partileşmesi yani siyasallaşması zorunlu olmalıdır.
c-Her siyasal hareketin, devlet tarafından desteklenmesi ve siyasal hareketlerin, eşit devlet desteği dışında, herhangi bir yapı, birey, kurum veya çıkar grubundan finanssal destek almaması gereklidir.
d-Her siyasal hareket içinde, yani partiler içi demokrasi olması gereklidir. Parti içi demokrasi sayesinde, temsilci adayların bölgesel seçimler ile belirlenmesi ve partilerde merkezi bir üst yapının otoritesinin bulunmaması gereklidir.
e-Seçimlerin tümünün gerçek olması zorunludur.
Oysa seçimler sahte ve kurgulanmıştır. Son 3 ABD seçiminin en az ikisinde hile yapıldığı ve başkanın seçilmesinde, eyaletlerde yapılan seçim sahtekarlıklarının ve Supreme Court’un (Yüksek Yargı-Anayasa mahkemesi) siyasi tercihlerinin etkili olduğu açıktır. Mahkeme, seçimlerde sahtekarlık yapılıp yapılmadığı konusunda karar alırken, oy birliği ile değil iki farkla, sahtekarlığın olmadığını ve Bush’un başkan seçildiğini onaylamıştır. İkinci seçimde de aynı sahtekarlık ortaya çıkınca, Bush’a sözde rakip olan demokrat parti adayı seçimden çekilmiştir. 21. yüzyılda ABD’de yapılan seçimler bile gerçek değilse, dünyanın hiç bir yerinde, bugüne kadar yapılmış olan herhangi bir seçimin gerçek olduğu iddia edilemez. Bu mantıkla seçimlerin düzmece olduğu kabul edilirse, temeli tamamen ve sadece seçimlere dayandırılmış olan bir demokrasiden de bahsedilemeyeceği açıktır.
Yine dünyanın hiçbir yerinde parti içi demokrasinin var olduğu iddia edilemez. Merkezi üst otorite, her partide, her zaman vardır ve egemendir. Bu ABD’de de böyledir, Türkiye’de de, Almanya’da, eski Sovyetlerde de. Bu partilerin ilk kurulduğu dönemlerde de böyleydi, şimdi de böyle. Liberal söylemleri olan partilerde de, herhangi bir parti içi demokrasiden bahsedilemez, muhafazakar olanlarda da, sosyalist olanlarda da. Bunun nedeni basittir. Eğer herhangi bir halk hareketinin yerine, kurumsal bir yapı oluşturursanız, söz konusu halk hareketini temsil etme iddiasında, esasen bu siyasal hareketten bağımsız, tamamen ayrı, siyasi, kurumsal bir yapı elde edersiniz. Bu egemen, kurumsal yapı, yani parti, söz konusu siyasi halk hareketini temsil etmek zorunda değildir. Söz konusu kurumsal yapıya egemen olacak bireyler ve bu bireyleri kullanacak olan gizli, yarı gizli veya açık çıkar grupları, söz konusu halk hareketini, yani siyasal oluşumu, kendi çıkarları yönünde kontrol, manipüle eder ve yönetir. Bu her zaman ve her yerde böyle olmuştur. Sonuç olarak gayet spontane ve iyi niyetli, samimi bir şekilde ortaya çıkan halk hareketleri bile, kısa sürede bu yapılanmaya geçilmesi ile, yani kurumsal bir partinin oluşturulması ile, gerçek amaçlarından uzaklaşır ve bir takım çıkar gruplarının oyuncağı haline gelir. Partiye egemen olan çıkar gruplarının, kendi çıkarlarına rağmen, parti içindeki egemenliklerini kendiliklerinden bırakmayacakları açık olduğuna göre, parti içi demokrasinin var olması da imkansızdır.
