadar münafık -şeklen- mü slu inanlardan olsa da... Biz bu yönde yürüdüğümüz takdirde tüm çirkin sıfatlan müslü-maniara atarız. Bundan Allah'a sığınırız.
Prof. Seyyid Kutup ile Mevdudi (Allah her ikisine de rahmet etsin) nin bazı sözleriyle bağlantı kurma.
îmam-ı Malik'e ait güzel bir söz var. İmam diyoki: "Her insanın sözü kabul veya reddedilir. Ancak şu kabrin sahibi (Hz. Peygamber'i işaret ediyor) hariç." Kadri ne kadar yüce, ilmi ne kadar geniş takvada ne kadar ileri olursa olsun her insan hatadan masum değildir. Ancak Rabbinden haber getiren risalet sahibi Peygamber müstesna... Onun dışındaki her kişinin hata etmesi de, isabet etmesi de caizdir.
Her ictihad ve görüşün kıymeti, ancak meselenin delili ile kıymet kazanır. Nice büyükalimler, vardır ki, küçük meselelerde hata etmişlerdir. Nice tanınmamış ve meçhul kalmış alimler de vardır ki, noksanını gidermiş ve doğru yolu bulmuştur.
Seyyid Kutub, Mevdudi ve benzerleri bu kaidenin dışında kalmazlar. Hiç bir kimse, bu iki kişinin ilimden en büyük ve en yüce nasibi almış oldukları hususunda tartışma gücüne sahip olmasa da, islam dünyası bu iki kişiden daha âlim olan zatlardan hiç bir zaman mahrum kalmamıştır. Fakat o ikisini ayrıcalıklı yapan husus, her şeyi hatta kendi milletlerinden bü-yükadamlann kanlarını ve canlannı dahi ticaret aracı yapan zalim yöneticilere karşı verdikleri soylu mücadeledir.
Şehid Seyyid Kutup "Ebu Cehil'ln karşısına dikilip, onunla mücadele ediyordu. Sonunda Moskova'yı 56 razı etmek maksadıyla onu zulmen ve kahpece öldürdü.
Hz. Peygamber (SAV) bu konuda şöyle buyuruyor: "Şehidlerin en faziletlilerinden birisi Abdul-Mut-talib'in oğlu Hz. Hamzadir. Diğeri ise zalim yönetici karşısına dikilerek hak sözler söyleyen ve onu kötülüklerden meneden, bunun üzerinede yönetici tarafından şehid edilen kimsedir",
Seyyid Kutup eğilseydi ve ikiyüzlülük yapsaydı, elbette akranlarının istediği dünyalıkların daha fazlasına sahip o.îurdu. Mevdudi, bir çok defa, hak uğrundaki cihadından ve tavizsizliğinden dolayı idama mahkum oldu. Her defasında müslümanlann uyanıklığı olmasaydı onun sonu da Seyyid Kutubun sonu gibi olurdu. Şehidlerle, sıddıklarla ve Peygamberlerle birlikte ne güzel sonuç. Onlar ne güzel arkadaş...
Bu iki yiğidin cihadı, İslama ve islam ümmetine yaptığı hizmetleri inkar edilemiyecek kadar büyüktür, hatta bir çoklarının boyunlarının koparılmasından daha önemlidir. Fakat bu onların söylediklerinin tümünün doğru ve hatadan arınmış olduğu şeklinde anlamayı gerektirir mi?
İmam'ı Ali (r.a)nin şöyle dediği nakledilmiştin" İnsanları, hakkın ölçüsüyle tanıyın. Hakkı insanların ölçüsü ile tanımayın." Yani diyor ki insanları hakkın ölçüsüne göre değerlendiriniz, hakkı insanların ölçüsü ile değil. Onlan hakka olan yakınlık ve uzaklıklarına göre yerleştiriniz. İşi tersine çevirmeyiniz. Aksi halde hakkı insanların ölçüsüne göre tanırsınız. Bunun sonucu olarak ta adam size öyle tanıtır, sizde, adam mücahit veya alim ya da sadık,takva sahibi olduğu için hakkı onunla beraber düşünürsünüz.