Diğer taraftan siyasi hareketler, devletten eşit düzeyde destek görmedikleri gibi, siyaset esasen ve tamamen sermaye işidir. Sermayeniz yoksa, siyaset yapamayacağınız açıktır. Dolayısıyla siyasi partileri, dünyanın her yerinde sermaye kontrol etmektedir. Siyasal partilerin arkasında dünyanın her yerinde maalesef finans vardır. Dolayısıyla da siyasetçiler, esasen finansın kuklalarıdır, halkın temsilcileri değil. Paranız yoksa politika yapamazsınız; politik güç oluşturamazsınız; zira halk kitlelerine ulaşamazsınız. Siyasetin paraya dayalı olması, önkoşulsuz bir şekilde, siyasetçileri ve dolayısıyla partileri sermayenin kucağına atmak demektir. Siyaseti direkt ve birebir olarak sermaye kontrol ediyor demektir. Sermayenin ya da mevcut durumda küresel finansın, siyasetçilerin ve partilerin efendisi olduğu gerçeği, mutlak ve kesin olarak, halkın iradesinin sıfır düzeyinde olduğunu gösterir. Bu da demokrasinin, sadece ama sadece demagoji olduğunun gerçek bir göstergesidir.
Yine partileşme veya siyasallaşma, vatandaşlar için ön şart olması gerekirken, bazı durumlarda yasak, çoğunlukla da gereksiz gösterilmiştir. İdealist olanlar dışında, siyasetle ilgilenenler sadece sermaye sahipleridir. Dolayısıyla da halkı yönetecek olanlar, ya ipleri sermayenin elinde olan, bir zamanların idealistleri, ya da sermayenin bizzat kendisidir. Sizi oy vermeye teşvik eden zihniyet, aklınca ve maalesef halk kitlelerinin salaklığına güvenerek, oy verecek kitlenin apolitize edilmesini sağlamaktadır. Bu şekilde siz sadece mevcut riyakar, sahtekar, demagojik sistemi, verdiğiniz oylar ile legalize etmektesiniz. Siyasallaşmadığınız, partileşmediğiniz, parti içinde politika yapmadığınız, parti içi demokrasi talebinde bulunmadığınız, kendi adayınızı desteklemediğiniz takdirde, sahte seçimlerde aday olacak, sözde temsilcinin adaylığında bile etkili olamazsınız. Bırakın söz konusu adayın seçilmesini ve bırakın seçilmesi halinde söz konusu kişinin sizin iradeniz ile ülkeyi yönetmesini.
Yine genç ve çocukların seçme hakkı yoktur. Oysa ceza alma, özgürlüklerinin kısıtlanması, işkencelere tabi tutulma, öldürülme, tecavüze uğrama, şiddete tabi tutulma hakları vardır. Bu gerçekten de ciddi bir insan hakları komedisidir.
Halkın kendi temsilcilerini seçemediği ve düzmece seçimlerle gelen sözde temsilcilerin, zaten halkı temsil etmediği gerçeği dikkate alınırsa, bırakın demokrasiden, cumhuriyetten bile bahsetmenin mantığı olamaz. Gerçekte halkın veya bireylerin seçim yapma hakları veya olanakları yoktur ve yapacakları tek seçim önlerine konanı yemektir. Bunun doğal sonucu olarak, kanunlar bireyler için yapılmaz. Kanunlar bireylere, vatandaşlara yani halka karşı, ancak sadece sistem ve düzen yararına ve sistemi kullananların çıkarına yapılır. Kanunlar bireyi değil, sistemi korur. Devlet organı da, parlamenter sistem de, adalet sistemi de, esasen bireye düşmandır ve sistemi bireyden korur. Bu tip bir sistemde, bireylerin hak ve özgürlüklerinin olması mümkün değildir. Yine bu sistemde eşitlikten asla bahsedilemez. Tam aksine kesin ve çok sert bir sınıf ayrımı söz konusudur. Sistem, çoğunluğun diktatörlüğü değil, sınıfsal bir azınlığın, halk üzerinde kurduğu egemenliğin sürdürülmesine dayalıdır. Azınlıkların haklarının korunduğu palavrası ise, gerçek bir illüzyondur. Bırakın azınlıkları, çoğunluklar bile mevcut sistemde ezilmektedir. Bireyler, üst sınıfa ait olmadıkça, ciddi bir sermaye kalkanı ile korunmadıkça, sistemin köleleridir ve hak ve özgürlükleri yoktur ve varlıkları sisteme adanmıştır. Silahlı kuvvetler, yani polis ve ordu, halkın güvenliği değil, üst sınıfın, sermaye sahiplerinin, sistemin çıkarlarının korunması için vardır. Yine benzer şekilde adalet sistemi, bu faşist diktatörlüğün devamı için, belirli çıkar gruplarının kollanması ve sistemin, bireylerin başkaldırısından korunması için vardır. Devlet ekonomik yapıya, söz konusu kollanan çıkar gruplarının çıkarları yönünde müdahale eder. ABD’deki lobicilik sistemi, dünyanın her yerinde vardır ve belirli çıkar gruplarının çıkarına ve doğal olarak halkın menfaatine aykırı olarak, hareket ederler. Borsa sistemi, yine çıkış ideallerinin aksine, salt reel ekonomik sistemin manipülasyonu için yaratılmış ve kullanılmaktadır. Devlet, asli görevlerinin hiç birini yerine getirmemekte; anayasal hak ve özgürlüklerin, anayasal eşitliğin, finanssal yapının, fırsat eşitliğinin, bireylerin yani vatandaşların güvenliklerinin korunmasını sağlamamaktadır. Tam aksine devlet ve sözde demokratik yapı, sadece belli bir sınıfın, halka, vatandaşlara ve bireylere tahakküm etmesine ortam yaratan, işbirlikçi, yardakçı, yataklık eden bir sistem-düzendir. Demokrasi işte gerçekte budur.
Bu sözde demokratik-cumhuriyetçi sistem-düzeni legalize eden, mevcut parlamenter yapıdır. Parlamenter yapının kontrolü, bu sistemi finanse eden legal-illegal-gizli örgüt veya cemaatlerin elindedir. Parlamenter yapının gerçek kontrolünün, sermaye-finansı kontrol etmekte olan organizasyonlarda olmasına rağmen, teorik olarak siyasi partilerdeki gücün, kendi iç dinamikleri ile belirlendiği iddia edilir. Gerçekte parti içi dinamikleri ve siyasette kimin başarılı olacağı, hangi partinin güç kazanıp, hangi partinin oy kaybedeceği, sermaye veya finans tarafından belirlenir. Sermaye ve/veya finansı ise, mason örgüt veya cemaatler kontrol eder. Böylelikle bütün sistem, hem legalize edilir, hem de masonlar tarafından kontrol edilir. Siz masonların çıkarlarına uygun değilseniz veya sizi kontrol edemiyorlarsa, siyaset sahnesinde yer bulamazsınız, ya da bir şekilde yer bulduğunuzda, ancak sonra sizle çıkarları ters düştüğünde, bir şekilde lanetlenir ve ortadan kaldırılırsınız. Geride kalan siyaset aktörleri ise, sadece masonların kontrolündeki kuklalardır. Kukla parlamenter sistem, sizde yani halkta, sahte bir demokrasi illüzyonu yaratır ve siz de mutlu mutlu kendi seçtiğiniz kişilerin sizi idare ettiği masalı ile uykuya dalarsınız. Parlamenter sistem, esasen onlar için çok mükemmel bir silah veya araçtan başka bir şey değildir. Bu düşünceyi test etmeniz son derece kolaydır. Soruyorum: hangi ülkede, hangi tarihte, halkın gücü ile, halkın iradesi yönünde, halkın çıkarı için, hangi politik karar alınmış ve uygulanmıştır? Bir tek örnek bile veremezsiniz. Bir tek örnek.............! Düşünün sadece bir örnek bile yokken, sözde parlamenter sistemden ve demokrasiden bahsediliyor. Nasıl ve neden? Sadece bu illüzyonu sürdürme amacıyla. Zira uyanmanızdan korkuyorlar, sistemin efendileri olan masonlar.