Seyyid Kutup ve Mevdudi'ye yöneltilen ilmi bir eleştiri onlann ne değerlerini düşürür ve ne de cihad-lannı azaltır. Bununla ilgili olarak Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Bir kişi ietihad eder, içtihadında da isabet ederse ona iki sevap vardır. Şayet İçtihadında hata ederse bir sevap vardır." Çünkü kişi bütün gücünü sarfetmiş ve hakikat için çalışmıştır. Ama başaramamıştır, bundan dolayı da mazurdur.
Ne var ki bir müetehidin hatasını öğrenen müslü-mana bu filanın içtihadıdır, o benden ve falan falan alimlerden daha üstündür, şeklindeki bir delil sebebiyle uyması, onu izlemesi gerekmez. Bir alimin üstünlüğü, dürüstlüğü ve takvası delillerini güçlendirmez, ietihadmdaki hatasını doğru gösteremez.
Ben bunları, adı geçen iki mücahidin genel olarak müslümanlann, özel olarak ta gençlerin gönüllerinde taht kurduklarını bildiğim için yazıyorum. Eskiden şöyle denirdi: "Kapkaranlık gecede dolunay kaybolur" Yine şöyle söylenir: "Cimri cimrilik etse" canı ile cömertlik ederHalbuki can ile cömertlik yapmak cömertliğin son noktasıdır."
Kutupların gecesine benzeyen ümmetimizin upuzun gecesinde, rnüsîümanlar, geceyi süsleyen dolunaya değil, doğan yıldıza üzülüp ahuvah ettiler.
İnsanların hakkı konuşmakta ve yiğitlik göstermekte cimri davrandıkları, onurlarını ucuz fiata sattıkları bir dönemde, İsrail'in yenilgi ve zillet dolu kadehler sunduğu korkak yöneticiler tarafından şehid edilmiş Seyyid Kutup ve arkadaşları gibi, Mevdudi gibi kişilerle islam ümmetinin bağlantı kurmasına şaşmamak gerekir. İslam ümmeti, kendi mustaz'aflarmm dışında korkak yöneticiler için ne bir şeref ve ne de bir erkeklik bildi. Hatta arkalarını Amerika'ya veya Rusya'ya dayayan bu hain, düşmanlarına işkence ettirmekten aciz kaldı. Tutukevlerinde onlara en güzel muamelede bulundu. Bana bazı gençler anlattı: Biz, tutukevinde bazı komünistlerle, İsrail'li casuslarla ve bazı Yahudilerlebirlikte idik. Komünistlerin ve casusların hatta Yahudilerin aileleri onları ziyaret ediyorlardı. Onlara güzel ve insani davranışlarda bulunuyorlardı. Onlar aileleri tarafından düzenli olarakziya-ret ediliyorlardı. Onlara sandüviç, çay ve şeker veriyorlardı. Halbuki Müslüman gençler her şeyden mahrum idiler. Bir defasında Yahudi kadın şarkıcı (Necva Salim)yı kardeşlerini ziyaret ederken görmüştük. Kadın onlara birkaç gün sonra serbest bırakılacaklarını haber verdi. Bu aynen gerçekleşti. Bu yahudi kadın şarkıcının Mısır ordusunun yükünü hafifletmek için konser verdiği hala hafızalardadır. Düşünün bu hangi savaş, hangi konser? Aksine kendisinden İsrail ile savaşması, onu, yenmesi istenen bu hangi ordudur ki, "mücahide" şarkıcısı yahudi casusu çikıyor.Salim Ali el-Behensavi şöyle diyor: "1967 yenilgisinden sonra tutuklanan yahudiler ve casuslar, İh van'a yapılan muameleye oranla kendilerini cennetlik sayabilecekleri bir muameleye tabi tutuldular. Hatta posta paketleri, mektuplar ve ziyaretler "İhvan"a yasaklanmıştı. Hükümet Yahudileri Ebu a'bel tutukevinde ve sonra da Tarra tutukevinde onlarla birlikte korumaya mecbur kalınca ve önce yahudilere bu imkanları kullanmaya izin verince, İhvan'a cia izin vermeye mecbur kaldı. Hükümet 1970 yılında "Göç Bayramı" münasebetiyle onları salıverince "îhvan"a ziyaretleri yasakladı. Bu yasak 15 Mayıs 1971 tarihine kadar devam etti. 57
Komünistlerin durumu ve tutuklanmaları bilinen bir şeydir. Kuruçef'in ziyaretinden önce tümünün salıverilmesi gerçekleştirildi. O vakitler Kuruçef'in bunu şart koştuğu haberi yayılmıştı. Bunun üzerine "Ebu Cehil" hemen gereğini yaptı.