Bir de işin global düzeyi var tabi. ABD’nin yaklaşık yüz yıldır sürdürdüğü demokrasi ihracı projesi. Dünyayı mahveden bu proje, 100-150 yıl önce ABD’nin, dünya üzerindeki diğer halkların idari yapısına karışmasına karşı çıkan, o zamanki mevcut egemen siyasi görüşe rağmen, sözde ilerici, modernizasyonu savunan, ABD’li demokrat politikacılar tarafından ortaya kondu. Tabi projenin gerçek sahipleri, söz konusu ilerici söylemlere sahip kişiler değildi. Bu ilerici politikacılar her zaman olduğu gibi sadece kukla idi. ABD’yi dünyanın jandarması ve kendileri için köpek yapmayı hedeflemiş olan masonlar, projenin gerçek sahipleri. ABD bu politika sayesinde, son yüz yıl içinde, hem kendi ülkesini, hem de dünyayı gerçek bir cehenneme çevirdi. Son yüz yılda global düzeyde yaşanan hemen hemen her tür kötülüğün arkasında, maalesef ABD var. Bu durum ABD’yi dünya halkları için her şeyin sorumlusu, şeytani bir düşman yaptı. Gerçekte ise, ABD sadece bir silah yani tetikçi. Global düzeyde uygulanan politikalar, ABD devletinin veya halkının çıkarlarına da ters, ama ABD halkının muhalefeti, her zaman zayıf kaldı, bu global politikalara karşı; zira arkasında küresel finans yok. Gerçek muhalefetin ve sadece insanların desteği ile de, bu kadar oluyor maalesef. Ama bunu mümkünse, hamburger düşmanı bir solcuya anlatmayı deneyin. Anlatamazsınız; zira beyni yıkanmıştır, ABD düşmanlığı ile, düşünmeden sonuçta ABD vatandaşının da kendisi gibi bir insan olduğunu, Amerikalının da izlenen politikaların bir kurbanı olduğunu, hükümetine karşı iradesini kullanamadığını, aslında herhangi bir iradesinin de olmadığını, hatta düşünme kapasitesinin bile, sürekli uygulanan beyin yıkama programları ile elinden alındığını. Tabi gerçekten de dünyadaki olaylara bakarsanız son yüzyılda, uygulamada gerçekten de dünya üzerindeki her problemin arkasından ABD kurumsal yapıları çıkıyor. Katliamlar, cinayetler, suikastlar, isyanlar, askeri darbeler, savaşlar, komplolar, dini, siyasi, etnik organizasyonlar, küresel ekonomik krizler, terör operasyonları, her tür suç, kasıtlı yayılan salgın hastalıklar, sosyal şekillendirme projeleri, sahte çevreci organizasyonlar, sahte devrim ve halk hareketleri, hatta sözde meteorolojik veya doğal felaketler bile. Amaç için her şey yapılıyor; herkes kullanılıyor; her zaman gerçek amaç gizleniyor; gerçek azmettirici görünmüyor. Her suçun sahibi ise ABD. Gerçekten de ABD, küresel düzeyde her operasyonun bir parçası ve CIA/NSA dünyayı terör cenneti, yani cehennem haline getiriyor. Yine burada benzer bir yaklaşımla şu soruyu soracağım: ABD’nin içinde yer almadığı, kontrol etmediği veya bir şekilde parçası olmadığı, global, ulusal veya bölgesel bir problem, kriz var mı? Olsa olsa sadece bir takım doğal felaketler için olmadığı iddia edilebilir ki, ABD’nin teknolojik olarak bunu yapabilme imkanı olduğu, meteorolojiyi bir silah olarak kullanabildiği ve deprem gibi bir takım doğal felaketleri tetikleme teknolojisine sahip olduğu biliniyor. Ama yine aynı sistemin kontrolü altında olan bilim dünyasında, maalesef bu teknoloji veya ilgili ayrıntılar yer almıyor. Zira son derece gizli ve askeri sır bunlar. ABD ve ordusunun, bilimsel ve teknolojik, hiç bir çalışmasının bilim dünyasında yayınlanmadığı açık. Dolayısıyla bu şaşırtıcı bir durum değil. Tekrar sorarsam, ABD’nin içinde yer almadığı, kontrol etmediği veya bir şekilde parçası olmadığı, global, ulusal veya bölgesel bir problem var mı? Yok! Peki ama neden? Ve ABD karşıtlarının düşündüğü gibi, ABD bunu kendi çıkarı için yapıyorsa, ABD’nin bütün bu küresel diktatörlük/jandarmalıktan elde ettiği, kendi ülkesi ve vatandaşı için sağladığı fayda nedir? Veya başka bir deyişle, bütün bu ABD-ilişkili operasyon ve politikalardan hangisi ABD’ye ne sağlamıştır ve ABD bunları yapmasaydı, bugün nerede olurdu? ABD’nin global jandarmalıktan yani masonlar adına dünyayı cehenneme çevirmekten, sağladığı tek fayda, eğer ona da fayda denebilirse, gayri safi milli hasılasının çok üzerinde bir tüketim olanağını, onlarca yıldır kullanıyor olmasıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken başka şey, ABD’ye söz konusu finanssal çıkarı sağlayan güçlerin, dünyanın gerçek ekonomik devini, 30’lu yıllarda ekonomik krize soktuklarıdır. Yine son global ekonomik kriz, ABD’yi, reel ekonomisini ve vatandaşlarını ciddi anlamda vurmuştur. Yani jandarmalık aslında çok da karlı değil ABD, ekonomisi veya halkı için.
Bütün bu illüzyonun, yani demokrasi illüzyonunun, dayandırıldığı düzmece seçim sistemine gelirsek, eski zamanlarda uygulanan seçim rezilliklerini bir kenara itersek, günümüz seçimlerinde ne olduğuna bakalım. Türkiye’de Yüksek Seçim Kurulu’nun resmi seçim listelerine göre, seçmen sayıları aşağıdaki gibidir. Analiz edilirse, Türkiye’deki seçmen sayısının her yıl yaklaşık olarak 1 milyon arttığı görülebilir ve 89’dan beri yapılan seçimlerin toplam seçmen sayılarından, 2007 yılındaki toplam seçmen sayısının tahmini olarak hesaplanması ile, aşağıdaki tahmini sonuçlar elde edilir:
26 Mart 1989 yerel seçimleri: 28.083.349 =28.1 milyon46.1 milyon
20 Ekim 1991 genel seçimleri: 29.979.123 = 30.0 milyon46.0 milyon
27 Mart 1994 yerel seçimleri: 32.020.941 =32.0 milyon45.0 milyon
24 Aralık 1995 genel seçimi: 34.155.981 = 34.2 milyon46.2 milyon
18 Nisan 1999 yerel+genel seçimleri: 37.419.612-37.495.217 =37.5 milyon45.5 milyon
3 Kasım 2002 genel seçimleri: 41.407.015 = 41.4 milyon46.4 milyon
28 Mart 2004 yerel seçimleri: 43.552.931 = 43.5 milyon46.5 milyon
Oysa Yüksek Seçim Kurulunun açıkladığı, 22 Temmuz 2007 genel seçimleri toplam seçmen sayısı: 42.799. 303 = 42.8 milyon
Baz olarak alınacak yıl, hangisi olursa olsun, 89 yılından bu yana yapılan bütün seçimler, yani yaklaşık 20 yıllık bir dönem baz alındığı takdirde ve yıl başına 1 milyonluk bir minimum seçmen artışı varsayımı ile, elde edilen 2007 seçmen sayıları, yukarıda ifade edildiği şekilde 45.0 ile 46.5 arasında, ama esas olarak 46.0-46.5 milyon arasında değişiklik göstermektedir. Tahmini toplam seçmen sayısı, buna göre 46.2 milyondur. Ancak nüfusun genç yoğun olduğu ve yapılan son 2002 genel seçiminde seçmen barajı altında kalan ve 2007’de oy verme hakkı doğan gençlerin (2002’de 13-17 yaş) oluşturduğu grubun, diğer gruplara ve esasen ölen ve kayıttan düşülen en yaşlı gruba göre çok ciddi ağırlık oluşturduğu dikkate alınırsa, bu sayının en azından 46.5-47.0 milyon civarında olması gerekir. Bu durumda görünürde bulunan 42.8 milyonluk seçmen ile aradaki fark 3.7-4.2 milyon kişidir. Bu seçimlerde kayıtlı seçmen sayısında bu derece bir azalma olması, yaklaşık 4 milyon kişinin 2002’de kayıtlı iken, 2007’de kayıtlarını sildirdikleri veya kayıtlarının silinmesine itiraz etmedikleri gibi, anlamsız bir sonuca ulaşılmasına neden olabilir. Aksi takdirde ki, muhtemel olan da budur, bu veriler 2007 seçimlerindeki toplam seçmen rakamının doğruluğu baz olarak alındığında, önceki seçimlerde 3.5-4 milyon civarında bir hayali seçmen olduğunu gösterir.