Abdusselam Arif,Seyyid Kutub ve arkadaşlarının durumu hakkında tavvassutta bulununca, kendisine hiç kimsenin idam edilmiyeceği sadece bir miktar tutuklu kalacakları, söylenmişti. Abdulselam vefat edince, zanlıları mahkeme huzuruna çıkardılar. Mahkeme başkanı kendilerine Abdusselam Arifin Ölüm haberini verdi. Sonra hapse atıldılar. Lisan-ı halleriyle sanki hakimler şöyle diyorlardı: "Sizin için tavassutta bulunan bu adam öldü. Hemen kendi başınızın çaresine bakın."
Bu ve bunun dışındaki sebeplerden dolayı gençler, bu iki kişiyle ve kitaplarıyla bağlantı kurdular. Bunun üerine bazı hükümetler bu iki zatın kitaplarını, hatta özel kütüphanelerden bile, toplatma karan aldılar. Buda yeni bir aklama ve güvenirliği pekiştirme oldu. Özellikle de, yirmi yıldan beri despotizm vebasının kasıp kavurduğu Mısırda... Hala günümüze kadar Mısır'da bu kitaplar gün ışığına çıkamamıştır.
Bundan ötürü Seyyid Kutup ve Mevdudinin görüşleri bu gençliğin azığı olmuştur. Ama doğruyu söylemek gerekirse gençler, bu iki zatın söylemediği şeyleri onlara söylettirmişler, bazan anlaşılmaz neticelere ulaşmışlardır. Halbuki bu iki şahsın (Allah her ikisine de rahmet etsin) kitapları elde mevcuttur. Onlara başvurmak kolaydır.
Mevdudi'nin "Dört Terim"i
Mevdudi "İlah" "rab", "ibadet" ve "din" kelimelerinin anlamlanın araştırdı, o, bu kelimelerin anlamlarının İslam geldiğinden bu yana, çok değiştiğini ve başka şeylerle karıştığını, hatta müslümamn inançlarına ve anlayışına çok şey karıştığını; ibadetinde bilmeden nerdeyse küfre yaklaşmakla beraber, akidesinin ve ibadetinin doğru olduğuna inandığını, ileri sürmektedir.
Biz, önce onun sözlerini tam olarak nakletmeye, sonra da tartışmaya çalışacağız. Mevdudi "Kur'an'da Dört Terim" adlı kitabında şöyle diyor:
"...Kur'an'ı Kerimi incelemek ve mana derinliğine inmek isteyen kişinin, bu dört kelimenin dosdoğru manalarını anlaması, kapsamlı ve eksiksiz anlamlarını öğrenmesi gerekir. İnsan "ilah"ın ne olduğunu, "rab" kelimesinin manasını, "ibadef'in ne anlama geldiğini ve "din" sözünün neye ad olarak verildiğini bilmediği takdirdi, şüphesiz Kur'an tümüyle onunnaza-rında manası anlaşılmayan işe yaramaz bir söz yığınına dönecektir. O kişi tevhidin hakikatini anlayamaz veya şirkin mahiyetini ka vrayamaz, ya da ibadetini ve dinini yalnızca Allah'a tahsis edemez. Yine bu terimlerin anlamı insanın kafasında kapalı ve anlaşılması müşkil, kişinin de bunların manaları hakkındaki bilgisi eksik ise şüphesiz Kur'an'm getirdiği hidayet ve irşadla ilgili her şey; o insana karışık gelir ve Kur'ana inanan biri olmakla beraber akidesi ve amelleri çksik kalır. Çünkü "La ilahe İllallah" sözünü dilinden dü-şürmez ve bununla birlikte, Allah'tan başka bir çok ilah edinir. O kişi Allah'tan başka "Rab" olmadığını açıklamaya devam eder sonra da hakikatta Allahtan başka rablara itaat eder. Çünkü o, tüm ihlas vesami-miyetiyle yalnızca Allah'a kulluk ettiğini,sadece ona boyun eğdiğini diliyle söyler; ama bununla birlikte Allah'tan başka bir çok ilâha kulluk etmeye devam eder. Yine O, bütün gücüyle, Allah'ın himayesi ve koruması altında olduğunu açıkça söyler. Eğer biri kalkıp, onun İslam'dan başjca bir dine mensup olduğunu söylese, ona hücum eder, savaş açar. Fakat bununla birlikte o, çeşitli dinlerin kuyruğuna takılır, kalır. Kuşkusuz o, Allah'tan başkasına dua etmez, diliyle O'nu "Rab" veya "İlah" diye isimlendirir, fakat bu iki kelimeye vaaz edilen manalar bakımından çeşitli rablara ve birçok ilaha sahib olur. Zavallı asla, Allah'a diğer rabîan ve ilahları ortak koştuğunun farkına varmaz. Onu, Allah'tan başkasına ibadet ettiği ve inancına şirk karıştırdığı konusunda uyardığın vakit, elbette sana karşıçıkarveyüzüne bir tokat şakla tır. Ne varki o, gerçekten, Allah'tan başkasına kulluk eder, "din ve ibadet" kelimeleriyle kasdedilen mânâ bakımından, şüphesiz Allah'ın dininin dışındaki bir dine girmiş olur. Bununla beraber o, bilmiyorki, yaptığı ameller, aslında, Allah'tan başkasına ibadettir. Ve yine o bilmiyorki, içine düştüğü durum esasen Allah'ır- hakkında bir hüküm... İndirmediği şeyin dinidir. 58
Bu sözler tehlikelidir. Müslümanları tekfir etmeyi ilham edebilir.
Mananın tamamlanması için bu yanlış anlayışın sebebini açıklamak maksadıyla, Mevdudi'yi biraz daha izliyelim. O, aynı eserinde devamla şöyle diyor:
"Cahiliyye dönemine ve onu izleyen islami döneme bakmak bize şunu gösteriyor: Kur'an-ı Kerim Araplar arasında nazil olup, Arapça konuşanlara sunulunca, onların her birisi "İlah" kelimesinin manasını biliyor, "Rab" sözünün maksadını anlıyordu: Çünkü "İlah" ve "Rab" kelimeleri, eskiden beri onların konuşmalarında kullanıla gelen kelimelerdi. Onlar aynı zamanda, bu iki kelimenin kapsadığı bütün anlamlan da biliyorlardı. Dolayısıyla onların önünde: "Lâ İlahe İllallah" Allah'tan başka ilah yoktur ve onun dışında Rab yoktur, uluhiy etinde ve rububiyetinde onun ortağı yoktur." denildiğinde neye davet edildiklerini bütünüyle idrak ediyorlar ve hiç bir karışıklık ve kapalılık söz konusu olmaksızın bu sözleri söyleyen kimsenin Allah'tan başkasına ne gibi sıfatların yakıştırılma-ması gerektiğini ve ne gibi sıfatlan yalnız ve yalnız Yüce Allah'a tahsis ettiğim biliyorlardı. Böylece küfre sapanlar apaçık bir delil ve bilgiye rağmen küfre sapıyor, ve küfrünün neyle ortadan kalkacağını, Allah'tan başkasının uluhiyyet ve rububiyetini ne şekilde inkar edeceğini bilerek küfre giriyorlardı. Aynı şekilde iman eden de apaçık bir delil ve basiret üzere iman ediyordu. O, bu inancın gereğince, neyin kabul edilmesi, neyin alınması ve neden soyutlanıîması gerektiğini biliyordu...
Ancak bu parlak dönemden sonra gelen çağlarda bu kelimelerin Kur'an'm nazil olduğu dönemdeki yaygın ve doğru asli manaları değişmeye başladı.
Bu dört kelimenin her birisinin anlamı daha Önceki geniş çerçevesinden gittikçe bir şeyler kaybederek daralmaya ve sonunda dar ve sınırlı anlamlar ifade etmeye, kapalı ve kanşık mânâlara gelmeye başladı. Bunun da iki sebebi vardı:
a- Sonraki dönemlerde halis Arapça kaynağının kurumaya yüz tutması ve Selim Arap dil şevkinin
azalması,
b- İslam toplumunda doğup, yetişenlere "ilah", "ibadet" "rab" ve "din" sözlerinin anlamlarından, Kur'an'ın nazil olduğu dönemdeki cahili toplumda yaygın olan anlamlann tümden kalmamış olması... Bunun sonucu şu oldu: İnsanlar için Kur'an daveti'nin gerçek maksadını ve bu davetin özünü anlama imkanı kalmadı..." 59
Ben yukanda geçenler kadanyla yetinmek zorundayım. Halbuki okuyucu yazılanların önemini kavra-ymcaya kadar bundan daha fazlasını nakletmem gerekiyordu.