Hangi sonuç doğru olursa olsun, kesin olan bir şey var ki, bu seçmen listelerinin hepsi aynı anda doğru olamaz. Sonuç olarak seçmen listelerinde hile yapıldığı ve yapılan hilenin toplam seçmen sayısının %10-15’i düzeyinde olduğu açıktır. Seçmenlerin %80’in üzerinde bir katılımda bulunmadığı, %10 ülke barajının oy kullanan seçmenlerin %10-20 arasını seçim dışı bıraktığı dikkate alınırsa, hayali seçmenlerin toplam miktarının, seçim sonuçlarını belirleyen oylar içindeki oranının %20-25’ler düzeyinde olduğu görülür. Bu demektir ki, geçerli oyların sayımı sonucu elde edilen oy yüzdelerinde, herhangi bir partinin lehine aktarılmış olan %20-25’lik bir hayali seçmen oyu bulunmaktadır. Türkiye’deki %10 barajını ancak geçen, örneğin gerçekte %11 oranında oy alan bir partiye bu oyların kaydırılması halinde, söz konusu parti %31-36 oranında oy topluyormuş gibi görünür ki, bu da onu birinci parti konumuna getirir. Yani barajı ancak geçebilen ve hile ile hayali seçmenlerin oylarının kaydırıldığı her parti, birdenbire kendini iktidar partisi olarak bulabilir. Yeter ki sisteme (masonlara) hizmet etsin!
Bu seçim masalının sadece bir yüzü. Diğer yüzü ise şu. Seçim sandıklarında yapılan sahtekarlıklar ve hilelerin artık devri geçti. Şimdi seçimlerde bilgisayar sistemi kullanılıyor ve bilgisayar sisteminin hiç bir güvenliği yok, dışardan sisteme müdahale edecek olan bilgisayar korsanı ekiplerine karşı. Tabi ki bu bilgisayar korsanları, bireysel çıkar veya kişisel tatmin amacıyla değil, MOSSAD ve CIA denetimi, kontrolü ve koruması altında hareket ediyorlar. Sandık sonuçları, ilçelere, oradan da illere ve sonra da merkeze gönderilirken, sistemin bunu doğrulama yöntemi yok. Çünkü karışıklık ve problemler olmaması açısından, iki farklı yöntem kullanılmıyor. Yani seçim sandıklarından birer birer toplanan sonuçlar merkezde birleştirilmiyor. Partiler ve parti denetçileri bu tip bir sistem kurmuş değiller. Partilerin sistemi denetleme gibi bir yetkileri yok. Sistemin denetimi sadece Yüksek Seçim Kurulu’nda. Yüksek Seçim Kurulu’nun ipi ise MOSSAD’ın elinde. Problem çıkarmaları halinde, en basitinden video görüntüleri çıkar ve en kötüsü Danıştay baskını veya Gaffar Okkan/Eşref Bitlis suikastında olduğu gibi öldürülürler. Kendi şerefli hakimini, valisini, emniyet müdürünü, kuvvet komutanını koruyamayan devlet, asla bağımsız olamaz. Yüksek Seçim Kurulunun yargı üyeleri, böyle bir ortamda ne kadar güvenilir olabilirler, siz düşünün. Eğer bugün IMF başkanına veya ABD başkanına seks yoluyla şantaj yapılıp, görevden el çektiriliyor veya ABD gibi bir ülkenin izleyeceği dış politika, istendiği gibi kontrol edilebiliyorsa, hem de bütün dünyanın gözü önünde, kim durabilir bu Siyonizm’e karşı. Yüksek Seçim Kurulu üyeleri mi? Soruyorum!!!!
Evet, yukarıda anlattığım seçim sisteminde, partiler ve siz oy verenler, seçime gidiyorsunuz, oylarınızın bir şeyi değiştireceği hayali ile. Yukarıdaki analiz dikkate alındığında, Türkiye’deki utangaç seçmenin kaynağı rahatlıkla anlaşılabilir. İşin daha da kötüsü, benzer bilgisayar sistemleri, sözde modernizasyon amaçlı olarak, kamu hayatının her alanına girmiş durumda. Bu bilgisayar sistemleri sayesinde, idam cezası almış bir mahkum, elini kolunu sallayarak cezaevinden çıkabilir. Ve kimsenin haberi bile olmaz; zira cezası bir kaç tuşa basarak değiştirilebilir ve af kapsamına girip dışarı çıkabilir. Yine azılı suçluların sicilleri bir tuşa tıklayarak temizleniyor. İdam cezası alanlar dışarıda. Tabi yine bir sürü suçlu, gayet güzel, belki farklı kimliklerle, sözde aranmalarına rağmen, aramızdalar ve tabi sistemin emrindeler. Yine benzer bir sistem üniversite giriş sınavlarında kullanılmakta. Ve işi o derece abartmışlar ki, cemaatin önde gelenlerinin torpilli, ancak geri zekalı çocukları, iyi üniversitelere girebilsinler diye, akıllara zarar bir şifre koymuşlar, sözde bilgisayar sisteminin hatası yüzünden. Bu derece basit bir şifrenin konmasına mı yanarsınız, yoksa bunun açığa çıkmasına rağmen, herhangi bir kişinin bu durumdan dolayı sorumlu tutulmaması, ceza almaması, kimlerin bu durumdan faydalandığının açıklanmaması ve cezalandırılmamalarına mı? Ve siz resmen aptal yerine konuyorsunuz, hala sınavlara giriyor, hala seçimlerde sandığa gidiyor, hala adalet sistemine güveniyorsunuz. Bu sınav rezaletini onaylayan devletin adalet sistemine hala güveniyorsunuz. Pes! Pes! Pes!
Şimdi de size başka bir demokrasi masalı anlatalım! Bakın bir zamanların kadın pazarlamacısı, nasıl Patagonya başbakanı oluyor. Söz konusu pazarlamacıya ETR diyelim. ETR Patagonya’nın en büyük şehrinin, gariban ve Romanların egemen olduğu bir mahallede genç bir mafya. Zaten bu mahallede esas iş, torbacılık ve genç Roman kızlarının pazarlanması. Öyle haraç alınacak bir mekan filan da yok. Tam bir kenar mahallesi. Bu genç mafyanın işi de esasen bu. Yani kadın ve esrar işi. Politikaya merak sarıyor adam. Ve ülkenin nasyonal sosyalist partisinin gençlik örgütüne giriyor. Bu örgütte siyaset yaparken, bir yandan da pezevenklik yapıyor. Pezevenklik önemli iştir, hafife almayın, çok güçlü insanlarla tanışırsınız. Küresel seks çetesi ile muhtemelen bu işi yaparken tanışıyorlar. Allah diyor ki bundan sonra: yürü ya kulum. Aldığı emirle, deniyor ki nasyonal sosyalistlerin önü kapalı, sen şeriatçı partiye geç ve siyaset alanında kanat değiştirip, şeriatçı partiye üye oluyor, cemaat olarak da Siyonist Siktirullah cemaatine giriyor. Cemaatte ve seks çetesinde kısa sürede yükseliyor, mesleği sağ olsun ve müşterileri sayesinde. Dışarıdan liseyi bitiriyor bu arada. Eğitim şart tabi. Daha sonra sektör değiştiriyor ve çikolata işine giriyor müdür olarak. Çikolatacı şirket başka adam yokmuş gibi bunu müdür yapıyor, ne alakası varsa çikolata satmakla fuhuşun. Zaten ne olduysa bu