Hasan el-Hudaybi (Allah rahmet eylesin) nin konu ile ilgili yorumunu Özetleyerek vermek istiyorum:
a- İnsanlar "ilah", "Rab", "İbadet" ve "Din" kelimelerinin gerçek manalarını anlamıyorlardı.
b- Bundan dolayı da, insanlar şehadet kelimesinin gerçek manasım anlamadan ağızlarında tekrarlıyorlardı.
c- Resulullah dönemindeki bir müslüman "Şehadet kelimesini" çok iyi anlıyordu. Bundan ötürü de onun hükmüne itimad ediyordu.
d- Biz, şehadeti söyleyip gerçek anlamını kavramayan kişinin müslümanlığma güvenemeyiz. Şu anda içinde bulunduğumuz durum, şehadet getiren bir çok insanın yaptığı amelin şirk olduğuna şahitlik ediyor.
e- Hayatın bütün işleri ve sistemin tümü, İslam dışıdır. Bununla beraber, bu hayatın içinde yaşayanlar, kendilerinin müslüman olduklarını sanmakta ve şehadet getirmekte ısrar ediyorlar.
f- Bundan ötürü, bir şahsın müslümanlığma hükmetmek için önce şehadet getirmenin hakikatini anlamasını sağlamak gerekir.
Bazılan bunlara başka bir şart daha ekleyerek şöyle diyorlar: Kelirhe-i Şehadeti söyleyen kişinin amelinin, söylediğinin doğruluğuna şahitlik etmesi gerekir ki onu müslüman olarak değerîendirebilelim. Bu konuda delil olarak, Resulullah'a nisbet edilen şu sözü ileri sürmektedirler: "İman temenni ile değildir, fakat iman kalbe yerleşen ve amel ile tasdik edilen şeydir." 60
Bu özetlemeden sonra Hudaybi, metinlerin tartışmasına geçiyor. Özet olarak şöyle diyor:
a- Hakikaten Kur'an'ı Kerim, "İlah", "Rab", "İbadet" ve "Din" kelimelerinin anlamlarını belirliyerek sınırlarını ince ve açık bir şekilde çizmiştir. Cahiliyye döneminde olduğu gibi bırakmamıştır. (Sonra Hü-daybi bu konudaki ayetlerin tümünü veriyor)
b- Üstad, cahiliyye dönemindeki insanların, tümü okur yazar olmadığı ve çeşitli lehçeleri konuşan dağı -nık kabileler olduğu halde, Kur'an'ı okuyan veya dinleyen müslümanlardan anlayış bakımından daha geniş ve daha sağlıklı olduklarını uzak buluyor.
c- Merhum Mevdudi, Nevid ve Hicaz bölgelerindeki her ferdin, şehadetin ne anlama geldiğini ve bu dört kelimenin manalarının neler olduğunu çok iyi bildiklerini savunduğuna göre, bu iddiası delile muhtaçtır.
d- Bu kelimelerin manalarının araplar arasında yaygın olduğu iddiası, onların durumlarını bilmeyi gerektirir. İddia bu yönüyle onlardan hiç birinin yanlış anlamadığı görüşünü pekiştirebilir.
e- Necid, Hicaz ve bunlara komşu bölgelerde yaşı-yan halkın tümü halis Arap değildi. Bilakis Arap olmayan diğer milletlerden olan insanlar da onlarla birlikte yaşıyorlardı. Buna göre o yabancılar bu kelimelerin tam manasını nasıl anlıyorlardı?
f- Hz. Peygamber (SAV)in daveti tüm insanlığaydi. Arap olsun, olmasın şehadet getiren her kişi müslüman olmuştu. 61
Yukarıda maddeler halinde saydığımız hususlara delil olarak şunları söyleyebiliriz:
1- Müşriklerin etrafında döndükleri ve dallarına silahlarını astıkları bir sedir ağacı vardı. Bu sedir ağacının adı "Zat'ü-Envaf'tır. Resulullahla birlikte giden bu müslümanlar, o ağacı görünce, kendilerinin de böyle bir "Zat-u Envat" sahibi olmalarını istediler. Onların bu istekleri karşısında Hz. Peygamber (SAV), "Allahuekber" diyerek tekbir getirdi ve şöyle buyurdu: "İsraitoğultarıtun dedikleri gibi söylüyorsunuz. Onlar da: Onların tanrıları olduğu gibi sen de bize böyle bir tanrı yap" demişlerdi." Bu olay bize, kavmin müslümanhğı kabul etmeleriyle birlikte hangi bilgi düzeyinde olduklarını gösteriyor.
2- Rasulullah döneminde birçok milletler islami-yeti kabul ettiler. Halbuki ne Resulullah'tan ve ne de Halifelerinden, onların anlayışlarını imtihan etme veya onları deneme şeklinde bir olay nakledilmedi. Kim bunu şart koşarsa, şeriat koymuş ve ona ilavede bulunmuş olur.
3- Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Ben, insanlarla Allah'tan başka ilah olmadığına ve benimde Allah'ın elçisi olduğuma şehadet edinceye kadar savaşmakla emrolundum..." Hadiste geçen "insanlar"sözü hem Arab'ı hem de Arap olmayanları kapsıyor. İnsan ne vakit şehadet getirirse, kanını ve canını korumuş olur.
4- Mikdat bin el-Esved olayı, ve Resulullah'la aralarında geçen konuşma, bu konuyu bütün aydınlığıyla izah ediyor. Mikdat anlatıyor: Dedim ki, Ey Allah'ın elçisi, ben bir kafir ile karşılaşsam ve onunla savaşsam, o da kılıcıyla vurup elimi kesse, sonra da bir ağaca sığınarak "ben Allah'a teslim oldum" derse, bu sözü söyledikten sonra onu öldürebilir miyim? Resulullah bana: "Hayır, onu öldüremezsin" dedi. Bu sefer Mikdat: Ey Allah'ın Resulü, o benim bir elimi kestikten sonra bu sözü söylediğine göre, onu öîdüremez miyim?" diye tekrar sordu. Resululîah ona: "Hayır, onu öldüremezsin. Şayet onu öldürecek olursan; O, seni öldürmenden önceki yerinegeçer, sen de o sözünü söylemeden önceki durumuna geçersin. " dedi. Bu hadisi Buharı ve Müslim rivayet etmiştir. 62
Adamın canını kurtarmak için müslümanlığı kabul ettiği şüphesi çok açıktır. Bununla beraber, Resulullah (SAV) Mikdat'm adamı Öldürmesine izin vermedi. Peki müslümanlığına şüphe tozu konmayan insanlara, bu nasıl yapılır?
5- Üsame ve arkadaşı Ensarî, kafirlerden biri ile karşılaştı klan vakit meydana gelen olay da bunun aynısıdır. Üsame anlatıyor: Resulullah (SAV) bizi Cü-heyneliler'in üzerine gönderdi. Sabah vaktibaskm yaparak, onları bozguna uğrattık. Ben ve Ensar'dan bir kişi, onlardan birisinin peşine takılıp, yetiştik, Biz onun üzerine atılınca, adam: "La ilahe illallah" dedi. Ensar'dan olan arkadaşım ona ilişmedi. Ancak ben ona mızrağımı sapladım ve öldürdüm. Geri döndüğümüzde Hz. Peygamber (SAV) bunu duyunca, bana "Ya Üsame, o, (la ilahe ilallah" dedikten sonra, onu nasıl öldürdün?" diye sordu. Ben de: "Ey Allah'ın Resulü, o kendisini kurtarmak için bunu söyledi" deyince, Resulullah bana tekrar: "O, "Lâ ilahe illallah" dedikten sonra mı öldürdün?" dedi ve bunu o kadar tekrarladı ki, kendi kendime: "Keşke o günden önce müslüman oîmasaydım," diye temennidebulundum. Bu hadisi Bu-hari ve Müslim rivayet etmiştir. 63 Çünkü süvariler onu kovalıyordu, göğsüne mızrak saplanıncaya kadar da müslüman olmamıştı ve ne kadar dayanacağını da bilmiyordu.
6-Rivayet edilir ki, Hz. Peygamber, (SAV) amcası Ebu Talibi ölüm döşeğinde iken ziyaret etti. Peygam-ber'imiz ona şehadet getirmesi konusunda ısrar ediyordu ki, Allah katında onun lehinde şahitlik etsin. Eğer amel imanın şartı olsaydı, Resulullah'ın ölüm döşeğinde olan amcasından şehadet getirmesini istemesinin bir değeri olur muydu?