arada oluyor; resmen sınıf atlıyor adam. Şeriatçı partide o denli yükseliyor ki, şehrin belediye başkanı oluyor. Tabi bu arada söz konusu seçimde sandıklar kayboluyor; oylar çöpten toplanıyor. O kadar organizeler ki, kimse sesini bile çıkarmıyor, bu seçim rezilliklerine. Daha sonra belediye başkanı iken yapmadığı rezillik; yemediği halt kalmıyor. Aklanması lazım sistem için çalışmaya devam etmesi için. Laik ordunun desteğinde, sözde bağımsız yargı, aklama yolunu buluyor ve garibanı suçluyorlar masal okudu diye. Oluyor mu bir zamanların faşisti, şimdinin ithal şeriatçısı, bir zamanların pezevengi, bir siyasi suçlu. Bu arada askeri darbe oluyor. Hapse düşüyor, ama gerçekleştirdiği yolsuzluklardan değil, masal okumaktan. Askeri darbeden sonra, bir zamanların sözde aşırı solcusu, Siktirullah sempatizanı, büyük ABD ajanı Bunak bey, oluyor yeni başbakan. Bunak beyin eşi Sevimsiz hanım, inanılmaz merhametli bir zat. Adam öldüren, katliam yapan birini gördü mü, içi gider, acır bu zavallı katillere. Nitekim bir af çıkarır, kısmen ETR yararına. ETR afla serbest kalır, ama dokunulmaz olması lazım, yoksa yine hapis yolu gözükür. Bir yandan da yeni bir parti kurar, hem de laik askeri darbe ortamında. Bu yeni partinin ardında, ne de olsa MOSSAD vardır, ABD vardır, cemaat ve seks çetesi vardır. Parti bir yıl içinde örgütlenir sınırsız mason parasıyla ve seçim olur yine ve partisi kazanır şaşırtıcı biçimde, tabi aslında bir sürü tezgah sayesinde, ama af onun seçilme yasağını kaldırmaz. Ana muhalefet partisinin lideri Özde Muhalif bey sayesinde kaldırılır seçim yasağı. Ardından uzak bir şehirde iptal edilir seçimler ve tekrarlanır, sanki hile yapılmamış seçim görülmüş gibi tarihten bu yana. Tamamen düzmece bir şekilde ayarlanır milletvekilliği. YSK sayesinde seçimlerin tekrarı ile, milletvekili seçilir ve bu sayede başbakan olur ETR. Nerden nereye. İşte demokrasi masalımız budur. Ve siz vatandaşlara da yemek düşer pişirileni. Yerseniz bu ülkenin laik ordusu, onurlu yargısı, gerçek bir muhalefeti vardır. Ama bu pezevengin iktidarı, bu ülkenin sözde şerefli laik ordusunun, sözde onurlu ve bağımsız yargısının ve sözde muhalif muhalefetinin sayesinde gerçekleşmiştir. Ve bilin bakalım, hem ülkenin ordusunu, hem yargısını, hem muhalefetini, hem de şeriatçı cemaatini kim kontrol edebilir ve etmektedir? MOSSAD. Kimin aracılığı ile? Küresel seks-fuhuş-şantaj çetesi. Kanıt mı istiyorsunuz? Ben kendi özelimi bile koruyamıyorum diyen genel kurmay başkanı. Kaseti çıkan muhalefet lideri-Deniz Baykal. Resmen yargıya gözdağı vermek için düzenlenen Danıştay baskını. Siktirullah terör örgütü liderinin ABD’de bir nevi güvence olduğu. MOSSAD operasyonu ile, jandarma kuvvet komutanı-Eşref Bitlis- ve Diyarbakır emniyet müdürünün-Gaffar Okkan-, hem de sıkıyönetim bölgesinde suikasta kurban gittiği. Siktirullah çetesini deşifre edecek cesarete sahip tek gazetecinin-Uğur Mumcu-arabasında havaya uçurulduğu. Başka söze gerek var mı bilmiyorum.
Dostları ilə paylaş: |