Yukarıda yeterince bilgi sunduğumu zannediyorum. Geriye basit bir şey eklemem kalıyor. Mevdudi-Allah rahmet eylesin- kendisi şöyle diyor:"...kişi Kur'an'a inanmakla beraber akidesi ve amelleri eksik kalıyor..." Bi eksikliği kabul edelim ve soralım:" Eksiklik kafirlikle suçlamayı gerektirir mi? Aynı anda kişinin hem mü'min, hem de kafir olduğuna hükmetme imkanı var mı?
Seyyid Kutup'la Mevdudi İlişkisi
Merhum Seyyid Kutup, Mevdudi'nin birçok görüşünü "Fi-zılal-ıl Kur'an"adh kıymetli tefsirinde iktibas yoluyla nakletmiş ve onlara yorumlar getirmiştir 64 Gençlerse, bu iki zatın sözlerinin soyut mantıki veriler olması hasebiyle kendi kafalarından diğer konulan isbat etmek için kullandılar.
Gençlere;ümmeti tümüyle dininden çıkarıp küfür girdabına atan bu önemli konuyu sorduğumuzda, müslümanların küfre girdiklerini söylediler. Niçin sorusuna ise şu cevabı verdiler: Müslümanlar şehadet kelimesini dilleriyle söyleyip, anlamını bilmiyorlar ve içeriğiyle amel etmiyorlar.
Gençlerden biri: Şeker kutusu tuz ile doldurulsa ve üzerine şeker yazılsa, bu işlem onun tuz olma gerçeğini değiştirir mi?. Bir adama ilaç yazılsa; fakat adam almasa hatta yalan olduğunu iddia etse bu gerçeği değiştirebilir mi?
Ey ateşli gençler bize daha fazla bilgi veriniz, dediğimizde, onlar dediler ki, Peygamber zamanındaki bir müslüman, cahili toplumdan islami topluma geçen bir adamdı. Ama şehadet kelimesini diliyle söyleyip, hicret etmeden yerinde kalan kişi müslüman değildir.
Yukarıda söylenenlere göre topluluklar bu haliyle İslama göre hareket etmiyor. O toplumun amelleri, tutumları, iktisadi, metodlan ve siyaseti tümüyle islam dışı olunca; o toplum da cahili toplum demektir. O toplumun tüm fertleri; bizce delil ve burhan ile aksi sabit olmadıkça küfre girmişlerdir.
Kahire'nin "Medinetülmühendisin" semtinde sohbet ettiğim gençlere dediğimi burada zikrediyorum. Gençlere dedim ki: Sizler Hz. Muhammed (SAV)in getirdiği Allah'ın şeriatına mı uyuyorsunuz, yoksa Yunanlı kafir Aristo'nun mantığına mı? Bu sözün üzerine gençler, tedirgin oldular ve: Allah'a sığınırız, bu ne biçim söz? dediler.
O vakit ben de: Öyleyse banacevap veriniz... Yanımıza bir Yahudi, bir hıristiyan veya bir müşrik genç girse, ve: Aklım İslam'a ve onun getirdiklerine yattı, ben müslüman olmak istiyorum, ne yapayım" dese, ne cevap veririz?
Gençlerden bazısı, ona şehadet kelimesini söylemesini telkin ederiz, dedi. Ben'de: Bunu söylese ve şehadet getirse, o sırada gence bir kalb nöbeti gelse ve oturduğu yerde ölse, hükmü nedir? diye sordum.
Dediler ki: O müslümandir. Ben de onlara: Fakat siz tuzu keşfetmemiştiniz, onun tuz mu yoksa şeker mi olduğunu öğrenmemiştiniz? dedim. Bu sefer gençler: Şehadet getirmekle islam'a girdi." dediler. Ben de: Bu iyi. Fakat siz onu denemediniz. Bakalım ki o şeha-detin manasını anlıyor mu, anlamıyor mu? O, İslam'a ait hiç bir hükmü yerine getirmedi... dedim..
Gençler: Biz ona mühlet verir, toplumun fertleri gibi olacak mı, onların hükmünü alacak mı? diye bakarız. Veya ayrıcalık gösterir ve gerçekten müsîüman olur, dediler. Ben, bu kadarı bana yeter dedim. Zira o genç müslüman olmuş ve şehadet getirmekle müslü-manhğım ilan etmiş oîdu. Bundan başkası olamaz. Resulullah (SAV) döneminden günümüze kadar müslümanîarm bildikleri de bu zaten. Bundan fazlası kabul değil. Şehadet getiren bu adamdan küfrünü ifade eden bir şey zuhur ederse, biz bu noktada, onun küfrüne ve dinden dönmesine hükmederiz, dedim.
Nihayet üzerinde şeker yazan kutuyu gören kişi, kutunun içinde tuz olduğu kanaati kesinleşinceye kadar, onun şeker olduğuna inanacak. Aynı şekilde şa-hedet getirip, müslüman olduğunu ilan eden kişi, is-lamdan ayrıldığı kesinleşinceye kadar müslümandır, aksi değil. Yani islam sabit oİduğu sürece küfür asıl olamaz. Çünkü asıl bulunduğu hal üzere kalır Müslüman, dinden döndüğü sabit oluncaya kadar müslü-manhk üzerine kalır. Fukaha bundan daha da ötede bir görüşe sahip. Onlar diyorlar ki; Halk bir müslümanın küfrünü gerektiren bir durumuna şahit olsa, fakat adam bunu inkar etse, adamın sözü geçerlidir, onların sözü değil. Fukahadan bazısı, "Kur'an'm eksik olduğunu" söylemekle itham edilen kişi gibi O'da hakkında yapılan ithamlarla bir ilişkisi bulunmadığını söylemesini şart koşarlar. Yani bu ithamı yalanlaması gerekir, derler. Bu konuda bu kadarı yeter...
Biz tekrar iman konusuna ve imanın ne ile gerçekleş eceğinedönelim. Meşhur Cibril hadisini elealalım. Cibril (a.s.) Hz. Peygamber (SAV)e geldiği vakit ona bazı sorular sormaya başladı. Sorduğu sorulardan biri de: iman nedir? şeklindeydi. Hz. Peygamber (SAV) şöyle cevap verdi: "Allah'a,meleklerine,hitaplarına,peygamberlerine ve ahiretgününe iman etmendir." Müslim'in rivayetinde:"A//a/z'a; meleklerine, kitabına, O'na kavuşacağına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye iman etmendir." şeklinderivayet edilmiştir.
Cebrail devamlı "doğru söyledin" diyordu. îman bundan daha fazlasına muhtaç olsaydı, elbetteki Hz, Peygamber (SAV) onu açıklardı. Açıklamamış olsay-dı-ki bu imkansızdır- Cebrail mutlaka onun bu hatasını düzeltirdi. Siy ret'te rivayet edilenlerden biri de şöyle: Resulullah yahudilere ait bir koyun sürüsünün çobanına rastladı. Bu sırada çobanda müslüman oldu, ve sürüyü ne yapacağı konusunda şaşırıp kaldı. Resu-lulîah (SAV)da O'na sürünün yönünü sahiplerine doğru çevirmesini ve o tarafa sevketmesini, bundan sonra da koyunların tek başlarına gideceklerini emretti. Sonra İslam ordusu gelip yetişti. Bu sırada çobana bir ok isabet etti ve adam bir rekat olsun namaz kılmadan şehid oldu. Bu olay da, bir insanın yalnızca şe-hadet getirmekle müslüman olduğuna delalet etmektedir. Ebu Hanife'nin "Müsned"inde şöyle bir rivayet yer almaktadır: îbn-i Ebi Revaha'nın koyunlarını güden bir cariyesi vardı. Kurtsürüden bir koyun apardı. İbn-i Ebi Revâha'da cariyeye bir tokat attı. Resulüllah (SAV) bunu öğrenince İbn-i Ebi Revâha'yı azarladı ve şöyle buyurdu: O, esmer, cahil bir kadındır. Hz. Peygamber cariyeye bir adam gönderdi. Cariye huzura gelince. Resulullah ona Allah nerede diye sordu Cariye O göktedir, şeklinde cevap verdi. Hz. Peygamber Efendimiz ben kimim diye sordu :"AlIah'ın elçisisin" diye cevap verdi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem efendimiz: O cariye mü'mindir." dedi ve İbn-i Ebi Revâha'ya, onu azad etmesini emretti. O da azad etti. 65
Dostları ilə paylaş: |